Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 13 Nisan 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Hasan GÜNEŞ

Akıl ve nur



Geçmişte ilim adamları bazı konularda bariz hatalar yaparak asırlarca takılıp kalmışlardır. Eski felsefe ya da eski hikmetin; gözün, gözden çıkan ışık ile gördüğünü kabul etmesi de bunlardan birisidir. Fakat Basralı İbn-i Heysem çıkıp da “Eğer gözden çıkan ışık ile görseydik, karanlıkta da görebilirdik” diyerek eski nazariyeyi bir çırpıda çöpe atıncaya kadar bu böyle devam etti. Ondan sonradır ki, görme ve optikle ilgili gelişmelerin önü açıldı.

Karanlıkta bir çiçeği, bir manzarayı görmeniz elbette mümkün değildir. Işık yandığında ve ortalık aydınlandığında ancak görebilirsiniz. Fizikî ışık her şeyi görmek için yeterli mi? Meselâ mânâları? Aydınlıkta bir mektubu, bir yazıyı, herkes görebilir, mânâları ise sadece okuma-yazma bilenler görebilir. Bilmeyenler için hâlâ bir karanlık vardır. Okuma-yazma bilmek mânâların tamamını görmeye yeterli mi? Elbette değil! Çünkü öyle mektuplar ve öyle şiirler vardır ki, bırakın okuma-yazmayı, mektep medrese ya da fakülte bitirmeyi, mektubu yazana ya da şâirine göre, belirli mertebeler katedip bir yakınlık ve kalbî bir irtibat sağlamakla ancak mânâlar görülebilir.

İsterseniz görme hadisesini biraz daha derinleştirelim. Güldüğünde güller açan ya da üzüldüğünde gözlerinden yaşlar akan bir çocuğun veya bir mazlûmun hâlini, kelime olarak da karanlıklar içinde mânâsına gelen bir zâlim, görüp anlayabilir mi? Ortalık ne kadar aydınlık, kişi ne kadar aydın, çağdaş, medenî ve eğitimli olursa olsun, dışa akandan kat kat fazla olan içe akan gözyaşını görebilir mi?

Ya da bir müzede zayıf ışıklar altında da olsa güzel bir tabloya bakarken ressamı gören akıl gözü; manzaranın kopya edildiği koca kâinatı canlı bir tablo şeklinde önümüze seren hakikî ressamı göremezse, göze musallat olan karanlığı yok etmek için koca güneş yeter mi?

Evet görme tabiri, aynı olsa da, gözler farklı, ışıklar farklı ve karanlıklar farklı. Akıl gözü, ilim gözü, kalb ve vicdan gözü gibi gittikçe çeşitlenen ve derinleşen gözler ve bakışlar… Şüphesiz hepsi de farklı bir ışıkla görüyor, nurlanıyor ve aydınlanıyor. Ya da tam tersi zulümata ve karanlıklara gömülüyor.

Şimdi başa dönecek olursak, gözde hiç mi ışık yok? Mâlûm, gece görüşü çok hassas olan bazı hayvanların karanlıkta gözleri parlar. Aslında gözde bir ışık olduğundan değil, gözün yaratıcısı olan Sâni-i Basîr’i, dışardan gelen zayıf ışığı arttırmak için bazı yansımalarla ışığı kuvvetlendirecek bir sistem dizayn ederek hayvana öyle bir göz ihsan ettiği içindir. Yani gözün içindeki aydınlık yine dışarıdan gelen bir aydınlıktır.

Eskilerin göz için düşündüğü, yani gözden çıkan bir ışık ile gördüğü nazariyesi akıl için geçerli olamaz mı? Akıl, haricî bir ışık ve bir nur olmadan kendi başına hakikatı görebilir mi, gerçek ve doğru bilgiye ulaşabilir mi? Gerçekten de bu gün akla sonsuz kabiliyetler isnad eden akılcı yaklaşımlar, akılda böyle bir güç ve hususiyet vehmedi-yorlar. Akıl feneri ile kâinatı ve içindeki hadiseleri anlamaya ve çözmeye çalışıyorlar. Göremediklerini yok diyorlar.

Eskilerin gözde yanılmalarının sebebi, bazı gözlerin diğerlerine göre daha keskin olmasıydı. Akıl için de aynı yanılma söz konusu. Ancak bilinen bir şey var ki o da, aklınız ne kadar parlak, zekânız ne kadar keskin olursa olsun, kabir ve ötesini, geleceğinizi, hatta bir saat sonrasını göremiyorsunuz. Ya da o kadar bol miktarda bulunan hayat ve mânâsı hâlâ eski çağlardaki kadar aklın nazarında kapalı ve karanlıkta… Zaten insanın gördüğü şey o kadar az ki şu dünyada, bir kör dövüşüdür gidiyor…

Batının, bugünkü medeniyet seviyesine gelmesinde en önemli sebeplerden biri kabul edilen, mâlûm bir “aydınlanma dönemi” vardır. İnsanlığa zulüm ve karanlıktan başka bir şey getirmeyen imtiyazlı sınıf anlayışlarının terk edilmesi, fen ve san'atta, demokratik hak ve hürriyetlerdeki ilerleme elbette bir aydınlanmadır. Şimdi sorulması gereken en önemli soru şu: Bu aydınlanma yeterli mi? Ruhlar âleminden, çocukluktan, gençlikten kabirden, hesap gününe ve ötesine uzanan uzun ve muazzam bir yolculukta bu kadarlık bir sahadaki aydınlanma gerçek ve kalıcı bir saadet ve mutluluk için yeterli mi? Yoksa bu aydınlanma, karanlıklı ve dağlar arasındaki tehlikeli bir yolda sadece arabanın içini aydınlatmak gibi bir şey mi?

Yirmi Üçüncü Söz, İkinci Nokta’da imanın, kâinatı ışıklandıran bir nur olduğu “Allah, iman edenlerin dostu ve yardımcısıdır; onları inkâr karanlıklarından kurtarıp hidayet nuruna kavuşturur” âyetiyle izah edilir. Yerimizin imkân verdiği ölçüde özetleyerek aktaralım: “Bir vakıa-i ha-yaliyede gördüm ki: İki yüksek dağ var, birbirine mukabil. Üstünde dehşetli bir köprü kurulmuş. Köprünün altında pek derin bir dere. Ben o köprünün üstünde bulunuyorum. Dünyayı da, her tarafı, karanlık, kesif bir zulümat istilâ etmişti. Ben sağ tarafıma baktım, nihayetsiz bir zulümat içinde bir mezar-ı ekber gördüm, yani tahayyül ettim. Sol tarafıma baktım; müthiş zulümat dalgaları içinde azîm fırtınalar, dağdağalar, dâhiyeler hazırlandığını görüyor gibi oldum. Köprünün altına baktım; gayet derin bir uçurum görüyorum zannettim.”

Bediüzzaman Hazretleri burada dünya ve kabir hayatına, geçmiş ve geleceğe ve içindeki hadiselere düz bir nazarla yapılan bakışı değerlendirir. Aynı yerden devam edelim:

“Bu müthiş zulümâta karşı, sönük bir cep fenerim vardı, onu istimâl ettim. Yarım yamalak ışığıyla baktım; pek müthiş bir vaziyet bana göründü.”

Bu satırlarla da; semâvî fermanları dinlemeyerek sönük aklı ile kâinatı anlamaya ve yolunu bulmaya çalışan insanın öncekinden de dehşetli olan halini gözler önüne serer. Devam edelim: “… o cep fenerini yere çarptım, kırdım. Güya onun kırılması, dünyayı ışıklandıran büyük elektrik lâmbasının düğmesine dokundum gibi, birden o zulümat boşandı. Her taraf o lâmbanın nuruyla doldu, her şeyin hakikatini gösterdi.”

Her an değişim ve dönüşüm içinde olan bu koca kâinatın hakikatı, varlık âlemini yoktan var eden, geçmiş ve geleceği kudret elinde tutan, ölüm ve hayatı halkeden Âlemlerin Rabbinin nuru ile görülür ve iç içe bin bir çeşit karanlıklar içindeki bu hayat yolculuğu, ancak O’nun nuru ile aydınlanır.

13.04.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Yazıları

  (20.03.2008) - Kalbdeki iman

  (05.03.2008) - Nuh Tufanı

  (18.02.2008) - Altı günde yaratılan kâinat

  (01.02.2008) - Mektubu okumak

  (16.01.2008) - Visal ve fakr

  (07.01.2008) - Darwin’den Sarkozy’ye

  (24.12.2007) - Cömertlik ve genler

  (14.12.2007) - Rızık ve şükür

  (04.12.2007) - Hz. İbrahim’den Sekizinci Söz’e

  (26.11.2007) - Çöle bırakılan İsmailler

 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri