Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 30 Kasım 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Şükrü BULUT

Avrupa’yı veya dünyayı tanımak



Müslümanların ve bilhassa Türkiye’nin Avrupa’yı ve Batıyı doğru tanıyıp-tanıyamadıkları hususu eskiden beri tartışılıyor. Tanzimat sonrasından Birinci Cihan Harbi’ni tertip eden yıllara varan “Garp veya Garplılaşmak” tartışmalarını tarihe havale ederken, 1920’li yılların sonuna gelen süreçte Avrupa veya Garp mefhumlarının literatürümüzde kısmen değiştiklerine inanıyoruz. Lehte ve aleyhte aşırı uçlarda seslendirilen Avrupa’nın bu tarihlerden sonra da tarafgirliklerden azıcık da olsa kurtulunmuş şekilde ele alındığını müşahede ediyoruz. Avrupa ve Amerika cephelerinde, bize karşı yumuşamanın ve itidalin daha erken başladığını da günün iktibas yazılarından ve bazı eserlerden anlıyoruz.

Mevzuumuz bu geniş ve devâsa mevzu elbette değil. Üstadın ifadesiyle, bir köye dönüşen dünyamızın bize en uzak köşelerinde cereyan eden hadiseler de direkt olarak selametimizi, refah ve barışımızı ilgilendirince, ister istemez Avrupa ve Amerika’nın içinde bulunduğu hadiseler ve tartışmalar bizi de içine çekiyor. Avrupa, Hıristiyanlık âlemi, saldırgan materyalist Batı felsefesi ve Garp cemiyeti içinde çalışan insaniyetperver kişi ve kuruluşların mahiyetleri tanınmadan barıştan, İslâm âleminin hürriyetinden ve masumların akan kanlarından bahsetmek ne kadar gerçekçi olabilir ki? Selâmetimiz, umumun selâmetine, barış ve huzuru bozan üç milyarı aşkın İsevî dünyanın huzuruna bağlı olduğunu hadiseler göstere geldi. İslâm dünyasının içinde bulunduğu şu hüzünlü hal, Müslümanların Avrupa’yı ve Avrupalıları yeniden ve doğruca tanımalarını şart koşuyor.

İnsaniyet ve semavî din düşmanları globalleşmeyi bizden önce keşfettiler. Stratejilerini “dünya köyünün” şartlarına göre geliştirdiler. Ona göre cemaatleştiler, cepheleştiler ve organize oldular. Buna karşılık Müslümanlar, Hıristiyanlar ve insaniyetperverler arasındaki muarefe tamamlanmadığı gibi, bu süreci de adeta musibetlerin bizi sevkine bırakıyoruz.

Saldırgan Avrupa’nın insana fayda sağlayacak hiçbir işte bulunmadıklarını biliyoruz. Keşiflerin, teknolojik gelişmeler ve globalleşme unsurlar da onlara ait değil. Dünyayı insanın avucuna yerleştiren ve kâinatın en uzak köşelerinde insana seyahat ettiren Kur’ân olmasına rağmen, Müslümanların global düşünemeyişlerini, insanlığı bir bütün kabullenen çare arayışını, saldırgan dinsizlerle çarpışan İsevîleri yanlarına alamayışlarını, onların “seri’üs seyr zamane” çoğunluğunun mahiyetini anlayamamasına bağlayamaz mıyız?

Kur’ân’ın zamanımızdaki hakikî tefsiri Risâle-i Nur’u okuduğumuzda da cihanşümul bir anlayış ve kavrayışla karşılaşıyoruz. Cihanşümul Peygamberin cihanşümul pratiğini öğrenmek için Risâle-i Nur’a bakmak lâzım. Zamanımızın, ahirzamanla ilgili unsurlarına Risale-i Nur penceresinden baktığımızda, Avrupa’nın, Garp cemiyetinin ve cemiyet içindeki saldırgan ifsad cereyanlarının mahiyetlerini anlamamak mümkün değil.

Selm ve müsalemet (barış) dini olan İslâmın, semavî dinlere düşmanlarca savaş, terör ve kaosa sebepmiş gibi propaganda edildiği bir zamanda, Müslümanların dünya barışının teminatı olduklarını düşündüğümüzde, Kur’ân ve sünneti hayata taşıyanların global harekete mecbur olduklarını daha iyi anlıyoruz. Yeryüzünde mütemadiyen fitne çıkaran, kıt'a ve coğrafyaları ateşe veren ve kardeşi kardeşe kırdıran global zındıka cereyanlarını her zaman takip etmek mümkün olamayabilir. Onları isim, resim, slogan ve kurumsal yapılarıyla takip etmenin yanı sıra, bu tahripkâr cereyanları sıfat, icraat ve gizlemeye çalıştıkları mahiyetlerden tanımak daha kolaydır. Risâle-i Nur’u bir de bu nazarla okuyanlar, onların ikide bir slogan, forma, yuva, kurum ve coğrafya değiştirmelerine kanmazlar, şaşırmazlar. Dünyanın Allah’ın mülkü olduğunu bildiklerinden, asi ve bütün medeniyetleri tahribi gaye edinmişlerin bu mülkün dışına çıkamayacaklarını da bilirler.

Bu çerçevede öne çıkan en önemli hususun, Allah’a ve ahirete kuvvetli iman ile birlikte, fıtrat Peygamberinin (a.s.m) zamanı iyi tasvir eden “ahir zaman atlasından” haberdar olma şartını söyleyebiliriz. Dünyayı herc ü merce getiren hadiselerin faillerine bazı şeyleri bildiğinizi ihsas etmeniz gerekir. Tâ ki bu tahripkârların dizlerindeki derman ve kollarındaki kuvvet uçup gitsin. Dünyanın dört bir yanında revan olan masumların kanlarıyla “kan tutulmalarına” yakalansınlar ve bombaladıkları mazlûmların ocaklarından tüten dumanlarla sersemleşip pusulasız kalsınlar.

Müslümanların ve bilhassa Türkiye’deki dindarların kurtuluşu Kur’ân ve sünnet merdivenlerine Risâle-i Nur’un yardımıyla tırmanarak yükseklerden dünyayı ve hadiseleri temaşayla mümkündür.

30.11.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Yahudi devleti



Olmert Annapolis’te Abbas’a İsrail ile alakalı olarak ‘Yahudi devleti’ markasını ve vasfını onaylatmak isteyince derhal aklıma Carter’ın en son kitabı üşüştü: “Palestine: Peace Not Apartheid/ Filistin Irkçılık değil barış.” Bu kitabın öngördüğü gibi, Olmert ve ortakları İsrail için ‘apartheid’ vasfını tescillemek istiyorlardı. Hasım gördüklerinin bu yöndeki tespitlerini reddederken ve bunu ‘Yahudi düşmanlığına’ mal ederken kendileri aynısını yapıyorlar.

Bunu kendileri yapınca Yahudi düşmanı veya müfteri olmuyorlar. Sadece İsrail’in maslahatını gözetmiş oluyorlar. Galiba herkesi kör herkesi sersem sanıyorlar. İsrail kuruluş aşamasında kurdukları devletin Yahudi vasıflı olacağını gizlemek istiyorlardı. Yahudi olana dönüş hakkı tanıyan kanunlara rağmen şiddetle bu vasfa karşı çıkıyorlardı. Ve hiç bir zaman da Yahudi devleti ibaresini kullanmıyorlardı. Bugün ne değişti ki tam tersine bir politika izleme gereğini hissediyorlar? Olmert, Haaretz gibi gazetelere şunları söylemiş: “İki devlet seçeneği tutmazsa İsrail yok olur, mahvolur....”

Nufus itibarıyla Filistinlilerin Yahudilere göre daha doğurgan olmaları ve bunun sonucu olarak daha çok çoğalmaları belki de endişenin asıl kaynağı. Demoğrafik endişe onları ırkçılığa itiyor. Onun için de böyle bir formül teklif ediyorlar. Ama asıl sorun da burada ya? Ne Güney Afrika gibi karma tek bir devlet seçeneğinden yanalar ne de fiilen iki devlete müsade ediyorlar! Sadece yaygarasını yapıyorlar. Karma devletin Yahudilik vasfını zayıflatmasından korkuyorlar. Buna mukabil, iki devlet seçeneğinden bahsediyorlar. Ama fiilen de bunun tersini yapıyorlar. Yani o seçeneğini de öldürmeye çalışıyorlar. Tek devlet seçeneği onlara göre Yahudiliği öldürürken çift devlet formülü de gerçekte Filistinlileri öldürüyor. Yine Haaretz gazetesindeki konuşmasında Olmert, barış için ortak bulduğunu söylüyor ardından da ekliyor ‘pek zayıf, siyasi olarak sıska..’ Evet, Mahmut Abbas kendi seçenekleriydi ve bilhassa zayıf olduğu için onun üzerinde uzlaşmışlardı. İstedikleri Sedat gibi birisi aslında. Kendi halkına karşı şedit, İsrail’e karşı yumuşak, Mahmut Abbas İsrail’e karşı yumuşak olsa da kendi halkına karşı şedit olmayı pek beceremiyor. Bu yapısıyla alakalı. Muhammed Dahlan tam bu iş için biçilmiş kaftandı ama Gazze’de Hamas karşısında tutunamadı. Aslında, Muhammed Dahlan gibilerle vuslatlarına engel olarak gördükleri Arafat’ı ortadan kaldırdılar ama gerisini getiremiyorlar. İsrail tam bir çelişki içinde. Filistin devleti istemedikleri için güçlü liderler istemiyorlar. Yerel ortaklarla birlikte güçlü liderleri tasfiye ediyorlar. Zayıf liderler karşısında da ‘Bunlarla barış olmaz, taahhütlerine sadık kalamazlar’ diyorlar. Tam bir maskaralık.

***

Guya iki devlet rüşvetiyle Araplara ve Filistinlilere İsrail yerine Yahudi devleti vasfını ve ibaresini onaylatmak istiyorlar. Neden? Bunun iki nedeni var. Temel meselelerden birisi olan mültecilerin dönüşü meselesini askıya almak. İsrail, Yahudi devleti vasfını kazanınca Araplar nereye dönecekler? İkinci devlete. İkinci devlet hiç kurulamayacağına göre oldukları yerde kalacaklar demektir. Arap basınında bundan daha vahim yorumlar var. Bu yorumlara göre, bu yeni devlet patentiyle sadece Filistinli mültecilerin geri dönmesi ihtimalini askıya alınmıyor ve pazarlık dışı kılmıyorlar, aynı zamanda ‘İsrail sınırları’ içinde bulunan 1.5 milyon Arabın geleceği de kararıyor. İstedikleri anda onları da sepetleyebilirler. Sahi, Arapların kendilerine ait olmayan Yahudi devleti içinde işleri ne?

***

Aslında, İsrail kaşıkla verip kepçeyle almıyor. Her zaman yaptıkları gibi hiç vermeden hepsini almaya çalışıyorlar. Annapolis Zirvesi ve sonuçları bunu göstermiştir. Annapolis Konferansı Carter’ın son kitabındaki tezin doğruluğunu da bir kez daha ortaya koymuştur. Zira Carter onları en derinden bilebilecek devlet ricali ve Amerikan başkanları arasında yeralıyor. Hahamlar ve Yahudi ileri gelenleri bir toplantı sırasında kendileriyle tokalaşmak isteyen Carter’a sırtlarını dönerek onu yüzüstü bırakmışlardı. Adamların kinlerinin dı sınırı yok! Annapolis Zirvesi sırasında bacak bacak üstüne atmış Abbas’a Olmert’in bir bakışı vardı ki, görmeliydiniz. Adeta yiyecek gibiydi. Ama Livni meseleye tersinden yaklaşmış ve konferansta kendisine yüz vermeyen Arap dışişleri bakanları ve liderlerine içerlemiş ve şöyle seslenmiş: “Livni to Arabs at summit: Stop treating me like a pariah.’ Bana parya muamelesi yapmayın, vebalı gibi bakmayın. Bütün bunlardan sonra Batı vicdanına Fadlallah’ın sorusunu sormak gerekiyor: Batı dinden ve dini devlet modelinden uzak durmaya çalışırken niye İsrail gibi (Şimdi Yahudi devleti oluyor) dini görünümlü bir devleti destekliyor? Galiba bu soruun cevapları yeni bir başka kitapta veriliyor: Allies for Armegeddon: The Rise of Christian Zionism/ Armageddon Müttefikleri: Hıristiyan Siyonizmin Yükselişi. Victoria Clark yazmış (Annapolis’ten ne çıkar, Şapin Alpay, Zaman, 29 Kasım 2007).

Her şey ayan beyan.

30.11.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Hz. Mevlânâ'ya ilgi



Bilindiği gibi UNESCO, 2007 yılını Hz. Mevlânâ yılı olarak ilân etti. Dünyada bu mânâya uygun çalışmalar da yapılıyor. Başta İstanbul olmak üzere Türkiye’de de Hz. Mevlânâ’yı anmak için bazı faaliyetler yapıldı. Yapılan çalışmaların Hz. Mevlânâ’nın gerçek yönünü ne kadar anlatabildiği ayrı bir tartışma konusu.

Galatasaray Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Kenan Gürsoy, Batının Hz. Mevlânâ’ya hayran olduğuna dikkat çekerek bu ‘sevgi’nin samimi olduğunu ifade etmiş.

Prof. Gürsoy, Batıdaki Mevlânâ ilgisinin sebebini şöyle izah etmiş: “Hep Amerika’dan bahsedilir ama ben 30-35 yıldır Fransa’yı takip ediyorum, tasavvuf musikisini özellikle Mevlevî ayinleri icrası açısından yaygın olarak dinlenmekte olduğunu fark ediyorum. Her dönem Mevlânâ ve Mevlânâ gibilere ilginin farklı anlamları olur. 17. yüzyılda aynı Mevlânâ’dan farklı etkilenmeler söz konusu olabilirdi. (...) Hz. Mevlânâ ile, Batı için söz konusu olan bu sınırlayıcı bilgi anlayışının şiir mizanıyla aşılması söz konusu olmuştur. Bunun sadece şiirde ve bilgide kalmayıp bir yaşama san’atı haline gelmesi şeklinde anlaşılması, bir pratik irfan haline gelmesi söz konusu. Batıda zaten bir tür uygarlık krizinin bulunduğunu ifade edebiliriz. Batı artık kendi kendine yetmiyor. 1930’lu 1940’lı yıllardan sonra Batı düşüncesinde bir duraksama dönemi başlamıştır. (...) Hz. Mevlânâ’yı keşfetmelerinin böyle bir zemini var. Mevlânâ bir başka ses olarak, bir başka gönül olarak kendisini ortaya koyuyor. Ve insanı insan olmak bakımından kendine çağırıyor.”

Batı düşünce sistematiğinin Hz. Mevlânâ’ya gösterdiği ilginin samimî olup olmadığıyla ilgili bir soruya da Prof. Dr. Görsoy şu cevabı vermiş: “Bana kalırsa Hz. Mevlânâ’ya olan merak en hasbî olan meraklarındandır. Batı’nın tahrip etmek, yozlaştırmak gibi bir özelliği olabilir. Fakat Hz. Mevlânâ’yı ticarî meta haline getirme konusunda biz onlardan çok daha mahiriz. Batı Mevlânâ’nın cezbesine yakalanmış durumda. Bu hoş bir şeydir. Tasavvuf düşüncesi ondaki eksikliği tamamlayacak şey.” (Star, Açık Görüş eki, 25 Kasım 2007)

Asıl can alıcı tesbit ise şu: “Batı’nın Mevlânâ’yı anlama kabiliyeti ve Mevlânâ’ya gösterdiği alâkadan önce kendimize dönüp bakalım. Bizde Mevlânâ merakı onu bir pop figür haline getirmeye kadar varmıştır. Oysa Batı’nın ilgisi daha sahici bir ihtiyacın giderilmesi anlamında zuhur etmiştir. Ahlâk temelinde baktığımızda pek tabii Mevlânâ’nın öğretisini anlayabilirler.”

Evet, kendimize dönüp bir bakalım: Hz. Mevlânâ’yı doğru anlayıp anlatabilmiş miyiz? Onu ‘anlama’ adına, vefat yıldönümlerinde ‘tören’ yapmaktan başka ne yapılıyor? Sadece “Gel, ne olursan ol yine gel” sözünü sloganlaştırmak ve üstelik bu sözün içini de boşaltmaktan başka?

Şu da acı bir gerçektir ki; Türkiye’yi ‘idare edenler’in Hz. Mevlânâ’ya ilgi göstermesi de, ancak ‘yabancı’ların ilgisinden sonra mümkün olabilmiştir.

Hem Hz. Mevlânâ Celâleddin-i Rumî’yi, hem de ‘çağımızın Mevlânâ’sını tanımaya muhtacız.

30.11.2007

E-Posta: [email protected]




Abdil YILDIRIM

Sözlerin en güzeli



Sözlerin en güzeli de güzellerin sözüdür. Güzel deyince de, en başta Cemîl-i Zülcelâl akla gelir. Onun için en güzel söz, bütün güzellikleri yaratan Cenâb-ı Hak’ka aittir. Diğer bütün güzel sözler, O’nun sözlerinden yansıyan birer parıltıdan ibarettir.

Söz Sultanı Hz. Mevlânâ, “İnsan kulaktan beslenir” diyor. Ağızdan alınan gıdalar bedeni beslediği gibi, kulaktan alınan gıdalar, yani güzel sözler de insanın ruhunu besler. Onun için “Müzik ruhun gıdasıdır” denilmiştir. Ama nefse ve hevese hitap eden sesler ve sözler gerçek müzik olmadığı için, ruhu beslemez, belki nefsin hevesâtını besler. Ruhu besleyen, duyguları inkişaf ettiren, kalbin haz aldığı ve huzur duyduğu sesler ise, gerçek musîkidir. Sivrisineğin tantanası, bal arısının demdemesi, cırcır böceğinin sesi, suların şırıltısı ve gök gürültüsü gibi sesler, Cenâb-ı Hak’kın birer âyeti olduğundan İlâhî sesler ve güzel sözlerdir. Bu sesler ve sözler, kulaktan beslenmek isteyenler için en güzel ve en leziz gıdalardır.

Kur’ân âyetleri İlâhî bir lisanla konuştuğu gibi, kâinatı da konuşturuyor. Gökyüzü ihtişamıyla, yeryüzü intizamıyla, çiçekler letâfetleriyle, meyveler lezzetleriyle konuşuyorlar. Suların sesi, rüzgârların nefesi, yıldızların ışıltısı, yaprakların fısıltısı da O Cemil-i Zîşân’ın birer kelimeleridir, hoş bir mûsikisidir. “Kâinatı nağâmâtıyla raksa getiren, hakâikın esrarını ihtizaza veren mûsika-i İlâhiye hiç durmuyor. Mütemadiyen güm güm eder.”

Bu güzel sözleri ve İlâhî mûsîkiyi işiten, duyan ve bu İlâhî ikram sofrasında doyan Bediüzzaman Hazretleri, bu sesleri bize tercüme ederek “Sözler” adı altında takdim etmiştir. Bu “Sözler”, Kur’ân’ın ve kâinatın konuşmaları olduğu için çok güzeldir. Kulaktan beslenmek isteyenlere en güzel gıda, en leziz taamdır. Akıl, kalp, ruh, sır ve sair duyguları ebediyyen doyuracak bu “Sözler”e her insanın ihtiyacı vardır. Bu sözlerle beslenenlerin aklı ve ruhu inkişaf eder, kalbi ve gönlü huzur bulur. Her türlü manevî hastalıklardan kurtulur. Mahrum olanlar ise, mânen zaafiyet geçirir, aklı nursuz, vicdanı ziyasız, ruhu tâkatsiz kalır.

Bedenimizi beslemeye verdiğimiz önem kadar, ruhumuzu beslemeye de önem versek, hem bedenimiz, hem ruhumuz her zaman sağlıklı olacaktır. Damak tadımız ve midemiz için en güzel ve en leziz gıdaları tercih ederiz. Mânevî lâtifelerimizi beslemek için de en güzel sözlere ihtiyacımız vardır. Öyleyse, Güzel’den gelen “Sözler”i dinlemeli, ruhumuzu ve kalbimizi güzelce beslemeliyiz.

Ben de bu “Sözler”in birincisini daha önce “Bismillah” adı altında bir şiirle gönül diline tercüme etmeye çalışmıştım. Şimdi de ikincisini mısralara dökmeye çalıştım. Her ne kadar haddim olmayan bir işe yeltendim ise de, güzel sözlerden bahsettiğim için belki benim sözlerim de güzelleşir diye düşündüm.

İman nimeti

(İkinci Söz)

İmandır hayatın özü ve ruhu,

Ruhsuz beden yıkık bir hâne olur.

İmandır âlemin aklı ve nûru,

Akılsız baş deli, divâne olur.

Kalp köşkünde iman olmazsa eğer,

İnsan denen saray yıkılır gider,

Harabelerinde baykuşlar öter,

Mâmur yerler birer virâne olur.

Nur gelince zulmet dürülür gider,

Ulvî hakikatler tecellî eder,

Kalmaz gönüllerde ne gam, ne keder,

Akıl nasıl buna bigâne olur?

İmanla yürekler kabarır taşar,

Alâ-yı illîyine yükselir beşer,

Gönül deryasına bir damla düşer,

Kalbin sedefinde dürdâne olur.

Kudret tezgâhında hayat dokunur,

Nakışları iman ile okunur,

Şayet kâinatta olmasa o nur,

Gök kubbe yıkılır, harâbe olur.

Nur ile yanmazsa yıldızlar söner,

Ne nimet bulunur, ne rahmet iner,

Muhteşem saraylar zindana döner,

Mübârek mekânlar meyhane olur.

İmanla bulutlar hûşûya gelir,

“Arş” emrini alır, hareketlenir

Rahmet iner, toprak bereketlenir,

Bir tane atarsın, bin tane olur.

Selâmet, emniyet, rahmettir iman,

Elemsiz kedersiz, lezzettir iman,

Hem sürur, hem nur, hem kuvvettir iman,

Nuruna güneşler pervane olur.

30.11.2007

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

“Muğlak mutâbakat”



Amerika’nın Annapolis kentinde İsrail-Filistin barış zirvesinin yapıldığı günde, İsrail’in Gazze’nin kuzeyindeki Cebaliye mülteci kampına saldırıp Filistinlileri katletmeye devam etmesi, “Onlar (Yahudiler) yeryüzünde hep bozgunculuğa koşarlar, Allah ise bozguncuları sevmez” (Mâide Sûresi, 64) âyetinin hükmünü bir defa daha hâdiselerin nezdinde tasdik ediyor.

Ve Bediüzzaman’ın, “her çeşit fesad komitelerine katılan ve her nevi ihtilâle parmak karıştıran yine o millet (Yahudiler) olduğu” tefsirini te’yid ediyor. (Sözler, 366)

En çarpıcısı da aylardır propaganda edilen ve âlâyı vâlâ ile başlatılan zirvede, “yol haritası” üzerinde bir türlü mutâbakata varılamaması, toplantının ne denli maksatlı düzenlendiğini ortaya koyuyor. Annapolis’in arabulucusu, en son Afganistan’dan sonra işgal ettiği Irak’ta bir milyon insanın katline sebebiyet veren George W. Bush. Bush’un araya girmesiyle muğlak ifâdelerle dolu bir taslak hazırlanmış...

Bush, sözde her iki taraftan da tâvizlere hazırlıklı olmalarını söylemiş; lâkin bu süreçte asıl tâvizlerin, 60 yıldır işgal edilen ve binlerce mâsum insanının İsrail tarafından öldürüldüğü Filistin’den isteneceği gün gibi âşikâr... Annapolis’te, Filistin Devlet Başkanı Abbas’ı İsrail Cumhurbaşkanı Peres’le buluşturan ve ilk defa TBMM’de konuşturan “Ankara forumu”na teşekkür bir yana, en ufak bir atıfta bulunulmaması da bir diğer garâbet...

Belli ki AKP hükûmetinin onca çabasına rağmen, ABD İsrail ve Filistin arasındaki “arabuluculuk” hakkını kendinde görüyor; bunu en yakın “stratejik müttefiki”nden dahi esirgiyor... Uluslararası arenada “barışçıl” bir görünüm vermek istiyor; Afganistan ve Irak’taki kanlı işgali devam ederken...

* * *

İsrail Başbakanı Olmert’in verdiği “tâviz”, sâdece görüşmelere açık olduğunu söylemesi. Bunun ötesinde, İsrail’in işgal ve ilhak ettiği Kudüs’ün doğusundan çekilmesi, Kudüs’ün bölünmüş şehir olmasından kurtarılıp Filistin devletinin başkenti yapılması benzerî asıl ihtilâf unsurları hâlâ ortada. Zira Birleşmiş Milletler’in tanımamasına rağmen İsrail, emr-i vaki ile Kudüs’ü başkenti olarak dayatmaya devam ediyor.

Keza İsrail’in 1967 sınırlarına çekilmesi de ikinci problem olarak ortada. İsrail BM’nin kabul ettiği sınırlara dönülmesini de kabul etmiyor. Filistin toprakları üzerinde inşa ettiği Yahudi yerleşim birimlerinden çıkmıyor... Yine İsrail’in işgal ettiği bölgelerde evlerinden sürülen ve yıllardır mülteci kamplarında perişan bir halde yaşayan beş milyon yüzbin Filistinli mültecinin geri dönmesini de İsrail reddediyor. Çünkü Telaviv’e göre Filistinlerin evlerine dönmesi, İsrail’in “Yahudi devleti” olarak varlığını devam ettirmesine engel olacakmış...

Tablo şu: Yarım asrı aşkındır süren işgal ve soykırım bütün hızıyla devam ederken, verilen onca tâvizlerle Filistin’in bölünmenin eşiğine getirilmesine karşılık, İsrail hâlâ işgalini “meşrulaştırma”nın peşinde. Bunun için bütün dünyanın gözü önünde her türlü saptırma ve demagojiye başvuruyor...

En son zirveye katılmak için, İsrail’in işgal ettiği Golan tepelerinden çekilmesi şartını ileri süren Suriye’yi barıştan kaçmakla suçlaması, bunun bir örneği. Aslında İsrail-Filistin arasındaki arabuluculuğu ABD’nin yapması, daha baştan işi çıkmaza sokuyor. Bu yüzden yapılan bir barış görüşmesi değil, bir “dayatma müzâkeresi” oluyor...

* * *

Türkiye’de yayınlanan Yahudi Şalom gazetesindeki bir habere göre, şimdiki Amerikan Dışişleri Bakanı Condollezza Rice, daha Bush’un Ulusal Güvenlik Danışmanı iken, Amerika’nın Irak’a yönelik saldırı ve işgâlini İsrail’in güvenliğini sağlamak için yaptığını açık açık itiraf etmişti. Irak işgali dahil, bölgedeki bütün meselelerde, “ABD, İsrail’le işbirliği ve dayanışma olmadan hiçbir şekilde hareket etmeyecektir” demişti.

Gerçek şu ki dünyadaki bütün tarafsız uzmanların tespitine göre, Kissinger’den bu yana “Amerikan savunma stratejisi”, Ortadoğu’daki birinci stratejik dayanağı İsrail’e destek üzerine kurulmuş. Washington, İsrail’in, silah gücünün dışında kalan her yeri Ortadoğu’da güvenlik ve tehdit bölgesi olarak “algılıyor.” Kendini stratejik ortağı korumak ve kollamak zorunda hissediyor.

“Bush doktrini” olarak ortaya çıkan ve 11 Eylül’den sonra “terörün önünü alma” olarak lanse edilen bu yeni strateji ile ABD, Ortadoğu politikasına itiraz eden ülkeleri, “tehdit unsuru “ olarak görmekte. Irak’ı bunun için işgal etti. İran ve Suriye’ye bu sebeple sudan bahanelerle bütün dünyanın gözü önünde saldırma senaryolarını devreye sokuyor.

İşte bundandır ki kendini İsrail’i korumak ve Yahudilere hizmet etmekle vazifeli bilen Evanjelist Bush ve neoconlardan oluşan Amerikan yönetimi, İsrail mevzubahis olunca asla tarafsız olmuyor, olamıyor.

Bu sebeple sonuçta, “Bush’un kılavuzluğu”ndan ve “Amerikan arabuluculuğu”ndan kimse bir şey beklemiyor...

30.11.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Ezberleri bozalım



Mâlûm çevrelerce Bediüzzaman’a ve talebelerine öteden beri yöneltilen klişeleşmiş bayat suçlamalar birkaç maddede yoğunlaşıyor.

Bunlar “Atatürk ve cumhuriyet düşmanlığı, laiklik ve devrim karşıtlığı” olarak özetlenebilir.

Tarikatçılık, Kürtçülük, bölücülük gibi diğer bazı ithamlar da var, ama işin esası bu özette.

Tabiî, meseleyi böyle şablonlara oturtarak, şapla şekeri karıştıran; saptırma, çarpıtma ve demagojilerle sonuç almaya çalışan iftiracı linç tavrı, Bediüzzaman’ın hukuk ve mantık temeline dayalı güçlü müdafaalarıyla püskürtülmüş.

Said Nursî, sağlam duruşundan hiçbir taviz vermeksizin iftiraları çürütmüş ve tek parti diktası döneminde idamı talimatıyla yargılandığı mahkemelerden beraat kararları alarak çıkmış.

Onun için, o şartlarda bile sonuç alınamayan asılsız suçlamaları 21. yüzyıl Türkiye’sinde gündeme getirmek, sahiplerini gülünç ve zavallı duruma düşürmekten başka bir netice vermez.

Ancak papağan gibi aynı şeyleri tekrarlayıp duran mâlûm güruhun ezberini bozup meseleleri vuzuha kavuşturmak için, bazı şeyleri farklı bir yaklaşımla tekrar yorumlamakta fayda var.

Bunlardan biri Atatürk’le cumhuriyeti özdeşleştirip, bunun üzerine bina edilen demagojiler.

Oysa, tıpkı Atatürk milliyetçiliği tabiri gibi, Atatürk cumhuriyeti ifadesi de yanlış. Bu tür kavramlar kişilere endekslenerek tanımlanamaz; böyle tanımlar hukuken geçerli olmaz.

Ve Said Nursî, cumhuriyet karşıtlığı suçlamasıyla da yargılandığı Eskişehir mahkemesinde kendisini “dindar cumhuriyetçi” olarak niteleyip, bunu İslâmî kaynaklarla açıklayan bir insan.

Peki, Said Nursî’nin Atatürk’e bakışı ne? Birinci Meclisin kurulduğu dönemde Atatürk’ün onu yanına çekmek için çok uğraştığı, cazip tekliflerde bulunduğu, ama Bediüzzaman’ın bunları reddettiği bilinmekte.

Sebep, o günlerde henüz açığa vurulmamış gizli niyetleri sezen Said Nursî’nin, bu niyetlere vücut veren fikir yapısına destek vermek şöyle dursun, onunla mücadele etme kararı vermesi.

Bunu saklamaya da, tersini iddia edip “Said Nursî’nin Atatürk’le ihtilâfı yoktu, birlikte çalıştılar” diyerek gerçeği çarpıtmaya da gerek yok.

Ancak Bediüzzaman’ın orijinal ve farklı yönü, mücadelesini fikir zemininde, sivil platformda ve barışçı yöntemlerle vermesi. Nitekim Şeyh Said’in “Bize katıl” teklifini reddetmesi bundan.

Bu süreci anlattığı kendi sözlerini, Tarihçe-i Hayat’tan okuyalım (1994 Y. Asya baskısı, s. 195):

“Ankara reisleri, İngilizlere karşı Hutuvat-ı Sitte namındaki mücadedatımı takdir edip, beni oraya istediler. Gittim. Gidişatları, benim ihtiyarlık hissiyatıma uygun gelmedi. ‘Bizimle çalış’ dediler. Dedim: ‘Yeni Said öteki dünyaya çalışmak istiyor, sizinle çalışamaz, fakat size de ilişmez.’

“Evet, ilişmedim ve ilişenlere de iştirak etmedim. Çünkü an’anât-ı milliye-i İslâmiye lehinde istimal edilebilir bir deha-i askerîyi, an’ane aleyhine çevirmeye maatteessüf bir vesile oldu...”

Bediüzzaman’ın bu ifadeleri, “Din elden gidiyor” gerekçesiyle çıkarılan isyanların yeni rejimi daha da radikalleştirip keskinleştirdiğini, böylece mâkul ve mutedil bir denge çizgisinde buluşma ihtimaline imkân vermediğini ima ediyor.

Ama kendisi hayatı boyunca bu çizginin yakalanması için samimî gayretlerini sürdürüyor.

30.11.2007

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

YAŞ ve yargı



Güneydoğu’da terör olaylarının arttığı, büyük bir askerî hareketliliğin yaşandığı, askerin teyâkkuzda beklediği ve Kuzey Irak’a askerî bir operasyonun tartışıldığını bir ortamda dün toplanan Yüksek Askerî Şûrâ toplantısı bugün sona eriyor.

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın başkanlığında toplanan YAŞ’ın gündeminde başta personel, eğitim ve disiplin konuları olmak üzere TSK’nın plânlı faaliyetlerinin değerlendirilmesi vardı. Şûrâ’da alınacak kararlar, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün onayına sunulacak.

* * *

Bu seneki YAŞ toplantısı, diğerlerine göre farklı özellikler taşıyor. Bunlardan birisi, Başbakanlığı döneminde YAŞ kararlarına şerh koyan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün bu sefer onay makamında olması. Gül, onay vermezse kararlar geçerli olmuyor. Ya kararları onaylayacak, ya da yeniden görüşülmesi için geri gönderecek. Ancak YAŞ kararlarını Cumhurbaşkanı’nın onaylamaması gibi bir durum da bugüne kadar hiç yaşanmadı.

Gül, 58. Hükümet’in başbakanı olarak YAŞ’daki ihraç kararlarına şerh koymuş, bu uygulama daha sonraki toplantılarda da Başbakan Tayyip Erdoğan ve Millî Savunma Bakanı Vecdi Görül tarafından sürdürülmüştü. Gönül, kararların altına koyduğu “muhalefet şerhini” açıklarken, YAŞ içtüzüğünde “Karara katılmayan, şerh düşer” denildiğini, yargı yolu kapalı olduğu için bu şehri düştüklerini söylüyor. “Bazı dosyalar YAŞ’a geliyor, bazıları gelmiyor. YAŞ’a gelmeden ihraç kararı alınanlar için yargı yolu açık. YAŞ kararıyla ihraçlar ise, kapalı. Bu da bir eşitsizlik. Yoksa dosyaların içeriğiyle ilgili bir muhalefet şerhi değil” açıklamasını yapıyor.

Gül’ün ilk kez onaylayacağı YAŞ kararlarında alacağı tavır, bu yüzden merak ediliyor. Cumhurbaşkanlarının sadece atama ve terfî ile ilgili olarak alınan kararları onaması gerektiği, diğer işlemlerde ise onamayı gerektiren yasal bir zorunluluk olmadığı yönünde değerlendirilmeler yapılırken, Gül’ün gelen YAŞ kararlarını “devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışması” konusundaki duyarlılığı sebebiyle onaylanacağı da söyleniyor. Bekleyip göreceğiz…

* * *

Pek tabiî ki YAŞ denilince ilk akla gelen, ordudan atılan subay ve astsubaylar... 28 Şubat süreciyle başlayan ve günümüze kadar devam eden süreçte, birçok subay ve astsubay mağdur edildi. Hatta o dönemde, bu insanların belediyelerde veya başka kamu kurumlarında dahi çalışmasına müsaade edilmedi.

Yürürlükteki Anayasaya göre, ordudan “disiplinsizlik” sebebiyle atılan subay ve astsubaylar haklarını mahkemelerde arayamıyor. Yani bu kararlara karşı yargı yolu kapalı. Yıllardır bu kararlara yargı yolunun açılması tartışılmasına, binlerce kişi bu kararlardan mağdur olmasına rağmen, bir türlü çözüme kavuşturulmadı/kavuşturulmadı.

1996 yılından bu yana ordudan atılan subay ve astsubayın sayısının bin 568 olduğu söyleniyor. Birkaç yıldır “disiplinsiz” oldukları için ordudan atılanlar için “TSK’nın itibarını sarsacak şekilde disiplin bozucu hareketlerde bulunanlar” ve “irticaî tutum ve davranışlar” ayrımı yapılmaya başlandı. Sadece geçen yılki kış dönemi YAŞ toplantısında 37 subay ve astsubay ordudan atılmıştı.

YAŞ’zedelerin kurduğu Adaleti Savunanlar Derneği, bu konuyu gündemde tutmak için yoğun çaba sarfediyor. Geçen yıllarda “irticaî faaliyetten atıldıkları” söylenen subay ve astsubaylar TSK’da yaşadıklarını ve atılma süreçlerini “Biz disiplinsiz değiliz” isimli bir kitapta toplayıp, kamuoyunun dikkatine sunmuşlardı. Bu kitapta anlatılanlar bir ibret vesikası olarak önümüzde duruyor. Bu insanlar, askerî meslek hayatları boyunca yüz kızartıcı, şeref ve haysiyeti kırıcı hiçbir suç işlemediklerini vurguluyorlar. Ve atılış sebepleri kendilerine iletilmediği için de “Dindar bir aile yapısına sahip olduğumuz için ihraç edildiğimiz kanaatindeyiz. Çünkü, şu ana kadar bize sorulan bütün sorular, yapılan bütün ikazların konusu şahsî ve ailevî dinî inanç ve yaşantımızla ilgiliydi. Biz bir suç işlediğimizden değil, bu sebeple ihraç edildik” diyorlar. Dünyanın neredeyse bütün ülkelerinde, en ağır suçları işleyenlerin bile mahkemeye çıkarılıp, kendilerine savunma hakkı verilerek adil bir şekilde yargılandığına dikkat çekiyorlar.

ASDER Ankara Şube Başkanı Kemal Şahin de bu konuda bir kitap yazarak, “Bağımsız Türk Mahkemelerinde yargılanmak istiyorum” demişti.

ASDER Onursal Başkanı Prof. Dr. Ahmet Alper, hükümetin istediği takdirde YAŞ kararlarının yargı denetimine açma işini bir günde halledebileceğini, bunun için TSK Personel Kanununa 1982’de eklenen bir cümlenin çıkarılmasının yeterli olacağını söylüyor.

* * *

Gerçekten, bu konunun artık çözüme kavuşturulmasının zamanı çoktan geldi. Görüldü ki, 5 yıldır kararların altına koyulan başbakan ve savunma bakanlarının “muhalefet şerhi”yle bu mesele hallolmuyor.

Bu kararlar yargı denetimine açılmalı ki, suçlu ise “bağımsız yargı” cezasını versin, suçlu değilse de insanlar artık mağdur edilmesin. YAŞ ve HSYK kararlarının yargı denetimine açılması meselesi yeni anayasa çalışmalarında halledilmeli.

Hukuk devletinin gereği de budur. Zira, bu kararlar hukukla ve demokrasiyle bağdaşmıyor, çelişiyor…

30.11.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Başarıyı cezalandırmak



Siz bir işveren olsanız, işiniz ihtisas ve itina isteyen bir işse, çalıştıracağınız elemanları dikkatle seçer, sağlam ve kaliteli bir üretim ve üretimi arttırmak için gerekenleri yapar, zaman zaman teşvikler uygular; işini iyi, güzel ve mükemmel yapanları ve çok çalışanları ödüllendirirsiniz. Mimar Sinan da taş oymacılığı yapan, daha çok iş üreten ustasına diğerinden daha fazla ücret vermemiş miydi?

Bugün modern dünyanın, kalkınmış ülkelerin yaptığı budur. Başarıyı yakalamak, üretimi arttırmak için ellerinden gelen her şeyi yaparlar. Onun için kişinin inancına, düşüncesine, kılığına, kıyafetine bakmaz, sadece ve sadece işine, işini güzel yapıp yapmadığına bakarlar. Makul olan da bu değil midir?

Birkaç sene önce tanıştığımız, Londra’da öğretimini bitirmiş bilgisayar mühendisi Levent, ülkemizde bulunan yabancı bir şirkette çalışmaya başlar. Bir gün istirahat vaktinde vaktini boşa geçirmemek için eline aldığı bir duâ kitabını okuduğunu gören bir arkadaşı, “Siz de mi böyle kitapları okuyorsunuz Levent Bey?” demekten kendini alamaz. İş bununla bitmez tabiî. Gider patronuna, “Bu adam gerici, şöyle, böyle!” diye şikâyetlerde bulunur. Patronu bu şikâyet üzerine Levent’i çağırır ve “Levent Bey, hakkında böyle böyle şikâyetler geldi. Ama ben bunlara aldırmadım. Sen de aldırma. Bildiğin gibi hareket et” der.

Patronuna bu sözleri söylettiren şüphesiz Levent’in işindeki titizliği ve başarısıydı ve patronu Levent’i rahatlatmak gerektiğine inanıyordu, öyle de yapmıştı.

Son olarak Adana’nın Kozan ilçesinde kompozisyon yarışmasında birinci olan imam-hatip lisesi öğrencisi Tevhide Küçük’ün kürsüden indirilmesi bunları çağrıştırdı bizde.

Ülkemizde sırf dinî inancı gereği başını örttüğü için burada okuyamayıp yurt dışında okuyan ve okullarını derece alarak bitiren nice kızlarımız var. Ne o ülkelerin yöneticileri, ne öğretim üyeleri, ne de halk başörtülerine takılıp kalmıyor, başarılarını tebrik ediyor, alkışlıyorlar. Üniversiteleri bütün öğrencilere ardına kadar açık.

Acaba onlar mı modern, kalkınmış, ileri görüşlü; yoksa bir bez parçasına takılıp kalıp, ne kadar başarılı olursan ol, okuma hakkını elinden alan bizimkiler mi? Onlar mı çağdaş, bizimkiler mi?

Sonuçlarını düşünmeden, hiçbir kanun ve nizama uymadan, binlerce masum insanı, aileleriyle birlikte mağdur eden bu yanlış uygulama sahipleri dünya kamuoyunda nasıl karşılandıklarını hiç düşünmezler mi acaba?

Bu furya da bitecek şüphesiz. Ve yasakçılıkta körü körüne inat edenler, gün gelecek utançlarından başlarını yukarı kaldıramayacaklar.

30.11.2007

E-Posta: [email protected]




Halil USLU

Çeşitli vuslatlar



Vuslatın çok çeşitleri vardır. Nüfus artışı, şehirlerin büyümesine vesile olmuştur. Dün nüfusu 65 binlik şehirler bugün 500 bini aşmış. İstanbul gibi büyük şehirler yılda on binleri aşkın yeni gelenlerle karşı karşıya. Yalnız İstanbul yılda 400 bin civarında yeni iskân sahiplerini misafir etmekte ve “hoş geldin” demektedir. Böylelikle şehir ve şehir içindekiler, her cihetle çok engel ve barikatlarla karşı karşıyadırlar.

Hal böyle olunca, gönül dostları ve birbirini seven insanlar, hatta akrabalar ancak sosyal faaliyet kabul edilen konferanslarda, sempozyumlarda, nişanlarda, düğünlerde, cenaze merasimlerinde ve Mevlid-i şeriflerde bir araya gelmekte ve uzun ayrılıkların hasretini bir nebze de olsa gidermektedirler. Dışa dönük, umuma açık bu nev'î faaliyetleri yapanları tebrik etmek, teşvik etmek ve mânen-maddeden takviye etmek lâzım ve zarûrîdir.

Bu ifadem, doğrudan doğruya Sünnet-i Resûlullah’ın (asm) ışığı altındadır. Çünkü, Enes (ra) rivayet ediyor: “Hz. Peygamber (asm) bir din kardeşini üç gün görmediğinde onu sorar; bir yere gitmişse, kendisi için duâ eder; evde ise ziyaret eder; hasta ise halini hatırını sorardı.”1 Hz. Mevlânâ, bu mânâda diyor ki: “Dost yüzü görmeden geçen günler ya ölümdür, ya uyku.”2 Çağın Mevlânâ’sı Hz. Bediüzzaman ise “müfritane irtibat”3 mührünü vuruyor. 2007 Türkiye’sinde ve dünyasında bu hakikatlere beşer olarak ne kadar muhtaç olduğumuz gayet açık görülmektedir.

Artık hizmetler dar mekânlardan geniş mekânlara taşmıştır. Geniş mekânların hangisi olursa olsun, orada hakkı söylemek, Hakka giden yolu göstermek görevimizdir. Dar ve küçük hizmet mekânlarına gelmeyenler veya gelemeyenler, bu geniş mekânlara gelmektedirler. Bu hususta sayısız hatıraların sahibiyim. Geçen yıllarda bir kardeşimizin oğlunun düğününde “Aile hayatı ve Hz. Peygamber (asm)” başlıklı, çok sesli mini konferansımızı verirken, beni salonun bir köşesinde sosyetik bayanlar alkışlıyordu. Sonra araştırdım, çoklarının eşleri orduda görevliymiş. Bu hakikatleri özlemişler, onun için gözyaşları içinde alkışlamışlardı, yani hasretin feryadı... Bunun için dâvet nereden gelirse, Aşık Veysel’in dediği gibi “Gidiyorum gündüz gece”, çünkü hizmetin ve irşadın nerede olduğunu ancak Hz. Allah biliyor.

İstanbul beni, ben İstanbul’u daima özlerim. Özlenecek zatların başında “Halid bin Zeyd Ebû Eyyub el-Ensârî” Hazretleri gelir. Her gün ziyaret etsem, hasreti bitmeyen zat. Böyle şaheser bir şehre bu sefer gelişimin sebebi, 27 yıl önce “laikliğe aykırı hareket ve şark illerinde yaptığım iman ve Kur’ân hizmeti için” yargılandığım askerî mahkemelerde beni yalnız bırakmayan, muhterem avukatım İbrahim Ünlü Beyin oğlunun düğününe konuşmacı olarak çağrılmamdı.

Ümraniye Belediyesi nikâh sarayında “Ünlü ve Tetik” ailelerinin düğünlerinde, İhsan Atasoy kardeşimin takdimciliğini yaptığı, ilâhî ve Kur’ân-ı Kerim okuduğu mekânda, biz de Türkiye’nin bir çok yerinde verdiğimiz “Aile Hayatı ve Muhabbet” başlıklı mini konferansımızı verdik. Elbette düğünler diğer konferanslar gibi olmaz, fakat hissesiz de kalınmaz. Yukarıdaki satırlarda ifade ettiğim gibi, hiç tahmin etmediğimiz kişiler memnun ve mesrur kalmaktadırlar. Ayrıca salonda da ifade ettiğim gibi, bu nev'î faaliyetleri ve düğünleri melekler dahi alkışlamaktadırlar. Model düğünler, gönül dostlarının vuslat mekânları... Binler tebrikler, alkışlar...

Düğün öncesi ve sonrası, gerek Ümraniye ve gerekse Üsküdar Yeni Asya Vakıf binalarında toplanan ehl-i aşk ve muhabbet dostlarına “Ülkenin bölünmez bütünlüğü ve ittihad-ı İslâm” başlıklı sohbetlerde bulundum. Gördüm ki, salonlar dar gelmektedir. Yeni külliyelerin ve yeni vakıf binalarının ihyası lâzım. Artık hizmet elbisesi dar gelmektedir. Sohbetimizde ifade ettiğim bir nükte ile yazımı noktalamak istiyorum: “İstanbul’un bu trafiğinde yaşayan ehl-i imana, inşaallah kabir azabı olmaz.” Mevlânâ diyarında sabah namazında gözlerimi açınca, böyle bir şoktan kurtulduğumu hissettim. Emeği geçenleri, hizmet edenleri, oturarak değil ayakta alkışlıyorum.

Dipnotlar: 1- Câmiü’s-Sağîr, 5:152, Hadis No: 6760; 2- Divan-ı Kebîr; 3- Hizmet Rehberi

30.11.2007

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Üç büyük belâ: TTO



Ülke ve millet olarak üç büyük belânın yol açtığı dehşet verici zararlara mâruz kalmış durumdayız.

Hayatı azaba çeviren bu dehşetli belâlar şunlardır:

1) Terör belâsı.

2) Trafik kazaları.

3) Obezite.

Terör, dünyanın başka ülkelerinde de var. Ancak, hiçbir yerde bizdeki kadar yıkıcı, kan dökücü maddî–mânevî zarar verici mahiyette değil.

* * *

Aynı şekilde, dünyanın başka ülkelerinde trafik kazaları da oluyor. Ancak, Türkiye'nin bu hususta da liste başlarında yer aldığı, yine bir acı gerçek. (Ayrıca, gittikçe yoğunlaşan, tıkanan ve mevcut yollarla ve sınırlı otopark alanlarıyla artık taşınamaz hale gelen bir trafik derdimiz daha var ki, hakikaten bu da çekilecek gibi görünmüyor.)

* * *

Obezite, yani şişmanlığa gelince...

Artık başlıbaşına bir tür hastalık, dahası, bir dizi tehlikeli hastalığa (hipertansiyon, şeker, kalp–damar, vb. riskli hastalıklara) da sebebiyet verdiği kesin sûrette kabul edilen bu belâdan, başka ülkeler, milletler de muztarib.

Ancak, şu da bir gerçek ki: Obezite hastalığı, Türkiye'de hızla yaygınlaşıyor. Böyle giderse, bu sahada da birincilik bize geçecek gibi...

Obezitenin en büyük ve dehşet verici yönü şudur: İnsan bedenini bütünüyle etkisi altına alıyor. Vücutta oluşması muhtemel hemen bütün hastalıklara hem kaynaklık ediyor, hem de tetikleyip azdırıyor. Hatta, alınacak ilâçları dahi tesirsiz kılıyor.

Dahası, obezite, kişinin hareket kabiliyetini yavaşlatıyor, yürümesini, merdiven inip çıkmasını zorlaştırıyor. Nefes darlığına yol açıyor. Vücudun oksijensiz kalmasını sağlıyor. Ve bilhassa, vücudun bütün organlarına dengeli bir şekilde ulaşması gereken gıdanın, enerjinin, vitaminin dağılım dengesini bozuyor.

Zira, vücutta fazlalık olarak duran yağ tabakaları, o çok faydalı, hatta zarurî durumdaki unsurların çoğunu amansızca bloke ediyor.

Yani, vücut organlarına karşı bir nevi ambargo uyguluyor.

İşte böylesi bir ambargonun, yahut blokajın nelere yol açabileceğini sizler de tahmin edebilirsiniz.

* * *

Net ve özet çare teklifleri

1) Terör: Evvelâ, bu belâya sebebiyet veren, tetikleyen ve azdıran sebeplerin ortadan kaldırılması lâzım. Ondan sonra, devletin kànun ve hukuka dayalı kuvveti, mutlak sûrette hâkim duruma getirilmeli ve müsamahasız şekilde de kullanılmalı.

2) Trafik: Temel eğitim ve öğretim, "olmazsa olmaz" şartına dayandırılarak yapılmalı. Teknik olarak da, toplu taşımaya ağırlık verilmeli ve bunda olabildiğince kolaylık sağlanmalı. Bilhassa şehiriçi yollar, mümkün olduğunca yer altına indirilmeli. Hem mevcut, hem de yeni inşa edilecek büyük ve orta ölçekli binaların alt katları için otopark mecburiyeti getirilmeli.

Ayrıca, sırf bir kaza tesbiti için, özellikle ana yolların tıkanmasına sebebiyet veren teknik ve bürokratik işlemlere de mutlaka bir işlerlik kazandırılması gerekir.

Zira, bazân çok basit kazalarda bile, "Sakın araçlar kımıldatılmasın; gerekli işlemler yapılana kadar olduğu yerde dursunlar" mantığı sebebiyle, trafiğin uzun süre durduğuna veya ciddî şekilde tıkandığına, çoğu kez şahit olmaktayız.

Bundan dolayı da, yaşanan sıkıntının, stresin, zaman ve yakıt israfının, kazaların faturasını yüze, belki bine katladığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

3) Obezite: Evvelâ, perhize dikkat. Dolayısıyla nefse hâkimiyet. Yemekten sonra ise, çalışmak yahut yürümek sûretiyle hareket(lilik) şartına uyulması. "Acıkmadan yemeyin; doymadan terk edin" mânâsındaki Sünnet ölçüsüne riâyet. Yemek alışkanlığının yeni bir düzenlemeye tâbi tutulması. Kalorisi yüksek gıda tüketiminin asgari seviyeye indirgenmesi. Buna mukabil meyve, sebze ve sıvı (içecek) tüketimine ağırlık verilmesi. Margarin gibi donmuş ve tutkalın da hammaddesi olan çiçekyağı gibi riskli yağların minimize edilmesi, buna mukabil birer şifâ kaynağı olan tereyağı ve zeytinyağına ağırlık verilmesi. Sigara ve alkol gibi tiryakilik ve bağımlılığa yol açan maddelerin terk edilmesi. Zaruret, mecburiyet olmadıkça, zaten yabanî olan ve geleneğimizde, kültürümüzde yeri olmayan "Fast food"un hayatımızda yer almasına imkân, fırsat verilmemesi.

GÜNÜN TARİHİ 30 Kasım 1925

"Hâkimiyet milletindir" maskesi

Meclis'te "Tarikat ve tasavvuf geleneğinin yasaklandığına", ayrıca "Tekke ve zaviyeler ile türbelerin kapatıldığına" dair zecrî kànunların kabul edildiği aynı günde, Meclis kürsüsünün arkasındaki duvara da (o zamanki Osmanlıca harflerle) "Hakimiyet milletindir" levhası asıldı.

Bu meyanda şunları sormamak elde değil: "Hâkimiyet milletindir" levhasını asanlar, aynı gün içinde almış oldukları "tarikatı yasaklama ve tekkeleri kapatma kararı" hakkında neden milletin reyine, görüşüne müracaat etmedi?

Kànun koyucular, neden "Ey hâkimiyet sahibi olan millet! Biz şu şu yasakları getirmek istiyoruz. Bu hususta senin fikrin nedir? Kabul ediyor musun, yoksa red mi ediyorsun?.." diye sorma gereğini duymadı?

Bu derece hayatî bir meselede millete hiç danışılmaması, adam yerine konularak millete hiçbir şey sorulmaması gösteriyor ki, dönemin "Halkçı" iktidarı o meşhûr levhayı yüzüne maske yapmış ve onun arkasına gizlenerek bu milletin "irtica" diye damgaladığı mânevî değerlerine ihanet etmiştir.

30.11.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Cehennem hakkında



Atilla Bey:

*“Cehennem nerededir? Bulunduğu yer bakımından dünya ile ilgisi var mıdır?”

Cehennemin yeri gaybî bir konudur. Bize bildirilmemiştir. Allah’ın mülkü çok geniştir. Hikmeti ve iradesi nereyi dilerse, Cehennemi oraya yerleştirir. Biz Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat, Cehennemin şu an varlığına inanıyoruz. Fakat yeri konusunda bir şey söyleyemiyoruz.1 Âhiret âlemine ait menziller ve yerler bu dünya gözümüzle görünmezler.

Ancak bazı rivayetlerin işaretleriyle belirli ölçülerde bakılabilirler. Meselâ Peygamber Efendimiz’in (asm): “Cehennem yedinci yerin altındadır” veya “Cennet semada, Cehennem ise yerin içindedir”2 ya da, “Dünya sıcaklığının şiddeti Cehennemin nefesindendir” buyurduğu rivayetleri vardır.3

Üstad Said Nursî Hazretleri, Cehennemin yerin altında olduğunu haber veren hadisleri şöyle tefsir etmiştir:

Cehennem dünya ile çok yakından alâkadardır. Meselâ yazın şiddetli sıcaklığına, “Cehennemin hararetindendir” denmiştir. Bir diğer husus, Cehennem, dünya sakinlerinden olan insanlar ve cinlerle dolacaktır. Fakat ışığı çekildikçe, yani dünyanın gölgesi üzerine düştükçe ay görünmediği gibi, Cehennem de perdeli ve nursuz ateş olduğu için bize dünya gözümüzle görünmez ve hissedilmez.

Cehennem ikidir: Biri Küçük, diğeri Büyük Cehennemdir. Küçük Cehennem, şimdilik Büyük Cehennemin çekirdeği hükmündedir ve Büyük Cehenneme ait bazı vazifeleri Allah’ın emriyle dünyada ve berzah âleminde görmektedir. Bulunduğu yer bakımından dünya ile alâkadar olduğu haber verilen Cehennem, Küçük Cehennemdir. Küçük Cehennem yerin altında, yani merkezindedir. Nitekim Jeoloji ilmince de bilinir ki, yerin merkezine doğru her otuz üç metre kazıldıkça sıcaklık bir derece artmaktadır. Yerkürenin yarı çapı altı bin küsur kilometre olduğu düşünülürse, yerin merkezinde en az iki yüz bin derecelik bir ateş bulunduğu sabit olur. Bu da “Cehennem ateşinin dünya ateşinden iki yüz derece fazla harareti vardır”4 hadisine uygundur.

İleride kıyametten sonra yerküre nasıl ki üzerinde yaşayan cinleri ve insanları, Allah’ın emriyle, etrafında dönerek sınırını çizdiği mahşer meydanına dökecek ise, karnında taşıdığı Küçük Cehennemi de Büyük Cehenneme Allah’ın emriyle teslim edecektir. Küçük Cehennem, Büyük Cehennemden bir menzil olacaktır.5

***

Emin Bey:

*“Bir arkadaşım, ‘Allah’ın güzel sıfatlarıyla yaratıp donattığı insana Cehennemde ceza vereceğini sanmıyorum. Ceza, Allah’ın merhametine sığar mı?’ diyor. Cehennemde cezanın şiddeti ne olacak?”

1- Cehennem zulüm ülkesi değil, Allah’ın Adl, Âdil, Kahhar, Gâlib, Celil, Hâkim, Aziz ve daha pek çok isimlerinin bir gereği olarak, suçların gerçek adalet içinde cezalarının verildiği bir azap ülkesidir. Mutlak yokluğa karşı hayır olarak yaratılmıştır. Beka âlemine ait pek çok vazifeleri var. Zebanî gibi pek çok hayat sahibi varlıkların celâl içinde meskenleridir.

2- Cehennemden, yani Allah’ın azabından korkanlar için Cenâb-ı Allah’ın Rahman, Rahîm, Ğafûr, Tevvab, Afüv isimlerinin gereği affı, bağışlaması, merhameti ve tövbeleri kabulü söz konusudur. Bu isim ve sıfatlar, Allah’tan her korkan kulu ateşten himâye eden bir şemsiye hükmünde—inşallah—imdadımızda bulunmaktadır.

3- Fakat Allah’ın güzel sıfatlarıyla güzel yarattığı o insan cinsinin, şeytana uyduğunda Cehenneme rahmet okutacak ne çirkin bir inkârın ve şirkin içine girdiği, ne vahşî zulümlere, haksızlıklara, acılara, ölümlere neden olduğu, dünyayı masumlara dar ettiği, Allah’ın, Allah’ın mahlûkatının ve Allah’ın kullarının hakkını ve hukukunu defalarca çiğnediği, pişman da olmadığı, tövbe de etmediği, bununla beraber dünyada hesabının da sorulmadığı çok vâki değil midir? Üstad Saîd Nursî’nin ifadesiyle; tıpkı bin mâsumların hukukunu çiğneyen bir zâlimi cezâlandırmak ve yüz mazlûm hayvanları parçalayan bir canavarı öldürmek, adâlet içinde mazlûmlara bin rahmet olduğu ve o zalimi affetmek ve canavarı serbest bırakmak, bir tek yolsuz merhamete mukabil, yüzer bîçârelere yüzer merhametsizlik olduğu gibi!6 Mazlûm affetmezse zalimi Allah affeder mi?

4- Cehennem azabının şiddeti kişilere ve suçlara göre elbette değişiklik arz eder. Bize düşen inkâr etmek değil, Cenâb-ı Allah’ın Cehennem’de hak edene, hak ettiği kadar ve adâlet içinde cezâ vereceğine inanmak ve fakat tövbe edenleri ateşten koruyacağını umarak Cehennem azabından hem kendimiz için, hem bütün Mü’minler için sürekli olarak Allah’a sığınmaktır.

Dipnotlar: 1- İşârâtü’l-İ’câz, s. 180; 2- Söz konusu rivâyetler için bakınız: Müstedrekü’l-Hâkim, 4/568, 569, 594; El-Faslu ve’l-Milel, İbn-i Hazem, 2/130; Ed-Dürrü’l-Mensur, 4/57; Keşfü’l-Hafâ, 1/281; Ed-Dürerü’l-Müntesire, Suyutî ve Ahmed bin Hanbel’in Müsned’inden nakil; Müsnedü’l-Firdevs, 2/114; Kenzü’l-Ummâl, H. No: 39773; El-Bidâye Ve’n-Nihâye, İbn-i Kesîr, 2/172; Râmuzu’l-Ehâdîs, 272; Ez-Zühd, İbnü’l-Mübârek, 2/118, H. No: 398; Beyhakî, Şuâbu’l-Îmân, 2/244; 3- Hadis kaynakları için bakınız: Buhârî, 1/142; Müslim, 1/430; İbn-i Hibban, 3/28, 29, 30; Şerhü’s-Sünne, 2/208; Râmuzu’l-Ehâdîs, 6, 9; 4- Bu mânâdaki hadisler: İbni Mace, 77:7; Sahih-i Müslim, hadis no: 2841; Tirmizî, 37:7; 5- Mektûbât, s. 14, 15; 6- Asâ-yı Mûsâ, s. 43

30.11.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri