Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 22 Kasım 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Kazım GÜLEÇYÜZ

İftira utancı



İstanbul İlim ve Kültür Vakfının tertiplediği 8. Bediüzzaman Sempozyumu başarıyla tamamlandı. Dünyanın dört bir köşesinden 90 bilim adamının katılımıyla gerçekleşen sempozyumu Türkiye’de 10 bini aşkın insan takip etti.

Sempozyumun konusu adaletti. Bu ana başlık altında Müslüman ve gayrimüslim bilim adamları, Risale-i Nur’un konuya yaklaşımını çeşitli açılardan analiz ve müzakere ettiler. Bir bölümü veya özetleri kitapçıklar halinde yayınlanan tebliğlerin tam metinleri ve oturumlarda yapılan müzakerelerin zabıtları da herhalde neşredilerek ilim ve fikir mahfillerine ulaştırılacak.

Sempozyum, küresel toplumun önündeki en önemli ve duyarlı konuların başında gelen adalet meselesinde, dünya ilim ve fikir camiasının seçkin temsilcilerini İstanbul’da buluşturarak, bu topraklarda telif edilmiş bir Kur’ân tefsiri olan Risale-i Nur temelinde fikir teatisinde bulunmalarını sağlayan son derece önemli bir etkinlikti.

Çok değerli olan içeriği bir yana, bu boyuttaki bir bilimsel toplantının İstanbul’da gerçekleşmiş olması bile tek başına övgüye değer ve takdir edilmesi gereken bir “tanıtım” hamlesiydi.

Ama tanıtım işini kendi bağnaz kafalarındaki Atatürk imajı ve beraberinde geliştirdikleri “rakı-dansöz-plaj-kebap” görüntülerine hapseden mâlûm güruh bu başarıdan rahatsız oldu.

Ancak İstanbul Gösteri Merkezindeki muhteşem açılış oturumuna düşürecek gölge bulamadı. Ikındı, sıkındı ve sonunda aradığı malzemeyi, THY’nin sempozyum sponsorluğunda bulduğu zannıyla üzerine atladı.

Ne var ki, burada da derin bir boşluğa düştü. Çünkü sponsorluk dediği şey, konuları farklı da olsa benzer organizasyonlarda ve toplu bilet alımlarında uygulanagelen bir yöntemdi. Fiyat indirimi kurum bütçesine bir yük getirmiyordu, herhangi bir zarar söz konusu değildi. Özelleştirme sonrası kurumdaki kamu payının yüzde 49’a inmiş olması ise, “Devlet parasıyla Nurculara kıyak” iddiasını boşa çıkarıyordu.

Durum böyle olunca iyice afallayan mâlûm kafa, bu defa plağı çevirip dinozorlar çağından kalma eski, köhne ve bayat yöntemlerden medet umma ilkelliğine yönelerek, “laik devlete meydan okuma” mavalları okumaya başladı.

Çağdışı ve ahmakça tepkisini evvelâ manşetten seslendiren gazetenin, baltayı taşa vurduğunu anlayınca ertesi gün konuya dair haberini birinci sayfaya çıkarma cesaretini dahi gösteremezken, başyazısıyla ve ona eşlik eden tetikçi köşesiyle “gündem takibine devam” gayretkeşliği sergilemesi çok tipik bir medya skandalıydı.

Tetikçi yazarın, çok bilmiş edalarla Said Nursî’ye ve talebelerine suçlamalar yöneltirken, sözümona kaynak gösterme havalarında kitap ismi ve sayfa numaraları vererek aktardığı cümlelerin hiçbirinin o kitaplarda ve belirttiği sayfalarda bulunmaması ise, cür’etini cehaletinden alan iftira ahlâksızlığının yeni bir vesikası oldu.

Bu kişi ya suçlamalarına “delil” olarak sıraladığı alıntıların, adını ve sayfasını verdiği kitaplardaki yerini göstersin, ya özür dilesin, ya da mesleğini bıraksın. Önünde başka bir seçenek yok.

Bunlardan birini yapmadan orada oturmaya devam ederse, işlediği ayıbın utancı, gazetesi için de taşıyamayacağı ağır bir yük haline gelir.

Adaletsizliğin tetikçiliğinin de bedeli olmalı.

22.11.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

“Risale-i Nur üniversitelerde okutulmalı”



İstanbul İlim ve Kültür Vakfı’nca düzenlenen “adalet” endeksli 8. Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumu’na konuşmacı olarak katılan Filipinlerin Mindanau Özerk Bölgesi Yüksek Öğretim Konseyi başkanı Prof. Dr. Nora Şerif, aslı Türkçe olan, ancak tercümelerinden okuma imkânı bulduğu Risâle-i Nurlar’ı mütalaa ettiğinde mest olur; ruh, kalb, akıl ve hissiyâtını öyle doyuma ulaştırdığını, bu hakikatlere yediden yetmişe herkesin ihtiyacı olduğunu hissedince vakit geçirilmeden üniversitelerde okutulması gerektiğini düşünür ve yetkililere teklif sunar, bunu tebliğini sunduğu esnada dile getirip, “Ben kendi sorumluluğumda olan üniversitelerde bunu gerçekleştirmek için teklif sundum” der ve dünyanın değişik ülkelerinden 90 kadar tebliğcinin katıldığı, birçok ilim adamı ve öğretim üyelerinin içinde bulunduğu topluluğa seslenerek, “Bütün üniversiteler bunu yapabilir ve yapmalıdır” demeyi de bir vecibe bilir.

Gerçi bugün el-Ezher Üniversitesinin bazı bölümlerinde olduğu gibi bir kısım dünya üniversitelerinde Risâle-i Nurlar okutuluyor, talebe ve öğretim üyelerince istifade ediliyor. Ancak bu gerçekleşirse geniş bir tarzda okutulmuş olacak.

Buna insanlığın ne kadar ihtiyacı var.

İnsanlığın diyorum. Sadece Müslümanlar değil, bütün insanlık muhtaç bu hakikatlere. Çünkü onulmaz yaralarla yaralı, içinden çıkılmaz dertlerle muztarip; terör, yoksulluk, ahlâksızlık gibi sıkıntılar içinde kıvranmakta; barış arıyor, huzur arıyor, mutluluk arıyor.

Rahmeti sonsuz Rabbimiz, asırların insanlarına olduğu gibi çağımızın mânen hasta insanları için de Kur’ân’ı şifâ kaynağı olarak göndermiş. Büyük bir maneviyât doktoru olan Bediüzzaman Said Nursî de, her derdin devâsı bulunan Kur’ân eczanesinden derlediği ilâçları asrın hastalıklı insanlarına sunuyor. Bu ilâçları kullandığında dertlerinden kurtulan milyonlarca insan var. Onun için de dört elle sarılıyor, tekrar tekrar okuma ihtiyacı hissediyorlar.

İşte bu ihtiyacı öncelikle hisseden ilim adamlarından birisi Prof. Dr. Nora Şerif.

Üstad, ölüp gitsin diye tek başına konulduğu Afyon hapishanesindeki sobasız altmış kişilik koğuşta, bir ara fırsatını bulup yanına gelen sadık talebesi Zübeyir Gündüzalp’a, “Bu hakikatleri bütün dünyaya ilân edeceğim” demişti ve bugün ediyor.

Yine Üstad, Tarihçe-i Hayat’ta yer aldığı ve bir kısım talebelerine açıkça müjdelediği gibi, “Risale-i Nurlar radyolardan okunacak” demişti. Bugün okunuyor.

Hemşehrimiz muhterem ağabeyimiz Abdurrahman Çiçek, Üstadı ziyarete gittiğinde, “Kardeşlerim, gün gelecek Risâle-i Nurlar okullarda okunacak” demiş. Bugün talebelerinden öğretim üyelerine kadar herkes okuyor. Ders kitabı olarak da okutulacak inşaallah.

Çünkü bu hakikatlere insanlığın hava ve su kadar ihtiyacı var.

Not: Ömrünü hizmete adamış muhterem ağabeyimiz Hilmi Doğan’ın vefatını teessürle öğrendik. Merhuma Allah’tan rahmet, yakınları ve sevenlerine başsağlığı diliyoruz.

22.11.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Fikir hürriyeti/istişarenin kaynağı iman ve ibadetler



Başta fikir, inanç, konuşma gibi hak ve hürriyetler; batı demokrasinin malı imiş gibi sunulur. Oysa istişâre, yâni çok seslilik, fikre saygı gibi tüm insan hak ve hürriyetlerinin kaynağı Kur’ân ve Sünnet’tir. Haklara riâyet, dindar olmanın bir gereği, hatta dinin emridir.

Ne var ki, Türkiye’de çarpık resmî ideoloji sistem olarak; AB’nin de savunduğu insan hak ve hürriyetlerine adapte olmakta fenâ halde zorlanıyor. Çünkü, devlet, hak, adalet, hukuk, demokrasi değil, “tek şahsın ideolojik görüşlerine” göre yapılanmış.

Ancak, halkın hak ve hürriyetlere adapte olmakta sıkıntı çekmeyeceği muhakkak. Zîrâ, sistem; meşveretin/fikir hürriyetinin, fikirlere değer verip saygı göstermenin pratiğine müsaade etmese de; yüzde 99’u Müslüman olan vatandaşın Kur’ân ve Sünnet’te yer alan meşveret ve çok sesliliği iman ile düşünce hayatına, ibadetlerle de pratik hayata geçiriyor. Geride onu şuuruna varmak kalıyor…

İslâmın, imânın temel özelliği hürriyettir. Dünyaya gönderilişimizin gayesi sınanmaktır. İmtihanın da gerçekleşebilmesi, Allah’a kul olabilmek için “hür irâde” lâzımdır. Dolayısıyla imanın özelliği hürriyettir.

- Onun her yerde hâzır ve nâzır olduğunu bilen, her şeyi gördüğüne, her şeyden haberdar olduğuna, Latîf, Allâmü’l-Guyûb olduğuna inanan bir mü’min, imânı, anlayışı, bilgisi derecesinde haklara riâyet eder.

- Meleklere imân edip, onların İlâhî kameramanlar gibi takip ettiğini ve herşeyi yazdığını bilen biri, haksızlık yapamaz, kimseyi incitemez.

- Kitaplara iman: Kur’ân, hak ve hürriyetleri en ince teferruâtına kadar ders verir. Baştan sona haklar manzûmesidir. İnsan hakkı, inanç hakkı, vicdân hakkı, ibâdet hakkı, karı-koca olarak eş hakkı, anne-baba hakkı, çocuk hakkı, komşu hakkı; hattâ hayvan hakkı, eşya ve çevre hakkı; İslâm’ın getirdiği, yerleştirmeye çalıştığı haklardır.

- Peygamberlere imân da, onların vermiş olduğu hak ve hürriyet mücâdeleleriyle kendisini özdeşleştirir:

Resul-i Ekrem’in (asm) Vedâ Hutbesi, temel hak ve hürriyetleri sıralar. Ve binlerce hadîs-i şerîf, hak ve hürriyetleri, en ince teferruatına kadar nakış nakış işler.

- Âhirete/dirilişe imân, hesap, adâlet, mîzan, cezâ gününün geleceğini kesin olarak bilmek ise, ona göre hayatına yön vermek demektir.

- Kadere îman; insanın mes’ul olduğu işlerde alabildiğine hür olduğunu anlatır. Çalışmasını yaptıktan sonra kısmetine razı olur. Helâl-haram diyerek her tarafa saldırmaz.

İşte imân esasları, hak ve hürriyetleri düşünce dünyamıza yerleştirir; İslâm şartları da pratiğe döktürür:

- Namazlarını düzenli olarak kılan bir mü’min, günde beş vakit namazda, 40 defa tekrarlar:

“Yalnız Sana ibâdet eder, yalnız Senden yardım dileriz.”1

Yani, tekrar be tekrar, başkalarına boyun eğmemeyi ve baskı yapmamayı ders verir.

- Oruç; insanı, yemek bağımlılığı, yemek esaretinden kurtarır. Damdan düşen adam, doktor yerine, “Bana damdan düşen birisini bulun” demiş. Oruç, hak ve hürriyetleri gözetmeyi ders verir. Açların psikolojisini aç kalan insandan başka kim anlayabilir?

- Hac; insan hak ve hürriyetlerinin mücâdelesinin verildiği mekânları gezmek, o gerçekleri fikren ve zikren yaşamaktır.

- Zekât, insanları mal bağımlılığından kurtarırken, fakirin hakkını korumayı esas alır.

İşte, tarih boyunca Müslümanların gerek düşünceleri, gerek uygulamaları, gerekse yazılı kaynaklar, asırlardan beri beyinden beyine, toplumdan topluma, uygulamadan uygulamaya, asırdan asra uğrayarak Batıya hem ilham kaynağı olmuş, hem de pratikte kaynaklık etmiştir.

Dipnot: 1-Kur’ân, Fâtiha, 3.

22.11.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Şâmil ruhlu bir kahraman: Fahreddin Paşa



Daha çok "Medine müdafiî" diye tanınan yakın tarihimizin en cesur kahramanlarından Fahreddin Paşa, 1948'in 22 Kasım günü 80 yaşında iken İstanbul'da vefat etti.

Bugünkü neslin o yiğit kumandanı yeterince tanımaması, büyük bir eksiklik olsa gerektir.

O halde gelin, onu bir nebze olsun tanımaya ve tanıtmaya çalışalım.

Dindar bir kumandan

Sahte kahramanların gölgesinde tutularak yeni nesillere unutturulmaya çalışılan Fahreddin Paşa, 1868'de Rusçuk'ta (Bulgaristan) dünyaya geldi.

O bir "evlâd–ı fâtihân" idi. 93 Harbinden (1878) sonra ailece Rusçuk'tan hicret ettiler, gelip İstanbul'a yerleştiler.

Fahreddin Paşa, askerlik mesleğini seçti. Harbiye Mektebinden sonra 1891’de Erkân-ı Harbiyeyi bitirdi.

Erzincan’daki 4. Orduda vazîfe yaptı. 31 Mart Vak’asında Dîvân-ı Harpte görev aldı. 1911-12 yıllarındaki İtalyan Harbinde Kurmay Albay idi. Balkan Savaşında Çatalca'da yaptığı taarruzla Bulgarları bozguna uğrattı ve Edirne’nin geri alınmasında en önemli rolü oynadı.

Birinci Dünyâ Harbi başladığında Musul’da 12. Kolordu komutanıydı. Bu dönemde, bozuk İttihatçıların Arap düşmanlığı ve İngilizlerin de Vahhâbilik damarını işlettirmesi sebebiyle, Mekke Şerifi Hüseyin ile Osmanlı devletinin arası açılmaya başladı.

İttihatçılar Şerif Hüseyin'i hain ilân edince, o da İngilizlere yanaştı ve çatışma kaçınılmaz oldu.

Bu tehlike karşısında, Fahreddin Paşa Medine'ye gönderildi.

Birinci Dünya Harbinin sonuna kadar, hem İngilizlerle, hem de Şerif Hüseyin'in bedevî ve çapulcu kuvvetleriyle mücadele etmek mecburiyetinde kalan Fahreddin Paşanın, bir müddet sonra merkezden gelen yardımların kesilmesi sebebiyle, kontrol ve manevra imkânı daralmaya başladı. (Bu arada, mukaddes emanetlerin bir kısmını 2000 kadar askerin koruması altında İstanbul'a göndermeye muvaffak oldu.)

Mondros Mütarekesinin (30 Ekim 1918) imzalanmasıyla birlikte, büsbütün çaresiz bırakıldı. Zira, bu antlaşmaya göre, Mekke ve Medine Şerif Hüseyin'e bırakıldığı gibi, Fahreddin Paşanın da bir an evvel İngilizlere teslim olması isteniyordu.

Ne var ki, Fahreddin Paşa bu antlaşmaya uymadı ve bütün yardım kanallarının kesilmiş olmasına rağmen savaşmaya devam etti.

Ahmak dost ve zalim düşman ittifakına karşı mücadele etmenin ne kadar zor olduğunu bilen Fahreddin Paşa, askerlerine şöyle hitap etti:

"Evlâtlarım!

"Biz 'Bu mukaddes beldeyi düşmana ve isyancılara vermeyiz' diyerek söz verdik. Onun için, elimizden ne geliyorsa yapmalıyız. Ta ki, son mermi, son er ve son kan damlası da bitene kadar…

"Bu azim ve kararlılık, bize dayanma gücü verecektir. Bunu unutmayın ve ümitsizliğe düşmeyin.

"Bakın! Bayrağımıza iyi bakın! Bu, herhangi bir bayrak değildir. Şu an devletimizin düşen birçok kalesi var. Ele geçirilen birçok şehri var. Ama burası son kaledir. Devletimizin son direnme noktasıdır."

73 günlük mahrûmiyet

Fahreddîn Paşa ve askerleri, devletin ateşkes kararından sonra, düşmana karşı 73 gün daha dayandı.

Bu zaman zarfında, onlara yardım edecek hiçbir imkân kalmamıştı. Hatta, irtibat dahi bütünüyle kopmuş durumdaydı.

Medine'yi müdafaa eden ordu aç, susuz ve mühimmatsız kalmıştı. Askerler, çamurlu su içmeye ve çekirge yemeye dahi muhtaç kalacak bir duruma düştü.

Sonunda Fahreddin Paşa da çaresiz ve takatsiz kaldı. Gücünün son noktasına kadar mücadele etmesine rağmen, İngilizlerin eline esir düşmekten kurtulamadı. Tutuklanıp Malta'ya sürüldü.

İstiklâl Harbinde

1921’de esâretten kurtulan Fahreddîn Paşa, Anadolu'ya geldi ve Fırka Komutanı olarak Millî Mücadele saflarına katıldı.

Tam bir kahramanlıkla, işgal ve istilâ hareketlerinin önüne dikildi. Askerin büyük sevgisini kazandı.

Zaferden hemen sonra Ankara'dan uzaklaştırılmak istendi ve 1922’de Kâbil elçiliğine tâyin edildi. 1926’ya kadar bu görevde kaldı

1936'da Tümgeneral rütbesi ile emekliye sevk edildi.

1948’de İstanbul’da vefât eden Fahreddîn Paşa Rumelihisarı Kabristanına defnedildi.

Dünya–âhiret Efendimizsin

Bir Ulü'l-emr idin emrine girdik

Ezelden bey'atli hakanımızsın

Az idik sayende murada erdik

Dünya ve ahiret sultanımızsın

Unuttuk İlhan'ı Kara Oğuz'u

İşledik seni göz bebeğimize

Bağışla ey şefi' kusurumuzu

Bin küsür senelik emeğimize

Suçumuz çoksa da sun'umuz yoktur

Şımardık müjde-i sahabetinle

Gönlümüz ganidir, gözümüz toktur

Doyarız bir lokma şefaatinle

Nedense kimseler dinlemez eyvâh

O kadar sâf olan dileğimizi

Bir ümmi isen de ya Rasulallah

Ancak sen okursun yüreğimizi

Ne kanlar akıttık hep senin için

O yüce kitabın hakkı içün aziz

Gücümüz erişsin ve erişmesin

Uğrunda her zaman döğüşeceğiz

Yapamaz Ertuğrul evlâdı sensiz

Can verir canânı veremez Türkler

Ebedî hâdimü'l-Harameyniniz

Ölsek de ravzanı ruhumuz bekler.

Fahreddin Paşa

22.11.2007

E-Posta: [email protected]




Raşit YÜCEL

Sinir ötesi



Sinir ötesi şeylerin yaşandığı bir atmosferdeyiz.

“Sınır ötesi harekât yapılsın, yapılmasın” derken sinirler de bir bir insan havsalasını alt üst ediyor.

Geçtiğimiz günlerde emekli generallerin ilginç beyânâtlarını okuduk.

Kürt vatandaşlarımızın Kürtçe konuşmalarının yasaklanmasını bir hata olarak kabullenen komutanlar oldu.

Yarayı keşfedince dermanını da doğru keşfetmek tıbbın önemli bir görevidir. Eğer yara doğru teşhis edilmez, ilâç verilmez ise, hasta ha-yatını kaybedebilir veya yarası daha da azar.

Yaşadığımız ülke olayları da böyledir.

Otuz yılı aşkın zamandır insanlarımız bir bir hayatını kaybediyor.

Birçok il ve ilçede özel şehitlikler kuruldu.

Şehit cenazeleri bir hicran olarak kalp ve gönüllerimizi kanatıyor.

“Sınır ötesi”nden önce sinir ötesi harekâtler, memleket sathını sardı.

Bayrağını kapan cadde ve sokaklara doldu.

Haykırışlar semanın kaçıncı katına kadar ulaştı.

Kan, gözyaşı, lânet, dehşet ve al bayrağa sarılı şehit cenazeleri...

Elbette yüreğimiz kan ağlıyor, fakat şehit askerlerimizin anne-babası, teyzesi, kız kardeşi, dedesi, ninesi, kardeşleri ve akrabalarının yüreğine düşen bizim ateşimizden çok farklı olduğu açıktır.

Sinir ötesinin bir öfke halinde kontrolden çıkması en korkunç hadisedir.

Mecliste bulunan DTP milletvekillerininin bu feryadın farkına varmaları ve akl-ı selim ile hareket etmeleri gerekiyor.

Bir derdin dermanı, hemen onun yanındadır.

Sinir ötesinden önce sağduyu hâkim olmalıdır.

Serseriliğin hiç kimseye faydası yok.

22.11.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

İhlâs, âhiret saadetine vesile olur -2



Gayenur Hanım:

*“Bir amel âhirette bana fayda sağlasın düşüncesiyle yapılırsa, ihlâsa aykırı olur mu? Bu düşünceyle yapılan amel âhirette bir fayda sağlar mı?”

Dünya kaygısı ve dünyevî bir karşılık beklentisi ibadette ve kullukta ihlâsa zarar verir. Çünkü dünya imtihan yeridir ve insan dünyada Allah’a, ahiret gününe ve sair iman esaslarına inanmakla ve iman esaslarını yaşayarak kavramakla yükümlüdür.

Amel ve ibadetlerinde insan ahirette fayda sağlamasını nazara alabilir, Cennete gireceğini düşünebilir, Cehennemden kurtulacağını umabilir, mahşerde şefaate ereceğini ümid edebilir, Allah’tan af ve mağfiret talep edebilir. Bunlarda hiçbir sakınca yoktur. Bunların hepsini bir anda, bir duâda, bir namazda, bir oturuşta isteyebilir. Çünkü bu alanların hepsi gaybî iman alanlarıdır. Fakat kulun, “Namazımı kıldım; artık Cennete girmeyi hak ettim” demesi doğru olmaz. “Namazımın karşılığında bana cennetini ver!” demesi de doğru olmaz. Bunlar ihlâsa zarar verir. Fakat namazını Allah rızası için kılar; ardından Allah’a el açar ve gerek dünya için, gerek ahiret için ne ihtiyacı varsa ister.

Nitekim Üstad Bedîüzzaman Hazretleri ibadetin, gelecek mükâfatların bir ön adımı değil; geçmiş nimetlerin bir neticesi olduğunu bildiriyor. Öyle ki, biz ücretimizi önceden almışız. Öyleyse bugün, bundan önce aldığımız ücreti hak etmek için, hizmetle ve ibadetle mükellefiz.

Bundan önce aldığımız ücretleri Bedîüzzaman şöyle sıralar:

1-Mutlak şer olan yokluktan, mutlak hayır olan varlık alanına çıkışımız başlı başına bir peşin ücrettir.

2-Bize iştihalı bir mide veren Cenâb-ı Hakk’ın, Rezzak ismiyle dünyayı bir nimet sofrası biçiminde donatması ve bütün nimetleri önümüze dizmesi ikinci bir büyük peşin ücrettir.

3-Sonra Cenâb-ı Hakkın, bize gayet duygulu ve duyarlı bir hayat vermiş olması ve hayat midesinin göz, kulak, dil, burun ve akıl gibi duygu ellerinin önüne de dünya kadar geniş bir istifade sahası açması bir başka büyük peşin ücrettir.

4-Sonra Cenâb-ı Hakkın, manevî birçok rızık ve nimet isteyen insanlığı bize vermesi ve insanlığın önüne de varlıkların dış ve iç yüzlerini anlamaya kabiliyetli aklın eli yetişecek derecede mülk âleminden melekût âlemine kadar geniş bir nimet ve istifade sahası açması bir başka yüksek peşin ücrettir.

5-Sonra Cenâb-ı Hakkın, hadsiz nimetleri isteyip, hadsiz rahmet meyveleriyle beslenen ve “insaniyet-i kübrâ” olan İslâmiyet’i ve imanı bize göndermesi ve bizi Müslüman kılması, böylece dünya ve âhiret dairesi ile birlikte Allah’ın isimlerini ve mukaddes sıfatlarını da içine alan geniş bir nimet, saadet ve lezzet sofrası bize açmış olması bir diğer yüksek peşin ücrettir.

6-Sonra Cenâb-ı Hakkın, imanın bir nûru olan muhabbeti bize vererek, kalbimizin önüne sonsuz bir nimet, saadet ve lezzet sahası açmış olması bir başka yüksek peşin ücrettir.

Demek Cenâb-ı Hak bize; 1-hayatı vermekle bizi küçüklükten bir nevî büyüklüğe, 2-insanlığı vermekle hakîkî büyüklüğe, 3-İslâmiyet’i vermekle ulvî ve nûrânî bir büyüklüğe ve kapsama, 4-Mârifeti ve muhabbeti (Allah’ı bilmeyi ve sevmeyi) vermekle de çok geniş ve her şeyi kuşatan bir nûra bizi çıkarmıştır.

Bütün bu nimetler, peşin ve yüksek birer ücret olarak önümüzde durmaktadır. Öyle ise, biz ücretimizi almışız! Bu değeri yüksek ücretlere karşılık, yalnız “ibâdet” gibi lezzetli, onurlu, nîmetli, rahatlı ve gâyet hafif bir hizmetle mükellef tutulmuşuz! Buna da tembellik göstermemiz bizi şüphesiz boşlukta bırakmaktadır!

Biz bu niyetlerle, Allah’ın tevfik ve hidayetiyle, inayet ve yardımıyla, sırf Allah rızası için, sırf Allah’ın emrine itaat etmek niyetiyle ibadetimizi yaparız. Ebedî âhiret yurdunda ise Cenâb-ı Hakk’ın Cennetini, rahmetini ve mağfiretini ibadetimizin karşılığı olarak değil, Cenâb-ı Hakk’ın fazlından, lütfundan ve merhametinden bekleriz ve umarız.

Dünyada ibadet yapmamız ne kadar kulluğumuzun bir gereği ise, âhirette–ibadetimizin karşılığı olarak olmasa da—Cenâb-ı Hakk’ın fazlından ve rahmetinden merhamet ummamız ve Cenneti vermesini beklememiz de bir o kadar kulluğumuzun gereğidir. Kula istemek, O’na vermek yakışır!

22.11.2007

E-Posta: [email protected]




Halil USLU

8. Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumu



İstanbul İlim ve Kültür Vakfı’nın gayret ve himmetleriyle İstanbul’da tertiplenen 8. Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumunda, otuz ülkeden yüzü aşkın bilim adamı bir araya gelerek; “İnsanlık onuruna lâyık bir dünya için: Adalet” konusunu konuştular, tebliğler sundular.1

Benim uzun zamandan beri üzerinde durduğum, çok makaleler yazdığım ve konferanslar verdiğim Bediüzzaman Hazretleri’nin bugünlere bakan tespitlerinin tezahürüdür. Bu sempozyuma katılan bilim adamlarının çoğunun gayr-ı müslim veya gizli Müslüman olmaları mânidardır ve Hz. Üstad’ın işârâtının tahakkukudur. Bu hususta Bediüzzaman Hazretlerinin iki sözü ile makalemi güzelleştirmek ve perçinlemek istiyorum:

“Nasraniyet, ya intifâ veya istifâ edip, İslâmiyete karşı terk-i silah edecektir. Nasraniyet birkaç defa yırtıldı; Protestanlığa geldi. Protestanlık da yırtıldı, tevhide yaklaştı. Tekrar yırtılmaya hazırlanıyor; ya intifa bulup sönecek veya hakikî Nasraniyetin esasını câmî olan hakaik-ı İslâmiyeyi karşısında görecek, teslim olacaktır. İşte bu sırr-ı azîme Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtu Vesselâm işaret etmiştir ki: ‘Hazret-i İsa nâzil olup gelecek, ümmetimden olacak, şeriatımla amel edecektir.’”2

“Lisanın, Kur’ân’ın âyetlerini âleme duyururken hâl ve etvar ve ahlâkın da onun mânâsını neşretsin. Lisân-ı hâlin ile de Kur’ân oku. O zaman sen dünyanın efendisi, âlemin reisi ve insâniyetin vasıta-i saadeti olursun.”3

“İslâm’ın gerçek bir temsilcisi olarak Risâle-i Nur” Claire Forbes, Londra Üniversitesi, İngiltere. “Said Nursî’nin adalet yaklaşımı ve İslâm dünyasında siyasî değişimlerdeki rolü” Devlet Üniversitesi Prof. Dr. Leonid Sykiainen, Moskova. “Risâle-i Nur’da Adalet ve Adl İsminin Ontolojik Açılımı” İngiltere Durham Üniversitesi’nden Prof. Dr. Colin Turner. “Bediüzzaman’ın Kur’ânî dünya görüşü, geniş çaplı anlayış ve vizyonu” Malezya İslâm Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Abdülaziz Berghout. “Belâlara karşı Nursi’nin şahsiyet-i mâneviye konsepti” Lyubomır Bonchev, Sofya Üniversitesi, Bulgaristan.

Mezkur zatlar ve diğer bilim adamlarının muhteşem beyan ve tebliğleri, Bediüzzaman Hazretlerinin bir asır önceki görüşlerinin âlem çarşısına yayılmasının ayrı bir mukaddemesidir.

Bütün bu gelişmeler karşısında UNESCO’nun duyarsız kalacağı kanaatinde değilim. Bizde bir söz vardır: “Perşembenin gelişi Çarşambadan bellidir” ve bulutlar rahmetin müjdeleridir, kışların arkasından her dem yeşil ve güzel baharlar gelmiştir. Dolan barajlar daima taşmıştır. Türkiye’nin nüfusu 25 milyon iken Hz. Bediüzzaman “Elli milyon kuvvetindeyim”4 demiştir. Bu misâller ve bu aziz söz, çok mânâları ihtivâ eder ve yoruma açıktır. Bunların ışığı altında bakıldığında, 7 milyarlık büyük dünya ailesinin 193 devletinde 50 milyon ihlâslı ve hakikî Risâle-i Nur talebesinin varlığı olacaktır ve böylelikle müjdelerin tahakkuku tecellî edecektir.

Sempozyum, küllî mânâda dünyada ses vermiştir ve verecektir. Bu itibarla ısrarla üzerinde durduğum, BM’nin görkemli ve insaflı kültür ve eğitim ünitesi UNESCO, önümüzdeki yıllarda kıyamet kopmadan çağın büyük İslâm mütefekkiri Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerini, cihanşümûl çerçeve içinde “Çağın müjdecisi ve çağın halaskârı” olarak anacaktır. O vakit tahminlerin ötesinde, tespit edilen müjdeler küre şehrimizi bütün ihtişamıyla, her şeye rağmen aydınlatacak ve nurlandıracaktır inşaallah.

Dipnotlar:

1- 18-20 Kasım 2007, Basın.

2- Bediüzzaman Said Nursî, Hakikat Çekirdekleri, 21. Bab.

3- Tarihçe-i Hayat, B.S.Nursî, Yeni Asya Neş, s. 140.

4- Mektûbât, 16. Mektub.

22.11.2007

E-Posta: [email protected]




Mehmet KAPLAN

Tur Ovalı’lar!!!



Tur Ova diye bir zamanlar, dillere destan ve müthiş güzelliklere sahip bir ova varmış.

Leb-i derya:

Deniz kenarında…

Verimli mi verimli!   

Akıllara durgunluk verecek yeşilliklerle dolu; meralarla çevrili…

Çepeçevre zenginliklere sahip Tur Ova; bu merâları süsleyen sayısız koyun ve diğer hayvan sürüleri ve bunlardan elde ettiği altın ve mücevherler ile dolu hazineleriyle komşu ülkeleri çatlatacak bir zenginliğe kavuşmuş...

Ve de hazineler dolusu altınlara sahip Tur Ova benzersiz bir devlet hâline gelmiş!

***

Tur Ova adlı bu devletin bilge bir kralı varmış…

Bu Ova’da yaşayan halk çok iyi niyetli ve barışçıl; ancak kendilerine göz dikenlere karşı çok kahraman olmasına rağmen basit bir hayat felsefesine sahiplermiş.

Bu nedenle krallarına:

Pîr-i Amiyâne; yani samimi ve saf kalpli insanların kralı denilirmiş.

Birbirinden güzel atlarla tur atıldıkça sonu gelmek bilmeyen bu Ova’nın orta yerinde o devrin en güçlü ve en muhkem surlarla çevrili kalesi yapılmış…

Kral Pîr-i Amiyâne’nin en hakperest oğluna bu kalenin savunulması görevi verilmiş.

Hakkın hatırını her şeyin üstünde tutan bu yiğit Komutanın adı da kendi gibi imiş:

“Haktır”!!!

***                   

Haktır adlı bu komutanın, “Pars” isminde vurduğunu yere yapıştıran yiğit anlamına gelen bir  meşhur kardeşi varmış…

Kralın kendisine Tur Ova’lılar kısaca; “Priyam” derlermiş ve o günkü şartlar farklı olduğundan, Haktır ve Pars gibi elli oğlu daha varmış Kral Pîr-i Amiyâne’nin!

***

Gel zaman-git zaman bu güzel Krallığı komşu ülkeler çekemez olmuş…

Komşu ülke Aka Kralı ki; Persler vergiye  doyuramadıkları bu vahşi adama, memnun kaldığında:

“Ağa Memnun” derlermiş; bu kral elli bin kişiyle Tur Ova’ya saldırmış.

Korkunç savaşlar yaşanmış…

On yıl süren bu kanlı savaşlardan sonra Aka isimli  sömürgeci ülkenin Kralı Ağa Memnun sonuç alamayacağını anlayınca vahşi bir savaşçı olan ve asla kana doymayan bir adamı ve onun kan emici bir grup usta savaşçılardan oluşan arkadaşlarını yardıma çağırmış!

Ancak bu hırslı genç ve arkadaşlarının da adları çok ilginçmiş: “Mîr-i Murdar”….

Murdar ve pis bu kan emici savaşçılar ve liderleri; “Akıllı Us”… Bir de bunlara desise ve şeytanlıkta yardımcı  olacak diğer bir ülke kralı belirlenmiş… Savaşlarda yaptığı hile ve desise yani oyun ve dolaplarla ünlü bir savaşçı: “O Desise”…

O Desise; müthiş bir plân hazırlamış:

Tıpkı Tur Ovalıların ataları olan Türklerin hediyelerle ve mücevherlerle dolu dedikleri sandıkların altına  sakladıkları Yiğit Kürşat’a Milâttan binlerce yıl önce Çin Sarayı’nın kapılarını açtırdıkları hileyi uygulamışlar!!! 

***

Hikâyenin sonunu biliyorsunuz:          

Tahtadan bir at yapılmış, içinde hediyeler var denilerek Truva Kalesi’nin içine sokulan bu atta saklanan askerler  dışarı çıkmış. Bütün bu şeytanlıklar ve şeytanlar birleşince Truva Kralı Priamos/Pîr-i amiyanos, Oğlu Hektor/Haktır ve yakışıklı Prens Pars/Paris vahşice öldürülmüşler…

Agamemnon/Ağamemnun, Odisius/Odesise ve vahşi savaşçı Akilis/Akıllı-Us ile arkadaşları Mirmidon/Mîr-i Murdarlar  tarafından yok edilmişler.

Sonra ne mi olmuş?:

Truva’ya gelip yerleşenler daha dikkatli olmak zorunda kalmışlar çünkü bu topraklar tekin değil ve çok değerli topraklar olduğu için peşinen insan kanı istiyormuş!

Zirâ Truva savaşlarından 3250 yıl sonra yine bu topraklara göz koyanlara 253 bin şehit vererek karşı koyabilmişizdir…

Dile kolay 253 bin şehit vererek!

Bu topraklarda yaşayanlar; yani bizler…

Aman dikkat!...

Birbirimizi çok sevelim, zirâ:

Birbirimize; her zaman ve her şeyden çok ihtiyâcımız var!!!

22.11.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Adalet Sempozyumu’nun ardından



İstanbul İlim ve Kültür Vakfı’nın düzenlediği “İnsanlık onuruna lâyık bir dünya için Adalet” konulu Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumu, üç günlük programı öncesi ve sonrası ile bir çok inkişafın müjdesi hükmünde göründü.

Genel müşahedem;

1- Daha önce yapılan sempozyumlarla kıyaslandığında, daha fazla yabancı ilim adamının iştirak ettiğini gördüm. Yeni isimler ve simalar vardı.

2- Tebliğle katılanların coğrafî dağılımlarına bakıldığında, yeryüzünü temsil değeri olan farklı sosyal ve siyasî ölçekteki bakış açılarının içinden gelmişlerdi. Risale-i Nur’a getirdikleri yorumlar, kendi toplumlarıyla ve ülkeleriyle Bediüzzaman arasında kurulacak bağın birer modeli hükmündeydiler. Sosyal psikoloji ve toplum hafızasının inanç ve yaklaşım tarzı ile Said Nursî arasında nasıl bir diyalog geliştirilebileceğinin modelini vermektedirler.

3- Dinî farklılığın, kültürel boyutta medeniyet çatışmalarının ve ülkeler arası siyasî boğuşmaların doğurduğu milletlerarası ayrılıkların yaşandığı bölgelerin, Risale-i Nur konusunda uzlaşmacı bir zemin içinde birbirini anlamaya çalıştıkları dikkate değerdi.

4- İslâm dünyasındaki ilim adamlarının Kur’ân ve hadis kaynaklı vukufiyetleri ile Risale-i Nur’u okumayla başlayan ve araştırmayla bir teceddüt yaklaşımına girdikleri fark ediliyordu. Meselâ Risaleyi hazmetmiş bir tebliğcinin getirdiği yorumlar, bizim Türkiye algılamasının da ötesinde bir orijinallik verebiliyordu. Yeni öğrenenler veya yeni başlayanlar ise, ciddi bir kıyas ve heyecan süreci yaşıyorlardı.

5- İslâm âlimlerinin yıllardır müzakere ettikleri, hatta münakaşa ve ihtilafa vesile olmuş geçmişten günümüze bir çok meselenin Risale tabanlı bir diyalog ortamında yerli yerine oturma istidadı gösterdiği ortaya çıkıyor. Meselâ; Mutezile, Şia, cihad gibi günümüzde aktüel değeri olan konularda, Risale-i Nur’la bir denge ve muvazene oluşturulduğunda, fikrî düzeyde müspet yakınlaşmalara vesile olacağından ekseriyet hem fikirdi.

6- Tebliğ sunanlar, kimliklerini, dinî tercihlerini rahat ortaya koyabiliyorlardı. Kendi farklılıkları içinde, onlara kapı aralayan, içeriye buyur eden ve müdavele-i efkar yolunu açan Risale-i Nur’la buluşma vasatını yakalamışlardı. “Ben bir Yahudiyim… Ben bir Hıristiyan olarak… Budist biri…” gibi kişinin kendi fikir ve inanç öznesini ortaya koyup, Bediüzzaman’a ilgi duyması ve kendi çözüm yollarını bulması, Nur Hareketinin evrensel şümulünü gösteriyordu.

7- Milliyetçilik ayrışmasının insanlığı son iki yüz yıldır kavurduğu, ulus devlet ırkçılığının baskı unsuru olduğu ve Batı medeniyetinin menfaat ve kuvvet merkezli şehevî ve ırkî bağlarının İslâm dünyasını da fazlasıyla tahrip ettiği bir asırda/asırlarda, dünya milletlerinin İslâm kardeşliği, ya da kâinat kardeşliği veya insaniyet kardeşliği çerçevesinde yeni bir beraberliğin fikrî temellerini Risale-i Nur’la atmaları, gelecek adına yeşerecek nur tohumlarının meyvesi olacaktır.

8- İçerden bakıldığında Türk-Kürt fitnesine indirgenmiş, laik-antilaik girdabına sürüklenmiş Türkiye’nin, Risale-i Nur gibi yerli, imanlı ve faziletli bir duruşu temin eden, 30 ülkeden bilim adamı arasında konsensüsü sağlayan değerine bigâne kalmasının tuhaflığı da ayrı bir garabet. Şükür ki, milletimiz Risale-i Nur’u kabullenmiş ve birlik şuurunu ondan almıştır. Devletin ve aydınların bu tablodan yararlanmaları elzemdir.

9- Yeryüzünün nur dershanelerinden toplanmış numuneler gibiydi Nur Talebeleri. Sibirya’dan Süleyman, Şemsettin Türkan Hocanın tanıştırdığı Filipinlerden bir genç, Mehmet Paksu Hocanın misafir ettiği bir başka aile, hepsi kendi mübarek tebessümleri ile Türkiye’yi, Bediüzzaman’ı ve arka planda Osmanlı ve İslâm âlemini öğreniyorlardı.

10- Türkiye’den katılan geniş yelpazedeki Nur Talebeleri de, yeni seslerle, yeni soluklarla ve farklı bir bakışla muhatap olmanın ve vakıf olduğu Risale-i Nur’la kıyas yapmanın ve yeni açılımlar elde etmenin rahatlığındaydılar.

Arap tebliğcinin dedi gibi, “Netice-i bahs” olarak; Enbiya ve evliya-asfiya halkalarının muhakkik safhası olarak Risale-i Nur, bu asırda akla ve ilme uygun Kur’ânî izahları makes buluyordu, mânâ kuvvetleniyordu.

Benzerî programlarla, “ilme isnat ile”, yerkürede Risâle-i Nur’un anlaşılmasını kolaylaştırabiliriz.

22.11.2007

E-Posta: [email protected].




Faruk ÇAKIR

“Yalan haber”le baskı



Yalan haberler üretmek sûretiyle yeni 28 Şubat’lar hazırlamak isteyenler, bütün gayretlerini ortaya koymuş durumda. Hadiseleri nasıl ters yüz eder ve Türkiye’yi idare edenlerin aklını nasıl karıştırırız diye düşünenler, hamle üstüne hamle yapıyorlar. Son hamleleri de ‘yalan’ çıktı, ama uslanacaklarını zannetmiyoruz.

İddiaya göre, türban takmayan ve namaz kılmaya zorlanan 4 kız öğrenci okullarından ayrılmış. Gazete, haberi “Baskı okul bıraktırdı” manşetiyle duyurmuş. (Cumhuriyet, 21 Kasım 2007)

İlgili haber, yayınlandığı gün resmî makamlarca yalanlandı. Gazetenin “baskı görüp okul değiştirdiler” dediği isimlerden 3’ü, Kız Meslek Lisesi’xnin pansiyonunda kalmamış. “Baskı yaptı” denilen idareciler de belirtilen tarihlerde “baskı yapabilecek” görevler yapmamış v.s. Yani, iddianın neresiden tutsanız elinizde kalıyor. (Açıklama, Amasya Millî Eğitim Müdürü Necati Akkurt tarafından yapıldı. Anadolu Ajansı, 21 Kasım 2007)

Hadise bazı konuların tartışılmasını gerekli kılıyor. Bu haber yayınlandıktan sonra yalanlandı, ama atılan çamurun izi nasıl silinecek? Medyanın ‘etik’ anlayışı bu mu? Medya etiği için var olduğunu ilân eden meslekî kuruluşlar bu haberler karşısında niçin susmayı tercih ederler?

İddia edildiği gibi, ‘baskı’ sözkonusu olmuş olsa bile, medyanın doğru bir imtihan vermediği söylenebilir. 4 kişiye baskı yapıldı diye manşet atanlar, 4 bin ya da 40 bin kişiye yapılan ‘baskı’lar karşısında niçin sessiz kalır? Tabiî ki “4 kişiye baskı yapılsın” demiyoruz. İddia zaten yalanlandı, ama yalanlanmamış olsa bile; 4 kişiye yapılan baskı manşet oluyorsa, binlerce kişiye yapılan baskı niçin manşet olmaz, görülmez?

“Kime baskı yapıldı, biz duymadık!” diyenler varsa hatırlatırız: Kanuna dayanmayan ve ‘muasır medeniyet seviyesi’ne ulaşan hiç bir ülkede olmayan bir ‘baskı’ söz konusu: “Başörtülü öğrenciler okullara giremez” demek ve bunu uygulamak “baskı” değil mi?

Bir nokta daha var: Her anne baba yakînen bilir ki, ‘baskı’ ile netice almak mümkün değil. Kendi kızına, oğluna baskı uygulayamayan bir kişi, öğrencisine bu sebeple ‘baskı’ uygular mı, uygulayabilir mi? “Baskı” ile netice alınabilmiş olsaydı; çeyrek asra yaklaşan “kanunsuz başörtüsü yasağı”nı uygulayanlar netice alabilirdi! Yasakçılar baskıyı arttırdıkça, şükür ki; tesettürü tercih edenlerin sayısı artıyor. Dolayısı ile, İslâmın emir ve yasaklarını bilen bir eğitimcinin öğrencilere zorla, baskı ile başörtüsü taktırması, bunu istemesi ve hele hele namaz kılmaya zorlaması mümkün değildir.

İslâmın emirleri, ancak kalben teslim olanların yapabileceği emirlerdir. ‘Zorla tesettür’ ya da ‘zorla namaz’ insanların ‘münafık’ olmalarına sebep olur ki; münafıklık en fena hasletlerden biridir.

Bu ve benzeri haberlerin maksadı, suları bulandırmak, belki “yeni 28 Şubat”lara zemin hazırlamak olabilir. Ancak “28 Şubat süreci” bile gösterdi ki; sular tersine akamaz. İnsanların hür iradeleriyle İslâma teslim olmaları ‘süreci’ artarak devam ediyor ve inşallah da devam edecek. Yeni ‘süreç’ler oluşturmak isteyenler bu ‘süreç’i de unutmasalar iyi olur...

22.11.2007

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

“Beşerin yeryüzünü öldüren ifsadı”



Küresel zulüm arenası içinde, küresel ısınma tahribatı adeta gürültüye getiriliyor...

Oysa bir yandan önü alınmaz egemenlik ve çıkarı uğruna küresel zulümle yeryüzünü zulüm ve kanla bulaştıran gözü dönmüş küresel güçler, diğer yandan sınır tanımaz açgözlülük ve hırsla dünyanın dengesini bozuyor. Küresel zulümle birlikte küresel tahribatı pervâsızca sürdürüyor.

Birleşmiş Milletlerin Uluslararası İklim Değişikliği Paneli tarafından hazırlanan ve geçen hafta dünya kamuoyuna açıklanan yeni “küresel ısınma raporu”, insanlığın kendi günâhının âdeta son bir itirafı olmakta...

Küresel güç ve sermayenin yeryüzünde yaptığı işgal ve zulümleri durduramayan BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon, açık açık “küresel ısınma” çığlığını atıyor.

Uluslararası toplumun küresel ısınmayla âcilen daha fazla mücadele etmesi imdadında bulunuyor. Çıkarları uğruna küresel tahribatı yapan, başta ABD olmak üzere, tahribatçı ülkelere bir şey demeden...

Halbuki küresel zulümde olduğu gibi, küresel çevre ve tabiatı tahribini de hegemonyası hesabına bütün insanlığı felâkete sürükleyen küresel güçler yapıyor.

Rapor, bu konudaki ikazların dördüncüsü. Ne var ki, başta yerküreyi ve atmosferi tahrip eden güçler olmak üzere, kimsenin bu ikazlara aldırdığı yok. Tıpkı küresel zulümle Afganistan’da, Irak’ta milyonlarca insanın katledilmesi dehşetine aldırmadıkları gibi...

* * *

Rapordaki tespitler, tüyleri ürpertici. Sanayileşmiş ülkeler sera gazlarını salmayı sürdürür, ısınma ve tahribat bu hızla devam ederse, öncelikle iklim dengesini bozarak dönüşü olmayan ve tahmin edilemeyen felâketler kapıya dayanacak. Çölleşme yayılacak, buzulların erimesi sonucu deniz seviyesinin yükselmesiyle sel felâketleri yaşanacak.

Küresel sıcaklıktaki artışın bir buçuk santigrat dereceden iki buçuk santigrada yükselmesiyle, yeryüzündeki bitki ve hayvan türlerinin yüzde yirmisi yok olacak. Sıcak hava dalgalarından, kuraklıktan, yangınlardan, tayfunlardan ve fırtınalardan dolayı kitlesel ölümlere yol açan felâketler peşpeşe gelecek. Hastalıklar tırmanışa geçecek, ölümler artacak...

Tam da “Âhirzaman âlametleri”ni bildiren hadisin haber verdiği gibi...

En çok yoksul ve yaşlıların etkileneceği küresel ısınmayla, açlık ve salgınların yayılacağı, kuraklığın artacağı, ormanların yok olacağı, su kıtlığının meydana geleceğini, tarımda verimin büyük oranda düşeceği, hayvan ve bitki türlerinin ise azalacağı raporda açıkça haber veriliyor.

İspanya’nın Valencia kentinde 130 ülkeden 450 uzmanın katıldığı 27. Birleşmiş Milletler Hükûmetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) raporunda, son 100 yılda sıcaklığın 0,74 santigrat derece artmasının başlıca sebebinin, başta gaz, kömür, petrol gibi insanlık için kullanılan, sera etkisi yapan gazların salınımı olduğu ayrıca yer alıyor. İklim değişikliğine insanın neden olduğu bir kez daha vurgulanıyor. Bilimsel verilerin kesin olduğu ve artık “sorgulanamayacağı” belirtiliyor.

Ve 2030’a kadar ekonominin tüm sektörlerinin sera etkisi oluşturan gazların emisyon oranını düşürmesi gerektiği, aksi halde felâketin önünün artık alınamayacağı uyarısı yapılıyor.

Bu bakımdan BM Genel Sekreteri’nin iklim değişikliğinin muhtemel sonuçlarının acil ve zorunlu küresel tedbirlere başvurulmasını gerektirecek kadar korkunç olduğunu söylemesi, menfaat ve hâkimiyet hırsıyla dünyayı tahrip eden insanlık adına açık bir itirafın ikrarı oluyor.

Hatırlanacağı üzere, daha önce Amerikan, Avustralyalı ve İngiliz düşünce kuruluşlarınca ortaklaşa hazırlanan bir raporda, küresel ısınmada geri sayımın başladığı ve on yıl içinde artık geri dönülemez noktaya gelinebileceği bildirilmişti.

“Meydan Okuyan İklim” adlı rapora göre, “geri dönülemez” olarak belirlenen nokta, son raporda da altı çizilen, yeryüzünün 1750 sanayi devrimindeki ortalama sıcaklığından iki derece fazlasına ulaşması...

* * *

Neticede, bir taraftan zâlim ve gaddar güçlerin zulümlerinin kan ve irini, diğer taraftan yine aynı küresel zâlimlerin havaya saldıkları zehirli gazlar ve sanayi atıkları yüzünden, yeryüzü küresel atık, enkaz ve süprüntülerle kirleniyor. Beşerin kirli eli karıştığı yeri karıştırıyor, bulaştığı yeri kirletiyor.

Ahlâk ve edepten mahrum “mimsiz medeniyetin pisliği, dünyayı telvis ediyor”; Bediüzzaman’ın ifâdesiyle “bu vatan-ı dünyevîmizi” yaşanmaz hale getiriyor…

Yine Bediüzzaman’ın terfisiyle, “küre-i arzın bu yangını”nı fitne ve fesadıyla, zulüm ve günâhlarıyla yine insanlar çıkarıyor. (Emirdağ Lâhikası II, 309 -310)

Kısacası, “(Melekler), ‘Yeryüzünde fesad yapacak, kan dökecekleri mi (insanları mı ) yaratacaksın?’ dediler” âyetinin tefsirindeki iki defa “fîhâ” olarak işâret edilen “arzda (yeryüzünde)” kelimesinin tefsiri tecellî ediyor.

“Beşerin fesâdı dahi, Azrâil gibi arzın kalbine kadar pençesini sokup, arzı imâtesine (öldürülmesine) işârettir; demek, “beşer arzın ölümünü intâç eden (netice veren) bir zehirdir” mânâsı bir defa daha zulüm ve tahribatla zehirlenen yeryüzü sahifesinde bütün dehşetiyle okunuyor. (İşârât’ül İ’câz, 251)

Beşerin yeryüzünü fesâda verip katledeceği İlâhî ihbarı, “BM Uluslararası İklim Değişikliği Raporu”yla bir defa daha te’yid ediliyor...

22.11.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Murabıtlar-Alperenler



Fas, Osmanlı’nın zıt benzerlerinden birisidir. Avrupa, kimliğini geçmişte, nasıl Osmanlı karşıtı olarak konumlandırmışsa, Fas’a kimliğini veren de biraz Osmanlı’nın zıddı olmasıdır. Daha doğrusu kimliğini Osmanlı zıddiyeti üzerine oturtmuştur. Bu zıddiyet daha ziyade siyasi hükümranlıkla alakalıdır. Kuzey Afrika’nın en ucunda kalan bu ülke bölgede Osmanlı tesirlerinden azade kalabilmiş yegane ülkedir. Esasen de Osmanlı’nın Fas’ı etkisi altına altına alma gibi bir girişimi hiç olmamıştır. Bilakis İspanyol işgali ve Fransız işgali karşısında kalan ülkenin insanları ‘hasta adam’ olmasına rağmen kurtarıcı olarak Osmanlı’yı görmüşlerdir. Hindistan dahi öyledir.

Osmanlı’nın tesiri dışında kalan bir başka iklim de elbette İran olmuştur. Ama onun konumu külliyen farklıdır. Siyaseten Fas kendi kimliğini Osmanlı karşıtı olarak belirlese de İslâmî doku ve anlayış ve derinlik olarak Anadolu ile Fas arasında benzerlikler vardır. Hatta birçok benzerlik vardır. Elbette Fas, Maliki’dir ve kendisine has özellikler taşımaktadır. Bununla birlikte, Endülüs ve Fas’ın damarı ve misyonu Orta Asya ile Anadolu’nun misyonuna benzer. İlk defa bu damarı Fatih Ali Hasaneyn, Faslı alperenlerinin Sudan’ın İslâmlaşmasının ikinci aşamasındaki rollerini anlatınca keşfettim ve farkettim. Sudan da dahil olmak üzere Afrika derinliklerine tasavvuf öncelikli olarak Fas üzerinden gitmiştir. Fas, tasavvufî hareketlerin taşıyıcısı olarak Afrika’nın içlerine İslâmî derinlik salmıştır. Senusilerin 19’uncu yüzyılda ifa ettiğini onlar çok erken devirlerde yapmışlardır. Dolayısıyla Fas’da derin bir tarihi ve tasavvufi doku vardır. Ve bu doku İslâmî olarak Afrika’nın aydınlanmasına hizmet etmiştir. Şazeliye gibi birçok tarikat burada doğmuş ve Mısır gibi ülkelere yayılmıştır.

Merkez olarak maliki fıkhı, hadis ve tasavvuf denilince Kuzey Afrika’da hiç şüphesiz Fas akla gelir. Dolayısıyla bu toprakların derin bir anlamı vardır. Pek fazla tarihi kesintiye uğramamıştır. Bundan dolayı mimari yapısı korunmuştur ve biraz İran’ınkine benzer. Tunus ve Libya gibi ülkelerden farkı budur. “Neden Anadolu?” ve “neden Fas?” sorusunun cevaplarından birisi budur.

***

Horasan Erenleri ile Mağrip erenleri İslâm’ın manevi kahramanlarıdır. Horasan erenleri doğuya gelerek ve güneye inerek manevî fütuhatı tamamlamışlardır. Sarı Saltuk ve Hacı Bektaş-ı Veli gibi Horasan erenleri Anadolu’nun ve Balkanlar’ın İslâmlaşmasında önemli roller ifa etmişlerdir. Horasan erenleri sadece Anadolu’yu veya Balkanlar’ı değil aynı zamanda güneyi ve Hindistan ve Bangladeş gibi Hint Okyonusuna paralel ve içeride kalan bölgeleri de irşad etmişler ve İslâm’a kazandırmışlardır. Gazneli Mahmut’un bilek gücüyle yaptığını onlar gönül gücüyle yapmış veya tamamlamışlardır. Hindistan’da tasavvufun kaynağı, Kadiri gibi Bağdat’tan gelen tarikatlar istisna edilirse Nakşibendilik ve Orta Asya kökenli tarikatlardır. Yesevilik ortak bağ ve bağlaçtır. Asya’yı aydınlatan Alperen figürüne mukabil Kuzey Afrika ve Afrika içlerini aydınlatan nur da ribatlarda yükselmiştir. Ribatlarda gündüz cenk, gece ise zikir edenlere murabıtlar denilmiştir.

Murabıtlar ve Muvahhitler Fas tarihine damgasını vuran iki devlettir. Murabıtlar önce ribatlarda ve serhatlerde akıncılar olarak faaliyet gösterirken zamanla fiziki fütuhattan gönül fütuhatına yönelmişler ve ribatlar tekke ve murabıtlar da sufiler olagelmiştir. Murabıt aslında alperen gibi gazi sufi demektir. Anadolu ile Fas’ın böyle bir tarihi beraberliği ve derin benzerliği var.

***

Neden alperenlerle murabıtları karşılaştırma ihtiyacı hissettik? Bunun nedeni Risâle-i Nur sempozyumuna Faslı katılımcıların damgasını vurmalarıydı. Kumburgaz Marine Princess Oteli’nde yapılan Risâle-i Nur sempozyumuna katılım fevkalade idi ve özellikle de yıllardır Faslıların yoğun katılımı dikkatimi ve ilgimi çekiyor. Bunu erbabından da sorayım dedim. Yazdıklarım anlattıklarının bir kısmıydı.

22.11.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri