"Gerçekten" haber verir 27 Temmuz 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Yasemin GÜLEÇYÜZ

Tesettür Risâlesi keşfedilirken (15): Tesettür aynasında din ve vicdan hürriyeti mücadelesi



Geçtiğimiz hafta Tesettür Risâlesinin özü olan ve Lemaat’te yer alan Bediüzzaman Hazretlerinin “Sefih erkekler, hevesâtlarıyla kadınlaşırsa, o zaman açık saçık kadınlar da hayâsızlıkla erkekleşirler.” tesbitlerine yer verip, açıklamaya gayret etmiştik.

Evet, erkeklerin kadınlaşıp, kadınların erkekleşmesi hakikati, aynı zamanda hadisi şeriflerde de ahir zamanın özelliklerinden sayılıyor ki, bu hadislere Bediüzzaman Hazretlerinin getirdiği orijinal ve son derece aktüel yorumlar şüphesiz ayrı çalışmaların konusu durumunda.

Yalnız şu kadarla iktifa edelim ki, Bediüzzaman Hazretlerinin Darul Hikmetil İslâmiye’de iken yazdığı bu satırlar, sonrasında tesettüre dair yaptığı tesbitler sadece 1935 Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesi’nde değil, 1952’de İstanbul’da yapılan Gençlik Rehberi Mahkemesi’nde de suç unsuru olarak gösterilecektir.

İşte yazımız bu mahkemenin ve Bediüzzaman Hazretlerinin muhteşem savunmasının safahatı üzerine. Kaynağımız ise Risâle-i Nur Külliyatının eserleri arasında yer alan Tarihçe-i Hayat isimli eser. Özellikle de eserin Isparta Hayatı ile ilgili bölümleri…

İstanbul Mahkemesi

Bazı üniversiteli gençler Bediüzzaman Hazretlerinin Gençlik Rehberi isimli eserini, gençlerin iman ve ahlâklarına hizmet maksadıyla İstanbul’da bastırırlar. Bu hadise Bediüzzaman’ın İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi’nde “Devletin temel nizamlarını dinî esaslara uydurma maksadı taşıdığı” iddiasıyla yargılanmasına sebep olur.

Ehl-i vukuf raporunda “Müellifin tesettür taraftarı olduğunu, kadınların yarım çıplak ve açık bacakla dolaşmalarının kadının fıtratına, İslâmiye zıt olduğunu beyan ettiğini, kadını güzelleştiren şeyin terbiye-i İslâmiye dairesinde adab-ı Kur’âniye zineti olduğunu…” belirtmiştir.

Bediüzzaman Hazretleri Isparta’dan gelerek 22 Ocak 1952’de İstanbul Mahkemesi’nde hazır bulunmuş, savunmasını iki avukat yapmıştır.

Bediüzzaman, iddianame ve ehli vukuf raporları okunduktan sonraki savunmasında, geçmiş hayatını delil göstererek dünyevî, siyasî, menfi cereyanlarla ilgilenmediğini, sadece iman ve Kur’ân hakikatleriyle meşgul olduğunu birçok mahkemenin beraat ve iade kararlarını zikreder. Rehberin gençlerce basılmasının büyük bir memnuniyetle karşılanması gerektiğini, içinde bulunduğumuz asrın ahlâksızlık ve imansızlık salgınına karşı sadece Gençlik Rehberinin değil, bütün risâlelerin gençliğe, kadınlara umumen okutturulmasının vatan ve millet saadeti için gerekli olduğunu, eserin kendisinden habersizce gençlerce basıldığını ifade eder.

Mahkeme 19 Şubat 1952 gününe bırakılır.

İşte bu yazı dizisinin ortaya çıkmasına vesile olan Handan Koç’un Radikal gazetesindeki yarım sayfalık “Tesettür Risâlesi hakkında” başlıklı makalesinde (13 Nisan 2008) kullanılan Bediüzzaman Hazretlerinin yarım sayfalık tam boy resmi de mahkeme için İstanbul’a geldiğinde çekilen bir fotoğraftır. Bediüzzaman Hazretleri 1952 yılında İstanbul’da Fatih’in türbesinde, Cuma namazından çıktıktan sonra Fatiha okurken çekilmiştir.

İkinci Mahkeme…

Halkın yoğun katılımıyla gerçekleşir. İzdiham yaşanınca Mahkeme reisi “Hocaefendiyi seviyorsanız, biraz meydan verin ki, mahkemeye devam edebilelim” demek zorunda kalır. Ancak, dinleyenler çekilmeye başlayınca, mahkemeye devam edebilir. Şahitler dinlenir, Bediüzzaman Ehl-i vukuf raporuna itiraz eder. İkindi Namazı vakti geçmeye başladığından, namaz için izin ister. İsteği kabul edilir. Mahkeme sona erer.

Son mahkeme

5 Mart 1952’de son mahkeme yine halkın yoğun katılımıyla gerçekleşir. Bediüzzaman Hazretlerinin müdafaası yine her savunmasında olduğu gibi tarih sahnesinin muhteşem levhalarından birini oluşturacak tesbitlerle doludur.

“Her hükümette muhalifler bulunur. Emniyete, asayişe dokunmamak şartıyla hiç kimse vicdanıyla, kalbiyle kabul ettiği bir fikriyle mesul olmaz. Bu bilinen bir hukuk kaidesidir” der.

İngilizlerin dinde tutucu ve zorlayıcı olmalarına rağmen yüz sene hakimiyetinde bulundukları milyonlarca Müslümana, (rejimlerine muhalif oldukları halde) ilişmediklerini, İslâm tarihi boyunca Müslüman hükümetlerin Yahudi ve Hıristiyanlara (İslâma muhalif olmalarına rağmen) dokunmadıklarını ifade eder. Hz. Ömer’in adi bir Hıristiyanla mahkemede yargılandığını örnek verir:

“Adaletin tarafsızlığı din ve vicdan hürriyetinin ana kaidesidir. Komünist olmayan Şark’ta ve Garb’ta bütün dünya adalet müesseselerinde bu kaide cari ve hakimdir.

“Din ve vicdan hürriyetinin bu ana kaidesine güvenerek, Kur’ân’ın yüzlerce âyetine dayanarak, sefih medeniyetin ‘hürriyet’ perdesi altında yürüttüğü mutlak baskıya, laiklik maskesi altında dine ve dindarlara yapılan ağır istibdata muhalefet etmişsem kanunsuzluk mu yaptım? Yoksa Anayasanın hakikî ve samimî savunmasını mı yapmış bulundum? Haksızlığa, zulme, kanunsuzluğa karşı muhalefet hiçbir hükümette suç sayılmaz. Aksine, muhalefet, adaletin dengelenmesinde meşrû ve samimî bir unsurdur” der.

Nur Talebelerinin aslında emniyet ve asayişe yardım ettiklerini, anarşi ve komünizme karşı olduklarını ifade eder. Toplum hayatında nizam ve intizamı bozan hiçbir harekete katılmadıklarını ifade eder. “On cani yüzünden, doksan masumun hayatını tehlikeye atmaktan Adalet-i İlâhiye ve Hakikat-i Kur’âniye bizi men eder. Asayişi muhafazaya kendimizi dinen mecbur biliriz” diye de ekler, siyaseti dinsizliğe alet edenleri eleştirir.

İmanlı ve kudretli, meşhur mümtaz avukatlar…

Tarihçe-i Hayat’ta Bediüzzaman Hazretlerinin fahri olarak savunmasını üstlenen avukatlar için bu tabirler kullanılır.

Abdurrahman Şeref Laç da bunlardan bir tanesidir. Tıpkı Seniyüddin Başak, Bekir Berk gibi…

İstanbul Mahkemesi’nde Laç’ın savunması “imanlı, kudretli, mümtaz” vasıflarına ne kadar da mutabıktır!

Sefih medeniyetin “Çağdaş Amazonları”

Gençlik Rehberi’nde yer alan ve suç unsuru olarak gösterilen şu satırları okur Laç:

“Bu zamanda zındıka dalâleti İslâmiyete karşı muharebesinde nefs-i emarenin planıyla şeytan kumandasına verilen fırkalardan en dehşetlisi yarım çıplak hanımlardır ki, açık bacağıyla, dehşetli bıçaklarla ehl-i imana taarruz edip saldırıyorlar. Nikâh yolunu kapamaya, fuhuş yolunu genişletmeye çalışarak çokların nefislerini birden esir edip, kalp ve ruhlarını kebair ile yaralıyorlar; belki o kalplerden bir kısmını öldürüyorlar…” * (İlk çağların kadın savaşçıları olarak tarihte yer alan amazon benzetmesini Bediüzzaman Gençlik Rehberinde özel bir kısım hanımlar için kullanmakta!)

Ve sorar: “Peki yalan mı bunlar? Fuhuşu teşvik ve nikâhı imha eden fahişeler güruhu inkâr mı ediliyor? Gizli ve aşikâr fuhuşla ve devlet eliyle mücadele yok mu? Ceza Kanunu, Fuhuşla Mücadele Nizamnamesi ve ahlâk zabıtası bunlarla geceli gündüzlü mücadele etmiyor mu? Var, ama buna biz karışırız. Allah ne karışır? Diyor savcı. Desin ama kanun, zabıta ve savcı suç işlendikten sonra işleyeni ve işleteni yakalıyor. Yani iş olup bittikten, namus payimal olup, adam öldükten sonra. Daha evvel tedbir almaya kanunen imkân yok. Fakat dinen imkân var: Allah korkusu ve din. İslâm dini tedbiri evvelden alın diyor. Nasıl? Nasihat edin, ikaz edin, Allah’ı tanıtın… İnsanın kalbinde Allah korkusu, Allah sevgisi, ateş, Cehennem, ebedî azap, ebedî saadet yer etsin, bilsin, anlasın, sevsin ve korksun. Korksun ki, fenalıklardan kaçsın, hem kendisi kurtulsun, hem cemiyet. Savcı da, devlet de, hükümet de rahat etsin. Bunun için Allah korkusunu ve sevgisini insanlara aşılayın.

“Nasıl yapalım o işi? O zaman da propaganda diyorlar. Ne olur? Bunlar Allah’ın emirleri, Kur’ân’ın hikmetleri değil mi? Suç diyorlar buna… Ne korkunç bir hal ve tezadlar içindeyiz. Savcı bunu görmez, İslâm dinine ve bütün mukaddes dinlere yapılan bu korkunç taarruz ve hakareti takip etmez de, bu taarruzdan gençliğe muhafaza tedbirleri tavsiye edeni mi yakalar? Müvekkilim nasıl takip ve tazib edilir? Nasıl bu ihtiyar yaşında zayıf ve nahif bünyesi ağır bir teklif ile mükellef tutulur?

Muhterem asil ve Müslüman Türk hakimleri!.. Bu en korkunç bir zulüm olur. Bu zulme mani olmak vazifesi de sizlere emanet edilmiştir.”

Beraat kararı

Hakimler heyeti müşavere ettikten sonra ittifakla beraat kararını tebliğ etmiş, gençler ve izleyici halk yoğun sevgi gösterileriyle kararı kutlamışlardır.

1952’den 2008’e gelelim…

Bediüzzaman’ın din ve vicdan hürriyeti, azınlık hakları, komünizme karşı Risâle-i Nur ve Talebelerinin emniyet-asayişe sigorta mahiyetinde olduğu üzerine yapılandırılan Savunması ve beraatini izleyen yıllarda neler mi oldu?

Komünizme karşı etkin bir mücadele gerçekleştirildi. Gayr-i Müslimlere karşı yakın tarihimizde bir utanç tablosu olan 6-7 Eylül olayları düzenlendi. Biri başbakan ve üç bakanının idamıyla neticelenen ihtilâller ve ihtilâl denemeleri yapıldı. Masum bir azınlık gazetecisinin öldürülmesinin ardından, karışanların kimliğini duyduğumuzda şaşırdığımız bir suç örgütünün açığa çıkarıldığı şu günlerde, toplumun çok farklı kesimlerinden ihtilâllere karşı duyarlı sivil toplum gösterileri gerçekleştirilmekte. Maskeler düşmekte, perdeler yırtılmakta, geleceğe dair güzel ümitler kuvvetlenmekte…

Yazıyı yazarken kendimi 1952 İstanbul Mahkemesi Savunmalarını dinleyici sıralarında izlemiş gibi hissediyorum. O kadar hayatın içinden, o kadar samimî, o kadar hakperest sahneler…

Günümüzde sadece avukat ve savcıların değil, hukuk camiasından adil bir hakimin ifade ettiği gibi “Vicdan ile cüzdan arasına sıkışan” hakimlerin de şüphesiz 1952 İstanbul Mahkemesi Savunmalarından alacakları çok dersler olsa gerek.

Ne dersiniz?

Adil hakimler…

Önümde bir Bilim Teknoloji dergisi, hangi pencereden baktıklarını bildiğim halde gazeteci merakıyla sayfalarını çevirmekteyim. Bilim dünyası sadece Darwin ve Freud’den ibaretmiş gibi at gözlüğüyle bilimsel verileri değerlendiren bu dergide “Türban takma istemi bir insan hakkı değildir” başlıklı bir çalışma gözüme takılıyor. “Tabi, zaten türbanlılar insan değil ki, hakkı olsun!” diyerek yazarına bakıyorum. Bir hanım. Hem de akademisyen ve hukukçu. “Yakışır!” diye düşünüyorum. “Yazan da yayınlayan da utanmıyorlar da!” diye düşünüp, hukuk adına utanıyorum. Çocukluğumdan bir fısıltı geliyor kulaklarıma “Allah’tan utanmayan kuldan da utanmaz. Edep, haya…” diyor. Rahmetle hatırlıyorum.

Ülkemin hür düşünceli, hükümleri vicdanı ile cüzdanı arasına sıkışmayan yargıçlarının var olduğunu bilmek içimi ferahlatıyor…

27.07.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Tefanî sırrı hükmettiğinde



İman ve Kur’ân kardeşliğinde mahviyetle birlikte düşünülebilecek diğer güzel bir haslet de tefânîdir.

Mahviyet kendini kusurlu bilip devamlı kınama iken tefânî, kusurları yönüyle fani olup başkalarının meziyetlerini kendininmiş gibi bilip onlarla iftihar edebilmedir.

Bu tefanî sırrı kardeşler arasında fena fi’lihvan şeklinde anılır.

Çağımızda imana ve Kur’ân’a hizmette güzel bir çığır açan Bediüzzaman Hazretleri tefanîyi, yani kardeşler arasında fânî olmayı Risâle-i Nur mesleğinin esaslarından birisi olarak zikreder. “Mesleğimizin esası uhuvvettir,” yani “kardeşliktir” derken, bunun pederle evlâd, şeyhle mürid münasebetleri tarzında değil, hakikî kardeşlik şeklinde olduğunu belirtir ve şöyle der: “Mesleğimiz ‘Haliliye’ olduğu için, meşrebimiz ‘hıllet’tir. Hıllet ise en yakın dost ve en fedâkâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmert kardeş olmak iktizâ eder.”

Bu hilletin esasının da ihlâs olduğunu söyleyen Bediüzzaman, ihlâs yitirildiğinde her şeyin biteceğine dikkat çeker ve der ki: “Samimî ihlâsı kıran adam, bu hılletin gâyet yüksek kulesinin başından sukùt eder. Gâyet derin bir çukura düşmek ihtimali var; ortada tutunacak yer bulamaz.”1

Risâle-i Nur mesleğinin temelini teşkil eden bu kardeşlik ve dostluk sosyal hayatın da temel taşıdır. İnsanın en önemli fıtrî ihtiyaçlarından biri budur. İslâm ve insanlık için son derece lüzumlu ve kuvvetli bir rabıtadır. Tek başına göğüs gerilemeyen hadiselere karşı en büyük bir dayanak noktasıdır. Ve insan için en büyük bir tesellî kaynağıdır. Vatan ve millet zararına yönelik her türlü tehlikeye karşı en güçlü bir istinadgâhtır.

Bu kardeşliğin o kadar güçlü kolları vardır ki, âdetâ farklı bedenlerde yaşayan tek ruh ve bir vücudun azaları gibidirler o kardeşler. İnsanın bir eli diğer eline rekabet, bir gözü diğer gözünü tenkit, dili kulağına itiraz etmediği, kalp ruhun ayıbını görmediği gibi, onlar da birbirlerinin noksanlarını tamamlar, kusurlarını örter, ihtiyaçlarına yardım eder, vazifelerine destek olurlar.

Yine onlar bir fabrikanın çarkları gibi hareket ederler. “Nasıl ki bir fabrikanın çarkları birbiriyle rekabetkârâne uğraşmaz, birbirinin önüne tekaddüm edip tahakküm etmez, birbirinin kusurunu görerek tenkit edip sa’ye şevkini kırıp atâlete uğratmaz. Belki bütün istidatlarıyla birbirinin hareketini umumî maksada tevcih etmek için yardım ederler; hakikî bir tesanüd, bir ittifak ile gâyei hilkatlerine yürürler.”2

İşte iman sayesinde ortaya çıkan kardeşlik!

DİPNOTLAR:

1. Lem’alar, s. 156.

2. A.g.e., s. 165.

27.07.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kısa cevaplara devam



Diyarbakır’dan okuyucumuz: “İnsan evlendiği eşiyle farklı mezheplerde ise ikisinden birinin diğerine uyması gerekir mi? Kadının erkeğe uyması daha efdal midir? Her iki eş kendi mezhebi üzere amel etmeye devam edebilir mi? Erkek bu konuda eşini kendisine uydurmak ehliyetine sahip midir?”

Karı kocanın farklı mezheplerde olmaları, kendilerine bazı amelî zorluklar getirebilir. Bunların başlıcaları:

1) Bir ailede farklı mezhep görüşleri amelde bir takım yanılmalara ve yanlış anlamalara sebep olabilir.

2) Bir ailede farklı mezhep salikleri bilmedikleri hususlarda daha yalnızdırlar.

3) Aynı mezhepte oluşun getirdiği uygulama birliğinden doğan kolaylıklardan da mahrum olurlar.

Bununla beraber karı koca eğer her biri farklı mezheplerde iseler ve her birisi kendi mezhebinin ilmihalini gerektiği kadar ve doğru biçimde biliyorsa, her birisi kendi mezhebinin hükümleri ile amel edebilir. Karı kocanın aynı mezhepte olmaları veya birbirlerinin mezheplerine uymaları şart değildir. Bu konuda yekdiğerine baskı veya telkin yapmaları doğru da değildir. Her birisinin hak bir mezhepte bulunması kâfidir.

Mezhep seçimini genelde aile ocağında yaparız. Ailemizde bize hangi mezhebin ilmihali öğretilmişse, onunla amel yapmaya başlarız. Böylece o mezhebi seçmiş oluruz. Sonradan bir diğer hak mezhebe geçmek istersek şayet, geçmek istediğimiz mezhebin ilmihalini öğrenmemiz ve amelimizi bu mezhebe göre düzenlememiz, bu mezhebe geçmemiz için yeterlidir. Böylece mezhebimizi değiştirmiş, yeni bir mezhebe geçmiş oluruz.

Fakat mezhep seçiminde eşlerin birbirlerine karşı herhangi bir sorumlulukları yoktur. Kadın mezhep seçimini müstakil yapar. Bu konuda kocasına uyması daha efdal değildir. Daha efdal olan, hangi mezhebi daha iyi biliyor ise o mezhebi uygulamasıdır. Koca da böyledir. Yani eşlerin birbirlerinin mezheplerini seçmeleri zorunluluğu yoktur. Bu konuda erkek de, kadın da, çocuklar da bağımsızdırlar, bağımsız hareket edebilirler.

Yalnız, unutulmamalıdır ki, bir zorunluluk olarak değil; aynı çatı altında bulunmalarından dolayı uygulama kolaylığı sağlaması gerekçesiyle, tercihen, evde en rahat uygulama imkânı bulunan veya en çok tercih edilen, ya da en çok bilinme ve öğrenilme imkânı bulunan bir mezhep ortak olarak seçilebilir. Bu konuda mezhep taassubuna gitmeden, en iyi uygulama imkânı bulunduğu düşünülen bir mezhepte karar kılınabilir.

***

Amerika’dan Okuyucumuz: “Benimle yaşıt bir kız kuzenim var ve annem biz 1 yaşındayken onu doyuncaya kadar 1 kere emzirdiğini söylüyor. Biz fıkhen sütkardeş sayılıyor muyuz? Bu cevap kuzenim için pek bir şeyi değiştirmiyor ama onun birde erkek kardeşi var. Onun bana haram olup olmama konusunda muallâktayız. Ve benimde kız kardeşlerim var. Sütkardeşimin erkek kardeşi bana ve kız kardeşlerime helâl olur mu?”

Bir yaşındayken annenizin doyuncaya kadar bir kez emzirdiği kuzeniniz, yalnız kendisi, sizin ve kardeşlerinizin sütkardeşidir. Çünkü teşekkülünüzde aynı süt var.

Fakat kuzeninizin kardeşleri ile siz sütkardeşi olmazsınız. Çünkü onlarla aynı sütü emmediniz.

Yani kiminle süt ortaklığı yapmış iseniz, siz kardeşler yalnız onunla sütkardeşi olursunuz. Onun kardeşleri ile sütkardeşi olmazsınız.

Dolayısıyla onun kardeşlerinden birisi ile sizin kardeşlerinizden birinin nikâhlanmalarının yolu kapalı değildir. Yalnız sizin annenizden emen sütkardeşiniz, sizin kardeşlerinizden hiçbirisi ile nikâhlanamaz. Çünkü o, sizin bütün kardeşleriniz ile sütte ortak olmuştur, yani sütkardeşiniz olmuştur.

27.07.2008

E-Posta: [email protected]




Nejat EREN

Kendi işine bakabilmek



Sabah namazı dersleri Nurun hadim ve müştakları için olmazsa olmaz şartlardandır. Üstad Bediüzzaman’ın hizmetkârlarına karşı hiç taviz vermediği hususlardan birisi de sabah namazı derslerini icra ve takip etmeleri hususudur. Bu konudaki hassasiyetimizi hiçbir zaman kaybetmemeliyiz. Âcizane bu konuda mümkün oldukça kendi nefsim hesabına kesinlikle taviz vermemeye çalışıyorum. Çok müstesna hallerde bile olsa velev ki bir vecize okuyarak bile bu güzel âdeti ve şahsı manevî arasında meleke haline gelmiş bu güzel hasleti devam ettirmeye azamî derecede gayret göstermeye çalışıyorum. Elhamdülillah. Haza min fadli Rabbi!

Bu yazıyı yazmama vesile olan da bu günkü hususî sabah namazı dersime hemen başlar başlamaz karşılaştığım bir durumdu. Şöyle ki: Muhakemat Kitabını bitirip, sırası gelen Şuâlar Kitabına başlamıştım. Bu risâlenin İlk bölümü olan, “İkinci Şuâ” başlığından sonraki ilk cümle: “Eskişehir Hapishanesinin Son Meyvesi” şeklindeydi. Birden durdum, sarsıldım ve hemen ajandama bir not düştüm. “Kendi işine bakmak. Sırat-ı müstakimden sapmamak!” şeklinde. Cümlede geçen, “Son Meyvesi” ifadesi beni oldukça etkiledi. Dersimi bitirince bilgisayarımın başına geçtim. Konuyu klâvyeden gönlüme ve gönüllere aktarmayı bir mükellefiyet bildim.

Bir anda hayalimi 1935 yılı Türkiye’sine götürdüm. O zamanın hapishane şartlarını hayalen de olsa hafızamda resimlemeye çalıştım. Bu günün Türkiye’sinin hapishane ve sosyal hayat fotoğraflarını hafızamda geçit yaptırmaya çalıştım. Topluma baktım. Dünya ve hadislerine baktım. Çevremi gözden geçirmeye çalıştım. Camianın genel durumuna baktım. Kendime ve aile efradıma baktım. Manen azımsanmayacak bir eksen kayması ve erozyona düçar olduğumuzun acı neticesini kalp ve vicdanımda hissettim.

Suçlu aramıyorum. Çünkü başta aciz nefsim olarak kimse “suçu” kabullenmiyor. Bana yakışan “çözüm” aramaktır. Çözüm üretmektir. Ben “çözüm” aramaya çalışıyorum.

Bu, “çözüm” arayışım içinde İkinci Şuâ’nın izah bölümündeki “Birinci” cümlesinde geçen, “Son Meyvesi” ibaresi çok dikkatimi çekti. Demek ki iki seneye yakın bir zamanını, “Eskişehir Zindanında” geçiren asrın manevî tabibi o arada “çok meyveler” veren bir hizmet etmiş! Bütün hak mahrumiyetlerine rağmen. Haklarının gasp edildiğine ağlayıp, sızlayıp, bağırıp, çağırıp duygu sömürüsü yapıp ortalığı ateşe vermemiş.

“Kendi işine” bakmış. İhsanı İlâhî tarafından kendi omuzlarına yüklenen “iman kurtarma” dâvâsında hiç boş durmamış. Hasım taraf olan, karşı vadilerden gelen, iman nurunun parıltısından rahatsız olan yarasa tabiatlı kişi ve zihniyetin kendisine reva gördüğü kasıtlara, yanlışlara, baskılara, iftiralara, zulümlere, yalanlara rağmen!

O mümtaz Müceddid, günü ve şahsını kurtarmayı değil, dâvâsını ve dostlarını kurtarmayı yeğlemiş!

Yanlışları diğer yanlışlarla gidermeden hep uzak olmuş. Kendi mesleğinin sevgisi ve muhabbetiyle, düsturu ve prensipleriyle bizzat tatbiki olarak yaşamış.

Bu gün benim kendime sorduğum ve bu günden sonra da İnşallah devamlı soracağım en büyük ve önemli soru şu: “Bu yıl, bu ay, bu hafta ve bu gün hizmetin için “birinci meyve” plânın nedir? Böyle bir derdin var mı? Bunun icraatı için neler plânladın? Neler yaptın? Önündeki seneler için, aylar için, haftalar için, günler için, ömrün için, hayatın için “Son Meyve” plânların var mı? Hayal âleminde böyle bir düşünce var mı? Oldu mu?

Bu soruları da “kendime!” sormam lâzım! “Kendi İşini” biliyor musun? Gereklerini yerine getirebiliyor musun? İstikameti bulmanın kendini ıslâh etmede olduğunun farkında mısın?

İman dâvâsının gönüller üzerinde meydana getirdiği o müthiş ve asırları kucaklayan dağlarvari dalgaların içinde işte o “maya” vardı. Gönül sultanı ve yaşadığı müddetçe hizmetin içinde olan ve o Sultanın hizmet dairesinin içerisine girmeyi başaran o müstesna “çekirdek kadro” olan “altmış yetmiş kişi”, ile hizmete koşan ve uzun çalışmalarım neticesinde tek tek isimlerini tesbit edebildiğim lâhikalarda geçen dörtyüz civarındaki nurun şaşmaz istikamet kahramanları olan hâdimlerin bütün mesaileri; “Kendi İşleriydi.”

Onun için “kendileri” şaşırmadılar. Kimseyi de şaşırtmadılar. Karşı vadilerin, zıt felsefik saçmalıkların, kendinden menkul enaniyet kokan sathî dogmaların, oyun kokan sahte fikirlerin oltalarına takılmadılar ve cazibesine girmediler. Çünkü mesai tanziminde birinci sırada; “Kendi İşleri.” vardı.

Onların ajandalarında ve günlüklerinde ilkönce “kendilerini” sorgulamak vardı. Çünkü üstadlarından; “nefse itimad etmeme, nefsi temize çıkarmama” dersini almışlardı. Bunu da ilkönce kendi nefislerinde yaşamaya baş koymuşlardı. “Kendi işlerini” yapmada fena olmuşlardı. Başkaları onların gündeminde hep “potansiyel dost” olarak kalmıştı. Beden yapılarında var olabilecek “Potansiyel düşman” üretme merkezini kökünden imha etmişlerdi.

Cihanşümul, evrensel, Kâinat çapında bayraklaşan, giderek ivme kazanan bu ihlâslı, istikametli, muhteşem dâvânın tarafı olanlar “Kendi İşleriyle” daha fazla uğraştıkları zaman her şey çok daha farklı olacak İnşallah.

Ben ise, gerçek dostlarımdan, “hayalî yanlışlar” aramanın ve üretmenin ve bu hayalî yanlışları, “kendimden menkul dâhiyane!” düzeltme girdabındayım sanki! “Kendimi” bulduğum, “kendi işime” tam mesaimi verebildiğim zaman, “kurtuluşu” bulacağım ve hakikî rotaya girebileceğim için duâya ihtiyacım var.

Sevgili dostlarım bana kızmayın, çünkü “kendimi” yazmaya çalıştım. Son derece yoğun ve devamlı duâya ihtiyacım var.

“Kendi İşime” bakmam için sizlerin samimî desteklerinize ihtiyacım var. Benim “Kendi İşime.” dönmem sizin de işinize yarayabilir. Böylece en azından bir “muzırın” yayma istidadı gösteren yanlışlıklarından kurtulmuş olursunuz.

Siz de “Kendi İşinize” bakmak istiyorsanız, “Rehber Eserlerle” daha çok haşir neşir olmanız gerektiğini zaten biliyorsunuz. Eksiğimiz galiba “başkalarını ve ötekilerini” gündemimizden çıkarıp yine “Kendimize” Dönmek. Başkalarını da “başkalarına” bırakmakla olacak.

Cenâb-ı Hak cümlemizin yâr ve yardımcısı olsun İnşallah. (Âmin)

27.07.2008

E-Posta: [email protected]




Suna DURMAZ

Türk dizileri



Geçen yıl Arap tv kanallarında tarama yaparken, gözüm MBC kanalında yayınlanmakta olan bir diziye takıldı. Aktörlerin simalarından Arap olmadıklarını anladım. Konuşmalar Lübnan lehçesi olarak dublaj edilmişti. Evimizde Türk kanalları olmadığından ve uzun zamandan beri yurt dışında olduğumdan bu dizinin “Çemberimde Gül Oya” adlı bir Türk dizisi olduğunu ancak yarım saat sonra dizi bitince anladım. Bir gurbetçi olarak memleketimin güzel manzaralarını izlemekten ve dizide konu edilen yetmişli yılların (acı hatıralar da olsa) zihnimde canlanmasından hoşlanmıştım.

Bu yıl ise yine aynı kanalda “Ihlamurlar altında” ve “Gümüş” adlı diziler, “Senewat ed-Dayaa” ve “Nur” adları altında oynuyor.

Ben burada dizi reklâmı yapmak istemiyorum kesinlikle. Çünkü MBC yeterince reklâmını yapıyor zaten. Arapları bu dizileri, özellikle de “Gümüş” adlı diziyi seyretmeye iten sebep nedir? Arap sosyologların bu soruya cevap bulmaları lâzım diye düşünüyorum. Çünkü Arap medyasında çıkan haberlere göre bu filmler yüzünden ailevî problemler çıkmaya başlamış. Hatta işi boşanmaya kadar götürenler olmuş.

Kıvanç Tatlıtuğ’un rol icabı filmdeki eşine romantik davranmasını izleyen Arap kadınları, kocalarının da aynı romantizm içinde olmalarını istiyorlarmış.

Bu haberleri duyunca pek de şaşırmadım doğrusu. Kendisine yapacak bir iş bulamayan her bir kadın; ki bu Arap olur, Türk olur fark etmez;.boşluğa ve bunalıma düşer. Elindeki nimetleri başkalarının sahip olduğu nimetlerle kıyaslar. Sonra da kendisindekini az görür. Ve daha baştan uhrevî esaslar üzerine kurulmamış olan her bir evlilik, bu tür saçmalıklar yüzünden yıkılmaya başlar.

Oysa ki Üstad Hazretlerinin Tesettür Risâlesi’nde bahsettiği gibi, kadın ve erkek arasında var olan muhabbetin aslı yalnız dünyevî hayatın ihtiyacından ileri gelmiyor. Kadın ve erkek birbirlerinin dünya ve ahiret hayat arkadaşıdırlar. Bu esas üzerine kurulan evlilikte kadın kocasından daha iyisini, daha cömerdini, daha yakışıklısını görmez. Erkek içinse hanımı dünya güzelidir. Koklamaya doyamadığı bir güldür. Yaban gözlerden sakladığı kıymetli bir hazinedir.

Ihlamurlar Altında dizisinde geçen gecekondu mahallesi görüntülerinin dışında, bu filmlerde Araplarla ortak yönlerimiz olduğunu gösteren en ufak bir sahne yok. Türk toplumu içinde İslâmın emrettiklerini yapan, nehyettiklerinden uzak durmaya çalışan milyonlarca insan olduğuna bir saniyelik bir sahneyle dahi yer verilmemiş. İstanbul manzaraları Boğaz Köprüsünden, yalılardan ve özel hastanelerden ibaret sanki.

Peki, İstanbul’u İstanbul yapan minareler ve buralardan yükselen ezan sesleri nerede!?

Her iki dizide de, Türkler sevincini ve hüznünü rakı içmeyle paylaşan bir millet olarak gösteriliyor. Ben şahsen bunda bir kasıt olduğunu düşünüyorum doğrusu.

Hastanede, yolda, alış verişte Türk olduğumu öğrenen Araplar, “Siz hep içer misiniz?” veya “Kızlarınız gayrimeşrû ilişkilere bu kadar kolay mı giriyorlar? Sonra onların babasız çocuk sahibi olmalarını aileleri nasıl kabul edebiliyor? Yoksa sizin çoğunuz Müslüman değil mi!?” diye soru yöneltiyorlar.

Ben de ayak üstü “Türk toplumu içinde dizilerdeki gibi yaşayan bir zümre olduğu gibi, dinin gereklerini yerine getiren milyonlarca insan bulunuyor” diyerek bu filmlerin ticarî amaçlı olduğunu, Türk toplumunun gerçek yüzünü yansıtmadığını anlatmaya çalıştım ve çalışıyorum. Zira hâlâ bu tür sorulara muhatap kalıyorum.

Kuveyt’te yayınlanan el-Enba gazetesi, 14 Temmuz’da Ihlamurlar Altında dizisinin oyuncularıyla Kuveyt-Türk ortak yapımı “Arkadaşım” adlı bir dizi çekileceğini haber yapmış. Bu haberi okuyunca aklıma bir fikir geldi. İki milleti yakından ilgilendiren şahsiyetleri konu alan tarihî filmler çekilemez mi acaba?

Saçma sapan dizilerin çektiği ilgiye bakılırsa, inanıyorum ki Türk-Arap ortak yapımı bir tarihî film veya dizi daha çok ilgi çekecek. Taraf tutmadan olayları bütün gerçekliğiyle yansıtan, siyasetin etkisinden tamamen sıyrılmış profesyonelce çekilen bir dizi, iki milleti birbirine daha çok yakınlaştıracak. Bu yakınlaşmanın etkisi ticarete ve siyasete büyük ölçüde yansıyacak.

Arap milletiyle 500 yıllık ortak bir tarihimiz var. Bu uzun süre içinde her iki milleti de yakından ilgilendiren olaylar olmuş. Sultan Abdülhamid, Cemal Paşa ve Şerif Hüseyin gibi önemli şahsiyetlerin almış oldukları kararlar iki milleti de etkilemiş. Bu şahsiyetleri konu alan diziler çekilebilir meselâ.

Yukarıda adı geçen tipte dizi hayranı Araplar olduğu gibi, milyonlarcası da tarihî dizi âşıkları. Tarihî dizi çekiminde Suriye başta gidiyor. Son yıllarda çekmiş olduğu, ana teması Arap milliyetçiliği olan “Uhuvvetü’t Türab,” Kudüs’ün fethini konu alan “Salâhaddin Eyyubî” ve Filistin işgali ve diasporasını işleyen “eş-Şetat” filmleri büyük ilgi gördü.

Arap âleminde en önemli diziler Ramazan ayında yayınlanır. Milyonlarca insan bu filmleri izler. Müslüman Türk toplumunun görüntülerini de yansıtan Arap-Türk ortak yapımı bir dizi Ramazan ayında yayınlanırsa, çok büyük ilgi görecektir. Buna candan inanıyorum.

27.07.2008

E-Posta:




İslam YAŞAR

BİR NUR TALEBESİ PORTRESİ (2)



“Üç bedende bir ruh…”

Said Nursî böyle derdi Zübeyir, Sungur, Ziya’ya. Onlar da bu lâtif teşbihi yaşamak istercesine hizmet medar-ı bahs olduğunda benzer şeyler düşünürler ve birlikte hareket ederlerdi.

O zaman Ziya zaten Afyon’daydı. Zübeyir tahliye olmuş ve bir ev tutmuştu. Sungur da gelince müşterek ruhun bedenleri bir araya geldiler ve hasretle Üstadlarının tahliye gününü beklemeye başladılar.

Mahkûmların hapishaneden tahliye işlemleri genellikle öğleye doğru yapılırdı. Onlar bunu bildikleri için kuşluk vakti hapishâneye gidip Üstadı karşılamayı düşünüyorlardı.

Tahliye günü sabahleyin erkenden kalkmışlar, namazlarını kılıp tesbihâtlarını yapmışlardı. Sabah dersine hazırlandıkları sırada tekerlek tıkırtısından evin önüne bir faytonun yanaştığını fark ettiler.

Pencereden baktıklarında Üstadın geldiğini görünce, onu karşılamaya geleceğini tahmin ettikleri büyük kalabalığın toplanmasına fırsat vermek istemeyen emniyet mensuplarının onu sabahın erken saatinde tahliye ettiklerini anladılar heyecanla dışarıya fırladılar.

İki polisin arasında faytondan inen Bediüzzaman her zamanki gibi mütebessim, müsterih ve zindeydi. Zübeyir, Sungur ve Ziya sıra ile elini öperken, o polislere onları gösterdi.

“Bunlar Türk milletinin medâr-ı iftiharıdır” dedi.

Polisler gençlere bakarak bu sözün sırrını çözmeye çalışırken Zübeyir, Üstadının koluna girdi, polislere yol gösteren Sungur da onları takip etti ve hep birlikte eve çıktılar.

Said Nursî, az önce talebelerinin sabah dersini yapmaya hazırlandıklarını görmüş gibi ‘Mahkeme-i Kübraya Şekva’ bahsini okuyup izah etti, talebeleri ile birlikte polisler de sessizce dinlediler. Ders bittikten sonra da müsaade isteyip ayrıldılar.

Aslında polisler de biliyorlardı ona yapılanların haksız ve yanlış olduğunu. Lâkin ihtiyarları ile hareket etmekten ziyade kendilerine verilen emirleri yerine getirdikleri için oradan ayrıldıktan sonra sokağın başında veya girişteki terzi dükkânında diğer arkadaşları ile münavebeli nöbet bekleyerek ziyaretine gelenlere mani olmaya çalıştılar.

Bilhassa ilk günlerde nöbeti sıkı tutarak uzaktan yakından gelen pek çok insanı geri çevirdilerse de Aydın’dan gelen Mehmed Efendiye mani olamadılar. Sungur hiç beklemediği bir sırada babasını karşısında görünce şaşırdı ve hemen Üstadın huzuruna çıkıp babasını takdim etti.

“Sen Sungur’un babasısın.”

Bediüzzaman, hayret ifadeleriyle birkaç sefer tekrarladığı bu sözlerle karşıladı Sungur’un babasını. Aydın taraflarında imamlık yapan Mehmed Efendi de onun bu iltifatına elini öperek mukabele etti.

“Hocam, ben Mustafa’dan şikâyetçiyim” diyerek söze başladı sorduğu birkaç sorunun cevabını aldıktan sonra. Ardından, ona Aydın taraflarında beraber pamukçuluk yapmayı teklif ettiği hâlde onun kendisini dinlemediğinden yakındı.

Said Nursî, ebeveynlerin evlât üzerindeki haklarını anlatarak onun hislerini teskin etti. Sungur’a da, babası ile birlikte Aydın’a giderek gönlünü alması gerektiğini söyledi.

Sungur’un, söylediklerini dikkatle dinlemekle birlikte, yapmak hususunda kalben mutmain olmadığını hissedince, Hizmet-i Kur’ân’iyenin ehemmiyetini anlatan bir ders yapıp, annesinin ve çocuklarının onu kendisine vakfettiklerini hatırlattı.

“Alâküllihâl baban da seni bana vakfetmesi lâzım geliyor” dedi.

Bu ifadeleri, çok yakında gerçekleşecek bir müjde olarak kabul eden Sungur, babası ile birlikte Aydın’a giderken ona Nur hizmetinin ehemmiyetini anlattı, bu hususta Üstada yardım etmenin lüzumunu izah etti ve kendisini ona vakfetmesini istedi.

Bediüzzaman’ın talimatı üzerine önce İzmir’e, oradan da İstanbul’a gidecek olan Sungur’un yanından ayrıldıktan sonra uzun uzun onun anlattıklarını düşünen ve isteğini haklı bulan Mehmed Efendi, bir süre sonra Isparta’ya geldi.

Maksadı Said Nursî’ye oğlunu vakfettiğini söylemekti. Fakat onun Emirdağ’a gittiğini öğrenince Sungur’a oradaki teybi açmasını söyledi. O teybi açıp mikrofonu verince güzel bir aşr-i şerif okuduktan sonra “Üstadım, efendim hazretleri. Mustafa’yı ebediyen sana vakfediyorum. Hiçbir hakkım yoktur” diyerek ona mesaj bıraktı.

Ardından Emirdağ’a giderek ziyaret etti. Ondan, Ege’deki işinin olduğunun müjdesini alınca gidip imamlığa başladı. Sungur’dan risâle istedi ve okuyup anlamaya ve anlatmaya çalıştı. Bu yüzden ihbar edilip bazı sıkıntılara maruz kalmasına rağmen irtibatını kesmedi.

Said Nursî de, Sungur’a “Şimdi sen babanla, aynen Nazif Çelebi ve Selâhaddin gibi, Mehmed Çalışkan’la Ceylân gibi oldun” diyerek babasının hizmetlerinin makbul olduğunu ifade etti.

Sungur bu müjdeyi de aldıktan sonra kendisini tamamen Risâle-i Nur hizmetine verdi ve konuştuğu zaman Risâlelerden söz etmeye, bir yere gideceğinde Üstadından emir almaya başladı.

Bediüzzaman, onun ihlâs ve sadakatinden emin olduktan sonra daha önce yazdığı vasiyetnamelerinde varisi olarak tavsif ettiği talebelerinin arasına onun ismini de ekledi ve “İhtar var. Size Arapça’yı öğreteceğim, yarından itibaren Mesnevî-i Nuriye’den ders vereceğim dediği Zübeyir, Ceylan, Tahirî, Bayram, Hüsnü gibi hayatının Üçüncü Said safhasının talebeleri arasına onu da dahil etti.

Üçüncü Said’in en bariz vasıflarından biri, memlekette yaşanan içtimaî gelişmeleri takip edip siyasî işleyişe yön vermeye çalışması idi. Bu faaliyetlerin merkezi Ankara olduğu için orada Nur camiası adına o işleri takip edecek bir Nur Talebesine ihtiyaç vardı.

Bediüzzaman, daha önce İstanbul’da Eşref Edip’le, Av. Mihri Belli ile bazı görüşmeler yapan ve Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Efendiye iki takım külliyat ile mektubu götüren Sungur’u Ankara’ya göndermek istiyordu.

Fakat Sungur, kendisine verilen haricî vazifeleri hakkı ile ifa etse de Üstadının yanında kalmak ve münhasıran ona hizmet etmek istiyor, bu arzusunu da her vesile ile dile getiriyordu.

“Sungur, benim yanımda hizmet gümüşse, Ankara’daki hizmet altındır.”

Said Nursî’nin bu sözü, Sungur’un bütün şahsî arzularını dizginlemesine yetti. Üstadının her sözünü emir telâkki ettiğinden hemen Ankara’ya gitti, küçük bir ev kiralayıp Nur medresesi olarak tanzim etti ve orada kalmaya başladı.

Kendisine o günlerde gönderildi Said Nursî’nin, hakkında yapılan ithamlara ve iftiralara cevap vermek maksadıyla yazdığı yazı. O da yazıyı çoğaltıp mebuslara, bazı devlet adamlarına, hükümet yetkililerine ve cemiyetin önde gelen kişilerine dağıttı.

Bununla iktifa etmedi, uygun görüldüğü takdirde yayınlanması ricasıyla Ankara’da ve Anadolu’nun bazı şehirlerinde yayınlanan mahallî gazetelerin, dergilerin sahipleri ile yazı işleri müdürlerine de gönderdi.

Samsun’da münteşir Büyük Cihad gazetesi, hükümetin siyasî baskılarının ‘En Büyük İsbatı’ olarak önce bu yazıyı yayınladı, ardından da Bediüzzaman’a yapılan keyfî muameleleri nazara verdi.

Bu yayın üzerine harekete geçen Samsun Savcılığı, Said Nursî ve gazete aleyhine dâvâ açtı. Gazetenin yazı işleri müdürü tutuklandı. Mustafa Sungur yazıyı gazeteye kendisinin gönderdiğini ifade eden bir dilekçe vermesine, gazete de bu dilekçeyi yayınlamasına rağmen Said Nursî de ifade vermek üzere Samsun Adliyesine celb edildi.

Bediüzzaman mahkemeye, Emirdağ’dan Samsun’a gelemeyeceğine dair doktor raporu göndermesine rağmen, Ankara’dan gelen emirle mahkeme raporu kabul etmeyince deniz yolu ile Samsun’a gitmeyi düşünerek İstanbul’a geldi.

İstanbul’daki Guraba Hastahanesi’nden ona karadan, denizden ve havadan Samsun’a gidemeyeceğine dair heyet raporu verildi. Savcının, Said Nursî’nin getirilmesi talebini mahkeme reddedince ifadesi İstanbul’da alınıp gönderildi.

O günlerde vuku bulan ve Ahmed Emin Yalman’ın yaralanmasına sebep olan Malatya Hadisesinin de tesiriyle gazetede yapılan arama sırasında Mustafa Sungur’un mektupları ele geçirilince Ankara’da tevkif edildi. Bir ay kadar Ankara hapishânesinde tutulduktan sonra Samsun’a getirilerek hapsedildi.

Samsun Hapishânesinin ağır şartları onun hayatında hiçbir değişiklik yapmadı. Orada da bazı mahkûmlarla birlikte namaz kılıp risâle okuyarak ibadetlerine ve hizmetlerine devam etti.

Sadece istediği zaman gidip Üstadına hizmet edememek gibi bir sıkıntısı vardı. Onu da sık sık tahassüslerini; “Size hakikî şakirt olamamaktan gelen elemim var. Acaba Risâle-i Nur’un hakikî talebeliği ile kederlerden tasaffî etmiş ve eneden uzaklaşmış siz sevgili Üstadımızın tabiri ile, bir buz parçası hükmündeki enaniyetini havz-ı Nurda eritebilmiş ve bu suretle tasavvurunda hayalin bile aciz kaldığı muazzam Risâle-i Nur’un şahs-ı mânevîsinin şerefi ile ve makamı ile müftehir olmayı ve ona tam şakirt olmayı ve o saadete tam girmeyi acaba Rahim-i Mutlak bana da ihsan edecek mi?” gibi ifadelerin yer aldığı mektuplar yazarak telâfi etmeye çalıştı.

Samsun Hapishânesi’ndeki koğuş arkadaşı, ‘İslâma bütün zerratı ile bağlı, temiz kalpli cesur bir insan olan Büyük Cihad gazetesinin yazı işleri müdürü Hüseyin Yücel’di.

Bediüzzaman’ın “Ben onun ruhuyla anlaşma yaptım. Hapisteki her bir saatini bir ay risâle yazmış gibi kabul ettim” dilerek fedakârlığını takdir ettiği o insanla on bir ay birlikte kaldı.

Tahliye edildikten sonra memleketine gidip biraz kaldı. Said Nursî; Zübeyir, Bayram ve Ceylân’la birlikte Isparta’da kiraladığı evde ikamet ettiği için Sungur da oraya gitti.

Hapishânede çok eziyet çektiği için Üstad onu “Sana eziyet eden o savcı tokat yiyecek” diyerek teselli etmişti. Fakat bir süre sonra savcının İzmir Başsavcılığına tayin edildiğini öğrenince şaşırdı.

1956 yılında askerlik hizmetini yapmak üzere yedek subay olarak Samsun’a gittiğinde Ağır Ceza Reisi İsmail Hakkı Beye Üstadın selâmını söyledi. Ondan, kendilerine baskı emrinin Adalet Bakanı Şevki Çiçekdağ’dan geldiğini, onun da bir trafik kazasında feci şekilde öldüğünü öğrenince tokadı müstahak olanın yediğini anladı.

Sungur, bir süre sonra tekrar Ankara’ya gönderileceğini zannediyordu, ama Bediüzzaman onu yanından pek ayırmadı. Kendisi adına yapılacak resmî görüşmelere ve içtimaî münasebetlere genellikle onu gönderdi.

Risâle-i Nurlar Ankara’da Lâtin harfleri ile neşredilmeye başlanınca, hem resmî muameleleri takip etmek, hem de tashih edilecek formaları getirip götürmek için Ankara’ya daha sık gidip gelmeye başladı.

Said Nursî, 1958 yılında Nazilli’de bazı Nur Talebelerinin risâle okurken yakalanmaları üzerine bazı gazetelerde koparılan asılsız yaygaralara cevap vermelerini isteyince talebelerinin yazdığı yazının altında Tahirî, Zübeyir, Ceylan, Bayram ve Rüştü ile birlikte onun da imzası vardı.

O yazının teksir edilerek dağıtılması üzerine Ankara Cumhuriyet Başsavcısının başlattığı tevkif furyası sırasında o da yakalanıp kelepçelenerek Ankara’ya getirildi. Yaptığı lâtif nüktelerle ve anlattığı nezih fıkralarla hapishanede arkadaşlarının neşe kaynağı oldu.

Bediüzzaman Said Nursî’yi ve Risâle-i Nur’u o vesile ile tanıyan Avukat Bekir Berk’in muhteşem müdafaası neticesinde tahliye edilince, yine Eflâni üzerinden Isparta’ya döndü. Üstadının bazı seyahatlerine eşlik etti, gönderdiği yere gitti, emrettiği hizmetleri yaptı.

Said Nursî’nin etrafında hâleleşerek vefatına kadar yanından hiç ayrılmadı. Onun verdiği ‘Fenâ-finnur’ sıfatı, asıl ondan sonra tezahür etmeye başladı.

27.07.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Gerçekler gün yüzüne çıkar



Geçtiğimiz yıllarda karanlık bir suikast sonucu öldürülen Dr. Necip Hablemitoğlu’nun eşi Prof. Dr. Şengül Hablemitoğlu’nun “Atatürkçü Düşünce Derneği” yöneticiliğinden istifa etmesi medyada ‘sürpriz’ olarak karşılandı. Bu gelişmeyi sürpriz karşılayanlar haksız değil, çünkü istifa gerekçesi ‘iş yoğunluğu’ olarak sunulsa da işin altında başka endişeler yatıyor.

Yaklaşık bir ay önce derneğe yönetim kurulu üyesi seçilen bir ismin, ‘iş yoğunluğu’nu gerekçe göstermesi elbette ikna edici olmuyor. Asıl sebebin ne olduğunu, açıklanmadığı sürece elbette bilemeyiz, haklı olarak istifadan ‘mesaj’ çıkaranlar da var.

Şunu en başta ifade edelim: ‘Meşhur’ kişilerin adi suikastlar sonucu öldürülmesi ‘tesadüfi’ hadiseler değildir. Gerek 12 Eylül öncesinde ve gerekse başka kargaşa dönemlerinde böyle sürpriz suikastlar yaşanmıştır. Türkiye’deki ‘aydın’lar da, ekseriyetle bu suikastların arka planını araştırmak yerine yapılan ‘resmî açıklamalar’la yetinmişlerdir. Hele hele medyanın bu ve benzeri cinayetler sonrası takındığı tavır tek başına incelenmeye aday bir tavırdır.

Bu anlamdaki her karanlık cinayet sonrası, mutlaka işin ucunu ‘irticaî örgütler’ diye tanıtılan gerçek ya da hayalî kişi ya da kuruluşlara havale etmişler, bu ‘örgüt’ler üzerinden de mütedeyyin insanları zan altında bırakmaya çalışmışlardır. Yakın tarihteki karanlık cinayetlerin gün yüzüne çıkmaması biraz da medyanın bu yöndeki ‘ön kabul’ü sebebiyledir. Bir ‘solcu-aydın’ mı katledildi? Daha bombanın dumanı kaybolmadan suç dindar insanlara havale edilir, edilmiştir.

Bayan Hablemitoğlu’nun ADD’den istifası, bazı medya mensuplarının sarsılmasına, dolayısıyla kendilerine gelmelerine vesile oldu. Serdar Turgut şöyle yazmış: “(...) Ben birbiri ardına gelmiş cinayetlerin devlet yapısı bu kadar güçlü olan bir ülkede nasıl çözümsüz kalabildiğini bir türlü anlayamamıştım ve her an tehlike altında yaşamak hayat tarzımız haline gelmişti. (...) Yapacak bir şey yoktu. Sustuk. Çaresiz katlandık. Ve belki de korkumuzdan sormamız gereken bazı soruları soramadan bu yaşımıza geldik. Ancak şimdi bakıyorum da bazı sorular sorulmaya başlandı ve geçmişte anlayamadığım, anlamlandıramadığım bazı olaylar kafamda bir şekilde netlik kazanıyor, bazı taşlar yerine oturuyor. Örneğin; ben bazı aydınların neden birbiri ardına öldürüldüklerini, faillerin neden bulunamadığını ve neden her defasında birtakım radikal dinci örgütün suçlu olarak ilân edildiğini anlamaya başladım sanıyorum. Ve tahmin ediyorum ki; Uğur Mumcu da bazı derin gerçeklere ulaşmaya başladığı için öldürülmüş olmalı. Cevaplarım net değil ama sadece anlamaya başladım gibi geliyor bana. Bunun sadece bana özgü bir geçmişle hesaplaşma süreci olmayacağı da belli. Belirli bir yaş limitinin üstünde kalan her Türk vatandaşı kendi geçmişinde şahit olduğu bazı olayları yeniden düşünmek zorunda kalacak.” (Akşam, 25 Temmuz 2008)

Bu sorgulamalar samimiyetle sürer ve yaygınlaşırsa, inanın çok kısa sürede ‘düz’lüğe çıkabiliriz. Evet, yalancıların mumları bir bir sönüyor ve sönmeye de devam edecek.

27.07.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Bana olunca etik, sana olunca değil mi?



niversitelerdeki rektör seçimleri çoğu zaman sancılı olmuştur. Bir üniversiteye rektör olabilmek için üç aşamalı bir yol izleniyor. Önce üniversite öğretim üyelerinin oyları ile ilk 6’ya girmek gerekiyor. Sonra bu 6 kişi YÖK tarafından 3’e indiriliyor. Ve Cumhurbaşkanına gönderiyor. Cumhurbaşkanı da bu 3 isimden birisini rektör olarak atıyor. Bir öğretim üyesi dört yıllığına iki dönem seçilebiliyor.

YÖK, 21 üniversitede görev süresi Ağustos ayında sona erecek rektörlerin yerine seçilmek üzere Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e her üniversite için üçer kişilik liste gönderdi. Tartışmada burada başladı.

Yasa gereği iki dönemden fazla rektör olamayan Uludağ Üniversitesi Rektörü Mustafa Yurtkuran ile Dicle Üniversitesi Rektörü Fikri Canoruç’un eşlerinin aday gösterilmesi tartışmalara ve “hanedan” suçlamalarına sebep olurken, “Ben olamıyorum bari eşim olsun” şeklinde algılandı. YÖK Genel Kurul toplantısında “eş desteği”yle seçimleri kazanan adayları listeye koymadı. Listeye giremeyen bu iki öğretim üyesi YÖK’ün kararını protesto ederken, birisi YÖK’ün kararını “etik” bulmadığını da söylemiş.

Gazi Üniversitesi eski öğretim üyelerinden Mümtaz’er Türköne, “Bu düpedüz, babadan oğula geçen saltanat gibi dikey değil ama, eşten eşe intikal eden yatay bir saltanat usulünden başka nedir?” diye soruyor. (Zaman, 24.07.2008)

Bir tartışma da Gazi Üniversitesi rektörlüğünde yaşanıyor. Ahmet Necdet Sezer, bin 64 oy alan Prof. Dr. Rıza Ayhan yerine, 366 oy alarak 3. sırada olan Prof. Dr. Kadri Yamaç’ı rektör atamıştı. Şimdi tersi oldu. Rektör Kadri Yamaç 732, Rıza Ayhan 384 oy aldı. YÖK de yetkisini kullanıp Köşk’e gönderilen üç kişilik listeye Kadri Yamaç’ı yazmadı. Tabi Yamaç şimdi ateş püskürüyor. “İçime sindiremiyorum” diyor ve hukukî yollara başvuracağını söylüyor. Burada şu akıllara geliyor: Geçen dönemde birinci sırada olan Ayhan’ın yaklaşık üçte biri kadar oyla Yamaç rektör olmuştu. O zaman niye ses çıkarmamıştı? O zaman içine sindirebilmiş miydi?

Özellikle Ahmet Necdet Sezer Cumhurbaşkanı olarak birinci olanların yerine ikincileri hatta üçüncüleri seçtiğini herkes hatırlıyor. Sezer’in görevi sürecinde hep ideolojik davrandığını hepimiz gördük. Atayacağı kişileri kapıcılarına sorması da çokça tartışılmıştı.

Ama kanunlara göre de hem YÖK hem de Cumhurbaşkanı kendisine gelen listeden istediğini birinci sıraya alabiliyor, istemediğini de birinci olsa da seçmeyebiliyor. Bunu beğenmeyenler YÖK Kanununun değişmesine ön ayak olabilirler. Yoksa, kendine yapılınca “içime sindiremedim”, başkasına yapıldığında ses çıkarmamak şeklinde bir tavır sergilenirse bu böyle devam eder gider.

Şimdi gözler Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’de. Bu Gül’ün seçildiğinden bu yana en büyük imtihanlarından birisi olacak. Çünkü hem Demirel hem de Sezer rektör atamaları sonrasında çokça eleştirilmişti. Bakalım Gül bu imtihanı nasıl atlatacak?

* * *

YÖK’ÜN YAPISI DEĞİŞMELİ

Hem Erdoğan Teziç, hem de Kemal Gürüz dönemlerinde YÖK “aslî görevi”ni yapmayıp “her işe burnunu sokan” bir kurum haline gelmişti. Bilimsel konularda hatırlanması gereken kurum, yasaklarla ve özgürlükleri kısıtlayan icraatları ile hatırlandı. Türkiye bilimsel yayın konusunda 28 ülke arasında ancak 21. sırada yer almıştı. YÖK’ün bilimsel gelişmenin önündeki en büyük engel olduğu, kurulduğu günden beri yüzlerce öğretim üyesini tasfiye edilmesi ve onbinlerce öğrenci hakkında soruşturma açılmasından ortaya çıkmıştı.

Göreve geldiğinde özgürlükçü bir anlayış ortaya koyan YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan’ın 7-8 aylık icraatlarında görülen pek bir iyileşme gözlenmiyor ama en azından YÖK artık öyle her konuda öne atlayan bir yapıdan kurtulmuş gözüküyor.

Günlük tartışmalar bir yana bırakılıp YÖK’ün yapısı artık değişmeli. Yeni anayasa ile bunun sağlanacağı söylenmişti ancak yeni anayasa rafa kalkınca bu konuda unutuldu. Şu anda da kimsenin de bakacak durumu yok. YÖK’ün bilimsel bir yapıya kavuşturulması elzemdir. Akademik özgürlük net bir şekilde ifade edilmeli, üniversiteler demokratik yapıya kavuşturulmalıdır.

Prof. Özcan’ın göreve başlarken ortaya koyduğu üniversitelerde bütün yasakların kalkması ve üniversitelerin aslî görevleri olan bilimselliği önem vermesi vizyonunu bir an önce sağlaması gerekiyor.

27.07.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Asırlık gecikme



Bediüzzaman’ın 31 Mart olayını takiben kurulan sıkıyönetim mahkemesinde yargılanıp beraat ettikten ve akabinde İstanbul’dan ayrıldıktan sonra gittiği Güneydoğu’da aşiretleri dolaşıp meşrutiyetin (demokrasinin) güzelliklerini ve getireceği faydaları anlatırken, muhataplarının “Tarif ettiğin meşrutiyetin ne miktarı bize gelmiş ve niçin bütün gelmiyor?” sorusuna verdiği cevap son derece ilginç.

“Ancak on kısımdan bir kısmı size gelebilmiş. Zira sizin şu vahşetengiz, cehaletperver, husumetefza olan (korku dolu, cehaleti koruyup kollayan ve düşmanlık saçan) sarp dağ ve derelerinizdeki vahşet ayılarından, cehalet ejderhasından, husumet kurtlarından biçare meşrutiyet korkar, kolaylıkla gelmeye cesaret edemez.”

Bu ifadeler, Bediüzzaman’ın, mücadele edilmesi gereken düşmanlar olarak teşhis ettiği “cehalet, zaruret ve ihtilâf”ı, demokrasinin de en önemli engelleri olarak gördüğünü gösteriyor.

Cevabının devamında, “Sizinle İstanbul arasındaki mesafe bir aylıktır, fakat sizinle ehl-i meşrutiyet arasındaki mesafe bin aydan fazladır” diyen Said Nursî, sebebini şöyle açıklıyor:

“O nazik meşrutiyet İstanbul havalisindeki yılanlardan kurtulsa, şu uzun mesafeden geçmekle, cehalet gibi müthiş bataklığı, fakr (fakirlik) gibi mütevahhiş (vahşet veren) kıraçları, husumet (düşmanlık) gibi gayet keyşer (sarp) dağları kat etmekle beraber, eşkıyaya rast gelecektir.”

Bu eşkıyalara verdiği örrnekler de çok ilginç:

“Bazı ceza-i sezasını (hak ettiği için verilen cezayı) hazmetmeyen, bir kısım da başkasının etini yemekten dişi çıkarılan ve bazı bir meşhur Bektaşi gibi mânâ verenler yol üzerine çıkıp gasp ve garet (yağma) ediyorlar. Daha onların öte tarafında da bir kısım gevezeler vardır, bazı bahane ile parça parça etmek istiyorlar.”

İşlediği suçtan dolayı adaletin verdiği cezayı hazmedemeyip başkaldıran, başkalarını kötüleyip gıybet etmeyi alışkanlık haline getiren, söylenen sözleri kendi niyet ve hesabına göre tahrif edip çarpıtan veya içi boş tartışma ve gevezeliklerle vakit öldüren tavırları, gerçek ve sağlam bir demokrasinin tesisine engel olan ya da bunu geciktiren eşkıyalar olarak niteliyor Said Nursî.

Ve muhataplarını, bu eşkıyaların önünü keserek demokrasinin gelmesini sür’atlendirecek “bir yol veyahut balon” yapmaya davet ediyor.

“Ona çabuk gelmek istiyorsanız, işte marifet ve faziletten (bilgi ve ahlâktan) demiryolunu yapınız; tâ ki meşrutiyet, medeniyet denilen şimendifer-i kemalâta (gelişme trenine) binip, terakkiyat (kalkınma) tohumlarını bindirerek, kısa bir zamanda manilerden kurtulup geçerek size selâm etsin. Siz ne kadar yolu acele ile yapsanız, o da o derece acele ile gelecektir” ifadeleri de aynı çağrının bir başka dile getiriliş biçimi.

Görüldüğü gibi, Bediüzzaman’ın en çok vurgu yaptığı nokta, demokrasiye toplumun sahiplenmesi, ona yol açması, yoldaki engelleri temizleyip bertaraf etmek için gayret göstermesi.

Bunun için gereken şartlar ise cehalete karşı ilim ve eğitim, husumet ve düşmanlığa karşı ittifak ve kardeşlik, vahşet ve fakirliğe karşı medeniyet, çalışma, kalkınma silâhlarına sarılmak.

Ve cihadımızı bunların üzerine bina etmek.

Said Nursî yine aynı bahiste “Siz tenbel kalıp onun yolunu yapmazsanız, yüz sene sonra tamamen cemalini göreceksiniz” diyor, “Üzerinize düşen görevleri yerine getirmeseniz; cehalet, ihtilâf ve fakirlikten kurtulmak için gayret göstermeseniz de, meşrutiyet (demokrasi) size gelecek, ama gelişi yüz senelik bir gecikmeyle olacak” mesajı veriyordu (Münâzarat, s. 19-20).

Bu sual-cevabın üzerinden geçen zamanın bir asrı tamamlamasına sadece birkaç yıl kaldı. Ve özellikle son dönemde yaşanan gelişmeler, beklenen demokrasinin gelişinin artık iyice yaklaştığını haber veren doğum sancılarına benziyor.

Cehalet, ihtilâf, fakirlik düşmanlarını tam alt edemesek de, yüz yıl sonra demokrasi geliyor...

27.07.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Yeni Türkiye’nin ayak sesleri



GRAHAM Fuller’in en yeni kitaplarından birisi Yeni Türkiye’yi anlatıyor ve onun niteliklerini ortaya koyuyor. Elbetteki yoğun bir emek mahsulü olsa da neticede onunki de el yordamıyla yazılmış bir kitap. Ama Graham Fuller ‘eski tas eski hamam’ edebiyatında değil hatta tam aksine Türkiye’nin ‘eski hal muhâl ya yeni hâl ya da izmihlâl’ vecizesiyle özetlenebilecek bir çizgide ilerlediğini görmüş. Bu açıdan yanılmamıştır da. Ve onun gördüğü yeni Türkiye giderek Amerikan bağımlılığından kurtulan ve ayakları üzerine basan ve kendine güveni gelen bir Türkiye’dir. Neoconlar da sırf bu yüzden yeni Türkiye’ye düşmandırlar. Onların gönlü daima eski Türkiye’den yanadır. Ama, ‘eski camlar bardak oldu’ misali artık fiziken geriye dönüş eşyanın tabiatına aykırıdır. Yeni Türkiye’nin silüeti yavaş yavaş belirmeye başladı. Bunu belirginleştiren husus aslında iki yargı dâvâsıdır. Birisi, AKP’nin kapatılması dâvâsı... İkincisi de, Ergenekon dâvâsıdır. Ergenekon dâvâsında nihayet iddianame kabul edildi ve yargılama süreci başladı. Bir fasıldan diğer bir fasla geçildi. Elbetteki eksiklikleri ve belki abartılı yönleri de var. Zamanla toz duman dağıldıkça özü ile kışırı, kepek ile tanesi birbirinden ayrılacaktır. Ama en azından bu dâvâ ile Türkiye’nin karanlık noktaları kısmen de olsa aydınlatılmalı. Bugüne kadar İslâmi kesimlerin üzerine yıkılmaya çalışılan laik rumuzlara yönelik saldırı ve suikastların nedenleri ve arkasındaki güçler ortaya çıkarılmalıdır. Toplumsal kirlilikten kurtulmanın asgari çaresi budur. Esasında baştan beri ‘İslâmî kesim’ laik kesimlerin rumuz ve sembollerine saldırı noktasında kurdun Yusuf’un kanlı gömleğinden uzak ve beri olması gibi beriydiler. Veya en azından şaibeli olan kesimlerin de yine karanlık odaklarla ilişki içinde olduğu genel bir kanaat. Türkiye’de bir kaos ortamı meydana getirmek ve dindarlar üzerinde baskı halesi oluşturmak için acaba Ruşen Çakır’ın sorduğu gibi Kemalistler mi Kemalistler’e kıydı? Yargı sürecinde bunlar ortaya çıkmalı.

***

Anayasa Mahkemesi AKP’nin kapatılması dâvâsına usulden değil esastan bakarken hükümet kanadı buna itiraz etmiş ama ‘laik kanat’ mahkemenin esastan meseleyi mütalaa etmesine ses çıkarmamış belki desteklemişti. Böylece yasamanın görev alanı da durumdan vazife çıkarma yöntemi yargı sahasına intikal etmişti. Ergenekon dâvâsında ise dâvâ aleyhtarı diğer kanadı temsil eden gazeteler veya gazeteciler ise önce bu dâvâyı esastan reddettiler. Ardından esas yerine sızdırmaları gerekçe göstererek usule itiraz ettiler. Bu zımnen esası kabul ettikleri anlamına geliyordu. Yavaş yavaş kabul noktasına doğru ilerliyorlardı. Sonuçta kanaatler yavaş yavaş bu yönde gelişmeye başladı. Davanın seyrine bakıldığında, ilk günlerde Ergenekon meselesine itiraz edenlerin gelinen noktada bazı çekincelerle birlikte iddianameyi kabul noktasına ulaştıkları anlaşılıyor. Bu Türkiye’de bir milat ve net bir kırılmadır. Yeni Türkiye’nin de ayak sesleridir. Şimdi kimi gazeteciler ufukta belirmekte olan yeni Türkiye’nin düzenini tartışmaya başladılar bile. Doğan Avcıoğlu gibilerin tanı ve teşhis koymaya çalıştıkları Türkiye düzeni artık bu kırılmalarla birlikte maziye intikal ederken yeni düzenin de ayak sesleri duyuluyor. Türkiye devleti bağırsaklarını temizlerken belki yansımalarla birlikte ordu da kendi içinde mıntıka temizliğine gider. Esasen Türkiye’nin yeni düzeni Soğuk Savaş’ın bitmesiyle birlikte yavaş yavaş belirmeye ve billurlaşmaya başlamıştı. Ardından 11 Eylül rejimi ve Bush’un vahşi saldırıları geldi. Türkiye kendini savunmak zorunda kaldı ve 1 Mart Tezkeresi kazası yaşandı ve bu ABD ile Türkiye ilişkileri arasında net bir kırılmaydı. Bu gelişmeler Türkiye’nin yeni düzeninin çerçevesini de belirliyordu. Bu süreçte nafile bir uğraş olarak, eski düzeni tamir için dokuzuncu cumhurbaşakanının eski tüfeklere ABD ile ilişkileri tamir etme ve arkalarını sağlama alma tavsiyesinde bulunduğu da ileri sürülüyor. Ama Soğuk Savaş sonrasında oluşan yeni jeopolitik de bu ilişkilerin tamir edilmesine müsade edecek gibi görünmüyordu. Zira subjektif kriterlere dayanmıyordu. Objektif hava değişmişti.

***

Yeni düzenin şekillenmesinde en önemli kilometre taşlarından birisi ise Soğuk Savaş sonrası örtüsüz kalan örtülü savaşların araçları olan Ergenekon tipi örgütlenmelerin tarassut ve gözlem ağına takılmasıydı. Yeni dönemde eski yöntemlerle gizlenemeyen bu tür örgütlenmeler su yüzüne çıktı ve hedef hâline geldi. Tekrar etmek gerekirse; hem Ergenekon hem de kapatma dâvâsı Türkiye’de yeni dönemin ayak sesleri olan net kırılmalardır.

Değişimin yakıtları kendilerini tükettikten sonra sahnede değişimin mimarları yerlerini alacaktır. Belki neoconların öngördükleri beklenti Türkiye’de gerçekleşecek ve boy verecektir. Kaos düzenini üretecektir. Cüneyt Ülsever “Yeni bir Türkiye kuruluyor (mu?)” başlıklı yazısında bu yeni dönemin nikabını ve duvağını açıyor gibi. En azından kendi muhayyilesindeki yeni dönemi ve düzenini anlatmış. İşaretlerinden ortaya çıkan şey Holbrooke gibilerin gözdesi olan Malezya modeli gibi bir şey. Hadi Uluengin de ‘Tarihin virajındayız!’ yazısıyla yeni dönemin müjdesini veriyor. Değişimin kaçınılmaz olduğunu ve Türkiye’nin tarihin ana gidişatından sapmayacağını ve kopmayacağını söylemiş. Şimdi Türkiye yeni dönemin doğum sancılarını yaşıyor. Geriye o ana gidişatın mahiyetini tespit etmek kalıyor. ‘Dervişin fikri ne ise zikri de odur’ fehvasından Uluengin’in de nasıl bir Türkiye özlemi çektiği çıkartılabilir. Geleceğin mahiyeti tartışılmakla birlikte tartışılamayacak bir mesele varsa o da değişim anının gelip çattığıdır.

27.07.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır