Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 06 Mayıs 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Hüseyin EREN

Hayata hâkim olmayan hikmet ne işe yarar?



Hangi nefis temize çıkarılabilir, içinde iman taşıyan hangi kalp küçümsenebilir? Küçük işler, küçük hesaplar, küçük makamlar, küçük hazlar peşinde koşmak; ne kadar haysiyet küçültücü, kalbi perdeleyici, zihni örtücü, idraki daraltıcı…

Bu bana böyle dedi, şuna şöyle dedi, buna öyle baktı; fasit dairede kazananı olmayan mücadele… Galibi de mağlubu da bir, konuşan kaybediyor, dinleyen zarar ediyor… Sükûn içen içini temizliyor, sabır soluyan sadrını nurlandırıyor, zandan kaçınan zulümden kurtuluyor, gıybet etmeyen yüceliyor…

Uygulanmayan bilmek, hayata hâkim olmayan hikmet ne işe yarar? Hayata geçmeyen iman; yeniden ele alınmayı, yenilenmeyi, derinlere inmeyi bekliyor… Kendini bilmek için okumalı evvelâ kişi, kendini bilmeden okumalar yarım okumalardır; meyvenin hamı, pişmeyen yemek, yolun yarısı gibi…

“Kardeşlerinizi tenkit etmemek ve onların üstünde fazîletfüruşluk nev'înden gıpta damarını tahrik etmemek.” Kaç defa okunsa anlaşılır, hale yansımadıkça hayata akmadıkça, kaç bin defa okunsa ne kıymet ifade eder? Keyfiyete işlemeyen kemiyet kazanımlar, ne kâr sağlar? Kömür çokluğu elmas karşısında bir kıymet ifade eder mi? Kalbe işlemeyen, sadra yansımayan kelâmlar; kömür kabartmasından ve karartmasından başka ne iş işler?

Okumak yetmiyor anlamadıkça, anlamak yetmiyor idrak etmedikçe, idrak etmek yetmiyor ruha işlemedikçe… Niyetleri temizlemedikçe, niyete ruh, ruha ihlâs katmadıkça konuşmalar tenden öteye geçmiyor…

Akıl midesine gelen hikmet, kalp kabıyla bütün lâtifelere, lâtifelerden azalara taşınırsa tasannu, ucb, fahr, riya, şöhret, gıybet, haset, nefret, boş konuşma gibi kötü hasletler uzak olur; nefis kandıramaz, şeytan kancayı takamaz… Nefsiyle mücadele ve mücahede eden, şeytandan istiâze ve istiğfarla Allah’a sığınan; vakti kalmaz ki mü’min kardeşiyle didişsin, onunla çekişsin, onunla çatışsın…

Muhabbet ve uhuvvet kalır geriye; kardeşinin hatasını görürse Settar ismi tefekkürüyle hatayı örtmeye çalışır, Rahîm, Gafur isimlerine âyine olmak ister, afla yaklaşır, bağışlamakla bağrına basar…

Bediüzzaman bir başına nasıl meydan okumuştur? “Bütün kuvvetinizi ihlâsta ve hakta bilmelisiniz”i yaşayarak, hilesizliği en büyük hile sayarak, “Sizin vazifeniz hizmet değil, muhabbet, uhuvvet, tesanüdü sağlamaktır”ı ihtar ederek…

Hiçbirimiz kusursuz değil, hiçbir zaman da kusursuz olmayacağız; bize düşen kusur gösterici olmak değil, kusur örtücü olmak… Okumaksa önce kendimize okumak, itham etmekse nefsimize itham etmek, şefkat etmekse kalplere şefkat etmek, nefret ise nefrete, kinse kine, adavetse adavete, muhabbetse muhabbete…

Bütünün parçaları birbiriyle çarpışırsa bütün nasıl var olur? Vücud nasıl devam eder, fabrika nasıl çalışır? Gün olur vücud sönmez, fabrika çark etmez mi?

İyisi mi başkalarıyla konuşma kalabalığında kaybolmaktansa, suskunluğun derinliğinde, her birimiz hepimiz için hep birlikte çağlayalım: “Ya Rab kusurumuzu affet. Bizi kendine kul kabul et. Emaneti kabzetmek zamanına kadar emanette emin kıl.”

Ve ekleyelim: “Allah’ım, bizi nefsin ve şeytanın şerrinden, insî ve cinnî şeytanların şerrinden muhafaza eyle.” Âmin.

06.05.2008

E-Posta: [email protected]




Abdil YILDIRIM

Yalnız değilsiniz



“Madem Rahîm bir Hâlıkımız var; bizim için gurbet

olamaz. Madem O var; bizim için herşey var.”

(Bediüzzaman)

Yalnızlık ömre zarar

Her canlı bir eş arar

Taşın kalbi yok ama

Onu da yosun sarar

İnsanı en çok rahatsız eden duygulardan birisi de, yalnızlık duygusudur. Başka insanlarla münasebetten men edilmek, hiç kimse ile görüştürülmemek, kimse ile konuşmasına müsaade edilmemek, insana verilecek en büyük cezalardan birisidir. Hapishanelerde bile cezayı ağırlaştırmak için mahkûmları tek kişilik hücrelere koyuyorlar. Yalnızlık duygusunu ona yaşatarak, suçundan dolayı pişman olmasını sağlamaya çalışıyorlar.

İnsanı tek başına hücreye değil de, bir saraya bile koysanız, yine huzur bulamayacak, “imdaat” diye bağıracaktır. Gümüş şamdanlar, billur avizeler, kristal eşyalar, som altından tahtlar, elmas taçlar, o insanın yalnızlığını ortadan kaldırmaz. En değerli mücevherlerle dolu hazineler de onu mutlu etmeye yetmez. Çünkü bunların hiçbirisi insanla konuşmaz, sorduklarına cevap vermez, derdini dinlemez, hâlini söylemez. Halbuki insan başkaları ile konuşmaya, sohbete, halleşmeye dertleşmeye muhtaçtır. İnsanın ayağına pranga, eline kelepçe vursanız o kadar acı çekmez, ama ağzını bağlasanız, diline kelepçe vursanız, çok daha fazla acı çeker.

Gecenin karanlığında, ıssız bir ormanda tek başına yürüyen bir insan, yalnız olduğunu düşündüğü zaman her adımında bin endişe duyar. Bir dal kımıldasa korkar, bir yaprak hışırdasa ürperir. Başının üzerinden geçen bir kuşun kanat seslerinden irkilir, uzaklardan gelen çakal seslerinden titrer, karşısına bir kurt veya aslan çıksa dehşete kapılır. Güzelim ormandaki yolculuğu ona zehir olur.

Aslında yalnızlık göreceli bir kavramdır. Birisi gece vakti gözünü semaya diker, yıldızları seyrederken, içini bir hüzün kaplar. Mutluluğun kendisine yıldızlar kadar uzak olduğunu düşünür. Her bir yıldızın tek başına, garip bir şekilde sonsuz uzay boşluğunda hüzünle dolaştıklarını hayal eder. Uzayın sonsuz genişliği, gecenin karanlığı, yıldızların yalnızlığı, kendi ruhunu da karartır. Kalbindeki hüzün yer ile gök arasını kaplayacak kadar genişler “Gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar/Yer yüzünde sizin kadar yalnızım” diyerek yıldızlarla birlikte gözyaşı döker.

Bir başkası ise sayısız yıldızların ışıl ışıl hareketlerini seyrederken onların mutluluğunu kendi ruhunda hisseder. Yıldızların yalnız olmadıklarını, birbirlerine yabancı değil, dost olduklarını görür. Aynı galakside kümelenen yıldızların, kapı bir komşu olduklarını, beraber sohbet ederek Cenâb-ı Hakk’ın haşmetini dile getirip birlikte zikrettiklerini, bu ibadet ve muhabbet ortamından sonsuz bir zevk aldıklarını düşünür. Keder ve hüzünlerini yıldızların mutluluğu ile giderir.

Issız ormanda, tek başına yolculuk yapan bir insan için de aynı durum geçerlidir. O insan bilse ve inansa ki, ormandaki her varlık, bir Mâlik’in mülkünde yaşayan, birbirlerine dostluk ve arkadaşlık bağı ile bağlı olan komşulardır. İnsan da onlar gibi aynı mekânı paylaşan bir dosttur. Çünkü hepsinin Hâlıkı bir, Mâliki bir, Mâbudu bir, Râzıkı bir, bine kadar birlerle birbirlerine bağlıdırlar. Her birisi, büyük bir ailenin küçük bir ferdi gibidir. Hayata ve kâinata bu gözle bakan insan, hiçbir zaman yalnızlık duygusu yaşamayacaktır. Çünkü hiç kimse yalnız değildir.

Konuşma ihtiyacı hissettiğinde, topraktan başını çıkarmış ve kendisini selâmlamakta olan bir çiçekle konuşur. Ona “Maşaallah, ne güzel yaratılmışsın, ne hoş bir kokun, ne güzel renklerin var” diye seslenir. Kalbinin kulağını açar ve dinlerse, çiçeğin de ona “Evet beni Rabbim güzel yarattı, ben de O’nun cemâlinin cilvesini yeryüzünde teşhir ediyor, her türlü noksan sıfatlardan tenzih ederek tesbih ediyorum” dediğini işitecektir.

Hayattan dehşet yerine lezzet almak, hüzün yerine mutlulukla dolmak istiyorsak, kendimizi yalnızlıktan kurtaralım. Bunun için de önce kendimizle, sonra çevremizle tanışıp dost olalım. Mutluluklarımızı da, kederlerimizi de dostlarımızla paylaşalım.

Yunus Emre’nin dediği gibi, “Gelin tanış olalım, işi kolay kılalım.”

06.05.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Allah, ihlâsla kulluk yapanları sever



Allah ihlâslı kullarını sever. İhlâs, yaptığını hiçbir karşılık beklemeksizin sırf Allah için yapmak demektir. Allah ancak Kendi rızası için yapılan işleri kabul eder. Beyyine Sûresi’nin 5. âyetinde açıkça belirtildiği gibi insan bütün bâtıl dinlerden uzaklaşarak ihlâs ile Allah’a kulluk etmekle emrolunmuştur. Bu, dosdoğru dinin tâ kendisidir.

Hz. İbrahim (as) bu özelliği sebebiyle Allah tarafından dost edinilmiştir. Bir âyette belirtildiği gibi, “Tam bir teslimiyetle Allah’a yönelen, Allah’a ihlâsla itaat ve ibadet ederek bâtıl dinleri bırakıp İbrahim’in dini olan İslâma uyan kimseden din yönüyle daha güzel kim vardır? İbrahim’i ise Allah dost edinmiştir.”1

İçerisine hiçbir şey katışmamış saf süte halis süt denir. İbadette, hayırda, hangi iş olursa olsun bütün güzel işlerin katıksızı, safî olanı ise ihlâslı olanıdır.

Amellerin ruhu ihlâstır, sadece ve sadece Allah rızasını gözetmektir.

Her hayrın ve her güzelliğin başı da ihlâstır. İçtenliliğin, samimiyetin, temizliğin ifadesidir ihlâs. Amellerin kabulüne vesiledir.

Cenâb-ı Hakkın rızası ihlâs ile kazanılır. İhlâs ise Bediüzzaman’ın İhlâs Risâlesinde dikkat çektiği gibi en önemli bir esas, en büyük bir kuvvet, en makbul bir şefaatçi, en sağlam bir dayanak noktası, en kısa bir hakikat yolu, en makbul manevî bir duâ, en kerâmetli bir maksada ulaştırıcı vesile, en yüksek bir haslet, en safî bir kulluktur.2

“İhlâs ve rıza-yı İlâhî yolunda zerre yıldız gibi olur.”3

İhlâs kurtuluş vesilesidir. Peygamberimiz (asm) ihlâsın önemine dikkat çekerek, “Amelin az da olsa ihlâslı olsun”4 buyurmuş ve kurtuluşun ancak ihlâsla olabileceğine dikkat çekmiş, “Bütün insanlar helâk olur. Ancak âlimler kurtulur. Âlimler de helâk olur. Ancak ilmiyle amel edenler kurtulur. İlmiyle amel edenler de helâk olur. Ancak ihlâslı olanlar kurtulur,” buyurmuştur.

Görüldüğü gibi kurtuluşun ancak ihlâsla mümkün olacağını ifade ediyor Peygamberimiz (asm). İhlâslı olanlar da bütün bütün emniyet içinde değillerdir. “Onlar da her an onu kaybetme tehlikesiyle başbaşadırlar”5 buyurarak onu korumanın önemini belirtirler.

Nitekim bir hadis-i şerifte anlatıldığı gibi Mahşer Gününde ilk hesaba çekilecek üç kişiden biri şehit, biri bilgin, biri de zengindir. Biri gösteriş için kahramanlık taslamış, diğeri “Ne kadar âlim!” desinler! diye ilme koşmuş, bir diğeri de “Ne hayır sahibi!” desinler diye iyilik yapmıştır. Allah bunların hiçbirini—Kendi rızası için yapılmadığı için—kabul etmemektedir.6

Demek amelin kabulüne vesile ihlâstır. Dolayısıyla Allah’ın en sevdiği insan da ihlâslı insandır.

Dipnotlar:

1- Nisâ Sûresi: 125.

2- Lem’alar, s. 163.

3- Lema’alar, s. 159.

4- Feyzü’l-Kadîr, 1:216.

5- Keşfü’l-Hafâ, 2:312.

6- Müslim, İmare: 152; Tirmizî, Zühd: 48; Neseî, Cihad: 22; Müsned, 2:322.

06.05.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Ashab-ı Suffa cemaati



Suffa, mânâ ve tatbikat itibarıyla, kökü Asr-ı Saadet’te olan Nebevî bir eğitim yuvası, bir medrese, bir üniversite ve bir cemaat yapılanmasıdır... Sedir, seki ve sofa gibi yerlere verilen isim olarak lûgatlarda yer alırken; İslâm eğitim ve öğretim literatürüne, “Medine-i Münevvere’de bulunan Mescid-i Nebevî’nin üç ayrı bölümünden, Mekke-i Mükerreme’den hicret edip kendilerini ilme ve cihada vakfeden bekâr muhacirler için hem dershane, hem de yatakhane vazifesini gören son cemaat mahallindeki gölgelik” şeklinde ıstılâhî bir mânâ olarak girmiş.

Bilindiği gibi, Peygamberimiz (asm) tarafından inşâ edilen Mescid-i Nebevî, üç kısma ayrılıyordu: Namazların edâ edildiği bölüm; Ashab-ı Suffanın hayatlarını geçirdikleri kısım ve Resûlullah’ın zevceleri ile beraber oturdukları odalar. Kısaca suffa, Resûlullah’ın va’z, irşâd ve sohbet kürsüsü; misafirhane; mektep ve medrese; fakirler ve hususan ehl-i suffa için imârethâne; yatakhane ve mesken...

Bu medresenin fakir muhacir talebelerine de Ashâb-ı Suffa deniyor. Sayıları zaman ve zemine göre değişmekle beraber, ortalama 400 kişi... Bu güzîde topluluk, her zaman Mescid-i Nebevî’de bulunur; Kur’ân ilmi tahsil eder; Hz. Peygamber’in (asm) va’zlarını, nasihatlerini ve derslerini dinlerler; hal ve hareketlerini gözlemlerdi. Müdâvim oruçlu bulunurlar aynı zamanda. Bütün dünyaları, ilim tahsil etme ve ibadettir. Herhangi bir gaza olursa teklifsiz giderlerdi. Risâlet medresesine, Allah için, kendilerini vakfetmiş talebelerdi...

Ashab-ı Suffa’nın temeli Kur’ân tarafından atılmış: “Bununla beraber mü’minlerin hepsinin topyekûn sefere çıkmaları uygun değildir. Öyleyse her topluluktan büyük kısmı savaşa çıkarken, bir takım da din hususunda sağlam bilgi sahibi olmak, dinî hükümleri öğrenmek için çalışmalı ve savaşa çıkanlar geri döndüklerinde kötülüklerden sakınmaları ümidiyle onları uyarmalıdır.”1

Kur’ân, Ashab-ı Suffa’yı “kendilerini Allah yoluna vakfeden”, “yeryüzünde ticaret ve dünyalık maksadıyla dolaşmayan”, “haya, edep ve istiğnalarından dolayı, onları tanımayanların kendilerini zengin sandıkları”, “yüzsüzlük edip de insanlardan bir şey istemeyen” insanlar olarak vasıflandırır.

Resûlullah gibi bir muallimin bulunduğu dönemde Kur’ân böylesine bir cemaatin zarûretini emrederken, Müslümanların iman zaafı hastalığına tutulduğu asrımızda buna olan ihtiyacın ekmek ve su zarûreti gibi olduğunu kim inkâr edebilir? Kur’ân şöyle seslenir: “Sizden önceki nesillerde, dünyada fesat ve düzensizliği menedecek, böylece onları helâk olmaktan koruyacak idrâk ve fazilet sahipleri bulunmalı değil miydi? Onların içinden görevlerini yaptıklarından ötürü kurtardığımız az kimse var. Zalimler ise içinde bulundukları refahın ardına düştüler. Doğrusu onlar suçlu kimselerdi.”2

Kur’ân, milletlerin ve devletlerin helâkını iki şeye bağlamaktadır: Birincisi, memleket halkının zulme ve fesada kayması; ikincisi de, zulme ve fesada sapan milleti uyaracak ve hakka davet edecek faziletli topluluğun, cemaatlerin bulunmaması.

Resûl-i Ekrem (asm) Ashab-ı Suffa’nın maîşet, talim ve terbiyesiyle, bizzat yakından alâkadar olurdu. Hattâ saadethanelerinin ihtiyâcâtı ile ikinci derecede meşgul olurdu. Bir defasında Hazret-i Fatma (ra), el değirmeni ile un öğütmekten usandığından şikâyet ederek, bir hizmetçi istediğinde Resûlullah (asm): ‘Kızım ne söylüyorsun, henüz Ehl-i Suffa’nın maişetini temin edemedim’ buyurmuştur.

“Hatta akşam olduğunda Resûlullah (asm), zengin sahabilere, Ashab-ı Suffa’yı evlerine birer ikişer götürmelerini söyler ve geri kalanını da kendi hane-i saadetlerine götürür, doyururdu.

“Allah Resûlü (asm) fethedilen yerlere Ashab-ı Suffa’dan muallimler tayin eder, gönderirdi.

Hadis hafızı Ebu Hureyre’ye; neden fazla hadis rivayet ettiği sorulduğunda şöyle cevap vermişti:

“Benim kesret-i rivayetim çok görülmesin. Muhacir kardeşlerim çarşı ve pazardaki ticaretleri ile, ensâr kardeşlerim de, tarla ve bahçe işleriyle meşgul bulundukları sırada, Ebu Hureyre, Peygamber (asm) yanında mübarek nasihatlerini dinleyip hıfzediyordu.”

Hadîs, tefsir ve fıkıh âlimi Abdullah b. Ömer ve Abdullah b. Mes’ud, İstanbul’un bahtiyar misafiri Resûlullah’ın mihmandarı Ebû Eyyûb el-Ensâri Hz. Enes İbn-i Malik, Hz. Cabir b. Abdullah, Hz. Abdullah b. Abbas ve daha nice büyük sahabeler, Ashab-ı Suffa cematinin mensuplarındandı.

Dipnotlar:

1- Tevbe Sûresi: 122.

2- Hud Sûresi: 116.

06.05.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

İktidarın iki kanadı: Ekmek ve hürriyet



İktidara yollar çeşitlilik arz eder. Değişik yollardan yürüyerek iktidar mevkiine çıkılabilir. Ancak, bunlardan iki tanesi var ki, özellikle demokratik rejimlerde ilk sırada yer alır: Ekmek ve hürriyet.

Evet, iktidara giden yollardan biri evlerin mutfağından geçiyorsa, bir diğeri de hürriyet mücadelesinin yapıldığı meydanlardan geçer.

Kimine göre ekmek, kimine göre ise hürriyet önce gelir. Bizim tercihimiz "Ekmeksiz yaşarım; hürriyetsiz yaşayamam" nidâsındaki inanç ve idealden yana.

* * *

Bugün gelinen noktaya bakıldığında, ne yazık ki ekmeğin de, hürriyetin de hakkıyla sağlanamadığı ve bu iki nimetin çok ciddî risklere mâruz bırakıldığı görülüyor.

İşte, uzun zamandır yüksek faiz politikalarının arenasına çevrilen Türkiye'de, enflasyon canavarı da başını almış gidiyor. Bir türlü dizginlenemeyen bu canavar, geniş vatandaş kesimini korkutmaya devam ediyor... Ekonomide düşünülen ve plânlanan hedeflerin tutturulamadığını, aksine ciddî sapmaların yaşandığını, tepe noktasındaki en sorumlu ağızlardan bile defalarca duyulacak bir hale gelindi.

Öte yandan, AB kriterleri ve yeni anayasa paketi ile hürriyet ve demokrasi sahasında sağlanmak istenen gelişmeler de, maalesef çok ciddî bir tökezlemeye mâruz kaldı. Daha evvel işleyen çarklar bile yavaşladı, durma noktasına geldi, hatta yer yer geri sayma eğilimine bile girdiği söylenebilir.

Kapatma dâvâsıyla başı derde giren iktidar kanadı, bu ciddî handikapı esaslı bir hürriyet ve demokrasi mücadelesiyle aşması beklenirken, bu meyanda yaşanan gelişmeler ise, ne yazık ki tam tersi bir istikamette yüründüğüne işaret ediyor.

Oysa, bu tür bir yumuşamanın, bu tarz bir uysallığın zerrece faydası yoktur. Aksine, saldırıya geçenlerin daha ziyade iştihasını açar. Sonra da, sıra diş ve tırnaklarının kirasını istemeye gelir.

Zira, bunlar canavar tabiatlıdır. Birden bire azgınlaşan mâlum medya, işte bu canavarlığa ayna tuttuğu gibi, muhtemel saldırılar hakkında da iyi bir fikir veriyor.

* * *

Hasılı, büyük taşlar bile yerinden oynadığı için, ekmek de, hürriyet de risk altına girmiş görünüyor. Dolayısıyla, Türkiye yeni birtakım siyasî gelişmelerin eşiğine gelmiş bulunuyor.

Esasında, tâ 1971 Muhtırasından beri tabiî mecrasından münafıkane bir metotla saptırılan iç siyaset mekanizması, aradan geçen bunca zamana rağmen bir türlü normal haline dönemedi. Tam dönecekken, yeni müdahalelere mâruz kaldı... Şimdi de yeni bir sarsıntı daha yaşanacak gibi görünüyor ki, neticesi hayrola.

Dileğimiz, yaşanılması artık kaçınılmaz hale gelen bu yeni çalkantılı dönemin çok kısa sürmesi ve siyasetin fırtrî mecrâsında akmaya devam etmesidir.

Tarihin yorumu 6 Mayıs 1972

İdamlar ve ikiyüzlü adamlar

Haklarında verilmiş idam kararları kesinleşen THKO örgütü üst düzey sorumlularından Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın cezası infaz edildi.

İdam kararının dayandırıldığı kànun ve adâlet ölçüleri, tartışmaya elbetteki açıktır. Zira, bu ölçüler İlâhî adâlete göre değil, beşerî kanunlara göre tanzim ve ihdas edilmiş. Dolayısıyla, üzerinde durulması gereken esas mesele bu değil.

Tarih önünde ve ibret nazarında dikkate değer en önemli nokta şu olsa gerektir: Silâhlı örgüt üyesi ve cinayetten sabıkalı oldukları tartışma dahi götürmeyen bu şahısların idam edilmesine şiddetle karşı çıkan, hatta onların birer kahraman olduğunu dâvâ eden etkili bir kesim var Türkiye'de.

Her fırsatta Deniz Gezmiş ve arkadaşlarına sahip çıkan, onların idamında payı bulunanlara ise ateş püsküren bu kesim, ne hikmetse onların işlemiş olduğu onca soygun ve cinayeti görmezlikten geliyor.

Oysa, bu adamların sabıka dosyası kabarıktır. Devletin askerine, polisine, memuruna karşı akla gelebilecek hemen her türlü eylemde bulunmuşlardır. Banka soymuşlar, adam vurmuşlar, adam kaçırmışlar, birçok insanın kanına girmiş, malına zarar vermiş ve sayısız insana hayatı zindan etmişlerdir. Ayrıca, benzer suç ve eylemlere bu vatanın sayısız evlâdını özendirmekten, sürüklemekten ve azmettirmekten de çekinmemişlerdir.

Yani, bir bakıma 1960–70'ler Türkiye'sinin Abdullah Öcalan'ı gibi davranmışlar, hatta bütün ülkeyi bir komünist ihtilâline doğru sürüklemeye çalışmışlardır.

Gariptir ki, bugün gûyâ teröre karşı olan veya eline geçse Öcalan'ı linç etmek isteyen bazı şahıs ve gruplar da, ortaya çıkıp Gezmiş ve arkadaşlarına sahip çıktığını açıkça ilân edebiliyor.

Hatta öyle ki, sırf bu maksatla özel televizyon programı düzenleyerek tarihin yüzünü dahi kızartacak derecede yalan söyleyen ve yaşanmış gerçekleri çarpıtmaya çalışanlar var. Böylelerine, emin olun "ikiyüzlü" demek dahi az geliyor, basit kalıyor.

06.05.2008

E-Posta: [email protected]




Ahmet DURSUN

İslâm âlemi neresi?



İslâm hakikatlerini belli sınırlar içine hapsetmeye kalktığımız zaman İslâm dünyası ile ilgili içinden çıkamayacağımız paradokslarla karşılaşırız. Özünde İslâm, Hz. Âdem’den son Peygamber Hz. Muhammed’e (asm) kadar gönderilen İlâhî dinlerin ortak adıdır ve bütün insanlığı dünyevî ve uhrevî saadete ulaştıracak prensipleri ihtiva etmektedir.

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi (1948) ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (2004) modern dünyanın insan hakları ve hukuk anlayışında geldiği son nokta olarak değerlendirilir. Oysa ben, her geçen yıl temel hak ve hürriyetleri genişleterek daha fazla insan haklarını arayan modern dünyanın bu çabasını ve bu yöndeki uygulamalarını, Asr-ı Saadet döne-mine ve Kur’ân hakikatlerine biraz daha yaklaşma çabası olarak görüyorum. Asr-ı Saadet, insanlık ülküsünün ulaştığı son mertebedir ve temel hak ve hürriyetlerin en mükemmel şekilde uygulama alanları bulduğu dönemin adıdır.

Bugün Müslüman toplumların belini büken sıkıntıların temel sebebini Asr-ı Saadet prensiplerinden uzaklaşma olarak belirlemek yanlış olmaz sanırım. O dönem her yönüyle bir “Medine-i Fazıla”dır. Medine-i Fazıla ise “erdemli toplum” nitelemesini hak eden, bunu hedefleyen düzenin adıdır. Hüseyin Hatemi’nin tanımıyla “hukuk devleti”dir. Hukuk devleti; insan haklarını, din ve vicdan hürriyetini, fikir hürriyetini, ilim hürriyetini, kanun hakimiyetini, millet hakimiyetini, adaleti… tesis eden, bunları öncelikli hale getiren devletin adıdır.

Mazlumder’in geçtiğimiz yıl için hazırladığı Dünya İnsan Hakları Raporu’nda en dikkat çekici husus, insan hakları ihlâllerinin en çok İslâm ülkele-rince yapılıyor olmasıdır. Zulmün, başına adalet tacını geçirdiği; keyfî uygulamaların revaçta olduğu, fikir hürriyetinin olabildiğince kısıtlandığı, haksız yere idamların yapıldığı, jurnalciliğin kol gezdiği, devletçi-iktidarcı reflekslerin daha ağır bastığı, kişisel hak ve hürriyetlerin bu refleksler karşısında eridiği bir dünyadan söz ediyorum. Akif’in “Müslümanlık nerede, bizden geçmiş insanlık bile” dediği bir dünya bu. Müslüman toplumların birkaç asırdan beri devam edegelen zilletinin fotoğrafı… Böyle bir fotoğrafı İslâm hakikatleriyle, insanlığın lâakal çoğunluğunun saadetini tazammun eden bir Kur’ân medeniyetiyle yan yana getirebilir misiniz? Bir karıncanın bile hukukunu güvence altına alan İslâm’ın müntesiplerinin insan hakları ihlâllerinde, adaletin ayaklar altına alınmasında birinci sırada yer almasını nasıl izah edersiniz?

Dünya zevklerinin öncelendiği, nefisperestliğin hâkim olduğu, gerçek mutlulukların maddede aranıp mânâ âleminin işaret ettiği saadetin önemsenmediği, şeref ve itibarın makam ve mevkilerde arandığı ve maddeleştirildiği, paranın ve gücün her türlü ahlâksızlığı-yolsuzluğu örttüğü, iktidar yolunda her şeyin mubah sayıldığı, herkesin istediğini istediği şekilde yapabildiği bir toplum nereyi işaret etmektedir? Bencillik, haset, kin ve nefretin sevgiyi, hoşgörüyü yok ettiği bir toplumun İslâmî olduğunu iddiâ edebilir misiniz? Bu saydıklarım Farabi’nin de-yimiyle “Medine-i Fazıla”nın dışında kalan “cehalet toplumu”nun özellikleridir ki böyle bir fotoğraftan “İslâm âlemi huzurun adresidir” sonucunu çıkarabilir misiniz? “Müslüman’ım diyen bu kadar millet”in kendi iç muhasebesini gerçekleştirmeden doğru sonuçlara ulaşabileceğini düşünmüyorum.

Gerçek şu ki, bütün İlâhî dinler gibi İslâm da insan haklarını güvence altına almakta, güzel ahlâkın yaygınlaştırılmasını önermekte, hukukun üstünlüğünü savunmakta, barış içerisinde yaşamayı vurgularken adaletli paylaşımı teşvik etmekte, her türlü çirkinliği ve azgınlığı yasaklamaktadır. İslâm dünyasını çitlerle çevrilmiş sınırlar içine hapsetmek yerine bu hakikatlerin yaşandığı yerler olarak düşünmek daha gerçekçi; bu hakikatleri yaşamaya çaba-layan kişiler olmak da daha “Müslümanca” olacaktır.

06.05.2008

E-Posta: [email protected]




Ali OKTAY

Kur’ân’ı güzel okumak



Hadis-i Şerif

Cabir (r.a ) rivayet ediyor.

“Üç ses vardır ki, Allah (c.c) onlarla meleklere karşı iftihar eder. Ezan sesi, Allah yolunda çarpışırken getirilen tekbir sesi ve hacda yüksek sesle söylenilen

‘Lebbeyk’ sesi.”

Geçen yıl Ramazan ayının sonunda TRT’nin yüz akı programı olan “Ramazan Sevinci” ne konuk olmuştuk. Program sonrası değerli Halil Necipoğlu’nun daveti üzerine diğer misafirlerle birlikte iftarımızı açmak üzere Dolmabahçe Camii’nin yanında hazırladıkları nezih mekâna gittik. Malûmunuz Halil Necipoğlu özellikle “Camideki Adam” ve” Semavî Duyuşlar-Esma Şarkıları’’ albümleriyle tanıdığımız hakikaten özel bir ses ve çok değerli bir san'atçı. İftarımızı o gün programa katılan Diyanet İşleri Başkan Yardımcımızla, TRT‘nin özellikle iftar, sahur ve dinî programlarının başarılı ismi Adem Özkan bey, Senai Demirci, İbrahim Sadri, Ulvi Alacakaptan, gibi pek çok kıymetli isimle yapmıştık. İftar sonrası o güzelim dost sohbetinin ve Halil Bey’in sesinden dinlediğimiz ilâhilerin, klâsik şarkıların ardından teravih namazının vakti gelince Halil Necipoğlu’ndan ikinci güzel daveti aldık: Namaz vakti geldi, teravihi beraber kılalım mı? Bir kısım dostlarla birlikte Halil Bey’in aynı zamanda imam hatipliğini yaptığı Tophane’deki Kılıç Ali Paşa Camii’ne gittik. Yatsı ve ardından teravih namazına başladık. O ne güzel okuyuştu öyle. Kur’ân’ımızı bir de tecvid kurallarıyla, nefis bir sesle dinlerken namazın olabildiğince uzun sürmesini isteyip durdum içimden. Tarihî caminin kubbelerinde çınlayan Kur’ân nağmeleri ile kıldığımız namazdan aynı hazzı tadan sadece ben değilmişim anlaşılan. Belki de hayatımda en çok lezzet aldığımız namazlardan bir tanesini kılmışımdır o teravih vakti. Bunun sebebi çok basit: Hissetmek, okuduğumuz İlâhî kelâmın hakkını vermeye çalışmak. Namaz kıldırmak mesuliyetli bir iş. Cemaatın kıldığı namazdan haz almasında, cemaatin artması ve devamlılığında bence imam efendilere büyük görev düşüyor.

Yeri gelmişken Asrı Saadetten birkaç örnek verelim: Birgün Ebu Musa’l- Eş’âri’nin güzel sesiyle Kur’ân okuduğunu görünce Peygamber Efendimiz şöyle buyurur:

“Ey Ebu Musa. Sana Hz. Davud’un güzel nağmelerinden bir nağme verilmiştir.’’

Yine bir gün, insanın içine işleyen sesiyle Huzeyfe’nin azadlı kölesi Salim’in Kur’ân okuduğunu işittiğinde Peygamber Efendimiz şöyle iltifatta bulunmuştu:

“Allah’a hamdolsun ki ümmetim içinde böyle insanlar var.’’

Başka bir hadisi Şerifte de” Güzel ses, Kur’ân’ın süsüdür.’’ buyurmuştur Efendimiz.

Kur’ân'ımızı lâyık olduğu biçimde güzel okumak en azından güzel okumaya çalışmanın önemi bundan daha veciz anlatılabilir miydi?

06.05.2008

E-Posta: alioktay@alioktay. net




Mustafa ÖZCAN

Örtülü savaş ve Ahvaz Cumhuriyeti



Geçtiğimiz günlerde Londra Belediye Başkanlığına seçilen ve Türk kanı ile birlikte Musevi kanı taşıyan Boris Johnson gibi McCain de GafCain olarak anılanlardan. McCain, Kongre’de yaptığı bir konuşmasında: “Öyle bir enerji politikam var ki; bir daha petrol için evlatlarımızı Ortadoğu’da savaşa göndermemize gerek kalmayacak” demişti. Bu sözler filhakika şuuraltı boşalması olarak algılandı ve derin bir itiraf olarak görüldü. Aslında bunu daha açıktan söyleyenler de var. Sözgelimi, bunlardan birisi de eski Irak Komutanı John Abizaid idi. ABD’nin bölgede üçlü bir politikası olduğunu söylemişti. ‘Petrol musluklarını açık, ucuz ve kelepir tutmak. ABD’nin çıkarlarını ve İsrail’in güvenliğini sağlamak...” Emekli Amerika Merkez Bankası Başkanı Alan Greenspan de benzeri sözler sarfetmişti. Bunlar şüphe müsellem gerçekler. Bunları zihnimizin bir köşesine not ettikten sonra Kasım Cindemir’in Hürriyet’te yer alan (5 Mayıs 2008) bir haberine gözatmakta yarar var. ‘Bush’dan İran’a örtülü savaş’ başlıklı habere göre, Rumsfeld hakkında bir kitabı bulunan Andrew Cockburn, Bush’un altı hafta kadar önce İran’a yönelik olarak örtülü bir savaş başlattığını ileri sürüyor. Basra’da Mukteda Sadr’a yönelik savaş bu örtülü savaşın parçalarından birisi olabilir. Kimilerine göre ise bu savaş dinî kurumları kontrol etme ve merciiler savaşıydı. Bu örtülü savaş sebebiyle midir bilinmez İran, Irak masasından kalkıyor. İran’a göre, Irak’ta bombardımanlar sürerken ABD’yle müzakere anlamsız. Kasım Cindemir’in haberinde başka bir ayrıntı daha var. Örtülü savaş bağlamında Amerikan yönetimi Ahvaz Araplarını da kışkırtacak. Bu önemli bir ayrıntı. Ayrıntı üzerinden iz sürmeye devam ettiğimizde karşımıza eski bir plan çıkıyor. Bağımsız Ahvaz Cumhuriyeti... Saddam’ın hedeflerinden birisi de İran’ı bölmek ve petrol zengini Ahvaz’ı ondan koparmak değil miydi? Ahvazlılar genel olarak Şiî olsalar dahi ayrımcılıktan şikâyet ediyorlar. Zaman zaman bu bölge Basra’daki olaylara misilleme olarak İngilizlerin örtülü operasyonlarına sahne oluyor.

***

Ahvaz meselesinin ayrıntılarını en iyi analiz edenlerden birisi Joe Lauria. ‘The Coming War with Iran: It’s About the Oil, Stupid’ başlıklı makalesi Amerika’nın tarihî ve derin planlarını açıkça ortaya koyuyor. ABD’nin gözünü diktiği dünyanın en büyük petrol havzası Teksas büyüklüğünde bir üçgende yeralıyor. Bu üçgen, Ahvaz ile başlıyor ve Irak ile Kuveyt, Katar ve BAE ile tamamlanıyor. Burasını ele geçiren güç hilâfsız dünya petrollerinin patronu ve efendisi olur. Dolayısıyla Irak’ı ele geçiren güç Ahvaz’ı da İran’dan kopardığında hedefine ulaşmış olur ve dünyanın petrol hakimi konumuna gelir. Bugünkü Batı medeniyeti de tamamen petrole bağımlı bulunuyor. Dick Cheney 1999 yılında Londra’daki konuşmasında bu planın ipuçlarını vermişti. Cheney bununla ilgili 2010 kehanetinde bulunmuştu. O tarih gelmeden galiba kehanet gerçekleşiyor. Irak’ı ele geçiren Amerikalılar şimdi İran’ı kuşatıyor. Son günlerde bölgeye yeni bir uçak gemisi gönderildi. Irak sınırından giren Amerikan güçleri 150 km İran içlerine ve derinliğine ilerleseler hedeflerine ulaşır ve sözkonusu petrol bölgesini ele geçirebilirler. Bu da İran’ı rejim olarak bitirir. İran bu tehlikeyi ancak Şah dönemindeki gibi Amerikan yanlısı kukla bir rejimi restore etmesiyle bertaraf edebilir. İran petrolleri Ahvaz veya Arabistan bölgesinde iken Suud petrolleri de Şiîlerin yoğunlaştığı bölgede yeralıyor. 1970’lerde Nixon ile Kissinger’in Suudi Arabistan’a ait bu bölgelerin işgaliyle ilgili bir plan hazırladıkları da biliniyor.

***

Ahvaz Devleti Planı, Kissinger’in 30 yıllık eski bir fikridir. Bu bölge Irak’ın, İran’ın derinliklerinde bir uzantısı gibidir. Burada yaklaşık 8 milyonluk bir Arap asıllı Şiî kitle yaşamaktadır. Burası İran petrollerinin yaklaşık yüzde 90’ına havidir. Burası İran’dan koparılırsa petrol açısından dımdızlak kalmaya mahkûmdur. 19’uncu yüzyılda burası bir dönem İngiliz mandası altında kaldı. Buradaki son Arap Prensi İngiliz müttefiklerinden Huza’l Kabi idi. Osmanlı İmparatorluğu yıkılınca İngilizler kendi yandaşları olan Şah’ın mevkiini güçlendirmek için burasını İran’a verdiler. Burası da Pakistan’ın Peşaver’i gibi ihtilaflı bir bölgedir. Sadece yüz yıllığına İran’a devredilmiştir. Bu yüzyıl 1925 ile 2025 yılları arasını kapsamaktadır. Yemen ile Suudi Arabistan arasındaki Asir bölgesinin durumu da böyle idi ama taraflar meseleyi tatlıya bağladı. Bununla birlikte, diğer hiçbir ihtilaflı bölge Ahvaz kadar stratejik ehemmiyete haiz değildir. Ancak, Ahvaz’ı ele geçirince dünya petrollerinin yüzde 60’ını ele geçirmiş olabilirsiniz de McCain’in de ifade ettiği gibi ABD bunun kan bedelini ödemeye hazır mıdır? İşte cevaplaması zor olan soru budur...

06.05.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

“Savunma” kırılmaları…



AKP’NİN “kapatma dâvâsı”na karşı yaptığı “ön savunma,” siyasetin kırılma noktalarını ele veriyor; fay hatlarında biriken hataların verdiği çıkmazları açığa çıkarıyor. 162 sayfaya ek olarak 17 klasör delillerden oluşan “iddianâme”ye karşı, 98 sayfalık “savunma”nın “laiklik”e dayandırılması, ürkek ve çekingen politikaların akıbetinin bir halitası; siyasî iktidarın öteden beri saplandığı yanlışların bir özeti…

Savunmada “laiklik karşıtı eylemlerin odağı” iddiasına karşı, “AK Parti’nin laikliği zedeleyen bir parti değil, aksine laikliğin güvencesi bir parti olduğu vurgusu ve Başbakan’ın laiklikle ilgili açıklamalarının nazara verilmesi, zafiyetin temelini oluşturuyor. Elbette parti, hakkındaki “iddialar”a cevap verecek. Lâkin “laikliğe hizmet ettiğini” bazı icraat örnekleriyle ve diğer bazı politikacıların emsal göstermesi, çarpıcı…

Zira “Millî Görüş gömleği”ni değiştirdiklerini göstermek için “Başörtüsü Türkiye’nin meselesi değildir” ve “imam hatip okulu açmayacağız” vaadleriyle başlayan kırılmaların bir fayda vermediği süreçte, aynı eksen üzerine kurulan “savunma”nın ne yararı olacağı sorusu ortada…

Oysa, Başsavcının gazete kupürleriyle de olsa “belgelediği” olayları âdeta “suç” kabul edip “savunma psikolojisi”yle sıyrılmak yerine, demokrasi ve özgürlüklere vurgu yapması, daha inandırıcı ve etkili olurdu…

* * *

Görünen o ki kuruluşundan bu yana “mayınlı arazi”den uzak durmak hesabına mânevî değerlere dair hak ve hürriyetlerden kaçınan siyasî iktidarın, demokrasi dışı mihraklara “şirin gözükme” ve “beğendirme” çabaları ters tepmiştir. Âdeta ”gayr-ı meşru muhabbet”in neticesi “merhametsizce” tecelli etmiştir.

Ne var ki hâlâ bundan ders alınmayıp aynı yanlışlara devam edilmesi, dikkat çekicidir.

AKP’nin çekirdeğini, eski MSP-RP ve FP’lilerin oluşturduğu bir vakıadır. Başbakan eski RP belediye ve il başkanıdır. Bakanların ve milletvekillerinin önemli bir kısmı, bu partilerin eski yöneticileri, milletvekilleri veya belediyelerin bürokratlarıdır. Ancak “değiştikleri”ni iddia edenlerin, özellikle inanç özgürlüğü ve din eğitimine dair meselelerde aynı “kırılmalar”la “geri adımları” atmaları ibret verici…

Meselâ “RP Esas Hakkındaki Savunma”da, “imam hatip okullarının en fazla MSP döneminde açıldığı isnadı da doğru değildir” denildikten sonra, MSP’li ve RP’li hiçbir milletvekilinin Millî Eğitim Bakanlığı yapmadığı, Başsavcının “imam hatip okulu açmaları” iddiasının bir “itham” olduğu belirtilmekte. “Eğer imam hatip okulu açmak suç sayılacaksa veya parti kapatma sebebi olacaksa RP’den önce bu okulların açan ve yayan diğer partilerin kapatılması gerekir” denilmekte. (s.121, 272)

Bu doğruydu; 571 imam hatip okulunu MSP-RP çizgisinden gelenler değil, DP-AP-DYP’li iktidarlar döneminde açılmıştı. Lâkin “RP’li hukukçu ve kurmaylar”ın günlerce kapanarak hazırladıkları “savunma”da, imam hatip okulu açmanın “suç” sayılmasına karşı, “bu okulları başka partilerin açtığı ve eğer kapatılması gerekirse bu partilerin kapatılması” savunması, RP’yi kapatmaktan kurtaramamıştı…

Bu bakımdan, AKP’nin savunmada daha önce “İmam hatip okulu açmayacağız” taahhüdünü hatırlatılması enteresandır. İmam hatiplerin açılmasının “laikliğe aykırı” olmadığı ve bu okulların da kanunla kurulan birer devlet okulu olduğu görüşü yerine, “hiçbir imam hatip okulu açmadığı”nın “laikliğe bağlılığın gerekçesi” olarak sunulması, hatanın tekrarından başka bir şey değildir…

* * *

İktidar partisi, daha önce Meclis’in askerî birlik yerine sivil emniyet tarafından korunmasını dile getiren milletvekiline sahip çıkmamıştı. Dinî bir vecîbe olan başörtüsüne getirilen yasağın kamuda da kaldırılması görüşünü açıklayan milletvekiline ihtar cezası verdi. Diyanet’ten sorumlu Bakan, laikliğe hizmetin nişânesi olarak “Diyanet’e hiçbir kadro vermedikleri”ni anlattı. Başbakan yardımcıları, “şarabın kalitesi”nden dem vurdular, “başörtüsünün Türkiye’de ancak yüzde birbuçuğun meselesi” olduğunu söylediler. Hükûmet, “Leyla Şahin dâvâsı”nda AİHM’e yasadışı başörtüsü yasağının “yasallığı”nı savundu…

Başbakan sık sık “laikliğe bağlılık” söylemlerinde bulundu. “Başörtüsü yasağı”nı kaldırmaya yönelik son iki maddelik Anayasa değişikliğine gidilmesi sorusuna, “İspanya’da sordular; beş yıldır bu konuyu hiç gündeme getirmeyen bir başbakan ne söyleyebilir!” diye âdeta “mâzeret” ve “pişmanlık” kokan sözler sarf etti.

Başörtülü milletvekili adayları “Yasal yasak var” diye kabul edilmedi. İktidar partisi belediye başkanları, başörtülü seçilen meclis üyelerini bu “gerekçe”yle toplantılara almadılar. Bol bol sazlı-müzikli eğlence gün ve geceleri düzenlediler. Muhâfazakâr âileleri bile eğlencelere cezbettiler.

AKP gençlik kolları, stres atmak için bowling turnuvaları düzenledi, toplantılarda 10. Yıl Marşı okundu. Ve bunların bir kısmı “savunma”ya, “laikliğe bağlılık” olarak konuldu…

Bakalım bunlar AKP’yu kurtaracak mı?

06.05.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Ümitsizlik, başka kapıya!



Maksadımız ‘vaaz-u nasihat’ etmek değil elbette. Sağolsunlar, ‘mescid’leri de sayarsak 100 bine yakın yerde ‘imam-hatipler’imiz her hafta cemaate ‘vaaz’lar veriyorlar.

Yaşanan bazı hadiseler, insanları ümitsizliğe sevk edebilir. Nitekim, cemiyette şahit olunan bazı bozulma emareleri bu cümleden sayılabilir. Hatırlanmasını dahi istemediğimiz bazı ‘çirkin mi çirkin’ fiillerin işlendiğine dair haberler, hadiseler, tartışmalar duyuyoruz. Ancak bütün bu çirkinliklerin bir ‘netice’ olduğunun da farkındayız.

Hatırlatıldığında rahatsızlık duyanlar olabilir, ama bütün çirkinliklerin tedavisi, çaresi ve hâl yolu; insanlara “doğru İslâmı ve İslâmiyete lâyık doğruluğu” anlatmak ve fiilen göstermekle mümkün olur. Çirkin hadiseleri görüp göz yummak elbette çare değil. Fakat bu çirkinlikler sebebiyle ümitsizliğe de kapılmamak lâzım. Malum, dünya globalleşti ve küçük bir ‘köy’e döndü. Bu bakımdan, dünyanın en ücra köşesinde yaşanan her hangi bir hadiseden, kapı komşumuzda yaşanan hadise gibi haberdar oluyoruz. Geçmiş yıllarda yaşanmasına imkân ve ihtimal vermediğimiz ‘çirkin mi çirkin’ hadiseler, artık ülkemizde, belki de mahallemizde de yaşanıyor. Önemli olan bu hadiseleri inkâr etmek değil, sebebini ve çaresini teşhis etmektir.

Özelde Türkiye’nin ve genelde İslâm dünyasının ‘mânevî bir buhran’ geçirdiği malum. Bu buhranın bir sebebi de, sahip olduğumuz değerlerin farkına varamamak ve görenek belâsıyla çirkinlikleri taklit etmek olsa gerek.

Vak’ayı yorumlayan bir değerlendirmede şöyle denilmiş: “(...) Çeşitli meşreblere mensup Müslüman seçkinler bir türlü bir araya gelip asgarî müştereklerde birlikte çalışamıyor. Her şey paraya, ranta endekslenmiş. Zavallılar, korkularından yüksek sesle ağlayamıyorlar bile. Şuur yok, azim yok, sabır yok, plan ve program yok...” (Mehmet Şevket Eygi, Milli Gazete, 3 Mayıs 2008)

Bediüzzaman, asrın başında bu hastalığı teşhis etmiş ve şöyle ikaz etmişti: “İşte Hint, düşman zannederek, halbuki pederini öldürmüş, başında oturmuş bağırıyor. İşte Tatar, Kafkas, öldürülmesine yardım ettiği şahıs, bîçâre valideleri olduğunu, [ba’de harabi’l-Basra] anlıyor. Ayak ucunda ağlıyorlar. İşte Arap, yanlışlıkla kahraman kardeşini öldürüp, hayretinden ağlamayı da bilmiyor. İşte Afrika, biraderini tanımayarak öldürdü, şimdi vâveylâ ediyor. İşte âlem-i İslâm, bayraktar oğlunu gafletle bilmeyerek öldürmesine yardım etti, valide gibi saçlarını çekip âh ü fîzar ediyor. Milyonlarla ehl-i İslâm, hayr-ı mahz olan sefer-i hacca şedd-i rahl etmek yerine, şerr-i mahz olan düşman bayrağı altında dünyada uzun seyahatlar ettirildi. ‘Fa’tebirû’ (İbret alınız!) (...) Fıtrî meyelan, mukavemet-sûzdur. Bir avuç su, kalın bir demir gülle içine atılsa, kışta soğuğa mâruz bırakılsa, meyl-i inbisat demiri parçalar. (...) Bununla beraber imanın mahiyetindeki hârikulâde şehamet, izzet-i İslâmiyenin tabiatındaki âlempesent şecaat, uhuvvet-i İslâmiyenin intibahıyla her vakit mucizeleri gösterebilir. Birgün olur elbette doğar şems-i hakikat / Hiç böyle müebbed mi kalır zulmet-i âlem?” (Sünûhat, s. 71-73 )

Risâle-i Nur, ‘hastalığa teşhis’ koyduğu gibi, çareleri de sıralıyor ve müjdeyi veriyor: “Ümitvâr olunuz: Şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sadâ İslâmın sadâsı olacaktır.”

O halde, ümitsizliğin içimizde yer almasına izin vermemeliyiz: Ümitsizlik, başka kapıya!

06.05.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Bu nasıl manifesto?



AKP, “Demokrasi manifestosu olarak tarihe geçecek” dediği ön savunmasını tamamlayıp Anayasa Mahkemesine teslim etti. Mahkeme de Yargıtay Başsavcılığına iletti.

Savunmanın tam metni şu anda sadece AKP ile bu iki kurumun elinde. Metnin içeriğiyle ilgili olarak medyada çıkan bilgiler ise kırık dökük.

Her gün farklı bir gazetede farklı bilgiler çıkıyor. Ancak metnin bütünü henüz ortada yok.

AKP yöneticileri savunmayı AYM’ye teslim ederken, metni kamuoyuna açıklayıp açıklamayacaklarına dair bir karar alınmadığını söylediler.

Ama orasından burasından bölük pörçük sızdırmalara dayalı yayınlar sürüyor. Bu durumda, eksik yansıtmalara dayalı yanlış değerlendirmelerin önüne geçebilmek için, metnin tamamının bir an önce açıklanması daha isabetli olmaz mı?

Tabiî, AKP yaptığı savunmaya güveniyorsa!

Medyada çıkan bilgiler pek öyle göstermiyor.

Bunlara bakılırsa, AKP’yi kapatılmaktan kurtarmak için, hükümet ve bakanlıkların iddianameye konu olan icraatlarına bile sahip çıkılmıyor.

“Hükümetin, Millî Eğitim Bakanlığı başta olmak üzere bakanlıkların, Diyanet’in ve belediyelerin eylemleri partiyi bağlamaz” deniliyor.

Gerekçe olarak, bütün bu icraatların Danıştay denetimine tâbi olduğu argümanı öne sürülüyor.

Aynı savunma, Genel Başkanın 1994-95 yıllarındaki söylemleri için de tekrarlanıyor, “AKP 2001’de kuruldu; ondan önceki eylem ve söylemlerin sorumluluğu partiye yüklenemez” deniliyor.

Keza Bülent Arınç’ın Meclis Başkanı olduğu dönemde söylediği ve kapatma talebinin dayandırıldığı deliller meyanında iddianameye konulan sözleri için, “Meclis Başkanı seçildiği an partiyle ilişkisi kesilmiştir, dolayısıyla o sözleri partinin tüzel kişiliğini bağlamaz” savunması yapılıyor.

Böylece, iddianamedeki suçlamalar zımnen kabul edilmiş, ancak bunların partiyi bağlamayacağı ileri sürülerek işin içinden sıyrılma yolu tercih edilmiş gibi tuhaf bir görüntü ortaya çıkıyor.

Diğer unsurlar da bu görüntüyü tamamlıyor.

Demirel’in Köprü dergisine verdiği, 1991’de “İslâm Demokrasi Laiklik” kitabında bir araya getirdiğimiz mülâkatlarındaki laiklik tariflerinin referans gösterilmesi ve 1987’de yayınladığımız “İslâm ve Demokrasi” kitabından, yine Demirel’in “Atatürk’ün kurduğu devlet laik değildi, İslâm devletiydi” beyanının nakledilmesi gibi.

Veya Dışişleri Bakanı iken Fethullah Gülen’in yurt dışındaki okullarına sahip çıkmakla suçlanan Cumhurbaşkanı Gül’ü savunmak için, evvelce Özal, Demirel, Ecevit gibi isimlerin de bu okulları ziyaret ettikleri, övdükleri ve kuruldukları ülkelerin devlet başkanlarına özel mektuplar göndererek himaye ettikleri hatırlatılıyor.

Ya da beş buçuk yıllık AKP iktidarında tek bir imam hatip okulu dahi açılmazken, bu okulların en çok Demirel’in başbakan olduğu dönemlerde açıldığı bilgisi tekrar dikkatlere sunuluyor.

Böylece, savunma iki eksene oturtuluyor.

Birinde “İthamlar bizi bağlamaz” denilirken, diğerinde “Bunlar suçsa, çoğunu zaten biz işlemedik; Demirel başta olmak üzere bizden önce iktidar olanlar işledi” denilip top onlara atılarak sorumluluktan sıyrılma manevrası sergileniyor.

Hatırlanacağı gibi, AKP’nin lider kadrosunun uzun yıllar siyaset yaptığı RP de kapatma dâvâsına muhatap olduğunda kendisini savunmaya çalışırken aynı yolu takip etmiş, “163’ü biz kaldırmadık, imam hatipleri biz açmadık” demişti.

Ama yine de kapatılmaktan kurtulamadı.

Bir başka ilginç nokta, RP kapatıldıktan sonra Abdülkadir Aksu ve Ali Coşkun’la beraber katıldığı FP’ye karşı açılan kapatma dâvâsında bu partiyi AYM’de savunanlardan Cemil Çiçek’in, şimdi de AKP için aynı görevi üstlenmiş olması.

Ve AKP’ye kapatma dâvâsı açan Başsavcının siyaset yasağı konulmasını istediği partililer arasında, AKP ve hükümette önemli konumlarda bulunduğu halde Çiçek’in adının yer almaması.

Ya Çiçek’e atfedilen son beyanlara ne demeli?

06.05.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT