Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 14 Mart 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 



Rifat OKYAY

Dipsiz kazanda oyalananlar



“Risâle-i Nur dahi o Kur’ân-ı Azimüşşanın hakaiki imaniyesinin bürhanları, hüccetleri olduğundan ve Kur’ân’ın hıfz ve kıraatine vasıta ve vesile ve hakaikını tefsir ve izah olduğu cihetle, Kur’ân hıfzıyla beraber ona çalışmak da elzemdir.”

Her halükârda Kur’ân’ın basamağı, eşiği ve müşevviki olarak Risâle-i Nur okumaları önem arz etmektedir. Hıfzında olan da, hıfzına alacak olan da Kur’ân-ı okuduğu ve okumaya çalıştığı kadar onun bir mucize-i manevîyesi olan asrın iman ve inanç tefsiri Risâle-i Nur’ları okumaya çalışmalı ve okumalıdır.

“Bir dev gibi bir dağ gibi doğrulacağız;

Yeni bir

ruh doğacak toprağımızdan.

Dünya yeniden tanıyacak bizi heyecanla.

…..

Y. B. BAKİLER

Doğrulmak, doğmak ve heyecan! İsterseniz bu üçlüyü tersinden de okuyabilirsiniz. Yüzde yetmiş Risâle-i Nur’larla tanışan insanlar, nurları biraz okuduktan sonradır ki Risâle-i Nurlar hakkında itiraflarda bulunurlar, itiraflarda bulunan insanların itirafları arasında muhakkak yer alır bu kelimeler “yeniden doğdum, dosdoğru oldum, çok heyecanlandım…" Ne zaman? Risâle-i Nurları tanıyıp okumaya başladığım zaman…

Gelin ilk zamanlarımıza okuma ve anlama günlerimize geri dönelim. Kendimizde, nefsimizde, kalp-ruh-akıl ve dimağımızda yeniden okumayı ve okuyarak anlamayı yeşertelim. Yeniden ufkumuzu ve ufukları parıl parıl aydınlatalım.

Elbette ki bir mesele var orta yerde. Nedir? Okumanın, anlamanın engelleri, manileri ve belalıları çok… Malayaniyattan, tembellikten, birbirine düşmanlık edecek kadar cehalet ve yeisten ve bilmemek bataklığından çıkamamak gibi…

“Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem!

G

elenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem!

Biri ecdadıma saldırdımı hatta boğarım!

-Boğamazsın ki…, - Hiç olmazsa yanımdan kovarım.”

M. Âkif. ERSOY

Hamaset, vatan, millet ve kahramanlık duygularından vazgeçtik. Hiç olmazsa zarar vermemek için, fayda verenlere engel olmamak için okuyalım, anlayarak okumaya çalışalım. Tembelliği, tenperverliği, miskinliği, inatçılığı, kayırmacılığı, bencilliği içimizden, yanımızdan ve aramızdan kovalım.

Bunların muharriki olan Risâle-i Nur’ları okuyalım, anlayarak okuyalım ve okuyanlara engel olmayalım. Onları takdirle tahsinle alkışlayalım. Ve okumanın haricinde dipsiz bir kazan gibi içinde her şey olan her türlü menfiliğin adına hizmet demeyelim. Anlayarak, bilerek okumak ve anlaşılmak ümidi ve duâsıyla.

14.03.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Kıvrıkoğlu ve Özkök



3 Kasım seçimiyle tarihe gömülen Ecevit hükümetinin önceki Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu ile birlikte kotardığı bir tasarruf, bugüne yansıyan sonuçlarıyla ciddî bir sıkıntı kaynağı olmaya devam ediyor.

Geçen yılki Ağustos Şûrâsında, Jandarma Genel Komutanı Org. Aytaç Yalman’ın teamüllere aykırı ve sürpriz bir şekilde Kara Kuvvetlerine kaydırılmasından söz ediyoruz.

Aslında bu tasarrufun perde arkasıyla ilgili olarak yakın zaman önce medyaya yansıyan ayrıntılı bilgiler, çok daha farklı ve kapsamlı bir “ordu içi darbe ve tasfiye” planının söz konusu olduğunu açıkça ortaya koymakta.

Bu plan Kıvrıkoğlu’nun görev süresini bir yıl uzatma formülüyle gündeme getirilmiş.

Formülün sahibi görünen kişi Başbakan Ecevit. Kıvrıkoğlu ise konu kendisine açıldığında temkinli ve ihtiyatlı bir tavır takınıyor gibi görünse de sonuçta olumlu sinyal vermiş.

Bahçeli’nin tavrıyla ilgili rivayetler muhtelif. Bir kavle göre MHP lideri de uzatmayı kabul etmiş. (...) MHP’li Meclis Başkanı Ömer İzgi’nin son derece faal bir rol üstlendiği ise aşikâr.

O kadar ki, uzatma kararnamesi dahi bizzat İzgi tarafından hazırlanmış. Bu alışılmadık gayretkeşliğin altında ne gibi hesap ve planların yattığı bilinmiyor. Ama bilinen birşey var:

2001 yılının son günlerinde İzgi’nin kızının düğününe Kıvrıkoğlu Yalman’la beraber katılmış ve bolca “kurt” işaretlerinin yapıldığı bir “MHP’liler buluşması”na dönüşen davette MHP lideriyle birlikte nikâh şahidi olmuştu.

Ordu gelenekleri açısından da yadırganan bu katılımdaki tuhaflığa o zaman Yeni Asya’dan başka dikkat çeken olmamıştı. Oysa öteden beri Kıvrıkoğlu için fısıltı gazetesiyle yayılan “MHP’lilik” söylentileriyle birlikte düşünüldüğünde, üzerinde durulması gereken çok önemli bir olaydı bu.

Sonuç olarak, Ecevit’in ortaya attığı, MHP tarafının desteklediği (...) “Kıvrıkoğlu’nun süresini uzatma” girişimi akamete uğradı.

Eğer bu girişim başarılı olsaydı, ordu açısından getireceği en önemli sonuç Hilmi Özkök’ün emekliye ayrılması ve Genelkurmay Başkanlığına Aytaç Yalman’ın gelmesi olacaktı. Nitekim meselenin bu tarafını vurgulayan bazı yorumlarda, söz konusu girişim için “Özkök’ü tasfiye planı” nitelemesi yapılıyor.

Özkök’ü tasfiye planı başarılı olamadı, ama Kıvrıkoğlu’nun Yalman ısrarı bugünkü tabloyu ortaya çıkardı. Peki, böyle bir tabloda Özkök-Yalman ilişkisinin sağlıklı bir zeminde ve ahenk içinde yürüyebilmesi mümkün mü?

Bir tarafta tasfiye edilmek istenen, ama edilemeyen Özkök; diğer tarafta bu planla kendisini Genelkurmay Başkanı olmaya hazırlayan, ama umduğunu bulamayan Yalman...

Bu tuhaf ikilem TSK’yı zorluyor.

***

Bu yazı 26.12.2003’te bu köşede çıkmıştı.

Kıvrıkoğlu’nun “İrtica ile mücadele edemeyeceğine inandığım için Hilmi Özkök’ün Genelkurmay Başkanı olmasını istemedim, onun yerine Aytaç Yalman’ı getirmek istedim” sözleri üzerine bu yazıyı tekrar hatırlamanın, hangi sıkıntılardan geçerek bugüne geldiğimizi daha iyi görmek açısından faydalı olacağını düşündük.

14.03.2008

E-Posta: [email protected]




Şükrü BULUT

"Kürt meselesi"



Türkiyemizin siyasî ve tarihî hadiselere klâsik, dar ve resmî kalıplar arasından bakma lüksü kalmadığını söyleyenlerin ilki elbette değiliz. Dünyanın haberleşme ve ulaşım teknolojisiyle bu kadar küçüldüğü, bilgi merkezlerine kolay usûllerle yığılan rakam, tarih ve durumlara bir parmakla ulaşıldığı şu zamanımızda, Türkiye’nin aktüel ve tarihî problemlerine gelenekçi biçimlerle yaklaşması, ülkemizi dışarda ve içerde fevkalâde sıkıntılara sokar.

Türkiye’nin bir Kürt meselesi olmadığını milletçe yıllardır söylememize rağmen, üç çeyrek asra yakındır, bu millete düşman iç ve dış ortak cereyanlar mütemadiyen ülkemizin bir Kürt meselesi olduğunu iddiâ edip duruyorlar.

Bilhassa Demokratların muvaffak oldukları Bağdat Paktı’ndan bu yana, hariçte devamlı bir şekilde Irak ve Türkiye coğrafyalarında, milletlerarası din ve barış düşmanı komitelerce bir yığınak yapılarak geliniyor. Bağdat Paktı’nı hedef alan bu dinsiz ve müfsid cereyan, anlaşmaya katılmış bölge ülkelerinin idarecilerini, çeşitli desiselerle hunharca cezalandırmış, Kral Faysal ve Nuri Said Paşa hanedânını bebeklerine varıncaya kadar katleden bu vahşî cereyan, Türkiye Başbakanı ve Dışişleri Bakanını idam ettirmiş, İran ve Pakistan idarecilerini de aynı yöntemlerle cezalandırmış.

Türkiye’de 27 Mayıs İhtilâli ve Irak’ta din düşmanı Baas yönetimi iş başına geçince de; aynı küresel müfsitler Mustafa Barzani’yi Kuzey Irak’ta teçhize girişiyorlar.

Paris’te Kürt Enstitüsü ve Amerika’da birkaç zındıka enstitüsünde hazırlanan planın, cemaatleşmiş dinsizlerce yorulmadan, usanmadan ve zamandan kopmadan icra edildiğini maalesef görüyoruz.

Türkiye, 12 Eylül cinayetinin mahiyetini tam konuşamadığından, buradan gelmiş zararların bilânçosunu da henüz yapamamıştır. Tombaladan milletvekili olmuş bazı mebuslarımız bile 12 Eylül'ün içyüzünü bilmiyorlar. Bu ihtilâlin neticesi olan ANAP ve “Çekiç Güç” hadisesini maalesef Türk gençliği öğrenemedi. Çekiç Güç’ün hangi milletlerin askerlerinden oluştuğunu, Güneydoğu’da hangi fonksiyonları icrâ ettiklerini ve görev sürelerinin ANAP hükûmetlerince kaç kez uzatıldığını ben de bilemiyorum. Fakat bu neticeyi değiştirmedi. Birinci ve İkinci Körfez Savaşlarının anahtarlarının bu bölgede konuşturulan o “Güçte” olduğunu tarih tesbit etmiştir.

11 Eylülcülerin intikamı yalnızca Bağdat’a değildi. Bağdat’tan başlayarak Türkiye’nin böğrüne kadar gelecek bütün coğrafyalaraydı. Zira onlar, dünya barışının Ortadoğu barışına bağlı olduğunu, Ortadoğu barışının da Türkiye’nin Güneydoğusundaki barışa dayandığını, Türkiyeli siyâsîlerden daha iyi biliyorlardı. Said Nursî’nin Doğu projesini ve projede yer alan meşhur ‘Şark Üniversitesi’ modelini, zındıka enstitüleri başbakan ve bakanlarımızdan daha iyi biliyorlardı. Diyarbakır, Van, Bitlis ve Mardin gibi vilayetlerimizde kurulacak milletler arası üniversitenin yükleneceği misyona engel olmak için Kürtçülerle Türkçüler, Bediüzzaman’a ateş püskürmüşlerdi.

12 Eylülcüler de ihtilâli müteâkiben evvelâ Risâle-i Nur talebelerinin bölgedeki tesirini kırmış ve ardından Hizbullah modeliyle diğer dindar Kürtleri bölgeden süpürerek uluslar arası zındıkaya dikensiz bir gül bahçesi sunmuşlardı.

Hadiseye bu açıdan baktığınızda, 12 Eylül’ün serapa bir ‘Türkiye adaveti’ konsepti olduğunu, ister istemez fark ediyorsunuz. Doğunun dağlarına, yollarına ve caddelerine kazınan ‘ırkçı sloganların’ bilhassa o günün askerlerince yazıldığını düşündüğünüzde hüzünlenmeden edemiyorsunuz.

Ters tepki ile yörenin Kürt ırkçılığına sahip çıkmasına çalışanların, ne Türklük ve ne de Kürtlükle ilgisi olmayan, yalnızca meşhur din ve barış düşmanı cereyanların hizmetkârları olduklarını, birçoğumuz 1 Mart Tezkeresinden sonra öğrendik.

Düne kadar “Kürt Kimliğini” inkâr eden Türkiye’nin Kürt politikalarını Washington Enstitülerine havâlesi, bugün için en çok üzüldüğüm bir noktadır. Demokrasi ile idare edilen ülkemizde memleketin en hassas meselesi, düne kadar bize ihanet etmiş odaklara bırakılmaz.

Nerede ülkenin bütünlüğü? Nerede Cumhuriyet ve demokrasi?

Arapların ve Türklerin saadetleriyle memzuç bir saadete sahip Kürtlerin, yakın tarihte başlarına gelen felâketlerin tahlili de, yakın bir zamanda yapılacaktır. Halepçe katliâmı ile Kirmanşah katliâmlarının arka planları açıklanacaktır elbette...

Coğrafyasının eteklerinden tutup çekiştirdiği Türkiye, artık klâsik Kemalist kalıplarla hadiseye yanaşma lüksüne sahip değil. Zira medeniyet ve fenler o denli hızlıca ilerliyor ki, Kemalistlerin ihanetini bazı safdil dindarlar da kapatamayacak!

14.03.2008

E-Posta: [email protected]




Kemal BENEK

Çölaşan ezan okur mu?



Danıştay Başsavcısı Tansel Çölaşan’ın ne dediğini kamuoyu biliyor. Tekrarlamaya gerek yok. Yazıya geçmeden Tansel’in anlamını öğrenmek için Türk Dil Kurumu’nun sitesindeki Kişi Adları Sözlüğü’ne müracaat ediyorum. 3 bin 612 kız, 7 bin 230 erkek olmak üzere toplam 10 bin 842 ismin yer aldığı sözlükte Tansel ismi hem erkek hem de kızlar için kullanılıyormuş. Buna göre Tansel ismi “şafak seli, ışık seli” anlamında geliyormuş. Demek ki sayın başsavcının “kükremiş sel gibi” taşmasının arkasında isminin büyük bir katkısı varmış.

**

Büyük tepki alan Çölaşan’a Mecliste herhangi bir cevap verilip verilmeyeceğini merak ediyoruz. Salı günkü grup toplantılarında duymadık. Genel kuruldaki görüşmelerde ise DTP Tunceli Milletvekili Şerafettin Halis’in kınaması dışında temas eden olmadı.

Çölaşan’ın 48 sene önceki darbeyi öven, başbakan ve iki bakanın asılmasını göklere çıkararak bugünlere mesaj veren hatırlatmasını üstüne alınan pek olmamış. Ama alınmalıydılar. Özellikle de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan. Seçim döneminde bilboardlarda kendi resmini Adnan Menderes’le birlikte kullanarak devamı olduğunu ihsas eden Erdoğan’ın söyleyecek bir çift lafı olmalıydı.

**

Tansel Çölaşan’ın ezanla ilgili sözlerine gelince. Türkçe ezanı dinlediği için az kalsın namaza başlayacakmış meğer. “Gönlü namazda olanın kulağı ezanda olurmuş” derler. Tansel Hanım eğer Türkçe ezan okunmasını istiyorsa kim engelliyor ki. İsterse eşi Emin Çölaşan ezanı Türkçe okuyabilir, kendisi de ibadetini Türkçe yapabilir. Tercih meselesi. Bu fetvayı ben veremem. Ama Çölaşan çiftinin bunun için fetva aramaya ihtiyaçları yok zaten. Kendileri bu konuları çok iyi biliyorlar! Başörtüsünün İslamda yeri olmadığını söylemişlerdi. Eğer fetvada tereddüde düşerlerse CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’a müracaat edebilirler.

**

Tansel Hanımı bilmem ama Müslüman bir ülkede bir süre kalan yabancıların ezanla ilgili düşünceleri şahsen çok hoşuma gider. Arkadaşımız Faruk Çakır daha önce yazmıştı. Meselâ Fenerbahçe’nin 103 golle şampiyon olduğu efsane kadronun 1 numarası Alman Toni Schumacher, Antalya’ya geldiğinde “Ezan sesini duymak beni mutlu etti, bu sesi özlemişim” demişti.

Bir Türkle evlendikten sonra Türkiye’de yaşamaya başlayan Çin vatandaşı Zheng Nan: “Ezan sesini çok seviyorum; Koreli arkadaşlarım var, onlar da çok seviyorlar” demişti.

ABD’li tasarımcı Donna Karan da; “İstanbul’da en çok sevdiğim ne biliyor musunuz? Camiden gelen ezan sesi. Bu ses insanlara ‘Tamam, herkes ne yapıyorsa bıraksın. Şimdi nefes alma zamanı’ diyor. Bence ezan sesi üniversal bir ses olmalı” demişti.

Dikkat ettiniz mi? Arapça ezana hayranlık duyanlar sadece Müslümanlar değil, aynı zamanda; Alman, Çinli, Koreli ve Amerikalı. Ben dikkat ettim de…

14.03.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Kader hükmedince



“Kader gelince gören göz görmez olur.”1

Hadisten mülhem veya mânâ yönüyle hadise dayalı bir hakikat.

Hz. Hüseyin de bu hakikate mâsadaktı. Maksadı önemli ve büyüktü. Emevîlerin dayandığı istibdadı netice veren, adaletsizlik ve haksızlığa sebep olan milliyetçiliğe karşı din kardeşliğini esas almaktaydı. Asr-ı Saadette gerçekleştirilen hürriyet-i şer’iye gibi güzel bir maksat için bir kaç aydır ikamet ettiği Mekke’den yola çıkıyordu. Yolda karşılaştığı ünlü şâir Ferezdak da, sorusu üzerine ona veciz bir şekilde Irak halkını şöyle anlatacaktı: “Onların kalbleri seninledir. Kılıçları ise, üzerine çevrilmiştir. Kalbler seninledir. Ama kılıçlar Ümeyye Oğullarıyladır.”

O, on sekiz bin kişinin kendisine biat ettiği haberi üzerine yola çıkmıştı. Onun adına biatı alan amcasıoğlu Müslim bin Akil acele gelmesini istemişti.

Ama olaylar hiç de umduğu gibi gerçekleşmeyecek, Kufeliler Müslim bin Akil’e sahip çıkmayacaklardı. Tabiî ki Hz. Hüseyin’e de. Öyle ki yüz bin kişiyle karşılayacaklarını söyledikleri halde, gönderdiği amcasının oğlu Müslim bin Akil’i ölüme terk edeceklerdi. Neredeydi Hz. Hüseyin adına biatları alınan on sekiz bin kişi?

Müslim bin Akil şehit ediliyor, edilmeden önceki vasiyetinde de Hz. Hüseyin’e haber gönderip taraftar çıkan on sekiz bin kişinin kendisine ihanet ettiklerini söylüyor, geri dönmesini istiyordu.

Fakat Kader, Hz. Hüseyin’i çekiyordu bir yerlere doğru. Gelen haber üzerine geri dönmeyi düşünse de olaylar geri döndermeyecek, “Allah’ın hükmü ne ise o olacaktır” diyecekti.

Müslim bin Akil de şehit edilmeden önce vasiyetini Hz. Hüseyin’e bir mektupla ulaştırıyor, yolda Müslim’in öldürülüşüyle ile ilgili acı haber kendisine ulaşıyordu. Bunu duyan Hz. Hüseyin’in yanındaki Akil’in kardeşleri, “Kardeşimiz Müslim’den sonra bize yaşamak gerekmez. Geri dönmemiz mümkün değil, bize ancak ölüm yakışır” diyorlardı. Hz. Hüseyin ise “Bunlar da öldükten sonra yaşamakta hayır yoktur” demekten kendini alamamıştı.

Bir müddet yürüdüler. Oğlu Aliyyü’l-Ekber, babasına geri dönmesini teklif ediyor, Iraklıların gaddar, sözlerinde az duran insanlar olduğunu hatırlatıyordu. Akil Oğulları ise “Hüseyin geri dönücü değil” diye onu Kufe’ye gitmeye teşvik ediyorlardı.

Hz. Hüseyin ise beraberindekilere, anlaşıldığı kadarıyla kendilerine Kufe’den katılanlar olmayacağını, yalnız bırakıldıklarını, aldattıklarını söyledi, “Dönmek isteyen dönsün” dedi ve yolda katılanlardan birçokları hemen ayrıldı.

Kayz mevkiine geldiklerinde ise İbni Ziyad’ın gönderdiği yüz kişilik süvariyle karşılaştılar ve Kufe valisi İbni Ziyad’a götürmek istediklerini söylediler. Geri dönmelerine de müsaade etmediler. Çarpışmaktan başka yol kalmamıştı onlar için artık. Kader bakalım nereye götürecekti onları?

Dipnotlar:

1- Fethu’l-Kebir, 3:37.

14.03.2008

E-Posta: [email protected]




Halil USLU

İttihad-ı İslâmı anlamak



“Kuzey Irak ve İttihad-ı İslâm” başlıklı seri yazımız çok büyük yankılar yaptı ve yankısı devam ediyor. Çoğunlukla müsbet telefonlar, mesajlar, mailler ve mektuplar gelmeye devam etmektedir. Yazar olmak, yazı yazmak, seminer ve konferans vermek çok engelli bir arazi gibidir. Herkesi ve her kesimi memnun etmek imkânsızdır. Bildiklerini ve doğruyu yazmak, vicdânî kanaatın tezâhürü ve insan vasfının şiârıdır. Özellikle insanları ve vatanı alâkadar eden konularda taviz ve yağcılık olamaz. Son gelen ve haddini çok aşan bir mektup bana bu satırları yazdırdı.

İttihad-ı İslâm ve ülkenin birlik ve beraberliği için verilen misâlleri kabul etmemek için kara gözlük takmak lâzım. Kara gözlük takanların hadisât-ı âlemi görmeleri mümkün değildir, hele deve kuşu gibi olanlar ise hiç sezemez ve göremezler. Bazıları da, Bediüzzaman Hazretlerinin tâbiriyle “Tuti kuşları” gibi olur ise, onlar ne yaptıklarını ve ne istediklerini bilmeyen mızıkçı çocuklar gibidir. Çılgındır, muzdariptir, tahripçidir, iftiracıdır, bindikleri dalı kesenlerdir ve renksizdirler.

Hz. Bediüzzaman’ın, Osmanlının son döneminden vefatına kadar ısrarla üzerinde durduğu, asayiş ve milletin birlik ve beraberliğidir. Bunu Lemaât eserinde “İslâmiyet selm ve müsâlemettir, dahilde nizâ ve husûmet istemez” ifadesiyle perçinliyor, hayatında yaşıyor, talebelerine tatbik ettiriyor ve dersini her cihetle vermiş oluyor. Ondan feyz alan bizim gibi insanlar, her şarta rağmen bunları yazması, yaşaması ve uğraşması zarurî bir vazifedir. Ancak bununla ittihadı-ı İslâmı istemeyen dış dünyadaki düşmanlara karşı da muzaffer olacağız. Vatanımız burası ve ebed müddet olması için çalışıyor, çalışacağız…

Tarihi inkâr edemezsin, tarih olmaz ise sen olamazsın, tarihi inkâr eden kendini de inkâr etmiştir, “ehl-i nadan”lar gibi. Tarih diyor ki, Osmanlı 200 ırkı 623 yıl bir babanın evlâtları gibi idare etmiştir. Bu ırkların da en büyükleri Araplar ve Türklerdir. Diğer ırklar, küçük kardeşlerdir, aşiretlerdir ve kavimlerdir. Vaktâ ki, bu kavimler ve ırklar, birbirlerinden kız alıp kız vermişlerdir. Doğduğum yer olan serhad şehri aziz Van’da beş büyük ırk yalnız bu ailevî sebeplerden dolayı hısım akraba ve amcazade olmuşlar. Kimi kimden ayıracaksın. Süt ile yağ gibi olmuşlar, tuz ile su gibi olmuşlar.

Kaldı ki; Hz. Bediüzzaman, Mektûbât eserinin 26. Mektub’unda; “Menfi milliyette ve unsuriyet fikrinde ifrat edenlere deriz ki: Evvelâ: Şu dünya yüzü, hususan şu memleketimiz, eski zamandan beri çok muhaceretlere ve tebeddülâta maruz olmakla beraber, merkez-i hükûmet-i İslâmiye bu vatanda teşkil olduktan sonra, akvâm-ı sâireden pervane gibi çokları içine atılıp tavattun etmişler. İşte bu halde Levh-i Mahfuz açılsa, ancak hakikî unsurlar birbirinden tefrik edilebilir. Öyleyse, hakikî unsuriyet fikrine hareketi ve hamiyeti bina etmek, mânâsız ve hem pek zararlıdır.”

İslâmiyeti ırkçılığa âlet eden çok mollalarla uğraştım. Van’da “Başet Yaylasında”, Kuzey Irak’la kontaklı Molla Yasin’e “Biz İslâm aşiretindeniz ve reisimiz-pişdarımız Hz. Peygamber Aleyhissalâtü Vesselamdır, git seni gönderenlere bunu söyle” dedim. Son gelen mektupta açık adresini ve ismini yazmaktan korkan, merhume anneme, Rus ve Ermenilere karşı Hz. Bediüzzaman’la birlikte çarpışan merhum babama hakaret eden, soysuzlara ve Molla Yasin’e dediğim gibi diyorum: Dört çapulcuya ve ne oldukları belli olmayanlara, bu şehitler diyarını teslim etmiyeceğiz ve dâvâ-i Kur’âniyeden vazgeçmeyeceğiz. Çünkü Kur’ân, Hucurat Sûresi 10. âyette bize diyor: “Bütün mü’minler kardeştir” Ancak Allah’tan korkarız ve ancak Allah’a sığınırız.

Bediüzzaman Hazretleri “Meşrûtiyette şahıs yok, sistem var” diyor. 193 devletin 140’ı sandığa gidiyor. Meşrûtiyette de bütün vatandaşlar kanun karşısında eşittir. Hangi ırktan olursan ol, yol budur. Keşke 57 İslâm ülkesi böyle olsa. Birliği ve istişâreyi meydana getiren âyetler mi bize küstü, yoksa biz mi âyetlerden uzaklaştık?

14.03.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Dinden soğuma gerekçesi



Şimdiye kadar bir çok kişi hakkında "dinden soğuma" ve bilhassa "dindarlardan uzaklaşma" gerekçesini duydum, okudum, hatta bir kısmına şahit oldum.

Bunların hiçbirini haklı ve doğru bulmamakla birlikte, aralarında mantık semtinden geçebilecek bazı gerekçelere rastladığımı ifade edebilirim.

Maalesef, içimizde bazı bîçareleri "dalâlete sevk" edebilecek kadar ilimden, nezahetten, nezaketten, insaftan mahrûm kimseler vardır ve geçmişte de olmuştur. (Bkz: Münâzarât, s. 82)

Ne var ki, Danıştay Başsavcısı Tansel Çölaşan'ın ifade ettiği "namazı terk etme" ve "dinden soğuma" gerekçesine ömr–ü hayatımda ilk kez şahit olmaktayım.

İşte, kendi ağzıyla itiraf etmiş olduğu gerekçeler:

1) "Türkçe ezanın güzelliğini görünce, ailemden namaz kılmayı öğrenmek istedim. O kadar çok sevdim... Arapça ile ezan başlayınca, ben o etkiyi kaybettim. Ondan sonra da hiç düşünmedim namaz kılmayı."

2) "Aynı dönemde, Ulus gazetesinde, Menderes'in paçavralar içinde oturan Said Nursi'nin elini öptüğünü gösteren fotoğrafı yayınlandı. Bunlar beni dinden soğuttu.'' (Bkz: 10/11 Mart 2008 tarihli gazete haberleri.)

Cuntacıların eseri olan 27 Mayıs Darbesini (1960) alkışlanacak bir "devrim" şeklinde niteleyen, bir yıl sonra Menderes ve arkadaşlarının asılması olayını ise "coşkuyla karşılandı" diye iddia eden bayan Çölaşan, aslında nasıl bir duygu, düşünce ve ruh haleti içinde olduğunu çok açık bir biçimde sergiliyor.

Dolayısıyla, fazla söze hacet de kalmıyor. Ancak, şahsî düşünce ve kanaatine saygı duyulsa bile, onun yüzde yüz yalan ve yanlış beyanlarına zerrece itibar edilmemesi gerektiğine inandığımız için, şu birkaç noktanın altını özellikle çizmek istiyoruz:

1) Bayan Çölaşan'ın Said Nursî'yi sevmeme hakkı elbette vardır. Fakat, şu "paçavralar arasındaki" diyerek, o büyük insana hakaret etme hak ve selâhiyetini nereden aldığını sormak durumundayız.

2) Ulus gazetesinde yayınlandı dedikleri fotoğrafın aslı–astarı var mı? Varsa şayet, çıkıp bunu ispat etmeli. Aksi halde, saçma olduğu kadar, hayali de olan bir gerekçeyle "dinden, ibadetten soğumuş" olduğu tescil edilmiş olacak. Zira canlı şahitler ve bilirkişiler, onun söylediklerini açıkça reddediyor, hatta Menderes–Nursî arasında bir görüşmenin vaki olmadığını söylüyor.

3) Soruyoruz: Başka dinden, başka dilden, başka milletten olan kimi gayr–ı müslim turistler bile, İslâm ülkelerini dolaşıp Muhammedî ezanı işittiklerinde, bundan hoşnut olduklarını, hatta bazısı sırf bu İlâhî çağrının etkisinde kalarak Müslüman olduğunu ikrar ettikleri halde, bayan Çölaşan gibi bir Müslimin bundan şiddetli rahatsızlık duyması, acaba nasıl izâh edilebilir?

4) Ezan, İslâmın çok önemli bir şeâiridir. Fakat, münferiden namaz kılmak ve Allah'a ibadet etmek niyetinde olan bir kimse için, her ne şekilde okunursa okunsun, ezan sesini duymak ve ona göre davranmak gerektiği yönünde herhangi bir mecburiyet, bir mükellefiyet durumu var mıdır?

Başka ülkelerde yaşayan ve ezan sesini hiç duymadığı halde, yine de namaz kılan, ibadetini eksiksiz yapan Müslümanların takdire şâyân durumunu düşünenler, bu suâlin cevabını kolaylıkla bulabilir.

5) 27 Mayıs Darbesi, bir askerî/siyasî cuntanın işiydi. Hukuk ve kànun dışı bir müdahaleydi. Menderes ve arkadaşlarının idamı ise, tam bir vahşetti ve insanlık dışı bir muameleydi. 40–50 yıldır kapanmayan ve kanamaya devam eden derin, çok derin bir yaraydı. Herhangi bir vatandaşın, hele hele yargı kurumunun zirvesinde görev yapan bir hukukçunun, üstelik medyanın önüne çıkıp bütün bunları hoş gördüğünü, dahası o dehşet günlerin coşku ile karşılandığını söylemesi, bir fecâat, bir garâbet değil de nedir acaba?

Bir söz, bir fikir, hakarete varmadığı, şiddete cevaz vermediği ve kana bulaşmadığı takdirde saygıya lâyık olabilir.

Ankara Barosu tarafından 8 Mart Dünya Kadınlar Günü dolayısıyla düzenlenen sempozyumda konuşan meşhûr Emin Çölaşan'ın eşi bayan Çölaşan'ın sözlerinin de bu saygı sınırları içinde kalmasını arzu ederdik.

Umarız, hiç olmazsa bundan sonra o sınırı aşmamaya âzami derece dikkat ve hassasiyet gösterirler.

Tarihin Yorumu 14 Mart 1992

Dünyayı kurtarma çabaları

Birleşmiş Milletler tarafından "Dünyayı kurtarmak" maksadıyla Brezilya'nın Rio de Jeneiro şehrinde düzenlenen "Dünya Zirvesi"ne (The Earth Summit) 152 ülkenin hükümet ve/veya devlet başkanları katıldı.

Küresel ısınma, ozon tabakası, su ve çevre kirliliği gibi hayatî konuların gündeme getirildiği zirvede, alınması gerekli çeşitli tedbirler görüşüldü, konuşuldu, tartışıldı... Ancak, bunların ne zaman ve nasıl hayata geçirileceğine dair hususlarda herhangi bir uzlaşma sağlanamadı.

Bu toplantıda müzakere edilen ve hiç olmazsa üzerinde "fikrî uzlaşma" sağlanabilen noktalar, bilâhare bir deklarasyonla dünyaya açıklandı.

Aynı yılın Temmuz'unda yine aynı Rio de Jeneiro’da imzalanan "Rio Deklarasyonu ve Gündem 21" başlıklı metinde, bütün insanların dikkatine sunulmak üzere özellikle ve öncelikle şu hususlar deklare edildi:

* Tanımlanabilen çevre koruması ve sürdürülebilir kalkınma çabalarında, ülkelerarası dayanışma ve işbirliği çalışmalarına ağırlık verilmeli.

* Temiz teknoloji kullanımına büyük önem verilmeli.

* Çevreyi kirletme bir suç olarak görülmeli ve "kirleten öder" prensibi hayata geçirilmeli.

* Temiz çevrenin korunabilmesi için, ekonomi, ticaret, enerji, sanayi, turizm ve tarım politikalarında sektörel entegrasyonun sağlanmasına çalışılmalı.

* Çevre kirliliği meselelerinde kamu bilincinin geliştirilmesi ve ekoloji eğitiminin sağlanması ve desteklenmesi kabul edilen faaliyetlere kamu katılımının teşvik edilmesi gerekir.

NOT: "Gündem 21"den kasıt, kirlilik tehdidi altındaki 21. Yüzyılın kurtarılması ve gelecek nesillere daha temiz, daha mutlu, daha huzurlu bir dünyanın emanet edilmesi fikrinin olgunlaştırılmasıdır.

14.03.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Demokrasi, İslâmiyetle bağdaşır mı?



Özellikle statükodan beslenen, Türkiye’nin demokratikleşmesi ve AB’ye girmesini istemeyen bazı çevreler “İslâmiyet, demokrasi ile bağdaşır mı?” endişesi taşıyor. İngiliz filozof Bernard Shaw, “Demokrasimizin bir adım ötesi İslâmiyettir” diyor. Şu halde soru şöyle sorulmalı:

Demokrasi İslâmiyetle ne kadar bağdaşır?

İslâmiyetin istibdat ile hiçbir ilgisinin bulunmadığını ortaya koyabilmek için istibdadın/diktatörlüğün tanımına bakmamız gerekir. Diktatörlük;

- Zorla kabul ettirmek,

- Tahakküm,

- Keyfî muâmele,

- Kuvvete dayanarak cebir kullanma,

- Zorbalık,

- Tek görüş,

- Suistimâle gayet müsait bir zemin,

- Zulmün temeli,

- İnsanlığın mahvedicisi,

- Sefalet derelerine yuvarlandıran,

- İslâm âlemini zillet ve sefalete atan,

- Garaz ve düşmanlığı uyandıran,

- İslâmiyeti zehirlendiren,

- Her şeye bulaşarak zehrini atan muzır ve olumsuz bir haslettir.1

780’i aşkın âyetle düşünmeyi, tefekkürü, araştırmayı, akıl etmeyi, gözlemlemeyi ve ilim hürriyetini teşvik eden... “De ki! Ey kâfirler! Sizin taptıklarınıza ben ibâdet edecek değilim. Benim ibâdet ettiğime de siz ibâdet edecek değilsiniz. Ben zâten sizin taptıklarınıza tapmam. Siz de benim ibâdet ettiğime ibâdet etmezsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim bana”2 âyetiyle inanç ve ibadette şahane serbest bırakan Kur’ân’dır.

İslâm, insan haklarını her kademe, her tabaka, her sınıf, her toplum için ayrı ayrı sıralamış, bunun eğitimini ve öğretimini yapmıştır. Meselâ, insanın insan olarak hakları vardır. Hangi dinde ve hangi mezhepte olursa olsun! İslâmın temelde tanıdığı diğer haklardan bazılarını şöyle sayabiliriz: Yaşama hürriyeti, inanç hüriyyeti, vicdan hürriyeti, düşünce hürriyeti, çalışma hürriyeti, ibâdet hürriyeti, eğitim hürriyeti, yargı hürriyeti, seyahat hürriyeti, başkasına zarar vermemek şartıyla hareketlerinde her türlü serbestlik...

İslâm’da, haksızlık, hırsızlık yasaktır, zorbalık, zulüm yasaktır, işkence eziyet yasaktır, hattâ kötü ve çirkin söz söyleyerek işkence, yâni gıybet dedikodu yasaktır, iftira yasaktır, koğuculuk yasaktır, tecessüs yasaktır, başkalarının gönlünü kırmak yasaktır!

Demokrasi ise, insan hak ve hürriyetlerinin kemâliyle işletilmesi değil mi? Aralık 1948 İnsan Hakları Cihanşumûl Beyennâmesi’nin kabul günü. İnsan hak ve hürriyetleri, Batı medeniyetinin öz malı mı? Bu beyanname ilân edilmezden önce, İslâm âleminde, İslâma sarılındığı devrelerde, insan hakları en mütekâmil mânâna yaşanagelmiyor mu?

Ki, bütün güzelliklerin kaynağı, hattâ tekniğin ve hukukun kaynağı dindir. Özellikle İslâm dini. İslâm, Hz. Âdem’den (a.s.) başlamış, insan haklarını, imanı, iyiliği, güzelliği, yardımı, merhameti, saygıyı, ahlâkı, edebi talim edegelmiştir.

Şüphesiz ki Batı, insan hak ve hürriyetlerini kendi bulup ilân etmiş değildir. Onlar da bu ilhâmı, bu dersi, Peygamberlerden, semâvî kitaplardan, İslâm’dan, Kur’ân’dan, Müslüman toplumların yaşayışından, kitaplarından, âlimlerinden, uygulamalarından almışlardır. Zira, “Luther, birçok papazlar ve yüksek rütbeli kilise erkânı gibi Arapça’ya derin vukufu olan bir âlimdi... Asırlarca Avrupa’nın tâlim ve terbiye ihtiyaçlarını karşılayan, Arapça kitapların lâtince tercümeleri idi”3 tesbitleri tarihî bir gerçektir.

İslâmın, Hıristiyanlık üzerindeki etkisinden, İspanya ve İtalya yoluyla etkilenen mütefekkir, filozof, hukukçu ve devlet idârecileri de bir realitedir. “Avrupa ve Amerika’dan getirilen ve hakîkatte yine İslâmın malı olan fen ve san'atı, nur-u Tevhid içinde yoğurarak, Kur’ân’ın bahsettiği tefekkür ve mânâ-i harf nazarıyla, yani onun san'atkârı ve ustası namıyla onlara bakmalı.” (Tarihçe-i Hayat, s. 140)

Dolayısıyla, “hak, hürriyet, iyi, güzel” olan şeyler, beşerî bir sistem olan demokrasi adı altında da olsa, onlar da İslâmın malıdır, kaynağı İlâhîdir. Demokrasinin çirkinlikleri, yanlış uygulamaları beşerin karihasından, anlayışındandır. Müslümanların, İslâmı bu perspektiften ele alıp ona göre hareket etmeleri derecesinde medenîleşip terakkî ettiklerini (eğitim, hukuk, teknik, san'at, ekonomi sahalarında hârikalar ortaya koyduklarını; birçok keşiflere imza attıklarını) tarih gösteriyor.4 İslâmiyetin insana kazandırdığı bu derinlik ve ufuk sayesinde kritik düşünce ve tabiata objektif bakış sahibi Müslüman düşünür ve bilim adamları, Kurtuba (Cordoba) ve Tuleytula (Toledo) şehirlerindeki İslâm üniversiteleri aracılığıyla Batı’yı uyandırıp ayıltmış, bu temeller üzerine kurulan Hıristiyan Avrupa üniversiteleri çok verimli bir ilmî estetik hareketin, rönesansın zuhûruna bu çağda öncülük etmiştir.5

İslâm dünyasında dokuz ile on ikinci asırlar arasında hukuk, felsefe, teoloji ve müsbet ilimlerde bugünün medeniyetine zemin hazırlayan fikir ve ilim hareketinin temelleri atılmıştır. Avrupa, bugünkü medeniyetini Rönesansa, Rönesans’ı da C. W. Bodley’in dediği gibi İslâm’a borçludur.6

Elbette buna benzer bütün fazilet ve güzellikleri, hak ve hürriyetleri ihtivâ eden ve bunu uygulama sahasına koyan İslâmiyet, hiçbir sistem ve ideoloji ile kıyas edilemez ve “İslâmiyet şununla bağdaşır mı?” diye bir mütalâada bulunulamaz. Ancak, “Diğer sistemler, ideolojiler veya rejimler, ne kadar İslâmiyetten istifade etmişlerdir, ne kadar İslâmiyetle bağdaşırlar?” denilebilir.

Dipnotlar: 1- Münâzarât, Yeni Asya Neşriyat, s. 22.; 2- Kur’ân, Kâfirûn, 1-6.; 3- İslâm’da Devlet İdâresi, s. 55., kr. İslâm Ansiklopedisi, Fıkıh Maddesi.; 4- Tarihçe-i Hayatı, s. 80.; 5- Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre, İlimde Demokrasi Olmaz, Yeni Asya Yay., İst., 1991, s. 13.; 6- Prof. Dr. İrfan Yılmaz vd., Yeni Bir Bakış Açısıyla İlim ve Din, İst., 1998, c. 1, s. 291.

14.03.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Faruk ÇAKIR

Emekleye emekleye



Sosyal güvenlik reformu sebebiyle ortalık toz-duman oldu. Sendikalar ve sosyal güvenlik uzmanları ‘reform’un, emekliler açısından hak kaybına sebep olacağını ifade ederken, hükûmet cenâhı tam aksini iddiâ ediyor. Yalan-doğru kavgasını, çalışanlar da endişe ile izliyor.

Tabiî ki her yeni kanun ya da reformun artıları da olur, eksileri de. Ancak dile getirilen itirazları kızgınlıkla karşılamak, bu itirazları dile getirenleri ‘yalancılık’la suçlamak kimseye fayda vermez. Şahsen bu konularda uzman olmadığımızın farkındayız, ancak ‘uzman’ların ifadelerine bakınca bilhassa bundan sonra emeklilik hakkı kazanacak olan emekliler için ‘hak kaybı’nın olacağı aşikâr.

Aslında hükûmet de reform sonrası bir hak kaybının olacağını kabul ediyor, ama bunun yıllar sonra yaşanacağını ileri sürerek bir anlamda, “Bugün için size dokunmayan ‘yılan’dan niçin ürküyorsunuz?” demiş oluyor. Öyle ya, 2030’larda çalışmaya başlayanlar hem çok geç emekli olacaklar, hem de bugünkü şartlara nisbeten daha az maaş alacaklar. Reformla getirilmek istenen yeniliklerden biri bu. Buna rağmen, hak kaybı olmayacak demenin bir anlamı yok.

Hükûmet cenahı şunu söylese kendi içerisinde bir tutarlılığı olabilir: “Bu hâl ve şartlar altında sosyal güvenlik açığını kapatmamız mümkün değil. Bu zarar, hepimizin zararı. Bütçeyi delik deşik eden bu zararları kapatma durumundayız. Yeni reformla hak kaybı sözkonusu, ama bu kayıplar bugünün meselesi değil, önümüzdeki yıllarda ekonomimiz düzeldikçe onları da düzeltiriz vs.”

Elbette bu sözlere de itiraz edilebilir, ama hiç değilse ‘yalan-doğru’ kavgası yapılmaz. Vak’a kabul edilir, iyi niyetle hareket edilince de çare bulunur. Ama hükûmetin, bugün emekli olanların hak kaybı sözkonusu değil diyerek, önümüzdeki yıllarda uygulanacak yanlışlara bugünden itiraz etmeyi kınaması anlaşılır değil.

Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanı, “Biz bu reformu yeterince anlatamadık” anlamına gelecek sözler söylemiş. (Star, 13 Mart 2008) Mazeret değil, anlatılsaydı... Dünkü gazetelerde reformun ne getirip ne götüreceği tahlil edilmeye çalışılmıştı. Hak kaybı olacağı noktasında ittifak var. Elbette yenilikler ve iyilikler de getirecek, ama bu ‘hiç eleştirilecek yönü yok’ anlamına gelmez ki? Hem, iyilikler ve menfaatler eleştirilmez; aksine, eksiklik ve yanlışlıklar eleştirilir. Hükûmete düşen, eleştirileri dikkatle dinleyip, yanlışlarda ısrar etmemesidir.

Bu reformda çok yanlış olan bir nokta daha var: İşçilerin hak kaybı sözkonusu iken, memurlar açıkça korunuyor. Buna da itiraz edilmesi gerekmez mi? Tamam, memurların hakkı gasp edilsin diyen yok, ama işçilere de aynı haklar tanınsa kıyamet mi kopar?

Bir nokta daha: Emekli aylığı alt sınırı, ‘asgarî ücretin üçte biri’ seviyesinde olabilecek! Bu şu demek: Emekli olan bir kişiye 213 YTL emekli maaşı bağlanabilecek. Bugün için bu rakam 500 YTL’nin üstünde... Peki, adalet nerede?

Özetlersek: Sosyal güvenliğin getireceği ‘iyi’likler hatırına ‘kesin yanlış’larına itiraz etmekten vazgeçilmemeli. Yanlışlar bir an önce düzeltilmeli...

14.03.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Boru paçalar, kaşınan hocalar



Emin Çölaşan adını 80’li yıllarda araştırmacı yazar olarak duyurdu. Onun araştırmacılığı biraz dedikoduculukla makyajlanmıştı. Zira ben araştırmacı gazetecilik diye Rabıtagate gibi skandalları ortaya çıkaran Bob Woodward timsali Uğur Mumcu tiplerine derim. Emin Çölaşan’ınkisi olsa olsa biraz light tarzı araştırmacı bir gazetecilik “Biz kırk kişiyiz birbirimizi biliriz’ tarzında Binbir Gece Masalları türünde kitaplar yazdı. Akıcı bir kalemi vardı ve bu yüzden bir dönem furya oldu. Galiba şimdi onun yerini Hürriyet’te bir dereceye kadar Ahmet Hakan dolduruyor. Emin Çölaşan yazılarıyla büyüdüğümüz bir kalemdi. İlk önce onun takdimciliğini Erol Simavi yaptı ve önünü açtı galiba. Onunla şike kokan masonlar etrafında bir röportaj gerçekleştirdi. Bu röportaj gazetecilik mesleği açısından bir dönüm noktasıydı. Bununla birlikte, Emin Çölaşan’ı Emin Çölaşan yapan aforizmaları ya da Özalnameleri oldu. O da Özal’la birlikte yükseldi ama Özal’ın bir devamı olan AKP ile birlikte de ne hikmetse inişe, finişe ve düşüşe geçti. Adeta Özal’ın özel tarihçisi olmuştu. Özal vefat edince onun da eyyamı doldu. Onun gizlisini saklısını buluyor ve yazıyordu. Kendisini gazeteciden ziyade bir dedektif gibi takip ediyordu. Bizde sakatat hayvanların iç organlarına denilir. Araplar ise sakatatı (asaret gibi) kusurat yani kusur ve eksik gedik manasına kullanırlar. Çölaşan da Özal’ın sakatatı peşindeydi.

***

Emin Çölaşan’ın taktığı hususlardan birisi Özal’ın rahat kıyafetleri idi. Onun Turgut Sunalp gibi bir salon adamı veya seçkin ve elit olmamasından mı nedir adaşı gibi içine sindiremiyordu. Sindiremese de onun sayesinde ekmek yedi. Galiba hocasına ‘sıfırcı’ diye takmış ve o takıntı ile dünyasını sabık hocasına adamıştı. Hocası da ona ‘kopyacı’ diye takmıştı zahir. Tabii ki onun üzerinden kendi kariyerine adadığı da söylenebilir. Kendisine Özal’ın tufeylisi denebilir mi, tabii ki zannetmem. Bununla birlikte hocasıyla derin bir hesaplaşması vardı. Bundan dolayı kitaplarında Özal’a bir lakap taktı: “Boru paça”. Özal kilolu ve tonton olduğundan dolayı giydiği pantolları besbelli ki ya ütü tutmuyor ya da ütüsü çabuk bozuluyordu. Kitaplarındaki rivayete bakacak olursak, Semra Hanım üşendiği için ütülemiyormuş. Bundan dolayı, Özal’a ‘boru paça’ lakabını takmıştı. Eşinin de kıyafet takıntılı olduğunu bilmiyorduk. Menderes aristokrat olduğundan dolayı gazeteci-yargıcı çift Menderes’e bir kulp bulamamışlardı. Zaten taksalardı ne yazardı! Menderes jön bir siyasetçiydi. Ona bir kusur atfedemediklerinden dolayı çevresinden bir kusur aradılar. Kusur diye de fazilet erbabını buldular. Neymiş efendim “Pejmurde kıyafet giyen ve paçavralar içinde oturan” Bediüzzaman Said Nursî’nin elini öpmüş. Emin Çölaşan’ın ‘boru paça’ tabirine mümasil olarak eşi Tansel hanım da hocalar için böyle bir lakap bulmuş. Darbeye giden süreçte hocalar da kaşınmışlar. İdamları ve darbeyi meşrulaştırmak için ‘hocaların kaşındığını’ ileri sürüyor. Buna bir yerde ‘kanları bitlenmişti’ de denebilir. Özal’a boru paça kusuru bulanlar rahmetli Menderes’e de çevresinden kusur bulmuşlar ve onu da kaşınan hocalarla ilişkilendirmişlerdi.

***

Çölaşanlar tencere-kapak gibi birbirlerini tamamlamışlar. Ama ben şahsen Emin Çölaşan’daki derin argo kültürünü biliyordum da eşinin de aynı derecede veya fazlasıyla bu literatüre hakim olduğunu bilmiyordum. Acaba diyorum: Emin Çölaşan’ın bu argo yüklü bol paçalı veya boru paçalı yazılarını eşi mi yazıyor? Kerameti eşinden menkul olmasın! Hani el elden ve hüner hünerden üstündür derler ya! En iyisi mi, müstehaklarını Mevlânâ ile Nasreddin Hoca’ya versin:

Mevlânâ demiş ki:

“Nice elbiseler gördüm içinde insan yoktu.

Nice insanlar gördüm ki üzerlerinde elbise yoktu.”

İnsan yerine elbiseye iltifat edenleri de hoca şöyle paylamış ve hicvetmiş; heccava hiciv (taşlayana taşlama) kabilinden demiş ki:

Ye kürküm ye...

14.03.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Herkes dikkat etmeli



Hem 28 Şubat postmodern darbesi, hem de 12 Mart muhtırasının yıldönümleri gelince gündemimizi ‘darbe’ kaplıyor. Son günlerde darbe haberleri yine Ankara’nın gündemini meşgul ediyor. Darbe hazırlığı içinde olan ulusalcı çetelerden, eski komutanların birbirleri hakkında sözlerine varıncaya kadar birçok söz söyleniyor. Eski hatıralar gazete sayfalarında yer alıyor.

Genelkurmay ile muhalefet arasındaki sınır ötesi harekât tartışmasında tansiyon biraz düşmeye başlamış gözükse de zaman zaman ortaya atılan bir cümlelik sözler, hatta imalar tartışmayı alevlendiriyor.

Bilindiği gibi, Kuzey Irak’a gerçekleştirilen sınır ötesi harekâtın, beklenilenin aksine ‘erken’ sona ermesi muhalefet ile Genelkurmay arasında sert tartışmalara sebep olmuştu. CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ve MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin harekâtla ilgili sert sözlerine karşılık, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, “Hainlerden fazla zarar veriyor” demişti. Bu sözden sonra hayli sert bir üslûp kullanılmaya başlanmıştı.

Tartışma, Org. Büyükanıt’ın “Dışarıdan baskıyla çekildiğimizi ispatlasınlar üniformamı çıkarırım” demesiyle farklı bir boyut kazanmıştı. Büyükanıt Merkez Orduevi’nde verdiği resepsiyonda bu konuda yine konuştu. “Ben hiçbir şey söylemedim. Hiç söylemediklerim çıktı. Ben mahalle kabadayısı değilim. Baykal’ın adını zikretmedim. Çok yanlış oldu. Türkiye’ye ne faydası olur. Hakikaten çok üzülüyorum” diye konuşmuştu. Grup toplantılarında MHP ve CHP’den bu söze de tepki gelip-gelmeyeceği tartışılırken muhalefetten bir cevap gelmedi. Yalnızca “Sorumlu hükümet” açıklaması yapıldı. Erdoğan ise konuya hiç girmemeyi tercih etti.

Tartışmayı özetledikten sonra dikkatimi çeken bir hususu aktarmak istiyorum. Büyükanıt’ın Başbakan Erdoğan’ın “İspatlasınlar siyaset elbisemi çıkarırım” sözüne atıfta bulunarak, esprili bir şekilde “Ben bir şey söylüyorum, o atasözü oluyor” sözleri Genelkurmay Başkanının geçmişte yaptığı atasözlük ifadelerini hatırımıza getirdi.

Cumhurbaşkanlığı tartışmaları yapılırken yaptığı değerlendirmede “Cumhuriyetin temel değerlerine sözde değil, özde bağlı bir cumhurbaşkanı seçileceğini umut ediyorum” demişti.

Geçen seneki “30 Ağustos resepsiyonu”nda Gül’ü uğurladıktan sonra aracına kadar gitmediği ancak Köksal Toptan’ı aracına kadar uğurladığını soran yazar Fatih Çekirge’ye “Ben normali yaptım. Eğer tersini yapsaydım anormal olurdu. Eşiyle gelmiş olan benim Meclis Başkanı’nı baş selâmıyla uğurladım. Gerekirse amuda bile kalkarım…” ifadesini kullanmıştı.

Daha sonra başka bir ortamda, “Konuşuyorum, ‘borsa düştü’ diyorlar. Susuyorum ‘borsa düştü’ diyorlar. Ne söylesem yanlış anlaşılıyor. Ne yapayım amuda mı kalkayım?” diyerek bu atasözünü biraz daha açmıştı. Son olarak da sınır ötesi harekâtla ilgili olarak, “Dışarıdan baskıyla çekildiğimizi ispatlasınlar üniformamı çıkarırım” diyerek atasözlük sözlerine devam etmiş oldu.

Org. Büyükanıt’ın kendisi de şikâyet ediyor. “Ne söylesem yanlış anlaşılıyor” diyor. O yüzden askerlerin siyasetle iç içe görüntüsü veren açıklamalardan kaçınması, “sözde değil özde” konuşması, kendi alanı ile konuşması, demokrasilerde tercih edilen yöntemlerdir.

İşin diğer bir boyutuna gelince…

Askerin siyasete müdahalesi olarak değerlendirilebilecek sözlerin iktidara da olsa muhalefete de olsa hoş karşılanmaması gerekirken, CHP ve MHP’nin askerle söz düellosuna girmesi, bir nev'î askerin muhalefete muhtıra vermesi karşısında 27 Nisan muhtırasını gören AKP’nin sessiz kalması demokrasi adına yanlış olmuştur. Tıpkı, 27 Nisan muhtırasında muhalefetin tepki göstermesinin yanlış olduğu gibi…

Demokrasimiz asker-siyaset tartışmalarından yara almaktadır. Çünkü, demokrasiyi savunanların siyasî partilere muhtıra verilmesini kabul etmeleri mümkün değildir. Siyasî partiler ordu, ordu da siyasî parti gibi davranamaz.

Türkiye’de de artık, demokratik ülkelerde rastlanmayan bu tür sivil-asker ilişkileri olmamalıdır.

Askerler kadar siyasetçiler de buna dikkat etmelidir.

14.03.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Yasağa karşı neler yapılabilir?



1952’de Eşref Edip’e verdiği mülâkatta Bediüzzaman, “Dînî tedrisâta, kadınlarımızın, muhterem hemşîrelerimizin terbiye-i İslâmiye dairesinde iffet ve şereflerini muhâfaza etmelerine taraftar olmanın bir suç olduğuna dâir kanunlarda bir madde var mı?” diye sorar. (Tarihçe-i Hayat, 544)

Bediüzzaman’ın o gün sorduğu bu soru, Türkiye’de yarım asrı aşkındır soruluyor. Ve Bediüzzaman’ın da belirttiği gibi, “kanunlarda olmayan bir madde” ile bu ülkede Kur’ân’ın emri tesettürün bir parçası olan başörtüsü yasağı dayatılıyor.

Gerçek şu ki bu meselede de Yeni Asya’nın haklılığı, hergün daha bâriz bir biçimde ortaya çıkıyor. Baştan beri başörtüsü için “yasal düzenleme”ye gerek olmadığı gerçeği, gittikçe paylaşılıyor.

Yasadışı yasağı yasayla kaldırma teşebbüslerinin her defasında yasağı daha yaygınlaştırıp çözümü zorlaştırdığı; dahası inanç ve eğitim hakkını içine alan bu en temel insan hakkını “yasallaştırma” tehlikesini beraberinde getirdiği anlaşılıyor…

Danıştay’ın, YÖK Başkanı’nın rektörlere gönderdiği “türbanlı öğrencilerin derslere alınması”na dair tâlimatını “kanunsuz emir” olarak niteleyip yürütmeyi durdurmasıyla yasağın daha da azdırılması, bunun son örneği. Bu iptalle, yasağı uygulamayan bir iki üniversitede de yeniden yasağın başlatılması, “yasal çözüm”ün nasıl bir çıkmaza sebebiyet verdiğinin göstergesi.

Öylesine ki bütün bu tartışmalardan azâde olarak başörtüsünü serbest bırakan Boğaziçi, Bilkent ve Bilgi Üniversitelerinde de yasağın tatbiki isteniyor; Danıştay’ın kararına rağmen başörtüsünü serbest bırakmaya devam etmeleri halinde “suç işlemiş olacakları” uyarısı yapılıyor…

* * *

Yasakçı mihraklar, bununla da kalmıyor; Anayasa Mahkemesi’nin kararının “tüm tartışmaları noktalayacağı”nı belirtip, Anayasa’nın 10. ve 42. maddelerinin “iptali” halinde yasağın resmen “yasallaşacağı” propagandasının maksadı bu. Yasağın kalıcı olup kesinleşmesine zemin hazırlamak için. Daha önce anayasal değişikliklerin “yeni bir şey getirmediği”ni belirtip, şimdi de bu değişikliklerin iptalinin yasağı yasallaştıracağı iddiasındaki yaman çelişkiyi bile bile…

Anlaşılan o ki yasakçılar, tıpkı Anayasanın 2. maddesindeki “laiklik ilkesi”nin başörtüsüyle ilişkilendirilmesi, Mahkeme’nin “gerekçesi”nin Anayasaya aykırı olarak yasağa gerekçe edilmesi ve yasağın AİHM’e dayandırılması gibi her hususu yasağa âlet edecekler. Anayasa Mahkemesi, sözkonusu maddeleri “iptal” etmezse de yine yasağa Danıştay’ın son kararı benzeri uyduruk gerekçeler bulunacak; kanunsuz keyfî yasağın dayatılmasına devam edilecek. Yasakçı mihraklar, millet irâdesine, hakka, hukuka ve yasalara rağmen milletin gözünün içine baka baka bunu açıkça ileri sürmekteler…

Kısacası, Yüksek Öğretim Kanunu ek-17, ya da yeni bir yasal düzenleme de, yasakçılara “malzeme” olacak; yasağa “mesned” edilecek. Her anayasal ve yasal teşebbüs, “demek yasal yasak var ki yasayla serbest bırakılmaya çalışılıyor” benzerî mülâhazalarla yasağın sürdürülmesine bahane edilecek…

Bu durumda yapılacak olan, evvel emirde hakkında hiçbir yasaklayıcı yasa olmayan ve yürürlükteki kanunlara göre tamamen serbest olan başörtüsü için yasa çıkarmaktan vazgeçilmektir. Kanunsuz indî yasağın uygulanmasına engel olunmaktır. Peki bunun için neler yapılabilir? Siyasî iktidar, Meclis içi ve Meclis dışı muhalefet, yasağa karşı olan sivil kuruluşlar ve mâkul medyanın işbirliğiyle “yasağa karşı” demokrasi, inanç ve eğitim hakkını vurgulayan kampanyalar düzenlenebilir. Yasakçı rektör ve mercilerin üzerinde kamuoyu baskısı oluşturulabilir. Meclis’te yasağın kanunsuz olarak dayatılması hakkında bir genel görüşme açılabilir…

* * *

Keza rektörlerin yasağı devam ettirmelerinin hiçbir yasal dayanağının olmadığı, yasağın Anayasa Mahkemesinin “gerekçesi”ne ve “laiklik ilkesi”ne dayandırılmasının hukuk ve yasa mantığına uymadığı yoğun bir şekilde anlatılabilir.

Panellerle, toplantılarla, yasağın tamamen hukuk ve kanun dışı olduğu belirtilebilir. Televizyonlarda uluorta ahkâm kesip yalan ve yanlış saptırmalarla başörtüsünün Kur’ân’da olmadığı iddialarına karşı, devletin dinle ilgili yetkili anayasal kurumu olan Diyanet olarak devreye girebilir.

Din İşleri Yüksek Kurulu’nun kararlarıyla başörtüsünün Kur’ân âyetleri ve Peygamberimizin hadisleriyle İslâm âlimlerinin içtihadlarına dayanarak “Allah’ın emri” ve “dinî bir vecîbe” olduğu izâh edilebilir. Esasen yasağı dayatanların suç işlediği, mevzuatta başörtüsünü yasaklayan hiçbir hükmün bulunmadığı, Yargıtay eski Başsavcısı Sami Selçuk gibi bu hususta hakperest hukukçuların tesbitleriyle medya ve halk aydınlatılabilir. Demokratik plâtformlarda yasağın tamamen indî ve keyfî olduğu ortaya konulabilir…

Görülecektir ki anayasal ve yasal değişiklikler için gösterilen gayretin yarısı, yasadışı yasağın uygulanmaması için gösterilmesi yeterli olacaktır. Başka da çözümü yok.

14.03.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri