"Gerçekten" haber verir 02 Kasım 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Hüseyin GÜLTEKİN

Başkalarına nokta-i istinad olmak



Eğer birileri sizi örnek bir kişi, iyi bir rehber bilip arkanızdan gelmeyi gâye edinmiş ise, sizin ona lâyık bir hâl ve tavır içinde bulunmanız lâzım. Çevrenizdeki insanlar sizi numune-i imtisâl bilip, her yönünüzle mükemmel bir insan olarak görüyor ve size o gözle bakıp öylece değerlendiriyorsa, sizde bu özellikler ve güzellikler yoksa dahi, o insanların hüsn-ü zanlarına lâyık olmanın çabasında olmalısınız.

Hele bir de çevrenizdeki insanlar, doğru ile yanlışı, çirkin ile güzeli birbirinden ayırt edemeyecek seviyede olan insanlar ise ve bu insanlar sizin hâl ve hareketlerinizi, söz ve davranışlarınızı hiçbir mihenge vurmadan, hiçbir ölçüye tabi tutmadan olduğu gibi kabullenip taklit ediyorlarsa, işte bu durumda sizin sorumluluğunuz ve mes’uliyetiniz daha bir önem kazanır ve siz bütün yaşantınızda çok daha dikkatli ve titiz olmak durumundasınızdır.

Hele bir de herhangi bir cemaate, gruba mensubiyetiniz varsa, kudsî bir dâvâyı gaye edinen bir cemaatin müntesibiyseniz ve çevrenizdeki insanlar sizi o şekilde tanıyıp, size o gözle bakıyorsa; işte o zaman hâl ve hareketlerinize, söz ve davranışlarınıza çok daha dikkat etmek durumundasınız.

Mensubu bulunduğunuz câima, öyle sıradan bir grubun ötesinde iman ve Kur’ân hizmetini dâvâ edinmiş ise, bu hizmetinde de yalnız ve yalnız rıza-i İlâhiyi esas almışsa, ihlâsı, uhuvveti, sadakati, metaneti prensip edinmişse ve bu cemaatin müntesipleri dinî yaşantılarında tavizsiz bir duruş sergiliyorlarsa, tevazuda, mahviyette, takvalarında, faziletlerinde hep numune-i imtisâl olmuşlarsa, böyle bir camianın ferdi olduğunuz için hem şükretmelisiniz, hem de bu özelliklere ve güzelliklere her yerde ayna olabilmenin gayretinde olmalısınız.

Böyle bir mevkide, böyle bir konumda olan her insan artık kendisinden öteye, mensubu bulunduğu cemaatini düşünmeli, her zaman ve her zeminde onun şerefli bir temsilcisi olduğunun şuuruyla hareket etmeli; camiasına ve cemaatine nakise getirecek, onu gölgeleyecek hâl ve hareketlerden kaçınmalı, bilhassa tesanüdü, birlik ve beraberliği haleldâr edecek hâl ve fiillerden uzak durmalı, bilâkis her halükârda tesanüdü kuvvetlendirecek bir duruş sergilemenin gayretinde olmalı. Bu meyanda haklı dahi olsa, cemaatin birliğini zedeleyici davranışlardan uzak durmalı, gerektiğinde şahsî haklarından feragat etmeyi göze alabilmeli.

Bu meyanda Bediüzzaman’ın şu tavsiyelerine kulak verelim:

“Sizin tesanüdünüze benim ziyade ehemmiyet verdiğimin sebebi, yalnız bize ve Risâle-i Nur’a menfaati için değil, belki tahkikî imanın dairesinde olmayan ve nokta-i istinada ve sarsılmayan bir cemaatin kat'î buldukları bir hakikate dayanmaya pekçok muhtaç bulunan avâm-ı ehl-i iman için dalâlet cereyanlarına karşı yılmaz, çekilmez, bozulmaz, aldatmaz bir merci, bir mürşid, bir hüccet olmak cihetiyle, sizin kuvvetli tesanüdünüzü gören kanaat eder ki, bir hakikat var, hiçbir şeye feda edilmez, ehl-i dalâlete başını eğmez, mağlûp olmaz diye kuvve-i mâneviyesi ve imanı kuvvet bulur, ehl-i dünyaya ve sefahete iltihaktan kurtulur.” (Şuâlar, s. 284)

Görüldüğü gibi, iman ve Kur’ân dâvâsını gaye edinen insanların daha başka mükellefiyetleri de var. Onlar sâir insanların hal ve durumlarından da sorumlu. Bilhassa inancı, itikadı zayıf ehl-i dine kuvvetli bir dayanak, sağlam bir nokta-i istinad olmak vazifesi de bu hizmet erbabının omuzunda.

Bediüzzaman, hizmet erbabının bu önemli yükümlülüklerini bihakkın yerine getirebilmenin ilk şartı olarak da “tesanüde” dikkatlerimizi çekiyor. Arzu edilen tesanüd, yani birbirine istinad noktası olmak, dayanışma içinde olmak, birlik beraberlik içinde olmak gibi hâller olmadan, beklenilen hizmeti sergilemek mümkün olmadığı gibi başkalarına nokta-i istinad da olunamaz.

02.11.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Uğursuzluk mu, hatalarımızı görmek mi?



Nail Aladağ: “Evde kuş beslemek uğursuzluk getirir diyorlar. Güvercin besleyen kişinin işi rast gitmez, başına işler gelir deniyor. Bizim burada güvercin besleyen birisinin iki defadır işleri ters gidiyor. Bunu buna bağlamak ne derece doğrudur?”

İslâmiyette uğursuzluk yoktur; ama uğur vardır. Peygamber Efendimiz (asm): “İslâmda uğursuzluk yoktur”1 buyurmuş; bir diğer hadislerinde, “İslâm’da ne hastalıkta, ne öğey ve baykuş ötmesinde, ne Safer ayında, ne başka bir şeyde uğursuzluk yoktur. Bunlar cahiliyet hurafeleridir”2 buyurmuştur.

Esâsen, bir şeyde uğursuzluk vehmetmek, Allah hakkında sû-i zan etmekten farksızdır. Buna hakkımız yoktur. Çünkü Allah her şeyi bize uğur verecek, işimize yarayacak, şansımızı açacak şekilde yaratmıştır. Çünkü biz farkında olmasak da, Allah bizi seviyor.

Bizim çoğu kere bir şeyde uğursuzluk görmemiz, o şeyde kendimizi yargılamaktan aciz olmamızdan kaynaklanır. Kendimizi yargılayamadığımızda şamar vuracak birilerini arar dururuz. Bu sırada kader farkında olmadan karşımıza çıkar ve farkında olmadan şamarı ona şaklatırız: O şey bana uğursuz geldi, deriz. Oysa olumsuz sonuç veren durumlarda, işimiz yolunda gitmediğinde, bu işte uğursuzluk arayıp şamarı kadere vurmak yerine; o işte kendimizde kusur aramak, önce kendi hatamızı anlamak, kendimizi çetin şekilde yargılayıp kusurumuzu görmek veya varsa başka kusurlu davranışları görmek bizi daha doğru bir sonuca götürecektir.

Açık söyleyelim: Uğursuzluk inancı, olanlardan kaderi, yani Allah’ı sorumlu tutmaktan başka bir şey değildir. Ve aslında cahillikten öte bir şeydir. Bir haddini bilmezliktir. Çünkü böylece insan kabahati kadere yıkıyor ve kendisi kabahatten kurtulmuş oluyor. Ve aslında böylece kusurunu görmekten kendisini mahrum ettiği gibi, kusurunu görüp kendini düzeltme ve tövbe etme kapısını da kendisi için kapatmış oluyor.

Meselâ evde kuş beslemek neden uğursuzluk getirsin ve olanların neden sorumlusu olsun? Eğer olanların “evde kuş beslemeye” bağlı olduğunu düşünüyorsa kişi, kuş besleme işinde hataları ve kusurları vardır mutlaka. Bunu görmelidir. Meselâ kuşu kuşa sormadan dört tel ve kafes içine hapsetmiştir; peki ona içinde kendisini emin bulduğu fıtrî ortamı sağlayabilmiş midir? Ona merhamet etmiş midir? Onun yiyeceğini, suyunu zamanında ve zevkine uygun şekilde verebilmiş midir? Onu korkulardan ve kaygılardan emin kılabilmiş midir? Onu cinsiyle ve akrabalarıyla birlikte yaşatma inceliğini gösterebilmiş midir? Onun, ufuklarda uçma zevkini tatmin etmek için ne yapmıştır? Hiçbir şey yapmamıştır. Verilecek bütün cevaplar genelde hayır olacaktır.

Peki, bu bir candır. Yürek taşıyor. Allah’ın kendisine verdiği imtiyazları yaşamak istiyor, ihtiyaçlarını görmek, arzularını gidermek istiyor; hakkıdır çünkü. Bütün bunlara karşı da genelde yapılan bir şey yoktur. Tek yapılan şey bir inzibat kuvvetiyle kuşu zorla kafese alıp orada hapsetmek, aklınıza gelirse, bulabildiğiniz kadar yiyeceğini ve suyunu vermekten ibarettir.

O da bütün bu mahrumiyetlere ve mağduriyetlere karşı derdini Mucîbü’d-Daavat olan, Hami-i Meçhûlü bulunan, kimsesizlerin kimsesi olan Allah’a açacaktır. Tabii ki, o da Allah’ın kuludur! Artık Allah nasıl hükmedecek, ne diyecek, kulunun yüreğini nasıl memnun edecek; bunu bilemeyiz. Fakat mağdur kuluna merhamet edeceği, kulunu mahrumiyetlere uğratana da adalet edeceği muhakkaktır.

Bu adaletten nasıl bir tecelli çıkar; onu da bilemeyiz. Bizimkinin işi mi ters gider, hayatında olumsuzluklar mı artar, ne olur, bilinmez. Ama eğer kuşu besleme ve ona fıtratının istediği şekilde yaklaşma konusunda eksikleri varsa gözden geçirmelidir. Yani madem kuşun hamisi olmuştur; kuşu Hami-i Zülcelâline başvurmaya sevk etmemelidir. Kuşu evde barındırmaya devam edecekse, kuş psikolojisinden ve biyolojisinden anlayan bir uzmandan destek eğitimi almalı ve kuşa bu eğitimle yaklaşmalıdır. Kuşu incitmemelidir. Aksi takdirde, başından işler eksik olmayabilir.

Bütün bu söylediklerimiz, işinin yolunda gitmeyişini kuş beslemeye bağlaması ile ilgilidir. İşinin yolunda gitmeyiş sebebi, doğrudan işi ile ilgili eksikleri ve kusurları da olabilir şüphesiz. Muhakkak bunu da gözden geçirmelidir.

Öyleyse eşyaya uğursuzluk vermektense, davranışlarını gözden geçirmeli, nerede hata yaptığını anlamaya çalışmalı ve kendini düzeltmek için adım atmalıdır. Davranışlarında hata adına boşluk bırakmamalıdır. Bu durumda ona Allah da yardım edecek ve inşallah işleri yoluna girecektir.

Dipnotlar:

1- İbn-i Mace, 5/482

2- Buhari: 12/84

02.11.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Bir binanın kenetlenmiş taşları gibi



Tarihte çok ender fedâkârlık örnekleri vardır. Şüphesiz Ensarın fedakârlıkları bunların ilk sıralarında yer alır ve her zaman gıptayla, tebrik ve takdirle karşılanır.

Ensar arazilerini bile Muhacir kardeşleriyle öz kardeşleri gibi paylaşmaya kalkmışlardı. Hurmalıklarına ortak etmek, tarlalarını, bahçelerini, evlerini aralarında paylaşmak istemişlerse de Allah Resûlü (asm) buna razı olmamış, onlar da, tımar ve sulamasını Muhacir kardeşlerine bırakıp, ekim dikimlerini kendilerinin üstleneceklerini, gelirlerini ise ortaklaşa paylaşacaklarını belirtmişlerdi.

Resûl-i Ekrem (asm) Bahreyn fethedildiğinde arazisini Ensara vermek istemiş, ama Ensar, Muhacir kardeşlerine de bir misli verilmedikçe kabul etmemişlerdi.

Abdurrahman bin Avf, Ensardan Sa’d bin Rebi’ ile kardeş yapılmıştı. Sa’d, Hz. Abdurrahman’a, Ensarın en zengini olduğunu söylüyor, malını ikiye bölüp yarısını ona vereceğini, hatta iki eşinden beğendiğini boşayıp iddeti bitince de evlendirebileceğini teklif ediyor, gönlü tok Hz. Abdurrahman da, “Hayır, Allah hanımını da, malını da sana mübarek ve hayırlı eylesin. Sen bana sabah olunca çarşının yolunu gösteriver” diyor, ertesi gün çarşıya gidip alış veriş yapmaya başlıyor, zamanla bol miktarda para kazanıp hem ev bark sahibi oluyor, hem de Ensar’dan başka bir kadınla evleniyordu.

Resûl-i Ekrem’in (asm) duâsına mazhar olan Abdurrahman bin Avf (ra), o duânın bereketi hürmetine, “Hangi taşın altına elimi atsam altın veya gümüş bulurdum” 1 diyecek, zamanla sayılı zenginler arasına girecekti. Bu dönemde Hz. Ebû Bekir’in elbise, Hz. Osman’ın da hurma ticareti yaptığını biliyoruz.

Muhacirler bir taraftan Ensarın desteklerine memnuniyet ve teşekkürlerini bildirirlerken diğer taraftan da onlara yük olmamak için çalışıp çabalıyor, kısa zamanda ticaret, v.s. ile elde ettikleri gelirlerle evlerini yapıp yerleşiyorlardı.

Muhacirler her ne kadar Abdurrahman bin Avf gibi, kardeşleri Ensara yük olmamak için ellerinden gelen her şeyi yapsalarda Ensarın hakkını ödemek mümkün değildi. Onun için Muhacirler birgün Allah Resûlüne (asm) gelip Ensarın iyiliklerinden söz edip fedakârlıklarından bahsetmişler; imkânları fazla olmadığı halde her şeylerini seferber ettiklerini, onlar kadar iyiliksever, misafirperver bir kavim görmediklerini, bütün ihtiyaçlarını karşıladıklarını; sevinçlerine, neşelerine ortak ettiklerini belirtip onlara olan minnettarlıklarını dile getirmişler, sevapları da onların götürdüklerini, kendilerinin birşey yapamadıklarını belirtmişlerdi. Allah Resûlü de (asm), “Hayır, siz de onlara duâ ettiğiniz ve teşekkür ettiğiniz sürece sevaplarından payınızı alırsınız” buyurarak gönüllerine su serpmişti.2 “Her kime bir iyilik yapılır, o da bu iyiliği yapan kişiye, ‘Allah seni hayırla mükâfatlandırsın’ derse, onun için en güzel duâyı yapmış olur”du.3

Bir binanın kaynaşmış taşları gibi tek vücut hâline gelen bu seçkin toplum kısa zamanda birçok başarılara imza atacak, fetihlerden fetihlere koşacak, dünyanın dört bir yanına İslâmı yayacak; dünyayı barışa, huzura, mutluluğa kavuşturacaktı.

Dipnotlar:

1- Buharî, Büyu’: 1; Tabakat, 3:126.

2-Tirmizî, Kıyame: 44.

3- Tirmizî, Birr: 87.

02.11.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Nur talebesinin birinci vazifesi Nurlara hizmettir



Nur talebesinin yegâne işi, birinci görevi Risâle-i Nur’u okumak, anlamak, yaşamak ve yaymaktır. Bediüzzaman’ın bu husustaki tahşidatlarından bazıları şöyledir:

- Bütün kuvvetim(iz)le nûra sarılmaya mecburuz.1

- İki elimiz var. Eğer yüz elimiz de olsa, ancak nura kâfî gelir.2

- Risâle-i Nur dairesinde sadakat ve hizmet ve takvâ ve ictinab-ı kebâir derecesiyle o ulvî ve küllî ubudiyete sahip olur. Elbette, bu büyük kazancı kaçırmamak için, takvâda, ihlâsta, sadakatte çalışmak gerektir.3

- Risâle-i Nur dahi o Kur’ân-ı Azîmüşşan’ın hakaik-i imaniyesinin bürhanları, hüccetleri olduğundan ve Kur’ân’ın hıfz ve kıraatine vasıta ve vesile ve hakaikini tefsir ve izah olduğu cihetle, Kur’ân hıfzıyla beraber ona çalışmak da elzemdir. 4

- Risâle-i Nur, kendi sadık ve sebatkâr şakirtlerine kazandırdığı çok büyük kâr ve kazanç ve pek çok kıymettar neticeye mukabil fiyat olarak, o şakirtlerden tam ve halis bir sadakat ve daimî ve sarsılmaz bir sebat ister. 5

- Bu büyük ve ağır ve kıymettar hizmet-i Kur’âniyeye omuz omuza vererek çalışmak lâzımdır.

- Nur Risâleleri, Kur’ân-ı Kerîm’in nur deryasından alınan berrak katreler ve hidayet güneşinden süzülen billur huzmelerdir. Binaenaleyh, her Müslüman’a düşen en mukaddes vazife, îmanı kurtaracak olan bu nurlu eserlerin yayılmasına çalışmaktır. Zîra, tarihte pekçok defalar görülmüştür ki, bir eser nice fertlerin, ailelerin, cemiyetlerin ve sayısız insan kitlelerinin hidayet ve saadetine sebep olmuştur. 6

- Nasıl ki, cesur bir kumandan yüzlerce askere lisan-ı haliyle cesaret verir ve nokta-i istinad olursa; aynen öyle de Risâle-i Nur şahs-ı manevîsinin mümessili olan Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri başta olarak, tahkîki îman dersleriyle îmanları kuvvetlenen yüz binlerce, şimdi milyonlarca Nur Talebeleri, ehl-i îmana bir nokta-i istinattır.7

- Risâle-i Nur talebelerinin hasları olan sahip ve vârisleri ve haslarının hasları olan erkân ve esasları olan kardeşlerime bugünlerde vuku bulan bir hadise münasebetiyle beyan ediyorum ki, Risâletü’n-Nur hakaik-i İslâmiyeye dair ihtiyaçlara kâfi geliyor, başka eserlere ihtiyaç bırakmıyor.

- Kat’î ve çok tecrübelerle anlaşılmış ki, imanı kurtarmak ve kuvvetlendirmek ve tahkikî yapmanın en kısa ve en kolay yolu Risâletü’n-Nur’dadır. Evet, on beş sene yerine on beş haftada Risâletü’n-Nur o yolu kestirir, iman-ı hakîkîye isal eder…

- Kur’ân ve Kur’ân’dan gelen Resâilü’n-Nur bana kâfî geliyorlardı. Bir tek kitaba muhtaç olmadım, başka kitapları yanımda bulundurmadım… Elbette siz, yirmi derece daha ziyade muhtaç olmamak lâzım gelir.

- Hem madem ben sizlere kanaat ettim ve ediyorum, başkalara bakmıyorum, meşgul olmuyorum; siz dahi Risâletü’n-Nur’a kanaat etmeniz lâzımdır, belki bu zamanda elzemdir…

- Ey kardeşlerim!.. Bize tecavüz eden hadsizdirler. Mesleklerinde, elbette çok mühim ve bizim de malımız hakikatler var. O hakikatlerin intişarına bize ihtiyaçları yoktur. Binler o şeyleri okur, neşreder adamları var. Biz onların yardımlarına koşmamızla, omuzumuzdaki çok ehemmiyetli vazife zedelenir ve muhafazası lâzım olan ve birer taifeye mahsus bir kısım esaslar ve âli hakikatler kaybolmasına vesile olur. 8

Dipnotlar:

1- Lem’alar, s. 96.; 2- Lem’alar, s. 107.; 3-Kastamonu Lâhikası, s. 67.; 4- Kastamonu Lâhikası, s. 47.; 5- Kastamonu Lâhikası, s. 88.; 6- Asay-ı Musa, s. 253.; 7- Tarihçe-i Hayat, s. 146.; 8- Kastamonu Lâhikası, s. 52-53.

02.11.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]





Yasemin GÜLEÇYÜZ

Aile içi karate ve judo çalışmaları



GEÇTİĞİMİZ dönemlerde TV ekranlarında hep gülümseyerek hatırladığımız iki tip vardı: İtilmiş ve Kakılmış. Temizliğe gidip evdeki tembel kocasına para yetiştirmeye çalışan, buna rağmen dayaktan kurtulamayan Bayan Kakılmış kocasını ahbaplarına “Kısaca ‘it’ diyebilürsünüz!” diyerek tanıtır, hıncını alırdı kendince.

Evet aile içi şiddet sadece bizim toplumumuza has bir olay değil. Eğitimli, eğitimsiz, kadın, erkek, çocuk, genç, ihtiyar demeden bütün fertleri içine alan bir insanlık problemi. “Güçlü olan haklıdır, zayıfı ezer” zalimâne prensibinin hayvânî bir tezahürü.

Geçtiğimiz günlerde bir Hocaefendi eşinden dayak yiyen kadınların karate ve judo gibi sporları öğrenmesini, erkek bir vuruyorsa kadının iki vurmasını tavsiye edince medyaya bol malzeme çıktı.

Şurası bir gerçek ki, “şiddet her zaman şiddet doğurur, ateş söndürmeye körükle gidilmez”. Eşinden tokat yiyen kadının karşılığı aynı cinsten olursa, galeyana gelmiş öfke çok daha büyük patlamalarla tezahür edecektir. Bu da ailede cehennemvârî sahneleri gündeme getirecektir.

Şefkat dininin temsilcisi rahmet Peygamberinin (asm) aile yaşantısı gözler önündedir. Mü’minlere tavsiyeleri de ortadadır. O eşlerini ve dostlarını hiçbir hareket ve sözle küçük düşürmez, her zaman özenle ve hoşgörüyle davranırdı.

Sabır ve emekle tıpkı bir çiçeği yetiştirircesine özenle kendi özümüze, eşimize, çocuklarımıza yaklaşmamız gerekiyor ki ailelerimiz cennetten bir köşe, dış dünyanın tahribatlarından korunabileceğimiz bir sığınak olabilsin.

Karate, judo, tekme ve tokada değil, sabır, şefkat, muhabbet ve hoşgörüye ihti-yacımız var!

Hele de bu asrın insanları olarak!

Bir aile hikâyesi

RAHMETLİ babacığımın aile tarihine ait tatlı tatlı anlattığı o kadar çok hikâyecik vardı ki, bu da onlardan bir tanesi işte. Yaklaşık 150 yıl öncesine ait…

Osmanlı Devletinin hasta adam olarak tanımlandığı dönemlerde bile kadınların hukuku noktasında ne kadar titiz olduğunun en canlı delillerinden bir tanesi bu hikâyecik benim için.

Babamın babaannesi büyük dedemizle evlenmeden önce ilk evliliğini köyünden bir gençle yapar. Ne var ki, karısını çok seven bu genç, asabî mizaçlı ve küfürbazdır. Sinirlendiğinde öyle sözler sarf etmektedir ki, büyük babaanneyi adeta hasta etmektedir. Kızının haline daha fazla göz yumamayan babası onu alır ve şimdi Elazığ Osmanlıdaki adıysa “El Aziz” olan şehre götürür, Kadıya çıkarlar ve durumu anlatırlar. Kızı sorgulayan Kadı Efendi, damadı da çağırır ve savunmasını dinler. “Küfürbazım, ama eşimi seviyorum” itirafları işe yaramaz. Kadı şer’î hükümler gereğince evliliği bitirir. Büyük babaannemiz de çocuksuz bir dul hanım olarak ikinci evliliğini, yine dul bir bey olan büyük dedemizle yapar.

Değil elle, dil ile dahi şiddet uygulamak boşanma sebebi olmuştur.

TV’de aile içi şiddet tartışmaları konusunda uzmanları dinlerken hatırladığım yaşanmış bu ibretli hikâyeciği aktarayım istedim.

Şefkat dininden beslenmiş “Gelinliğinle çıktın, kefeninle gelebilirsin!” demeyen, kızının hukukuna duyarlı bir baba, adaletli bir Kadı Efendi ve değer verildiğinin bilincinde olan, yaşadıklarını torunlarına anlatan şuurlu bir Osmanlı hanımı...

Osmanlının son dönemlerinden düşündürücü bir kare…

Tarih yargılar

BEDİÜZZAMAN Hazretleri Kur’ân-ı Kerim’in tesettür ile ilgili âyetlerini tefsir ettiği için kullandığı iki cümle yüzünden 1935’te Eskişehir Mahkemesinde yargılanır, talebeleriyle birlikte 11 ay hapse mahkûm edilir.

Mahkeme safahatını değerlendirirken kullandığı şu ifadeler ne kadar da ilginçtir: “…Müellifinin mahkûmiyetine sebep gösteren bir mahkeme kendini ve hakimlerini ebedî mahkûm eylemiş.”

Geçtiğimiz günlerde başörtüsü konusunda Anayasa Mahkemesinin gerekçeli karar açıklamalarını dinleyip de Bediüzzaman’ın yıllar önce söylediği bu sözleri hatırlamamak mümkün mü?

Evet tarihe intikal eden her bir yanlış, aradan asırlar geçse de yeniden yeniye yargılanır ya insanların zihinlerinde. İşte Anayasa Mahkemesinin bu son kararı da, tartışılacak, yargılanacak.

Yetmiş yıl önce gerçekleşen Eskişehir Mahkemesi savunmalarını okurken, yargıyı nasıl yargılıyorsa zihinler, gelecek yıllarda AYM’nin kararları da yargılanacak.

Zira doğru söyleyen tarih hakikate en güzel şahittir.

02.11.2008

E-Posta: [email protected]




İslam YAŞAR

BİR ŞAİRİN DOĞUŞU (1)



Çok yönlü bir insandı Yahya Kemal. Ama onun her yönünde şiir vardı.

Zaten o yönleri, biraz da şair olduğu için vardı. Klâsik şiirin şekil, âhenk, san'at ve muhteva cihetiyle hızla irtifa kaybettiği bir zamanda o şiiri ihya etti, şiir de ona hayat verdi.

“Ölmek değildir ömrümüzün en feci işi,

Müşkül budur ki ölmeden evvel ölür kişi.”

mısralarında dile getirdiği gibi Şair “ölmeden evvel ölme müşkülünden” hayatının gayesi hâline getirdiği ve ömrünün sonuna kadar iştiyakla meşgul olduğu şiir sayesinde kurtuldu.

Şiiri, “Kalpten geçen bir hadisenin lisân hâlinde tecelli edişidir; hissin birdenbire lisân oluşu ve lisân hâlinde kalışıdır” şeklinde tarif eden şair, çocukluk yıllarında kalbinden geçen bir aşk hissini lisan hâline getirerek başladığı şiiri gün geçtikçe geliştirdi.

Şiirle meşgul oldukça mükemmel şiirler yazmanın, ancak kalp ve dil birlikte işlediği takdirde mümkün olacağını, bu yapılmadığı müddetçe yazılıp söylenenlerin fazla müessir olmayacağını anladı.

“Kalbi olanların dili yok, dili olanların kalbi yok. Yoksa bugün Türk şiiri ve nesri taş yürekleri eriten bir şey olurdu” diyerek zamanındaki şairlerin zaafını tesbit ettikten sonra “taş yürekleri eriten” şiirler yazmaya karar verdi.

Üsküp’te şiir yazmanın hazzını alarak İstanbul’a geldiğinde kendisini hareketli bir fikir, san'at ve şiir çevresinin içinde bulması, onun şiir hazzını ve hissini san'at hâline getirmesine yetti.

Tevfik Fikret’i, Cenap Şehabeddin’i okuyup Edebiyat-ı Cedide’nin bazı şair ve yazarlarını tanıdıktan sonra şiir anlayışını gerek şekil, gerekse muhteva yönünden değiştirme hevesine kapıldı.

Önceleri genellikle Divan Edebiyatı tarzında ve aruz vezni ile şiirler yazarken İstanbul’da bilhassa zamane şairlerince muteber addedilen yeni tarzda şiirler yazmaya başladı.

O yıllarda yazdığı şiirlerde umumiyetle Agâh Kemal mahlâsını kullanan Şair, örnek aldığı şairlerin tesirinden çabuk kurtuldu ve bazı şiirlerinin şekil bakımından da muhteva yönünden de onlardan farklı olmasını sağlamaya gayret etti.

“Nâim-i celîli Hazret-i Abdül-Hamîd Han

Devrinde kıldı ümmeti mesrur ü şâdman,

Asrında kıldı milleti mesûd u kâmran

Evreng-i saltanatta İle’l-âhirü’z-zaman,

Îclâl ü şân İle yaşasın pâdişâhımız.”

Meselâ, bu dörtlükte de görüldüğü gibi zamanında şairler arasında muteber olan anlayışın aksine, 1902’de İrtika dergisinde çıkan “muhammes”inde devrin padişahı Sultan II. Abdülhamid için medih ve sena dolu ifadeler kullanmaktan çekinmedi.

Bu şiirlerinin bazılarında, temâşâ ettiği manzaraların fıtrî güzellikleri ve âhenkleri karşısındaki hislerini, bazılarında da sevdiği veya hayranlık duyduğu kişiler hakkındaki samimî duygularını dile getirdi.

Şair, yeni tarzda yazdığı Leyâl-i İstiğrak, II, III, IV, Temâşâ, Küçük Kardeşim Refet İçin, Mart, Nisan, Saffet Nezîhî gibi manzumelerini İrtika, Malûmat, Terakki gibi mecmualarda neşretti.

Buna rağmen, Yahya Kemal İstanbul’da kaldığı zaman içinde Servet-i Fünun edebiyatının tesir sahasından pek çıkma ihtiyacı hissetmedi. Paris’e gidinceye kadar da o tarz şiirler yazmaya devam etti.

Paris’te, Meaux Kolejinde aldığı eğitim sayesinde Fransız şiirini inceleyip belli bir edebiyat kültürü aldıktan sonra ona “Yeni usûl şiirimiz, Fransızca’nın gölgesi, ihtirassız, zevksiz, köksüz, acemice görünmeye” başladı.

Bunun üzerine Servet-i Fünun tarzı şiirden iyice soğudu ve “Yeni Türkçe’yle kendi duygularımızın ifadesi, hâlis ve samimî bir şiir tarzı” bulup geliştirme gayreti içine girdi.

“Gerek şiiri ve gerek nesri bir türlü anlamakta Yakup Kadri ile anlaşmış, yaşlı ve genç bazı arkadaşlara görüşlerimizi anlatmaya koyulmuş ve kendimize göre yeni bir çığır açmaya heveslenmiştik.”

Yahya Kemal’in deyişiyle işte böyle başladı, Nev-Yunanîlik hevesi. Aslında bu tabirle anılmasa da, milletin tefekkür dünyasına Tanzimat hareketinden sonra musallat olmuştu eski Yunan felsefesi ve Lâtin edebiyatı hayranlığı.

Bilhassa Tanzimat yazarlarının bazıları taklit ettikleri Batı medeniyetinin menşei olarak eski Yunan kaynaklarını kabul ettiklerinden onları Türkçe’ye çevirme hevesine kapılmışlardı.

Halkın fikir hayatını hareketlendirerek devletin ve milletin içinde bulunduğu sıkıntıyı hafifletmek maksadıyla yaptıkları bu faaliyetlere devlet de destek verince tercüme çalışmaları hızlanmıştı.

İttihat Terakki Partisi ve Jön Türk hareketi mensupları bu eserleri okuyup okutarak fikirleri yaymayı kendilerine vazife edinince bazı sohbet meclislerinde de Nev-Yunanî meselesi konuşmak âdet hâline gelmişti.

İstanbul’da iken o sohbetlerden bazılarına katılan ve fikirlere âşinâ olan Yahya Kemal, Paris’e giderken gemi Adalar Denizinden geçince yol boyu sık sık o meseleleri düşünmüştü.

Fransa’ya gidince Heredia’nın tesirinde kalan Şair. “Heredia’yı severken, eski Yunan ve Lâtin şiirinin zevkini almıştım” diyerek de ifade ettiği gibi Yunan ve Lâtin şiiri ile daha çok meşgul olmaya başladı.

Bilhassa Lâtin kaynaklarını incelerken, eski Yunanlılarla bizim aramızda bir münasebet kurmaya çalışan Yahya Kemal, aynı bölgede yaşama gerçeğinden hareket ederek Akdeniz medeniyetinin malı saydığı sade san'at anlayışını Türk şiirine ve edebiyatına da mal etmeye çalıştı.

“Bütün Avrupa’yı anlamak için ancak Yunanlılardan başlamak lâzımdır. Biz coğrafyaca, kısmen de medeniyetçe Yunanlıların vârisiyiz. 1860’dan sonra hep Fransızlara tâbi olmuşuz. Halbuki Fransızların ve onlarla birlikte Avrupalıların membaı olan Yunanlılara dönmeliyiz ki, tam mânâsıyla bir edebiyatımız, olabilsin” görüşünü ortaya attı.

Kaleme aldığı yazılarda ve yaptığı konuşmalarda bu fikrini yaymaya çalışan Şair, Yakup Kadri gibi bazı yazarların da desteğini alınca şiirlerinde bu yeni anlayışın şartlarını esas alma gayreti içine girdi.

Bu gayretler neticesinde bir edebiyat hareketi telâkki edilen bu ekolün nesir sahasını Yakup Kadri üzerine aldı. Şiir yönünü de Yahya Kemal üslendi ve o hareketin ilk örneği olarak Biblos Kadınları, Sicilya Kızları gibi şiirlerini yazdı.

“Gerer beyaz kuğular nazenin boyunlarını,

Füsûn-ı nevm ile görmez bu âteşin ravza

İçinde dalgalanan reng ü bû oyunlarını.

Dalar huzûz-ı rehavetle havzdan havza.

Gerer beyaz kuğular nazenin boyunlarını.”

Bu gibi mısraların yer aldığı Sicilya Kızları şiirinde işlediği mevzular da, kullandığı tabirler de, vezinler, kafiyeler de o zamana kadar okuduğu ve yazdığı şiirlerden oldukça farklı idi.

“Mermerden nâ’şı hareli bir tülle örtülü,

Biblos ilâhı genç Adonis bekliyor ölü.”

Biblos Kadınları şiirine geçen bu ve benzeri ifadelerle kastettiği mânâlar ise cemiyetin örfüne, âdetine, geleneklerine, inançlarına uymadığı ve devletin, milletin temelini teşkil eden değerlere zıt olduğu için zamanın mütefekkirleri tarafından tenkit ediliyordu.

Bu fikirleri ortaya atan mihrakların maksatlarını çok iyi bilen Bediüzzaman Said Nursî de onlardan biriydi ve Yunan kültürünün Müslümanlar arasında yayılmaya çalışılmasına şiddetle karşı çıkmıştı.

‘Mariz Bir Asrın, Hasta Bir Unsurun, Alil Bir Uzvun Reçetesi’ adlı eserinde “İsrâiliyyatın bir taifesi ve hikmet-i Yunaniyyenin bir kısmı, daire-i İslâmiyete duhul etmeleri ile, din süsüyle görünerek efkârı ihtilâle verdiler” diyerek bu hareketin hedefini teşhis etmiş ve yapılmak istenen mânevî tahribata devletin, milletin dikkatini çekmişti.

Geçen asrın büyük mütefekkirlerinden biri olan Cemil Meriç’in “Edebiyatımızda Yunan-perestlik Yahya Kemal ile başlar. Yahya Kemal ve Yakup Kadri ile. İran’dan Yunan’a geçen iki dost bu yolculuktan altın meyvelerle döndüler. Ama anladılar ki gurbet tehlikelerle dolu... Bâki’leri, Galib’leri, Hâmid’leri yetiştiren bir şiiri Yunan-ı kadîme bağlamak, ummanı ırmağa bağlamaktır” şeklindeki ifadeleri de mezkûr teşhisin teyidi idi.

Nitekim bir süre sonra Yahya Kemal de bu gerçeği gördü. İslâm Medeniyetinin maddî, mânevî güzellikleriyle mücehhez fikirlerini karıştırarak “ummanı ırmağa bağlamak” çabasından kurtuldu.

Nev-Yunanîlik hevesini ve o hevesle yazdığı şiirleri inkâr etmemekle birlikte, daha sonra yazdığı eserlerde bu milleti ihya ve ibka eden aslî değerleri terennüm edeceği edebî mecrâya döndü.

02.11.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Yasak karşısında bir şey yapılmayacak mı?



Anayasa Mahkemesinin başörtüsünün üniversitelerde serbest bırakılmasına ilişkin anayasa değişikliğini iptal kararı için yazdığı “gerekçe” ye tepkiler azda olsa sürüyor. Öncelikle şunu söyleyelim. Mahkeme Anayasa değişikliklerini iptal etti ancak YÖK kanununun ek 17. maddesi yürürlükte. Dolayısıyla hukukî bir yasak yok, fiili bir yasak devam ettiriliyor.

Meclis Başkanı Köksal Toptan’ın başörtüsü ile ilgili gerekçeli kararla ilgili şu ana kadar bir girişim olmadığı söyledi. Anayasa değişikliği konusunda girişim başlattığını, ancak sonuç almadığını da ilave etti. Görülen o ki, başörtüsü konusunda yeni bir girişimde olmayacak. Yine başörtülü öğrenciler okulun kapısından içeri alınmayacaklar ve yine mağduriyetler devam edip gidecek.

Bir takım kesim “Anayasa mahkemesi nasıl olsa kararını verdi. Bundan sonra başörtüsü yasağı ile ilgili yapılacak bir şey kalmadı” diyerek suskunluğa büründüler. “Yasak, insan hakları ihlali, inanç özgürlüğüne aykırı” gibi söylemleri dilinden düşünmeyenler ellerini kollarını kaldırmıyorlar. Milletin yetki verdiği kişiler “Bundan sonra yapılacak bir şey kalmadı” diyerek işin içinden çıkamazlar.

Anayasa Mahkemesinin AKP’yi kapatmama kararının gerekçesinde söylediği, “Türban düzenlemesinin iptalinden sonra halkı eylem ve şiddete teşvik etmemiştir” cümlesi bu sessizlikte ne kadar etkili olduğunu bilemeyiz ancak, bu cümleyi dikkate aldılarsa, partiyi kapatılmaktan kurtaran, “İnsan hakları ve demokratikleşme konusunda önemli adımlar atılmıştır” cümlesini de hatırlatmak isteriz. Zira, başörtüsünün en temel insan hakkı olduğunu söyleyen kendileri değil miydi?

“Özgürlükleri genişleteceğiz” diye göreve gelenlerin, “İki madde ile yasağı kaldırdık” diyerek meseleyi bu noktaya getirdikten sonra şimdi susmaları hayret verici değil mi?

Yasakçılara söyleyecek sözümüz dahi kalmadı…

Meclis’in kabul ettiği ve 7 Haziran 1995 tarihinden başlamak üzere uygulanacak “öğrenci affı”nı Cumhurbaşkanı Gül onayladı. Kanuna göre “Her ne sebeple olursa olsun okuldan atılanlar” bu aftan yararlanabilecekler. Daha önce başörtüsü yüzünden atılan bir öğrenci başörtüsü ile okumak isterse değil 4 imtihan hakkı 44 imtihan hakkı tanınsa ne değişir. O imtihana girmek için okulun kapısına dahi yaklaştırılmayacak. Yani af başörtülüler için bir anlam ifade etmiyor.

Bu yasak öyle hal aldı ki, yasakçılar pervasızca yasaklarını uyguluyor. İşte son günlerdeki birkaç yasak örneği… Yabancı öğrencilere Türkiye’deki başörtüsü meselesini anlatmak için Kadir Has Üniversitesi’ne davet edilen AKDER Başkan Yardımcısı Avukat Fatma Benli, başörtülü olduğu için toplantıya alınmak istemiyor. Daha iki gün önce kutlanan Cumhuriyet bayramında, Niğde’de törenlere sivil katılımı temsil etme gayesiyle katılan üç bayan araç sürücüsü sırf başörtülü oldukları için tören alanından çıkarılıyor. Balıkesir’in Ayvalık ilçesinde, bir sporcu cumhuriyet koşusu gibi tamamen sivil katılıma açık bir yarışmada aldığı derece sırf başörtülü olduğu için verilmiyor…

Ancak sesini çıkaranlarda var.

Türkiye’nin birçok ilinde yasağın insan haklarına aykırı olduğunu düşünerek inanç özgürlüğü platformları kuranlar, her haftasonu eylemlerine devam ediyorlar. Bu kanunsuz yasak kalkıncaya kadar da devam ettireceklerini her hafta vurguluyorlar. Kocaeli’nde 185. Ankara’da 145, Van’da 113 haftadır yasağın kalkması için mücadele veriyorlar.

Anayasa Mahkemesinin gerekçeli kararının açıklamasından sonra bir araya gelen Ankara Sivil Toplum Platformu (ASTP) da “söz bitti sıra eylemde” diyerek adım attı. Ankara’da bulunan 80’in üzerinde sivil toplum örgütü, cumhuriyet bayramının kutlandığı gün bir araya gelerek yasağın kalkması için “demokratik tepkileri”ni göstermek amacıyla eylem planı üzerinde çalıştılar ve bir dizi eylem kararı aldılar. Bu eylemleri önümüzdeki günlerde gerçekleştirecekler.

ASTP Mustafa Kır, toplantının açılışında yaptığı konuşmada söylediği “Artık sözün bittiği noktadayız. Artık söz bitecek, eylem başlayacak. Bu yasak ya kalkacak ya kalkacak” cümlesi kararlılıklarını gösteriyor. Kır, Meclis’e de bir çağrıda bulunuyor: “Milletin temsilcileri bu hukuk gaspına sessiz kalamaz. TBMM’nin sayın üyeleri gerekli hukukî düzenlemeleri yaparak milletten aldıkları emanete sahip çıktıklarını ya göstermeli, ya da milletten aldıkları emaneti sahibine teslim etmelidir…”

Bu girişim yasağın kaldırılması konusunda belki suspus oturanlara, ellerini kollarını kaldırmayanlara bir ders olur da onlarda harekete geçerler… Son iki karardan sonra anlaşıldı ki, bu mesele ancak sivil bir anayasa ile çözülecek. Kararlılık ve irade olursa tabi…

02.11.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Hizmette hırs ve kanaat



Geçtiğimiz haftaki “İlâhî inayet” yazımızda geçen “hizmette hırs-neticeye kanaat” ifadesini müstakil olarak daha geniş bir şekilde ele alma ihtiyacı hâsıl oldu.

Evvelâ bu ifadenin Risale-i Nur’da kullanıldığı pasajın orijinal metnini hep birlikte okuyalım:

“Gerçi umur-u uhreviyede (ahirete yönelik amellerde) hırs ve kanaatsizlik bir cihette makbuldür; fakat mesleğimizde ve hizmetimizde—bazı arızalar ile—inkisar-ı hayal (hayal kırıklığı) cihetiyle, şükür yerine me’yusiyetle şekva etmeye sebep olur, belki de hizmetten vazgeçer. Onun için mesleğimizde kanaat daima şükrü ve metaneti ve sebatı netice verdiği için, ihlâs dairesinde, hizmet noktasında çok hırs ve kanaatsizlik gösterdiğimiz halde, neticelerine ve semerelerine karşı kanaatle mükellefiz.” (Emirdağ L., s. 80)

Bu ifadelerden çıkarılacak birinci mesaj şu:

İmanlı bir hayatın genel prensiplerinden biri olan kanaat, hizmette de asıl olmalı. Çünkü Allah’a teslim ve tevekkülün tezahürü olarak kanaat, her hal ve şart altında daima şükür, metanet ve sebatı netice veriyor. Kanaatsizlik ve hırs ise, bilhassa işler yolunda gitmediği ve beklenen sonuçlar alınamadığı zamanlarda hayal kırıklığına, ümitsizliğe ve bazan da sırf bu yüzden, Allah muhafaza, hizmeti bırakmaya yol açabiliyor.

Ancak bunları ifade eden Üstad, aynı zamanda “ihlâs dairesinde, hizmet noktasında çok hırs ve kanaatsizlik göstermek”ten söz edip, kanaati ise netice ve semereler bahsinde telâffuz ediyor.

İşte bizim “hizmette hırs, neticeye kanaat” şeklinde ifadeye çalıştığımız formülün esası bu.

Peki, bu ikisini nasıl telif edebilir; özellikle hırs gibi “olumsuz” bir duyguyu hizmet açısından faydalı olacak şekilde nasıl istihdam edebiliriz?

Bu sualin cevabına ışık tutan bir izahı Dokuzuncu Mektup’ta buluyoruz. Orada, insandaki hissiyatın mecazî ve hakikî olmak üzere iki mertebesi olduğu anlatılırken verilen örneklerden biri de hırs: Mal, makam-mevki, şöhret gibi hedefler için gösterilen şiddetli hırs, bunların hepsinin fâni, geçici, afetli ve tehlikeli oldukları fark edildikten sonra, insanı Allah’a yaklaştıracak hakikî makamlar olan manevî mertebelere ve ahiret azığı ve hakikî servet niteliğindeki salih amellere yönelerek yüksek bir haslet olan hakikî hırsa dönüşüyor. (Mektubat, s. 37)

İşte tamamen uhrevî eksenli nur hizmetinde gösterilecek hırs ve kanaatsizlik de bu kabilden.

Ama bu hırs, mevcutla yetinmeyi himmetsizlik olarak gören ve tevekkülü, sonucun tahakkukunu sebepler zincirinin tamamlanması şartına bağlayan İlâhî iradenin koyduğu nizamın kurallarını harfiyen yerine getirdikten sonra neticeyi Allah’tan bekleme anlamıyla yorumlayıp tatbik ederek, hizmeti hep daha ileri hedeflere taşımayı öngören bir anlayışla yönlendirilmeli.

Ve asla gözden kaçırılmaması gereken çok önemli bir nüans: Hizmette gösterilecek hırs ve kanaatsizliğin de çerçevesi “ihlâs dairesi” olmalı.

Bu ölçünün bir vechesi: “Hizmeti geliştirmek istiyorum” derken, ihlâsı zedeleyecek tavırlara girilmemeli. Enaniyet, benmerkezcilik, tekelcilik, tenkitçilik, dışlayıcılık gibi ârızalarla şahs-ı manevî ruhuna zarar verip müşterek hizmet ahengini bozacak vahim yanlışlara düşülmemeli.

Hizmetteki hırs, araya başka hiçbir şey katmadan sadece Allah rızasını hedef alan ve dünyevî değil, tamamen uhrevî eksenli olan çalışma ve faaliyetleri ilerletip geliştirmeyi amaçlamalı.

Bunun âdetullah kanunlarıyla belirlenen süreçlerinde sebepler zincirinin eksiksiz tamamlanması, bu amaca yönelik olarak hizmet arkadaşlarıyla müşterek mesai sisteminin en uygun şekilde tanzim ve kanalize edilmesi sağlanmalı.

Bu safhalarda hiçbir noksan ve gedik bırakılmadığından emin olunarak sürecin bir aşaması tamamlandığında da, ortaya çıkan netice şükür, rıza, kanaat ve tevekkülle karşılanıp hizmetin bir sonraki aşama ve hamle sürecine geçilmeli.

İhlâs, istikamet, sebat ve metanet çizgisinde.

02.11.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Çöküşün adayı!



Seçimlere günler kala ABD’de yarış ivmesini arttırmış, hatta kontrolden çıkmış gibi görünüyor. Her iki taraf da son kartlarını oynuyor. Kimilerine göre, Obama ABD’deki gizli Apartheid rejimi çökertecek bir Mandela modeli. Martin Luther King’in siyasî varisi. Elbette ABD beyazların azınlık olarak yaşadıkları bir Güney Afrika değil. Bununla birlikte, küresel adaletsizliğin merkezini ve pençesini temsil ediyor.

Düşünebiliyor musunuz? ABD’de insanlar Roma’daki gibi oburluktan/obeziteden ölürken dünyanın kalan yerlerinde ise açlıktan ve sefaletten ölüyorlar. Adalet bunun neresinde? Bu oburluk sadece fakirleri değil aynı zamanda dünyayı tüketiyor. Zenginler ve zengin ülkeler dünyaya bu şekilde saldırmaya devam ettikçe sadece ozon daha fazla delinmekle ve hayvan ve bitki türleri azalmakla veya tükenmekle kalmayacak. Bu tüketim alışkanlığının ve çılgınlığının sürmesi için dünyanın 2030 yılında yeni bir dünyaya ihtiyacı olacak. Nasreddin Hoca hikâyesindeki gibi. Hoca’nın fil örneğindekini hatırlatırcasına; bir tek fili doyurmaktan aciz köylüler gibi dünya da ikinci bir fili doyurmak zorunda kalacak. Bundan dolayı bu dünya ya değişmeli ya da değişmelidir. Lâkin beyaz adamın son kışkırtıcısı olan beynelmilel Yahudi bu saltanattan kolay kolay vazgeçecek gibi değil. Bunun böyle devam etmesini kendi siyasî geleceği açısından elzem görüyor. Bundan dolayı da seçimlere günler kala yarışta kayıp atı temsil eden McCain’i destekliyorlar ve Obama’nın Beyaz Saray’a gelmesini bir felâket ve uğursuzluk sayıyorlar. Bu bağlamda, Washington Post gazetesinin meşhur yazarlarından birisi olan Robert Kagan ‘Hâlâ 1 Numara’ başlıklı yazısında şeamet tellâllığı yapıyor. Obama’yı çöküşün adayı olarak selâmlıyor. Halbuki kendi yazdığı gazetesi bile çar naçar Obama’yı destekliyor.

Ortadoğu üzerinden ABD’yi çökerten Bush ve onu kışkırtanlar da Robert Kagan gibi yazarlar ve çizerler oldu. Thomas Friedman gibilerin yazdığı üzre 25 tane Neocon çete Bush’u kendisine ve emellerine ram etmiş ve bu suretle dünyanın dümenini ele geçirmiş ve ABD’yi kör bir silâh olarak dünyaya karşı kullanmıştı. Onlara göre, ABD İsrail’in tetikçisinden başka bir şey değil. Bu tetikçilik anlayışı ABD’nin başını yediği gibi İsrail’in de yiyecek. Hâlâ da anlamak istemiyorlar. Obama’yı o makama getirecek olan kendisi değil, Bush’un yanlışlarıdır. Neocon çetesi ve uzantıları ‘nerede yanlış yapmıştık’ yiyecekleri yerde, hâlâ saldırıyorlar.

*

Irak’tan çekilme tarftarları yani Demokratlar ABD’de iktidara gelirken Türkiye’de Bush politikalarına destek veren ve Türkiye’nin de destek vermesini isteyen Neoconların uzantıları kendilerini gözden geçirme babından tek bir satır bile yazmıyorlar. Kabahat onlarda değil, onları nisyan ile ödüllendirenlerdedir. Bizde de Fukayama gibi Neocon cenahtan Obama’ya kayanlar oldu ama onlar tabir caizse onun gibi günah çıkartmadılar. ‘Tarihin Sonu’nun yazarı Fukuyama, Kagan’a karşı gerilemenin ilâcının McCain değil Obama olduğunu düşünüyor. Gerçekten de muhtemel Obama iktidarında ABD’yi iki ihtimal bekliyor. Bunlardan birisi, Clinton döneminde olduğu gibi sukûnet ve yumuşama ve dünya ile birlikte hareket hali. İkinci ihtimal ise özelde İsrail taraftarlarının genelde ise beyazların Obama iktidarını hazmetmemeleriyle ortaya çıkacak olan kutuplaşma ve kriz halinin yaşanmasıdır. Şayet beyazlar Obama iktidarını hazmedebilecek olurlarsa o takdirde Fukuyama’nın dediği gibi Bush’dan sonra ABD’nin içine düştüğü tereddi ve gerileme hali durdurulabilir ve dondurulabilir.

Lâkin ekonomik buhran kimi ekonomistlere göre en az on yıl sürecek gibi görünüyor. Zira Japonya ve AB on yıldan beri büyük bir durgunluğun içinde debeleniyor. Sadece ekonomik hızı yavaşlamayan iki ülke Çin ve komşusu Hindistan. Ferid Zekeriya da uful eden Amerikan yüzyılı sonrasında yeni dönemi en iyi karşılaşacak ve ABD’nin bir halden ötekine inişini ve evrimini en yumuşak şekilde sağlayacak kişinin Obama olduğunu ifade ediyor. 1970’li yıllarda ABD’nin gücünün sınırlarına işaret eden siyasetçilerden birisi Cyrus Vence idi. 1990’lı yıllarda ve özellikle de Irak işgalinden sonra ise Roma gibi İngiltere gibi Amerikan İmparatorluğu’nun çöküşünü bekleyenlerden birisi ünlü tarihçi Paul Kenndy olmuştur. ‘Who are we/Biz kimiz?’ kitabının yazarı Huntington ise teorisinin gerçekleştiğini ve renkliler kuşağının Amerika’ya hükmettiklerini tahmininden erken ve yaşarken ve yaşayarak görmektedir.

ABD ne yöne ve ne yana gidiyor tartışmaları bundan böyle de dinmeyecektir. Lâkin 47 yaşındaki Obama’nın yarışı kazanması halinde bu Amerikan tarihinde bir ilk olacaktır. Bu da tarihi ve elle tutulur bir değişim demektir. Değişime inanmayanlar kendilerini inkâr edenlerdir. Bush’un politikalarının ABD’yi bu vartaya düşüreceğini söyleyenler haklı çıktılar. Değişime inananlar da aynı şekilde haklı çıkacaklardır.

02.11.2008

E-Posta: [email protected]




Suna DURMAZ

FİLİSTİN'İ YAHUDİLERE VERMEDİM



“İttihatçılar, Arazi-i Mukaddese ve Filistin’de Yahudiler için bir vatan-ı kavmî kabul ve tasdik etmediğim için ısrar ve tehdit ettiler. Kat'iyen kabul etmedim. Bilâhare 150 milyon altun İngiliz lirası vereceklerini vaad ettiler. ‘Değil 150 milyon İngiliz lirası, dünya dolusu altun verseniz bu tekliflerinizi kat'iyen kabul etmem!’ diyerek reddettim.”

BUNDAN SONRA OLAN OLDU

“Sonra hal’imde ittifak ettiler ve beni Selânik’e göndereceklerini bildirdiler. Bu son tekliflerini kabul ve Allah Teâlâya hamd ettim ki; Devlet-i Osmaniyye ve âlem-i İslâma ebedî bir leke olacak olan tekliflerini, yani Arazi-i Mukaddese ve Filistin’de Yahudi devleti kurulmasını kabul etmedim. İşte bundan sonra olan oldu.”

Sultan Abdülhamid’in mektubu

Uzun yıllardır Ortadoğu’da bulunmamız beni buralarda olan olayların arka planını öğrenme merakına itti. Bu çerçevede son bir kaç yıldır Filistin ve Siyonizm hakkında birçok kitap okudum. Okudukça merakım arttığından kütüphaneme bu konuda yeni yeni kitaplar ekledim. Ve bu okumalarımdan elde ettiğim malûmatları zaman zaman siz okuyucularımla paylaştım. Bu yazımda da yine bir malûmat aktaracağım. Daha doğrusu bir belgeden bahsedeceğim. O da, Sultan Abdülhamid’in Suriye’deki Şazeli Şeyhi Mahmud Ebuşşamat’a hükümdarlıktan azlediliş sebeplerini açıkladığı mektubudur.1

Siyonizm ve Filistin konusunda okumuş olduğum İngilizce kitaplarda bu belgeye yer verilmemiş. Türkçe olarak ise elime geçen birçok kitapta bu belgenin izine rastlayamadım. İnternet üzerinden yapmış olduğum yoğun tarama sonucunda www.anadoluhaber.blogspot.com’da mektubu buldum. Sitenin haber verdiğine göre, mektubun mikrofilmini satın alan Millî Gazetenin eski Yazı İşleri Müdürü Muzaffer Deligöz, 1973 yılının son aylarında mektubu Millî Gazete’de yayınlamış.

Arapça kaynakların bildirdiğine göre ise, bu mektup ilk olarak al-Arabi dergisinde yayınlanmış. Kuveyt’te yayınlanan aylık al-Arabi dergisinin 1972 yılı Aralık ayı sayısında Said Afgani’nin yazmış olduğu “Sultan Abdülhamid’in azlediliş sebebi” adlı makale bu mektubu işlemiş. Makalede bildirildiğine göre, Abdülhamid’in saray nazırı Ragıp Rıza Bey, Şeyh Mahmut Ebuşşamat’a bağlıymış. Şeyh Efendi İstanbul’a her geldiğinde Rıza Bey’e misafir olurmuş. Kurmuş olduğu istihbarat ağıyla etrafında olup bitenleri hemen öğrenen Sultan, Ragıp Bey’e, Şeyh Efendiyle görüşmek istediğini bildirmiş. Şeyh Efendinin yumuşak hâlinden ve tatlı konuşmasından etkilenen Sultan, Şeyhten el alarak Şazeli tarikatına girmiş. 27 Nisan 1909 yılında azledildiğinde şeyhine yazmış olduğu bir mektupta bu önemli ve tehlikeli olayın ana sebebini açıklamış.

Şeyh ailesinin uzun yıllar sır gibi sakladığı bu mektuptan haberdar olan aile dostları, bu önemli belgenin gün yüzüne çıkması konusunda aileyi iknâ etmişler. Ve bunun üzerine mektup, Suriye Evkaf Müdürlüğü yapmış olan ve şeyh ailesine yakınlığıyla bilinen Ahmed el-Kasımî tarafından Arapçaya tercüme edilmiş...

Önemli saydığım bu belgeyi uzun zaman önce okuduğum halde doğruluğu hakkında daha fazla araştırma yapmak istediğimden yayınlamak istemedim. Bu yıl tatil iznimizi kullanmak üzere Türkiye’ye geldiğimde bu mektubun sıhhatini öğrenme konusunda önemli bir fırsat geçti elime. Sultan Abdülhamid hakkında yapılan çalışmalara sponsorluk yapan aile dostumuz iş adamı Mehmet Tosun Bey, Sultan Abdülhamid’in torunu olan Harun Osmanoğlu ve muhterem eşi Firuzet Hanımefendi şerefine Malta Köşkü’nde vermiş olduğu bir yemeğe bizi de dâvet etti.2

Harun Efendi’ye “Efendim, dedeniz Abdülhamid’in Şazeli Şeyhine yazmış olduğu bir mektup olduğunu öğrendim. Bu mektup olayı doğru mu?” diye sordum. Harun Efendi de “Dedemin Şazeli Şeyhine yazmış olduğu mektup doğru. Mektup şeyhin torunlarının elinde bulunuyor. Hatta al-Arabi dergisi mektubun Arapça tercümesini yayınladığında, derginin o sayısının Suriye’ye girmesi yasaklanmıştı (!)” dedi.

Sözü daha fazla uzatmadan mektuba geçmek istiyorum. Kuveyt Üniversitesinde Yazma Eser Uzmanı olarak görev yapan eşim Ahmet Durmaz, mektubu okumamda çok yardımcı oldu. Onun yardımlarıyla, al-Arabi dergisinde yayınlanan mektubun Osmanlıca orijinalini, Arapça tercümesiyle ve “anadoluhaber.blogspot.com” sitesinde yayınlanan Türkçe hâliyle kıyaslayıp, eski yazı okumasından meydana gelen bazı küçük hataları düzelttik. İşte Ulu Hakan Sultan Abdülhamid’in gönlünün sultanı Şeyh Mahmut Ebuşşamat’a yazdığı mektup:

“Ya Hu”

Bismillahirrahmanirrahim vebihi nestain

Elhamdülillahi rabbilalemin ve efdalü salati ve ettemmü teslim ala Seyyidina Muhammedin resulü rabbulalemin ve ala alihi ve sahbihi ecmain vetabiine ila yemüddin.

İşbu arîzamı tarikat-i Şazeliye Şeyhi vücutlara ruh ve hayat veren ve cümlenin efendisi bulunan Eşşeyh Mahmud Ebüşşamât Hazretlerine ref ediyorum: Mübarek ellerini öperek ve duâlarını rica ederek selâm ve hürmetlerimi takdimden sonra arz ederim ki, sene-i haliye şehr-i mayısın 2. günü tarihli mektubunuz vasıl oldu. Sıhhat ve selâmette daim olduğunuzdan dolayı Allah’a hamd ve şükürler ettim... Efendim, evrâd-ı Şazeliye kıraatine ve vazife-i Şazeliyyeye, Allah’ın tevfikiyle gece ve gündüz devam ediyorum. Ve bu vazifeleri edâya muvaffak olduğumdan dolayı Allah Teâlâ Hazretlerine hamd ederim ve dâvet-i kalbiyenize daima muhtaç olduğumu arz ederim.

Bu mukaddimeden sonra, şu mühim meseleyi zat-ı reşadetpenahilerine ve zat-ı semahatpenahilerin emsali ukulü selim sahiplerine tarihî bir emanet olarak arz ederim ki, ben Hilâfet-i İslâmiyeyi hiçbir sebeple terk etmedim. Ancak ve ancak ‘Jön Türk’ ismiyle maruf ve meşhur olan İttihat Cemiyeti’nin rüesasının tazyik ve tehdidiyle Hilâfet-i İslâmiyeyi terke mecbur edildim. Bu ittihatçılar, Arazi-i Mukaddese ve Filistin’de Yahudiler için bir vatan-ı kavmî kabul ve tasdik etmediğim için ısrarlarında devam ettiler. Bu ısrarlarına ve tehditlerine rağmen ben de katiyen bu teklifi kabul etmedim. Bilâhare yüzelli milyon altun İngiliz lirası vereceklerini vaad ettiler. Bu teklifi dahi katiyen reddettim ve kendilerine şu sözle mukabelede bulundum: “Değil yüzelli milyon İngiliz lirası, dünya dolusu altun verseniz bu tekliflerinizi katiyen kabul etmem! Ben otuz seneden fazla bir müddetle Millet-i İslâmiye’ye ve Ümmet-i Muhammediye’ye hizmet ettim. Bütün Müslümanların ve salatin ve Hulefa-i İslâmiyeden aba ve ecdadımın sahifelerini karartmam ve binaenaleyh bu tekliflerinizi mutlaka kabul etmem” diye kat’'î cevap verdikten sonra hal’imde ittifak ettiler. Ve beni Selanik’e göndereceklerini bildirdiler. Bu son tekliflerini kabul ettim ve Allah Teâla’ya hamdettim ki ve ederim ki; Devlet-i Osmaniyye ve Alem-i İslâm’a ebedî bir leke olacak olan tekliflerini, yani Arazi-i Mukaddese ve Filistin’de Yahudi devleti kurulmasını kabul etmedim. İşte bundan sonra olan oldu. Ve bundan dolayı da Mevlâ-yı Müteal Hazretlerine hamd ederim.

Bu mühim meselede şu maruzatım kâfidir. Ve şu sözlerimle mektubuma hitam veriyorum. Mübarek ellerinizden öperek hürmetlerimi kabul buyurmanızı sizden rica ve istirham ederim. İhvan ve asdıkamın cümlesine selâmlar ederim.

Ey benim muazzam üstadım! Bu bâbta sözümü uzattım. Muhat-ı ilmi semahatpenahileri (bilginiz) ve bütün cemaatinizin mâlûmu olmak için uzatmaya mecbur oldum.

Veselâmualeyküm ve

rahmetullahi ve berakatühü.

Hadim-i el-Müslimin

Abdulhamid

22 Eylül 1329”

DİPNOTLAR

(1) Mutasavvıf Mahmud bin Muhyiddin bin Mustafa Ebuşşamat ed-Dımışki el-Hanbeli (1850-1922). Şeyh Mahmud, Şazeli tarikatının Yaşrutiyye kolunun şeyhi olup, Akkalı Ali bin Yaşrutiyye’nin ilk halifesidir. Zaviyesi Şam’ın Kanavaat mıntıkasındadır. Şam’da doğup ve yine Şam’da vefat etmiştir. Şeyh Mahmud mutasavvıf olmanın yanında hem edip, hem de şairdir ve bir çok eser kaleme almıştır. İbn el-Farıd’ın et-Taiyyetü’l Kübra Şerhi (dört ciltlik), el-Muaşşarat, el-Muvalat, Uruc es-Salik ve Dünüvvihi ve Sünûhat ismindeki divanı eserlerinden birkaçıdır.

(2) Harun Efendi, Sultan Abdülhamid’in oğullarından Selim Efendi’nin oğlu Abdülkerim Efendi’nin oğlu oluyor. Lübnanlı bir anneden 1935’de Lübnan’da dünyaya gelmiş. Uzun yıllar Suriye Savunma Bakanlığı’nda çalışmış. Turgut Özal’ın hususî yardımlarıyla 1977 yılında Türk vatandaşlığını almış. Şu an Türkiye’de ikamet ediyor. Harun Efendi’nin babası Abdülkerim Efendi oldukça hareketli bir insanmış. Türkistan, Hindistan, İngiltere ve Amerika’ya seyahatlerde bulunmuş. Türkistan’a yapmış olduğu ziyaretler, Türk kabileleri arasında kendisine karşı büyük bir muhabbet doğmasını netice vermiş. Hatta Abdülkerim Efendi’yi ‘Türkistan Sultanı’ olarak ilân etmek istemişler. Ancak Abdülkerim Efendi’nin 35 yaş gibi çok genç bir yaşta ölmesi, Türkistan Türklerinin bu niyetlerinin önüne geçmiş. Abdülkerim Efendi, 1935 yılında New York’a yapmış olduğu bir ziyaretinde otel odasında ölü bulunmuş. İntihar etmiş olduğu söylense de, hanedan ailesinde cinayet olduğu kanısı daha ağır basıyormuş. Umarız tarihçilerimiz bu konu üzerine eğilir ve bir sır olarak kalan olayın aydınlanmasına katkıda bulunurlar.” (21.Yüzyılda Sultan Abdulhamid’e Bakış” Mehmet Tosun İstanbul 2003)

02.11.2008

E-Posta:


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
Ufo ısıtıcılar, infrared ısıtıcı, kumtel ısıtıcılar.
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır