Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 02 Mart 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


İslam YAŞAR

Emir Sultan dervişleri



“Emir Sultan dervişleri,

Tesbih ü sena işleri,

Dizilmiş humâ kuşları,

Emir Sultan türbesinde.”

Şair Yunus’un terennümü bu mısralar.

Emir Sultan dervişlerinin, gönül tuvaline akseden zikir hâllerini kelimelerle çizip âhenkle ve mânâ ile renklendirerek canlı bir tablo hâline getirirken onlar gibi isimden, sıfattan âzâde kalmak istemiş ve şairlerin pîri Yunus Emre’ye intisaben Yunus mahlasını kullanmış.

Tuvali mekân, malzemesi insan olan ve an be an yaşanarak çizilen bu tablo o kadar canlı, o kadar hayatla iç içe ki, mısralarda tabloya çizgi, desen olan müridânın heyecanını hissetmek, manzaraya renk, âhenk veren dervişlerin zikir seslerini işitmek mümkün.

Zaman geçmiş, devir değişmiş.

Bir bakışta kırk deve yükü kumu altına çeviren dervişler, bir ok atınca kırk düşmanı öldüren zahidler, bir adımda kırk arşınlık mesafeyi kateden müridler, bir sözle kırk mânâ anlatan müdavimler dünyadan el etek çekip bütün maharetlerini o uhrevî tabloyu canlı tutmak için kullanmışlar.

O gönül erleri birer ikişer mekânı terk ettikçe yerlerine yenileri gelmiş. Onlar da ihlâsla, sebatla, sadakatle mânevî vazifelerini yerine getirerek bu hayat tablosunu canlı tutmayı başarmışlar.

Hem de sadece ebede müteveccih mânevî ahvâliyle değil, enfes güzelliğiyle, engin manzarasıyla, narin mimarisiyle, selvisiyle, çamıyla, çınarıyla, gülüyle, reyhanıyla.

Hassaten erguvanıyla…

Tabii bütün bunları Emir Sultan sayesinde yapmışlar.

***

Emir Sultan…

Asıl adıyla Şemseddin Muhammed bin Ali el-Buharî.

1368 tarihinde Peygamberimizin (asm) torunu Hazret-i Hüseyin’in neslinden gelen ve Emir Külal lâkabıyla anılan Seyyid Ali adında bir çömlekçinin oğlu olarak Buhara’da doğmuş.

Ailenin iç işleyişinde hep İslâm dininin âdâbı yaşanıyor, Peygamber-i Zîşânın muhabbeti konuşuluyor, ecdad diyarı mukaddes beldelerin hasreti hissediliyor olmalı ki Muhammed de o uhrevî iklim içinde büyümüş.

Buhara’daki medreselerde ve tekkelerde iyi bir eğitim görmüş. Zamanla ilimden ziyade tasavvufa ilgi duymuş ve çeşitli tarikatları inceledikten sonra Kübreviye tarikatına intisap etmiş.

Ruhunu kavrayan ecdad sevgisinin saikiyle genç yaşta Hac farizasını eda etmek üzere Mekke-i Mükerreme’ye gitmiş. Hacı sıfatını alınca da oradan Medine-i Münevvere’ye geçmiş.

Maksadı, hayatı boyunca muazzez ecdadının mânevî himmetiyle Ravza-i Mutahhara’ya hizmet etmek, ömrü hitama erdiği zaman da o mukaddes toprakların sinesine çekilmekmiş.

Heyecanla hizmete başlayıp hasret hislerini biraz teskin ettiği günlerden birinin gecesinde Peygamber Efendimizi (asm) ve Hazret-i Ali’yi rüyasında görmüş. Maksadını arz etmeye hazırlanırken Hazret-i Ali onu, Anadolu’ya gidip sünneti, takvayı Müslümanlara göstermekle vazifelendirmiş.

O, bu lâhûtî hâlin heyecanı içinde iken, kendisine yanan üç kandilin rehberlik edeceğini, kandillerin söndüğü yerin hizmet menzili olduğunu, orada yaşayıp öleceğini söylemiş.

Uyanıklık hâlinden daha âşikâr hâller ihtiva eden bu rüya-yı sâdıkadan uyandığında kendini yanan kandillerin arasında bulunca hemen yol hazırlıklarını yapmış ve harekete geçmiş.

Günler, geceler boyu o kandillerin ışığında yol almış. Bursa’ya geldiğinde kandiller sönünce bundan sonraki mekânının orası olduğunu anlamış ve dağın yamacında, ovaya hakim bir tepeyi mesken edinmiş.

Tepenin gerisindeki küçük mağarada bir süre inzivaya çekilerek ruhunu dinlendirip mekâna intibak etmek istiyormuş ama insanlar daha ilk günden itibaren yanına gelmeye başlamışlar.

İlk zamanlar gelenler misafirperverlik hissiyle yiyecek ekmek, içecek su getirmişlerse de onun yanında kendilerini mânen çok huzurlu hissedince sık gelip çok kalmaya gayret etmişler.

Zamanla gelenler arasına şehrin eşrafından ve erkânından insanların yanı sıra Molla Güranî gibi büyük âlimler de katılmış. Onlar ondan feyiz, o da onlardan izin ve icazet almış.

Onun varlığından haberdar olup yanına gelen dervişler, zahidler ve müridler orada kalmak isteyince Kübreviye tekkesini kurmuş. O tarikatın âdâbıyla insanları irşad etmeye başlamış ve çok geçmeden Bursa’nın mâneviyât mihraklarından biri olmuş.

Babasının yadigârı olarak Buhara’dan getirdiği ‘emir’ lâkabına, Bursalılar da saygının, sevginin, bağlılığın ifadesi olan ‘sultan’ sıfatını ekleyince asıl isminden ziyade Emir Sultan adıyla nâm salmış.

Bir süre sonra, Yıldırım Bayezit’in kızı Hundi Fatma Hatunla evlenmiş. Önceleri bu izdivaca karşı çıkan padişah onu tanıdıkça sevmiş, sevdikçe sevilmiş ve savaşa giderken kılıcını onun eliyle kuşanmayı ihtiyat edinmiş.

Yıldırım Bayezit’in, hızında, cesaretinde, cevvaliyetinde ve ard arda kazandığı parlak zaferlerde payı olduğu düşünülen bu hareket daha sonra bir devlet geleneği hâline gelmiş ve diğer Osmanlı padişahları tarafından da uygulanmış.

Padişaha damat olup kılıç kuşatınca Emir Sultan’ın müntesipleri daha da artmış. Fakat o, insanlarla bu akrabalıktan ziyade ilmi, irfanı, keşif ve kerâmetleriyle muhatap olmayı tercih etmiş.

Onun için kısa zamanda yaptığı keşifler yayılmış, gösterdiği kerâmetler duyulmuş, hakkında evliyâ menkıbeleri anlatılmaya, kasideler, mersiyeler yazılmaya başlanmış.

Her büyük mürşidin, müritlerine, kendine has bir tabirle seslendiği gibi o da hangi maksatla olursa olsun yanına gelenlere ‘Babam’ diye hitap ettiğinden herkes tarafından baba addedilmiş.

Dervişlerinin sayısının yüzlerle, müridinin binlerle ifade edildiği ve mevcut imkânların kifayet etmediği günlerde muhtemelen susayan bir müridi kendisinden kerâmet göstermesini isteyince elindeki asasını vurduğu yerden fışkıran leziz su, tekkenin su ihtiyacını karşılamış.

Nüktedan bir insan olan ve sık sık ziyaretine gelen Hoca Kasım, bir gün serpuşa benzer bir başlık hediye edince o da kendisine bir sikke vererek mukabele etmiş. Hoca Kasım da o sikkeyi akçe kesesine atmış.

O gün çarşıda gezerken gördüğü yekpare bir elması çok beğenen hoca, fiyatının otuz bin dirhem olduğunu öğrenince parasının yetmeyeceğini düşünerek üzülmüş. Kesesine bakıp otuz bin dirhemden daha fazla para olduğunu görünce hemen elması almış.

Aynı gün o elması, mücevherden çok iyi anlayan bir Yahudi tüccara yüz otuz bin dirheme satınca bütün bunların Emir Sultan’ın kerâmeti olduğunu düşünerek o para ile oraya büyük bir tekke yaptırmış.

Tekkenin şartları iyileşip imkânları arttıkça, dervişler, müridler, müntesipler ve müdavimler de artmış. Emir Sultan onlara hem mânevî feyz vermiş, hem de maddî meslek ve maharet kazandırmış.

Yıldırım Beyazıt’la Timur arasında çıkan Ankara Savaşı’na müridleri ve dervişleri ile birlikte o da iştirak etmiş ve büyük kahramanlıklar göstermiş. Mağlûbiyeti müteakip Yıldırım’ın ölümü üzerine Timur, hürmet ettiği Emir Sultan’ı Semerkant’a götürmek istemişse de o gitmemiş. Bursa’ya dönmüş ve tekkesinin başına geçip feyiz dağıtmaya devam etmiş.

Ankara Savaşı’nda pek çok müridi, dervişi şehit olmasına rağmen kendisine vazife tekabül ettiği zaman tekrar savaşa katılmaktan çekinmemiş ve II. Murad’la birlikte İstanbul’un muhasarasına da katılmış.

Bizans’ın desisesiyle çıkarılan ve kurulma safhasındaki devleti yeniden yıkılmanın eşiğine getiren Düzmece Mustafa hadisesinde de padişaha maddî, mânevî destek vererek devletin ve milletin o dehşetli handikaptan kurtulmasında mühim rol oynamış.

Maharetlerinin ve salâhatlarının yanında, her biri birer san’atkâr olarak da yetişen dervişleri ile birlikte Bursa’nın imarına katkıda bulunmuş ve yaşadığı zaman içinde hem halk, hem ulema, hem de devlet adamları tarafından sevilen ender insanlardan biri olmuş.

Tesir sahası zamanla Osmanlı sınırlarını aşan ve Müslüman ahâlinin yaşadığı pek çok yere yayıldığından sık sık oralara irşad gezilerine çıkan Emir Sultan, o yolculuklardan birinde yakalandığı veba hastalığından kurtulamamış ve 2 Mart 1429 tarihinde ahirete irtihal etmiş.

***

Bu gün, 2 Mart 2008

Emir Sultan’ın vefatının 579. yılı.

Şimdi orada, huma heybetiyle tesbih ü sena işleyen Emir Sultan dervişleri, ona bütün ruh u canlarıyla bağlı oldukları için intisabın emsâli sayılan müridleri, müntesipleri yok.

“Cedlerimiz inşâ etmiyorlar, ibadet ediyorlardı. Maddeye geçmesini ısrarla istedikleri bir ruh ve imanları vardı. Taş ellerinde canlanıyor, bir ruh parçası kesiliyordu. Duvar, kubbe, kemer, mihrap, çini, hepsi Yeşil’de duâ eder, Muradiye’de düşünür ve Yıldırım’da harekete hazır, göklerin derinliğine susamış bir kartal hamlesiyle ovanın üstünde bekler, hepsinde tek bir ruh terennüm eder.”

Tanpınar’ın bu ifadeleri yazmasına vesile olan ve eşi Hundî Fatma Hatunun yaptırdığı cami, tekke, türbe, şadırvan, imaret, meşruta gibi müştemilattan müteşekkil o hârikulade külliye de yok.

Bursa’da yanında büyük bir aslanla dolaşırken Emir Sultan’ı ziyaret etmek isteyip aslanını bir direğe zincirle bağlayarak türbeye giden adam ve zincirlerini kırarak gelip türbenin eşiğine başını dayayarak bir süre ağladıktan sonra bağlandığı yere dönerek sahibini bekleyen aslan gibi her hâli kerâmet izharı olan ziyaretçileri de yok.

Lâkin Emir Sultan hâlâ orada.

O orada olduğu için de günün her vaktinde oraya her yaş, cins, din, dil, millet ve memleketten onlarca, bazen yüzlerce mürid mizaçlı, derviş meşrepten insanlar gruplar hâlinde gelip onun, eşi Hundî Hatunun, oğlu Emir Ali’nin ve iki kızının sandukaları önünde duâlar ediyor.

Erguvan zamanında bu ziyaretçilerin sayısı binleri buluyor.

Hepsi yalvarıyor, yalvarıyor, yalvarıyor…

Kimi istiyor, kimi diliyor.

Kimi okuyor, kimi yazıyor.

Kimi ağlıyor, kimi gülüyor.

Ama hepsi mahzun geliyor, memnun ve müferrah gidiyor.

Hepsinin her hareketi, dileği, isteği, emeli, sevinci, üzüntüsü, hasreti ve sair hâleti Emirsultan’da çizilen uhrevî ebed tablosuna şekil oluyor, desen oluyor, renk ve âhenk oluyor.

Asırlar önce başlanmış bu uhrevî tablo çizilmeye.

Asırlar sonra bile hâlâ çiziliyor.

Hayat devam ettikçe de çizileceğe benziyor.

Zira, orada Emir Sultan yaşıyor.

02.03.2008

E-Posta: [email protected]




Abdurrahman ŞEN

Neden “Bir destan adam?”



Birilerinin hâlâ fırsat bulduğunda saldırmaktan utanmadığı millî marşımızın şairi Mehmed Âkif Ersoy hakkındaki “Bir Destan Adam” isimli kitabım, Metropol Yayınları arasında çıktı. Bu kitapla ilgili olarak benimle söyleşen Yahya Kemal Baş kardeşimin sorularına verdiğim cevaplardan oluşan metinden, yerimizin izin verdiği kadarını–izninizle–sizlerle paylaşmak istiyorum.

“Bir Destan Adam” kitabının yazılış gayesi nedir? Neden böyle bir ihtiyaç duydunuz?

Toplumlar kültürlerini nesilden nesile anlatırken kimi kahramanların varlıklarına, yaptıklarına ihtiyaç duyarlar. Şairler de bu çizginin içinde elbette…

Ama bu kişi, şair olmanın ötesinde ülkesinin millî marşını da yazmış birisi ise işin şekli daha bir değişiyor… O zaman bu insanı daha yakından tanımamız, bize neler anlattığını kavramamız açısından da ayrı bir önem kazanıyor.

Mehmed Âkif’e de böyle bakınca; ülkemizin kamplaşma ve fikir kısırlıklarından ziyadesiyle nasibini almış biri o…

Bu yanlışlığı düzeltmeye yarayacak, farklı kalemlerden çıkmış çok sayıda kitaba ihtiyaç var. Unutmayalım ki biri benim yazdığımdan anlar, tanırsa Âkif’i, başkaları da diğer ağabeylerimizin, dostlarımızın, kardeşlerimizin yazdıklarından tanısın, bilsin…

Onun için asla yazılan kitapları sayıca yeterli görmüyorum. Birbirine benzerlikleri fazla olsa da… Mutlaka üslûplar farklı okurları yakalayacak…

İşte bu yolda yaptığım kısa bir kitap çalışmasından sonra; sevgili ağabeyim Mustafa Miyasoğlu ve Metropol Yayınları’nın sahibi sevgili İrfan Koçyiğit kardeşimin teklif ve teşvikleriyle bu geniş çaplı derlemeye giriştim. Teklifi alır almaz da seninle kolkola yola çıkıp, Ayvalık ortamında hazırlıklarımıza başladık ve “Bir Destan Adam” ortaya çıktı.

Yaptığınız derlemede Akif’in birçok kişi tarafından bilinmeyen sporculuğu, musikişinaslığı, sözünün eri olması ve daha da çoğaltabileceğimiz özelliklerini ortaya koymuşsunuz. Bunlar okuyucu üzerinde nasıl bir etki bırakır?

Az önce Mehmed Âkif’in, ülkemizin kamplaşma ve fikir kısırlıklarından ziyadesiyle nasibini almış biri olduğunu söyledim… Bir taraf Âkif’i yererken, diğer taraf da överken aslında eksik bir Âkif portresi koyuyorlar ortaya… Senin de kısaca temas ettiğin özelliklerinin bir çoğu ya arada kaynıyor ya da gündeme bile gelmiyor… O zaman da eksik bir Âkif portresi çıkıyor orta yere…

Mehmed Âkif Ersoy’u tanımak ve tanıtmak için baktığımızda; “Millî marşımızın şâiri”, “İslâm şairi”, “Millî şair”, “mütercim”, “hâfız”, “Türk dilinin usta şairi”, “hatip”, “güreşçi”, “özellikle ney ile meşgul olan bir musikişinas”, “başarılı bir yüzücü”, “camideki şair”, “uzun mesafe yürüyücüsü”, “aruzu Türkçe’ye uyarlayan şair”, “üniversitelerde öğretim üyesi”, “Birinci Büyük Millet Meclisi’nde Burdur Mebusu”, “büyük fikir adamı” ve “söyleyip yazdıklarını yaşayan örnek bir insan”dır, diyebiliriz… Ama bunca tanıtım, bunca ifade bile O’nu lâyıkıyla tanımamız için yetersiz kalabilir.

Bütün bu saydıklarımız ve sayamadıklarımızla bu yetersiz çabamıza baktığımızda, bu hayatın yaşanış biçimi önümüze adeta bir “Destan Adam” olarak koyuyor Âkif’i…

Özetle bu çalışmamızda amacımız; okurların, Türk halkının, Âkif’i daha yakından ve yalın insan haliyle görmesini sağlamak, diyebiliriz…

Toplum olarak Mehmed Âkif’i hakkıyla anma noktasında yeteri kadar çaba göstermediğimiz söylenebilir. Günümüzde bazı belediyelerin anma programları dışında devletin doyurucu bir şey yapmadığını görüyoruz. Sizin bu konudaki düşünceleriniz nelerdir?

Doğrusunu söylemek gerekirse devletimizin bugüne kadar Âkif konusunda gösterdiği suskunluk elbette başlı başına bir ayıp. Ama son 15 yıl içerisinde bu alanda da gözle görülür bir canlanma olması da ümit verici. Umalım ki kısa süre içerisinde milli şairimizin hakkıyla tanınması ve hâtırasının yaşatılması için daha plânlı ve programlı adımlar atılır. Özellikle yayıncılık alanında, ardı ardına yayınlanan Mehmed Âkif hakkındaki kitaplık çalışmalar, dergilerin özel sayıları kayda değer çabalar olarak hemen göze batıyor.

Eğer Mehmed Âkif’i anma noktasında, işin bundan sonraki döneminde devlet yetkililerimiz, millî marşımızın şairini anma konusunda nereden başlanacağına karar vererek plânlı programlı bir çıkış gerçekleştirirlerse… O zaman daha doğru hamlelerde bulunmak mümkün olur sanıyorum…

Belediyelerin çabalarına gelirsek… Ne yazık ki olması gerektiği kadar değil yaptıkları. “Ne şiş yansın ne kebap!” mantığıyla hareket edenlerin varlığına da şahit oldukça insan üzülmeden edemiyor!

“Bir Destan Adam”a baktığımız da her yönüyle bir Mehmet Âkif görüyoruz. Kitapta yer almayan Akif hakkında başka bilinmeyenler var mı?

Aslında bugün için yakınlarının yazdığı anılar dışında o dönem gazete ve dergileri üzerinde yapılan taramalarla, araştırmalarla pek bilinmeyen nokta yok gibi… Ama bazı noktalarda ayrı ayrı yerlerde duran iplerin uçlarını birbirine bağlayarak sisli kalan kimi noktalar da aydınlığa kavuşabilir… Ama şu anda elimizde olan araştırma ve bilgiler de Âkif’i tanımamız, anlamamız için yeterli.

Yeter ki daha geniş kitlelere, onların anlayacağı dilde aktarabilelim…

Okuyucular “Bir Destan Adam”ı okuduktan sonra herhalde kitaba neden bu ismi verdiğinizi anlayacaklardır.

Az önce Âkif’e lâyık görülen sıfatları andık topluca… O kadar zengin sıfatın fazlasına da lâyık olan bir insanın, daha yaygın bir tanımla anlatılmak gerektiğini düşündüm… “Destan” kelimesinin taşıdığı anlam bütünlüğü içerisinde Mehmed Âkif’e, “Bir Destan Adam” demeyi uygun gördüm… Hayatının, hasletlerinin ve özelliklerinin çok azı günümüz insanları hatta aydınları tarafından bilinen Âkif’i, tarihî gerçekler ışığında destan gibi anlatmalı, gelecek kuşaklara da taşımalıyız, diye düşünüyorum…

Kitabın yayına hazırlığı aşamasında birlikte olduğum için çok şanslıyım. Bu esnada, Âkif filminin çekilmesi düşüncesine ilk şahitlik etme şansını da yakaladım… O günkü heyecanınızın hiç eksilmediğini ve filmden söz açılınca artan bir heyecanla, sabırla anlatmaya başladığınızı görüyorum. Biraz da film hakkındaki çalışmaları anlatır mısınız?

Âkif’in hayatından kimi kesitleri okurken, bazı sahneler adeta gözümün önünden film şeridi gibi geçiyordu… Gecenin bir saatinde yine öyle sahnelerden birini okurken, birden sana seslendim, biliyorsun: “Yahya’m… Biz bunun filmini çekmeliyiz!” diye…

Evet… Ondan sonraki sahneleri okurken de bu inancım pekişti ve her sahne gözümün önünde film şeridi gibi canlanmaya başladı.

Şimdi kitap basıldı. Şu andan itibaren önce sağlam bir senaryo yazmak üzere kolları sıvadım malûm… Kısmet olursa yıl sonuna kadar bu çalışma, hazırlık sürecek… Ortaya koyacağım senaryodan sonra işin maliyet tablosu ortaya çıkmaya başlayacak… Sonrasında o sıkıntıyı aşmaya çalışacağız ve ardından da yıl sonuna kadar, yani 2009 Aralık 27’ye kadar filmi bitirmiş olacağız… İnşallah utanmayacağımız bir çalışma yapabiliriz.

02.03.2008

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

İşini, maaşını dâvâsına feda etmek



Daha okulunu bitirmeden iş bulmuştu. Talebelik hayatı bitmeden girdiği bir imtihanı kazanarak, azımsanmayacak bir maaş ile işbaşı yapmıştı. Bu durumu, arkadaşlarının bir kısmı hizmetin bir kerâmeti, kimisi de başına konmuş bir “talih kuşu” olarak yorumluyordu. Öyle ya, nice üniversite mezunlarının iş aradığı, nice işsizlerin boş gezdiği, hatta bazı üniversite mezunlarının asgarî ücrete tâlim ettiği bir zamanda, henüz okulunu bitirmemişken böyle câzip bir ücretle işbaşı etmesi herkes için gıpta edilecek bir durum olsa gerek.

Ne var ki, okuluna ara verip, bu yeni işine başlayıp başlamamakta tereddütlü idi Ahmed. Her şeyden önce, o büyük zahmetlerle ve emellerle kazandığı okulunu bitirip, iş hayatına atılmak istiyordu. Okulunu bitirmeden, tahsil hayatını yarıda bırakıp, böyle bir işe talip olmanın hesabını yapıyordu.

Maddî durumu pek iyi olmasa da, böyle bir imkânı kaçırmak istemiyordu. Çünkü okulunu bitirse dahi, istediği işi bulması şüpheliydi. Aslında bulunduğu şehirden ve yıllardır beraber bulunduğu hizmet kervanından, nesebî kardeşlerinden daha çok sevdiği arkadaşlarından ayrılmak istemiyordu. Yeni iş yerinde böyle sıcak bir ortamı, böyle samimî, candan dostları bulacağından emin değildi. Çünkü iyi bir dost aşığıydı Ahmed, onlardan ayrı bir hayat tarzını istemiyordu. Ayrıca vazgeçemeyeceği, her şeyin önünde tuttuğu kudsî bir dâvâsı vardı. Yeni iş ortamında bu imkânları bulabilecek miydi?

Bütün bu zihin karışıklıkları içinde yakın dostlarıyla ve ailesiyle de istişare ettikten sonra, okuluna ara verip, yeni işine başlamak üzere yıllardır beraber olduğu dost ve arkadaşlarıyla vedalaşarak, hüzünlü bir şekilde ülfet ettiği şehirden ayrılarak iş hayatına ilk adımını atmış oldu Ahmed.

Yeni iş ortamında aradığını bulamamış olmalı ki, ayrıldığı can dostlarına sık sık telefon ediyor, huzursuz olduğunu dile getiriyor, oldukça uzak bir yerde olmasına rağmen, sık aralıklarla dâvâ arkadaşlarını ziyarete geliyordu.

Ahmed’in iş yeri şehirden uzak, ıssız, çok az insanın bulunduğu bir tren istasyonuydu. Mânevî değerlere mesafeli insanlarla muhatap olmak, onlarla teşrik-i mesaide bulunmak, onun için en sıkıcı, en çekilmez bir hâl olmuştu. Bütün mahrumiyetler bir tarafa, dinî değerlerin kaale alınmadığı, gabî, yabani insanlarla bir arada bulunmak kısa sürede onu, deyim yerinde ise bunalıma sokmuştu.

Çocukluğundan bu yaşına kadar bütün hayatını nurlu mekânlarda nurlu insanlarla geçiren, kudsî bir dâvâyı dâvâ edinen bir insanın, birden bire böyle mânevî değerlerden uzak bir ortama adapte olup, hayatını sürdürmesinin zorluğunu tahmin edersiniz herhalde.

Aradan günler, haftalar, aylar geçtikçe, rahatsızlığı, huzursuzluğu artık iyice su yüzüne çıkmıştı... Her insanın imrenerek gıpta ile baktığı iş sahibi olmak, küçümsenmeyecek bir maaşa kavuşmak, Ahmed’i değil tatmin etmek, deyim yerinde ise yaşantısını alt üst etmişti.

Samimî dostlarının firakı, nurlu mekânlardan ayrılık, artık canına tak etmiş olmalı ki, bu ayrılıklara daha fazla dayanamayarak, işinden ayrılmaya karar verdi ve hiç tereddüt etmeden yetkililerle yaptığı sözleşmeyi tek taraflı feshederek, istemeyerek ayrıldığı şehre dönerek özlemini çektiği nurlu dostlarına kavuştu.

Onun bu geri dönüşüne dostları da sevindiler. Bu asil ve merdane kararından dolayı onu tebrik ettiler. Öyle ya, bir çok insanın iş ve maaş uğruna nice kudsî değerlerini fedâ ettikleri bir zamanda Ahmed’in işini ve maaşını terk edip, ulvî dâvâsını tercih etmesi takdire şayan bir durum olsa gerek. Maddî sıkıntısına rağmen böyle bir karar vermiş olması, onun iman Kur’ân hizmetine yaklaşımının ciddiyetini göstermesi bakımından önemliydi.

Bu işin önemini ve ciddiyetini bilemeyenlerden bazıları da; “Yahu Ahmed, yoksa şaşırdın mı sen? Her insanın arayıp da bulamadığı böyle bir imkân, böyle bir fırsat hiç kaçırılır mı? Hazır işini nasıl bırakır gelirsin?” gibi sözlerle onu yadırgadılar. Böyle diyenlere o; “Zor da olsa böyle bir kararın benim hakkımda daha doğru, daha makbul olduğunu düşünüyorum. Maddî sıkıntılarımın olması böyle bir kararı almamı zorlaştırsa da, bu şekilde bir tercihte bulunmam benim için hayırlı olacaktır inşallah. Her şeyin para-pul olmadığını düşünüyorum. Dünyevî bir iş veya maaş için böyle bir dâvâdan, böyle samimî dostlardan uzaklaşmanın ıztırabını ve zararını, o beş-altı aylık süre zarfında çok iyi anladım. Böyle bir yerde, böyle bir işte çalışmamın ileride mânevî hayatımı tehlikeye sokacağını yakînen hissettiğimden, hiç tereddüt etmeden böyle bir kararı aldım. Hiç de pişman değilim. İnşallah hakkımda hayırlı neticeler verir diye ümit ediyorum.”

02.03.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Endişeli bir mektup



22.2.08 günkü “Gündem değişiyor” yazınız üzerine fikirlerimi iletmek istiyorum.

Bildiğiniz gibi haksız ve hukuksuz başörtüsü yasağının kaldırılması için yıllardır hep birlikte çok yoğun bir çalışma ve gayret içinde olduk.

Bu çalışmalar sonunda nihayet hükümet anayasayı değiştirerek soruna çözüm bulma yolunu tercih etmiştir. Bu tercihte anayasanın 42. maddesinin sonuna bir cümle eklenmiştir. Bu cümle uygulamayı zorlaştıracak bir şekildedir.

Bu cümlede bu hakkın kullanımının sınırlarının kanunla belirleneceği ifade edilmektedir.

Anayasa değişikliği TBMM’de kabul edilip Çankaya onayına sunulduktan sonra Çankaya’ya yazılı olarak başvurmak suretiyle, 42. maddenin altıncı fıkrasından sonra gelen ikinci cümlenin çıkartılmasını ve anayasa değişikliğinin TBMM’ye iade edilmesini talep ettim.

Bu durumu basın organlarımıza yazılı olarak ilettim. Bu konuya ilişkin Yeni Şafak gazetesine gönderdiğim yazım maalesef yayınlanmadı.

Son umudumu, başörtüsü yasağının kaldırılmasının uygulamaya konulması için YÖK Kanununun ek 17. maddesine bağladım. Eğer 42. maddenin son cümlesi konulmasa idi YÖK Kanununun bu maddesi başörtüsü yasağının kaldırılmasını ve başörtülü öğrencilerin üniversitelere rahatça girmesini sağlayacaktı.

Ama uygulamada ne yazık ki 42. maddenin son cümlesi yasağın devamından yana olan çevrelerin dayanabileceği bir koz haline gelmiştir.

YÖK ikiye bölünmüştür. YÖK Başkanı üniversitelerde başörtülü öğrencilerin okuyabileceklerini, Üniversitelerarası Kurul Başkanı ise 17. madde değişmediği müddetçe başörtülü öğrencilerin üniversitelere alınamayacağını ileri sürmektedirler.

Sonuç olarak, maalesef benim endişe ettiğim şeyler büyük ölçüde gerçekleşmiş olmaktadır.

Başka bir endişem daha var. O da başörtüsü takan öğrencilerden üniversiteye alınmayanlar veya içeriye alındıktan sonra dışarıya çıkartılanlar hak arama başvurusunda bulundukları takdirde mahkemelerin aleyhte karar vermeleridir. Aleyhte karar verirlerse, yani mevcut anayasa değişikliğinin yürürlüğe girdiği ve 17. maddenin yürürlüğe gireceği tarihe kadar, okuma hakkının geri alınması ve başörtüsü yasağının kaldırılması için yapılan mücadelelerin tümü çok büyük ölçüde heba olup gidecektir.

Yeni Asya gazetesinin bu meseleye çok duyarlı başyazarı olarak bu konuyu daha çok dile getirmenizin yararlı olacağına inanıyorum.

Bana göre, Sayın Cumhurbaşkanı takdir hakkını anayasa paketinin iadesinden yana kullanmış olsaydı, tartışma TBMM’de biraz daha devam ederdi. Cumhurbaşkanı da tarafsız konumunu perçinlemek suretiyle sorunun çözümüne olumlu bir katkıda bulunma şansını arttırırdı.

Gelinen noktada, anayasanın 42. maddesinin son cümlesine göre kanun çıkartılmadığı ve ek 17. madde buna göre düzeltilmediği takdirde tartışmaların büyüyerek devam etmesinden ve mahkemelerin aleyhte karar vermesinden endişe ediyor, hayırlı hizmetlerinizde başarılarınızın devamını Yüce Allah’tan diliyorum.

Mustafa BaşoğluTürkiye Sağlık İşçileri

Sendikası Genel Başkanı

02.03.2008

E-Posta: [email protected]




Mikail YAPRAK

Çocuk hatip olursa



Avusturya’nın bir şehrinde, yetişmeleri için çocuklara okutulan hutbelerden birini geçen hafta köşemize almıştık. Belki okuyucularımızın da aklından geçen bir husus, bu uygulama esnasında tartışıldı. Yani çocuğa hutbe okutmanın caiz olup olmadığı meselesi. Sonuçta bu çocuklara sadece hutbe okutulup, imamlık vazifesi asıl sorumluya bırakıldı. Araştırdığım kadarıyla fıkhın tavsiyesi de budur. Çocuğun Cuma hutbesi okuyabilmesi için “mümeyyiz” olması, yani iyiliği kötülükten ayırt edebilir yaşta olması yeterlidir. Mümeyyizlik yaşı 7 ila 9 yaş arası olmakla beraber, bu dahi izafîdir. Bazı çocuklar çok erken yaşta “mümeyyiz” olabiliyorlar. Beş yaşında hafız olan çocuklar gibi..

Dinin, toplum üzerinde te’sis ettiği anlayış ve hoşgörüye bakınız ki, minber gibi değer verilen ve saygı gösterilen bir makamda konuşan çocuk bile olsa, sözlerine kulak veriliyor, duasına amin deniliyor. Yani bu durum, 23 Nisan’larda bazı makamların bir kaç dakikalığına şov kabilinden sembolik olarak çocuklara bırakılmasına benzemiyor. Gayet ciddî ve vakur bir hava içinde cereyan ediyor. Kısacası hatibimiz çocuk bile olsa, hitabı “çocuksu” olmuyor. İşte hutbemiz:

Muhterem Müminler! Bu ahirzamanda çocuklarınızın eğitimi ve onların hayırlı birer evlat olarak yetiştirilmeleri, siz değerli büyüklerimizin en büyük derdi olsa gerektir. Öyleyse çocuklarınızın kalp ve ruhlarını İslamiyet ve iman nurlarıyla ve Peygamber sevgisiyle terbiye ediniz, akıllarını da fizik, kimya, tıp ve diğer fen bilimleriyle aydınlatınız.

Çocuğunun dünya hayatı üzerinde titreyen, onun maddî bünyesini ve bedenini ihmal etmeyen, fakat onun maneviyatını ve ahiretini hiç düşünmeyen bir anne veya baba, farkında olmadan ona en büyük kötülüğü yapıyor demektir. Sonuçta bunun cezasını, hem dünyada hem ahirette çekenler de ne yazık ki yine anne ve babalar oluyor.

Halbuki çocuklar bir taraftan okullarda fen bilimlerini öğrenerek akıllarını ve beyinlerini geliştirirken; onların kalp ve ruhlarının manen gelişmesine de çalışılmalı, bütün imkânlar bu uğurda seferber edilmelidir.

Bunun yolu da aileden geçiyor. Müslüman bir ailenin, her şeyden önce çocuğuna Peygamber sevgisini aşılaması gerekiyor. Bir hadis-i şerifte “Çocuğunuza kitabını öğretin, yüzmeyi öğretin ve Peygamberini sevdirin” buyuruluyor.

Değerli Mü’minler!

Bugün ihtiyar dünyamızda açlık ve savaş en önce çocukları vuruyor. Aslında en büyük problem ahlâk problemidir. Güzel ahlak olmadan açlık problemi de çözülmez. Kalp durmuşsa cesede ne yapabilirsiniz? Halife Ömer Bin Abdülaziz zamanında, İslam dünyasında zekât verilecek kişi kalmamıştı. Koskoca kıtada zekât verilecek insan aranıyordu. Çünkü o zaman ahlak güzeldi. Bugün ahlak bozukluğu ve ruhî çöküntü vardır. Ruh çökmüşse bedeni doyuramazsınız. Eğer maddîyat insan refahı için birinci şart olsaydı, bugün Avrupa ve Amerika huzursuzluk kıskacında debelenmezdi. Bir insan, bir toplum ne kadar zengin olursa olsun, merhamet ve insanlık kalmadıktan sonra neye yarar?

Aziz Mü’minler! “İnsan bir yolcudur. Ruhlar aleminden, anne rahminden, çocukluktan, gençlikten, ihtiyarlıktan, kabirden, berzahtan, haşirden, sırat köprüsünden ta Ebed yurduna kadar yolculuğu devam eder.”

“Çocuklar, yalnız Cennet fikriyle, onlara dehşetli ve ağlatıcı görünen ölümlere karşı dayanabilirler. Çok zayıf ve nazik vücutlarında bir kuvve-i maneviye bulabilirler. Her şeyden çabuk ağlayan mukavemetsiz mizaçlarında o Cennet ile ümit bulup sevinçle yaşayabilirler. Meselâ Cennet fikriyle der:

“Benim küçük kardeşim veya arkadaşım öldü, Cennetin bir kuşu oldu, Cennette gezer, bizden daha güzel yaşar.”

02.03.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

İyilik için yaşamak



Her iyiliğin bir sadaka olduğunu biliyor muyduk?

Ne kadar önemli. Siz iyilik için çırpınacaksınız; her hareketiniz, her davranışınız sadaka hükmüne geçecek, sevap kazandıracak. Bir hadis-i şerifte belirtildiğine göre bir kardeşimize tebessümle bakmamız sadaka hükmüne geçiyor. İyiliği emredip kötülükten sakındırmamız sadaka sayılıyor. Yolunu kaybetmiş bir kimseye yol göstermemiz sadaka. Dahası iyi görmeyen bir kimseye yardımcı olmamız bir sadaka. Yolda giderken yol üzerinde rastladığımız taşı, çakılı, dikeni, kemiği, insanlara zarar verecek şeyleri çöpe atmak sadaka.1

Demek oluyor ki yapılan maddî ve manevî her iyilik bir sadaka.

Bunda iyilik için koşmaya, çırpınmaya teşvik var.

İyilik adamıdır mü’min. Dinini yaşayan mü’min tepeden tırnağa iyilikten ibarettir.

İyilik için koşan insan ise mutlu insandır. İyilik insanı sevindiren, mutlu eden iş değil midir? Her iyiliğin içine insanın gönlünü hoş tutacak bir özellik konulmuştur.

Bu açıdan bakıldığında dünyanın da nasıl Cennete döndüğünü görürüz. Aklında, fikrinde, hayalinde, ruhunda, kalbinde iyilikten başka birşeye yer vermeyen bir insan kadar yeryüzünde mutlu olabilen kim vardır?

Vaadedilen mükâfatlarda da hep iyiliğe teşvik söz konusudur. Beş on kuruş kâr için didinip çırpınan bir insanın kalıcı, ebedî mükâfatlar için harekete geçmemesi mümkün değil. Birgün Kâinatın Efendisi (asm) Cennette içeriden dışarısı, dışarıdan içerisi gözüken bir kısım odalardan bahsetmiş. Meraklanan Sahabe, “Bunlar kimlere aittir?” diye sorduğunda Allah Resûlü (asm), tatlı dilli, yemek yediren, oruç tutmayı alışkanlık hâline getiren ve herkes uykudayken geceleri kalkıp namaz kılanlara ait olduğunu bildirmiş.2

Demek iyiliğin hem peşin, hem de ileride verilecek mükâfatları var. Dünyamız Cennete dönüyor, ahiretimiz Cennete dönüyor.

İmanın dünyayı da Cennete çevirmesinin önemli bir sebebi de imanın Cennetteki tuba ağacının çekirdeğini taşımış olması. Nasıl tuba ağacında her çeşit meyve bulunuyorsa iman çekirdeği inkişaf ettiğinde de her çeşit mânevî güzel meyveleri verecektir. Sevgi, saygı, şefkat, cömertlik, cesaret, adalet gibi ne kadar güzel haslet varsa hepsi imanın meyvesidir. Bu duyguların fiiliyâta dökülmesi de mutluluk sebebidir. Her iyilikte peşin bir lezzet yok muydu? Demek ki inanan insan inandıklarını hayata geçirdiğinde mutluluğu yakalamış olur.

Demek dünyada da bir nev'î Cennet hayatı yaşamak isteyen insan, dinin emirlerini uygulamak, yasaklarından kaçınmak, iyiliklere koşmakta titiz davranmalıdır. O zaman burada da Cennetin küçük bir örneğini yaşamış olur insan.

Dipnotlar:

1- Tirmizî, Birr: 36.

2- Tirmizî, Birr: 53.

02.03.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Sünnet ve temel kaynaklarda başörtüsü



Hadis-i şeriflerde gerek üst giyim, gerekse başörtüsü açıkça zikredilir. Bu hadisler, tesettür âyetlerinin tefsiri ve yorumudur. Şüphesiz ki, Kur’ân’ı en iyi anlayan, yorumlayan, açıklayan, izâh eden de Resûl-i Ekrem Efendimizdir (asm). Çünkü, Kur’ân, ona vahy olunmuştur.

Örtünmek, Kitap, Sünnet ve icmâ ile sabittir. Peygamber Efendimiz (asm), bizzat hanımlarını örttüğü gibi, bunun uygulamasını da yaptırmıştır. Başta kendi hanımları ümmetin hanımlarına en güzel örnek olmak üzere, sâir sahabî hanımlar da örtünmüşlerdir. Bir hadiste şöyle anlatılır:

“Cenâb-ı Hakk’ın ‘Ey peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü’minlerin hanımlarına söyle. Evlerinden çıktıklarında dış örtülerini üzerlerine alsınlar’ (Ahzâb: 59) kavl-i şerifleri indiği zaman, Ensâr kadınları başlarında siyah örtüden kargalar taşıyor oldukları halde dışarı çıkarlardı.”1

Bir diğerinde ise şöyle bir hâdise ile beraber örtü yerleştirilmektedir:

“Hz. Aişe (ra) diyor: ‘Esmâ Bintu Ebi Bekr (ra), üzerinde ince bir elbise olduğu halde Resûlullah (asm) huzuruna girmişti. Aleyhissalâtu Vesselâm, ondan yönünü ters istikamete çevirdi ve: ‘Ey Esmâ! Kadın hayız yaşına girdi mi ondan sadece şunun ve şunun dışında hiçbir yerinin görünmesi câiz değildir!’ dedi ve yüzü ile ellerine işaret etti.” 2

Bütün mezhep imamları, Kur’ân ve Sünnet uzmanları, örtü ve başörtüsünde ittifak etmişlerdir. Bütün âlimler de aynı noktaya parmak basmışlar, tesettürsüzlüğe gidecek hiçbir harekete tavizkâr bakmamışlar, müsamaha etmemişlerdir.

Bediüzzaman, “Tesettür ve irsiyet hakkındaki yüz bin tefsirin aynı mânâyı söylediklerine binâen...”3 ifâdelerini kullanarak, her tefsirde yer aldığını belirtir.

Devamında ise şu çarpıcı ifâdeleri mahkemede söylerken, aynı zamanda da Müslümanların tesettüre ve başörtüsüne bakış tarzlarını yansıtır:

“‘Tesettür ve terbiye-i İslâmiye taraftarıdır’ diye suç göstermiş. Bu ise hem Eskişehir, hem Denizli, hem Afyon’da, hem Afyon’un Mahkemesinin kararnamesinde de neşredildiği gibi, on beş sene evvel Eskişehir’de tesettür taraftarlığım için mahkeme bana ilişmiş. Ben de hem mahkemeye, hem Mahkeme-i Temyize bu cevabı vermişim:

“‘Bin üç yüz elli senede ve her asırda üç yüz elli milyon Müslümanların kudsî bir düstur-u hayat-ı içtimâîsi ve üç yüz elli bin tefsirin mânâlarının ittifaklarına iktidaen ve bin üç yüz elli senede geçmiş ecdâtlarımızın itikadlarına ittibâen tesettür hakkındaki bir âyet-i kerimeyi tefsir eden bir adamı itham eden, elbette zemin yüzünde adalet varsa, bu ithamı şiddetle reddeder ve o ithama göre hüküm verilse nakz ve reddedecek.

“Bu âyet-i kerimenin tesettür emri kadınlara büyük bir merhamet olduğunu ve kadınları sefaletten kurtardığını, Risâle-i Nur kat’î ispat ettiği gibi, Sebilürreşad’ın 115. sayısındaki ‘Ehl-i iman âhiret hemşirelerime’ ünvanı olan bir makalem ispat eder.”4

Dipnotlar: 1- Ebu Dâvud, Libas 32.;

2- Ebu Dâvud, Libâs 34.; 3- Emirdağ Lâhikası, Yeni Asya Neşriyatı, s. 286.;

4- A.g.e., s. 361.

02.03.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Dünya haremlik selâmlığı keşfederken...



Geçtiğimiz haftalarda gazetelerde yer alan haberleri hatırlarsınız.

Taşıma araçlarında kadınlara yönelik hırsızlık ve cinsel taciz olaylarının artması yerel yöneticileri farklı bir uygulamaya mecbur etmişti. Kadınlara özel taşıma araçları tahsis etmişlerdi.

Benzer bir uygulama geçtiğimiz yıl Rusya’da da başlatılmıştı. Metroların bazı vagonları kadınlara tahsis edilmiş ve kadınlara özel otobüsler ayrılmıştı.

Bunlara benzer bir haber de eğitim dünyası ile ilgili. İşte İngiltere ve ABD’den iki ayrı uygulama…

Karma eğitim zararlı!

İngiltere’nin ünlü okullarından Saint Mary Lisesi’nin müdürü Frances King İngiliz Times gazetesine verdiği röportajda “Karma eğitim genç kızlara zarar veriyor” değerlendirmesinde bulunarak karma eğitimin ergenlik dönemindeki kırılgan yapıda olan genç kızların kendilerine güvenlerini zedelediğini, akademik kariyerlerini tahrip ettiğini ifade ediyor.

ABD karma eğitimi terk ediyor

Sınav sonuçlarının yıllardır çok düşük olması, okulu bırakanların çoğalması, hamile kalan kız öğrenci sayısındaki artışlar yüzünden Georgia Eyaletinde bir bölge karma eğitimi tamamen terk ederek kız ve erkek öğrencileri ayırdı. (29 Şubat 2008, Yeni Asya)

Habere göre yapılan araştırmalar kız ve erkeklerin ayrı sınıflara konulduğu zaman kendilerini daha fazla derslere verdiğini gösteriyor. Dolayısıyla sınav neticeleri düzelip, eğitim seviyesi ve kendine güven artıyor.

Ayrıca aşırı eğlence, kavga, suç işleme, boşa vakit harcama, taciz, gebelik gibi olumsuzlukların ayrı eğitim veren okullarda en aza indiği gözlenmiş.

***

Evet, Ademler ve Havvalar arasında inkârı mümkün olmayan, duygusal donanımından, kas yapısına kadar uzanan sayısız farklılıklar söz konusu. İslâm’a has haremlik selâmlık uygulamasının hikmetlerinden bir tanesi de bu farklılıklar olsa gerek.

Batı dünyasında haremlik selâmlık uygulamasının benimsenmesi ise fıtrata dönüş hareketinden başka bir şey değil. Batı haremlik selâmlığı keşfederken, biz Müslümanların İslâm’ın bu güzel uygulamasını aile ve toplum hayatında terk etmeye başlaması işin çok şaşılacak ayrı bir yönü…

Asr-ı Saadetten uygulamalar

İbrahim Canan “Hz. Peygamberin Sünnetinde Terbiye” isimli eserinde o dönemdeki olaylardan örnekler vererek şunları söyler: “Gerek Hz. Peygamber devrinde, gerekse ilk halifeler devrinde kadınlar camilerde kendilerine has mahallerde erkeklerle birlikte ibadetlerini yapmışlar, camilerde yapılan dinî tedrisâtı takip ederek dinlerini öğrenmişlerdir. Nadir durumlarda kendilerine hususî gün ve imam ayrılmıştır (…) Eski kaynaklardan biri olan Kabisi’de de kız ve erkek çocuklarının ayrılmasının tavsiye edildiğini görürüz. Der ki: “Erkeklerle kızları karıştırmamak da çocukların salâhından ve onlara güzel nezaretten sayılır. İbnu Sahnun demiştir ki: “Öğretmenin kızları oğlanlarla karıştırarak okutmasını iyi görmem. Çünkü bu onların bozulmasına sebep olur”

Fıtrata uygun eğitim

Konu ile ilgili kaynakları tararken kız ve erkeklerin ayrı olarak okutulması ile beraber fıtratlarına göre bir eğitim müfredatının da uygulandığını öğrendim. Bu sadece İslâm tarihinde değil, Batıda da geçerli.

Sözgelimi eğitimci Jean Jack Rousseau kız çocuklarına “mahir bir zevce” olmanın yollarını öğretmek gerektiğinden bahsetmekte “Emile” isimli eserinde.

B. Russel da kızlara ayrı bir terbiye sisteminin tatbik edilmesinin zarurî olduğunu belirterek “Fakat bu terbiye sistemi, cinslerin eşitliği için duyulan arzu yüzünden çığırından çıkmıştır” diyerek feminizmin getirdiği zararları anlatmakta.

Fransız araştırmacı Claud Grignon da, yaptığı anketler neticesinde kadınların seçtikleri mesleklerin evlenme şanslarına tesir etmesi sebebiyle kızların okul ve meslek tercihlerini etkilediğini tesbit ettiğinden kızlara şefkatlerini aksettirebilecekleri pedagojik, tıbbî ilimler, eğitim gibi meslekler tavsiye etmekte. “Bu meslekler çoğu kez garantili ve kârlı değilse de ‘iyi bir evlilik yapma şansı’ tanıyan mesleklerdir” diye de eklemekte.

“Aklın yolu birdir” denir ya, Batılı aydınların haklı olduklarına inanıyorum. Sizce de öyle değil mi?

02.03.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Bid'at üzerine



Abdurrahim Bey: “Bid’at nedir? Bid’atın zıddı nedir? Bid’at-ı hasene ve seyyie var mıdır, açıklar mısınız?”

İslâmiyet son dindir. Tebliğcisi Hazret-i Muhammed’dir (asm). Farz, vacip, sünnet ve müstehap bütün esasları vahiy ürünüdür, Hazret-i Peygamber Efendimizin (asm) nübüvvet nazarından geçmiştir. Peygamber Efendimiz (asm) hayattayken tamamlanmış, kemale erdirilmiş bir dindir.

Bid’at, lügatte, “sonradan ortaya çıkan şey, dinin aslında olmayan yeni icat, dinden olmayıp dindenmiş gibi gösterilmek istenen yeni buluş, sonradan türeyen dinî anlayış” demektir. Dinî bir terim olarak bid’at, Hazret-i Peygamber (asm) ve onun ashabından sonra ortaya çıkan ve aslı dine dayanmadığı halde dinî bir çerçeve içinde sunulan yeni yaklaşımlar ve yeni âdetlerdir.

Bid’atın zıttı sünnettir. Resul-i Ekrem’den (asm) ve onun ashabından sahih olarak rivayet edilen her şey sünnet kapsamındadır. Bid’ate lüzum yoktur. Çünkü sünnet vardır, sünnet boşluk bırakmamıştır, tüm yeni durumları da sünnet zaptetmiştir. Çünkü bu din eksik bırakılmamış, tamamlanmıştır. Zaten eksik bırakılmış olsaydı, yine beşer aklıyla değil, vahiyle tamamlanacaktı. Vahiy bu dini tamamladığına göre, beşer aklına yeni icatla ilgili bir mesele bırakılmamıştır.

İçtihat bid’at değildir, sünnettir. Çünkü içtihat, yeni durumlara Kur’ân ve Sünnetten çözümler bulmaktan ibarettir. Dinle doğrudan ilgisi olmayan teknik araç gereçlerin de bid’atle ilgisi yoktur. Meselâ hacca deve ile gitmek yerine uçak ile gitmek bid’at değildir. Ezan okurken hoparlör kullanmak bid’at değildir. Teypten Kur’ân-ı Kerim dinlemek bid’at değildir. Camie otomobil ile gitmek bid’ât değildir. İnternet ortamında dini tebliğ etmek bid’at değildir. Yemekte kaşık, çatal ve bıçak kullanmak bid’at değildir. Bunların hepsi teknik araç ve gereçlerden ibarettir. Bunlarda dinin özüne ve aslına dokunulmuyor.

Bedîüzzaman’ın tanımıyla bid’at, ahkâm-ı ubudiyette yeni icatlar çıkarmaktır. Kur’ân’ın, “Bu gün size dininizi kemale erdirdim.”1 sırrı ile çeliştiği için İslâmiyet’te bid’at reddedilmiştir. Çünkü bu ayet, İslâmiyet’in Hazret-i Peygamber Efendimizin (asm) risâletiyle birlikte kemale erdiği bildiriliyor. Bid’at ise bu esasa zıttır.

Peygamber Efendimiz (asm) buyurmuştur ki: “Kim benden sonra terk edilmiş bir sünnetimi diriltirse onunla amel eden herkesin ecri kadar o kimseye -onların sevabından hiçbir şey eksiltilmeden- sevap verilir. Kim de Allah’ın ve Resulü’nün rızasına uygun düşmeyen bir kötü bid’at icat ederse, onunla amel eden insanların günahları kadar o kişiye-onların günahlarından hiçbir şey eksiltilmeden- günah yükletilir.”2 Peygamber Efendimiz (asm) bir diğer hadislerinde: “Her bid’at dalâlettir. Her dalâlet ateştedir”3 buyurmuştur.

İslâm bilginleri bid’ati iki gurupta incelemişlerdir: 1-Bid’at-i seyyie, 2-Bid’at-i hasene.

1-Bid’at-i seyyie: Kötü ve zararlı olduğunda şüphe olmayan bid’atlerdir. Meselâ ezanı aslından değil de, Türkçe veya başka bir dilde okumak bid’at-i seyyiedir. Üstad Hazretlerinin bir dönem camilere girdiğini söylediği bid’atler ezanın Türkçe okunması gibi İslâm dininin ibadetlerini değiştirme ve ibadette yeni usul getirme girişimleridir. Keza türbeleri ziyaret esnasında türbelere horoz adamak, türbelerde mum yakmak, dilek dilemek... Vs. bid’at-i seyyieye örnek olarak verilebilir.

2-Bid’at-ı hasene: Kötü ve zararlı olmadığı düşünülen, dinin esası ile tezat oluşturmayan bid’atlerdir. Ölenin ardından dinî bir heyecanla mevlit merasimi düzenlemek, ölenin ardından kırkıncı gün, elli ikinci gün... Vs düzenleyerek bu günlerde dinî toplantılar yapmak gibi adetlere bid’at-i hasene denmiştir.

Dipnotlar:

1- Mâide Sûresi: 3;

2- Tirmizî, İlim, 2817;

3- Beyhâkî, Sünen, 3/213, 214

02.03.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Nasıl şükretmeyeyim abi!



Gazetemizin kuruluşunun 39. yılı münasebetiyle merkezimize gelen mesajların yanı sıra Ankara temsilciliğine de çok sayıda sivil toplum kuruluşundan tebrik telefonları, çiçekler aldık, ziyaretler yapıldı. 39. yıl sevincimizde bizimle ortak olan okuyucularımıza, sivil toplum kuruluşlarının başkanlarına, özellikle Memur-Sen, Diyanet-Sen, Eğitim-Bir-Sen, Müsiad Ankara Şubesi başkanlarına teşekkür ediyoruz. Bu arada bizzat büromuza gelen Bem-Bir-Sen ve Büro-Memur-Sen yöneticilerine, Müsiad Ankara Şubesi yetkililerine bu mutlu günümüzde bizimle beraber oldukları için şükranlarımızı sunuyoruz.

* * *

Gazetemizin kuruluş yıldönümü ile ilgili geçen hafta yazdığımız yazıda, Yeni Asya’nın kamuoyu nezdindeki imajının bir kaçını şöyle sıralamıştık: “Demokratikleşme yolundaki ısrarlı takibini sürdürür. Özgürlükçü, demokrat, insan hak ve hürriyetlerine değer verir. İfâde ve inanç özgürlüğünü tereddütsüz savunur. İnandıklarını haykırmaktan geri durmaz. İlkelidir. Sağduyulu ve objektif habercilik yapar. AB sürecine destek verir. İslâm’ın doğru yorumlanmasına büyük katkı sağlar. Mânevî değerlere bağlıdır. Doğrunun gür sesi olmuştur. İnsan haklarını her zaman savunmuştur…”

Bu cümleden sonra da “Allah’a ne kadar şükretsek azdır” diyerek şükrümüzün sebeplerini sıralamıştık. “Çünkü yalan yazan, hep güçlünün yanında olan, zamana ve zemine göre kulvar değiştiren, milletin değerlerine saygı göstermeyen, milletin değil, sadece bir zümrenin hakkını savunan, devletin gazetesi olarak hatırlanan ya da ihtilâli savunan bir gazete olarak hatırlanmak ne kadar yüz kızartıcı, onur kırıcı olurdu.”

* * *

Bu sözlerimiz üzerine Ali Rıza Aydın’dan bir mesaj aldım. Bugünkü köşemizi Ali Rıza Bey’in, “şükretmek” kelimesinden yola çıkarak kaleme aldığı mesaj yüklü ve çok anlamlı yazısına ayırmak istiyorum;

Şükretmek ne güzel bir duygu ve şükretmek ne güzel bir olgu… Çünkü:

“Şükür nimeti ziyadeleştirir.” Âmennâ.

Şükür, kanaati öğretir.

Şükür, bereketi arttırır.

Şükür, sabretmenin tâ kendisidir.

Şükür, mutlu olma maharetini kazandırır.

Şükür, toplum hayatında önemli bir denge unsurudur… Başka?

Şükür, dikiz aynasından arkaya bakmaktır sanki.

Şükür, “nimetin arkasındaki El”i fark etmektir.

Şükür, hep ufka yönelerek ulaşmayı beklemek yerine, elde bulunanın kadrini bilme meziyetidir. Dahası?

Şükredebilme takatini veren Kudret’e sonsuz şükretme nimetidir şükür…”

Ali Rıza Bey bunları yazdıktan sonra bir taksi şoförü ile yaşadığı hatırayı aktarıyor:

“İşler nasıl?”

“Çok şükür abi.”

“Şükretmek ne güzel bir duygu…”

“Nasıl şükretmeyeyim abi!.. Adam çöpten, mezbeleden kâğıt topluyor, atık topluyor mutlu. Akşam evine ekmek götürebildiğine memnun. Ben nasıl şükretmeyeyim abi? Çalışıyorum, kazanıyorum, sağlığım yerinde. Gerçi böbrek ameliyatı geçirdim, ama iyiyim. Eve gidiyorum kalorifer yanıyor. Allah ne verdiyse sofram hazır. Bir de fukarayı, gurebayı düşünelim abi…”

Taksi şoförleri bir bakıma toplumun nabzıdırlar. Çok konuşkandırlar, konuşulan çok şeyi işitirler ve birçok olaya da şahit olurlar.

Ali Rıza Bey, yazısının sonunda bütün bunlardan çıkarttığı dersi şöyle anlatıyor: “Şoför arkadaş ‘dikiz aynasına bakacaksın, hep arkaya bakacaksın’ demişti. O mutlu olmanın sırrını keşfetmiş gibiydi. Onu ne harp, ne darp, ne de gündelik siyaset ilgilendiriyordu. Çünkü o ‘Kanaat eden iktisat eder. İktisat eden de bereket bulur’ gerçeğini fark etmiş gibiydi. Çünkü o hep şükrediyordu…”

* * *

Ali Rıza Beyin bu güzel cümlelerinden sonra diyeceğimiz şey, gerçekten böyle bir gazetemiz olduğu için ne kadar şükretsek azdır. Eksikleri, noksanları, sayfa sayısının veya tirajımızın azlığı söz konusu olabilir. Ancak kamuoyundaki “hakikatin gür sesi” imajı bütün bunların çok üzerinde bir değerdir. Saydıklarımız aşılacak meselelerdir, ama kötü imajın kamuoyunda değiştirilmesi çok zordur. İşte bunun için şükrediyoruz.

Hizmet dolu daha nice yıllara dileklerimizle duâlarınızı bekliyoruz…

02.03.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Netice Tepesi



Malûm olduğu üzere, terörle mücadele her yönüyle hassas bir konudur. Bu mücadele sırasında “masum”lara zarar vermemek, “birisinin hatasıyla başkasını mes’ul tutmamak” gibi zor ve önemli konulara dikkat edilmesi gerekir. Dolayısı ile bu konu hakkında “hüküm” verirken de bilhassa dikkatli olmak gerekiyor.

Türkiye, PKK terörüyle yürüttüğü mücadele esnasında zaman zaman ‘sınır ötesi müdahale’ye müracaat etmiştir. Ancak görülmüştür ki, ‘sınır ötesi müdahale’ de tek başına terörü alt etmek için yeterli olmuyor.

Mehmetçik, son günlerde yeniden ‘karadan’ K. Irak’a girdi ve bir hafta süren bir müdahale sonrasında sürpriz şekilde geriye döndü. Yakın zaman önce de ‘havadan’ bir müdahale yapılmış ve o müdahale de neticeleri itibariyle ‘çare’ olup olmadığı konusunda çeşitli tartışmalara sebep olmuştu. Karadan harekât sonrasında “bir an önce geri dönülmesi” noktasında uluslararası “baskı”lar yapıldı. Bu baskılar sonrası, “Belki bir gün, belki bir yıl kalırız” şeklinde açıklamalar yapıldı, ancak bu açıklamaların hemen ertesinde Silâhlı Kuvvetlerimiz Türkiye’ye döndü. Bu sonuç, siyasî çevreler nezdinde de sürpriz oldu. Doğrusu kamuoyu da ‘dönüş’ün bu kadar erken olabileceğini düşünmemişti.

Gerek ‘havadan’ ve gerekse ‘karadan’ yürütülen harekât esnasında medyanın tavrı da dikkat çekiciydi. Böyle durumlarda, her defasında öyle bir hava estiriliyor ki, sadece bu haberlere itimad eden birisi, “Bu defa kesinlikle terörün kökü kazınmıştır, artık bir daha bellerini doğrultamazlar” şeklinde bir kanaate sahip olabilir. Oysa gerçekler daha farklı. İşte asıl bu tavra itiraz edilmeli. Hadiseler olduğu gibi yansıtılmayınca, başlangıçta millet ‘umut’lanıyor, farklı neticeler çıkınca da hayal kırıklığı yaşıyor.

Gazetemizin karikatüristi İbrahim Özdabak’ın, harekât devam ederken çizdiği bir karikatür, aslında hadiseyi özetliyordu. Özdabak’in çizdiği karikatürde dört ‘tepe’ bulunuyor: “Kandil Dağı,” “Gabar Dağı,” “Cudi Dağı” ve “Netice Tepesi.” Bu dört ‘tepe’nin üçü güvenlik kuvvetlerince ‘ele geçirilmiş’ yalnız bir ‘tepe’ henüz ele geçirilememişti. Ama asıl o ‘tepe’nin ele geçirilmesi gerekiyor: “Netice Tepesi!”

Her iş, neticeleri itibarıyla değerlendirilir. Gerek havadan ve gerekse karadan yürütülen mücadelenin neticeleri de önümüzdeki günlerde ya da aylarda kendisini gösterir. Eğer, başlangıçta ifade edildiği üzere, terörün ‘kökü’ kazınabilmişse, ‘netice’ alınmış ve ‘son tepe’ de kontrol altına alınmış demektir. Yok, eğer terör aynı şekilde can yakmaya devam ederse, ‘Netice Tepesi’ kontrol altına alınamamış demektir.

Medyanın yayınlarında ‘Netice Tepesi’nden haber vermemesi; insanları sadece ‘hamaset’le yönlendirmesi en başta kendi itibarını zedeliyor. Aynı zamanda kurumlara duyulan güvenilirlik de sarsılıyor.

Ya millete bu işin anlatıldığı ve anlaşıldığı gibi ‘kolay’ olmadığı ve mücadelenin uzun yıllar sürebileceği samimiyetle ifade edilsin, ya da ‘Netice Tepesi’ kontrol altına alınsın. Aksi her durum, insanların kafasında cevaplayamadığı soruların oluşmasına yol açar.

İnşallah ‘Netice Tepesi’nin de kontrol altına alındığı günleri görürüz...

02.03.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri