"Gerçekten" haber verir 18 Kasım 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Hüseyin EREN

Boğazdan giden can



Can boğazdan gelir derler ve devam ederler, yine boğazdan gider… Canın can olarak devam etmesi için yemek ve içmek kadar tabiî bir şey yok; helâlinden, temiz olanından, dikkatle ve tefekkürle yudumlamak, tezekkürle sonlandırmak; şifa üstüne şifa, rızık üstüne rızık, beden can gibi, ruh canı da ilgilendiren yemek biçimi, içmek şekli…

Bismillah her hayrın başı, rızık hayattan sonra en sırlı hakikat; şükrün ve hamdin anahtarı, kulluğun kameti… Kâinattan süzülmüş yiyeceklere besmele ile başlamak en başta yapılması gereken; nimetten önce Mün’imi düşünme, bütün sebepleri kesip atma ameliyesi, gafleti atma fiili…

Aklı, lâtifeleri, dili, gözü, nimetin tadını anlama, şükrü çeşitlendirmede kullanma; nimetin lezzetini geniş bir daireye taşır, kalbi de doyurur, ruhu da; yeryüzünü bir sofra-i Rahmana dönüştürür, ahireti daha geniş sonsuz sofra olarak açar… Bir yudum nimet ne kadar geniş daireler açtı, doyumsuz lezzetler sofrasına taşıdı…

Böylesi dirilikte yenen nimet, gaflet verir mi, hastalığa sebep olur mu, nefsi şımartır mı, şeytânî desiselere açık kapı bırakır mı? Nasıl kazanırsanız öyle harcarsınızda olduğu gibi, yemek nasıl yenirse aynı şekilde harcanır; hamdle başlanıp, tefekkürle sürdürülen, şükürle sonlandırılan yemek, aynı şekilde hamd ve ibadetle harcanır, kulluk yolunda tüketilir…

Gafletle midenin şişkinliği, kalbi daraltır, ruhu karartır, latifeleri isyankâr kılar, hayatı hebâen mensur solutur, şeytanı yakın eder, zevklere daldırır… Zevklere daldıkça gaflet kalınlaşır, hakikat görünmez olur, hayatın hayrı kaçar, ibadetler ağır yük gibi gelir; gelinen nokta kör bir kuyu, doymak bilmez bir boğaz… Ne harpler yaşanır o boğazda; anlık zevklerde bekayı bulmak adına, her serabın bitişi başka bir serabın peşinden koşturur…

Koşa koşa yorulur, boğaz uğruna boğazdan olur, gün olur, can uçuverir ten kafesinden… Berzah boğazında, gafletle geçirilen ömrün ilk muhasebesi yapılmaya başlanır; ya çukura atılır veya bahçeye sevk edilir…

Bir nefes, bir lokmada, bin hikmeti görmek, ha-yatı bin dirilikte yaşamak, zamanı bin canlı geçirmek demek; beden sağlıklı, ruh diri, kalp rahat, latifeler sakin, akıl duru, vicdan canlı… Tefekkür, tevekkül, tezekkür, takva ile harcanan enerji, sonsuzluk deposunu doldurur… Burada denen her Elhamdülillah orada canlı nimete dönüşür, cana can olur; evet, can boğazdan gelir…

Kulağımıza küpe, ağzımıza ve midemize kilit olacak bir hakikat: “Ekser insanların aç kaldığı bu zamanda ve çok karışmış ve haram ve helâl fark edilmeyecek bir tarzda gelmiş ve şüpheli mal hükmünde ve manen müşterek olan erzak-ı umumiyeden helâl olmak için miktar-ı zaruret derecesine kanaat ediyorum diye bu mecburî belaya bir riyazet-i şer’iye nazarıyla bakmaktır.”

Bu iki pencereden bakınca yemeden önce ne kadar düşünmeli değil mi?

18.11.2008

E-Posta: [email protected]




Ahmet ÖZDEMİR

Hac: Müslümanların kongresi



“Allahu Ekber, Allahu Ekber, Lâ ilâhe illallahu

vallahu ekber, Allahu Ekber ve lillahi’l-hamd”

ac mevsimi yaklaşınca sıklıkla bu tekbirleri hatırlarız ve sık sık duyarız. Büyük bir yolculuk başlar dünyanın her tarafından, kutsal mekânlara, mukaddes beldelere…

Havadan, karadan, denizden…

Mekke’ye, Medine’ye…

Arafat’a, Mina’ya, Müzdelife’ye, Safa’ya, Merve’ye, Kâbe’ye…

Hira’ya, Nur Dağına, Sevr Mağarasına, Bedir’e, Uhud’a…

Dünyanın dört bir köşesinden inananlar koşar o beldelere.

Diller ayrı, renkler ayrı, ırklar ayrı, kültürler ayrı…

O ayrılıkta bir gayrılık yoktur.

Çünkü Hâlıkları bir, Mâlikleri bir, Mâbudları bir, Râzıkları bir; bir, bir, bine kadar bir, bir. Hem Peygamberleri bir, dinleri bir, kıbleleri bir; bir, bir, yüze kadar bir, bir. Bu kadar bir-birler, onları aynı çizgide birleştirir.

Allah’ın dâvetine uyarak, “Lebbeyk, Allahümme lebbeyk” (Buyur yâ Rabbi, geldik yâ Rabbi) diyerek koşarlar. Bu sesler ve manzara “yeryüzü bir mescid, Mekke bir mihrab, Medine bir minber” gerçeğinin en güzel bir görüntüsü olur.

O nurlu yerlere uçarlar adeta, kendilerinden geçerek. Mallarını, çocuklarını geride bırakarak…

Kolay değil o yerlere gitmek. Zenginlik şart ama…

Engeller çok: Nefisler, şeytanlar…

Sonra önlerine dikilir, şeytanlaşmış insanlar veya cinnî şeytandan ders alan insî şeytanlar. Şeytanın desiselerine karşı en kuvvetli silâh: “Allahu ekber”dir. Şeytan, iman hakikatlerinin büyüklüğü yönünde dar kalbli, kısa akıllı ve noksan fikirli insanları aldatmaya çalışır. Meselâ, bir tek zatın, bütün atomları, gezegenleri, yıldızları ve diğer varlıkları çekip çevirdiğinin zorluklarına dikkat çekerek insanda inkâr duygusunu uyandırır. Şeytanın bu desisesini susturan sır “Allahu ekber”dir. Hakikî cevabı da “Allahu ekber”dir. Said Nursî, şeâir-i İslâmiyede “Allahu ekber”in çok defa tekrar edilmesinin, şeytanın bu desisesini mahvetmek için olduğunu belirtir.1

Kelime mânâsı saygı değer makamları ziyaret etmek demek olan hac, dîni bir tâbir olarak, hac niyetiyle ihrama girmek, belirli bir zamanda Arafat’ta durmak ve Kâbe’yi usulüne uygun tavaf ederek ziyaret etmektir.

Hacda diğer bütün ibadetler toplanmıştır. Namaz, oruç, kurban, sadaka, güzel ahlâk, tekbir, zikir, tesbih, duâ gibi esasların hepsi hacda mevcuttur.

Namazda tekrar tekrar “Allahu Ekber” denilmesi küçük dairelerden büyük dairelere terfîdir. Güya her bir “Allahu Ekber” bir Mi'rac basamağının geçilmesine işarettir.

Bediüzzaman Hazretleri hac gerçeğini özetle şöyle ifade eder: Hacc-ı şerif, bilasâle herkes için, küllî mertebede bir ubûdiyettir. Hac mevsimi ve onun bitişine rastlayan Kurban Bayramı İlâhî bir bayramdır. Nasıl ki bir asker, bayram gibi özel bir günde, mareşal dairesinde, bir mareşal gibi padişahın bayramına gider ve lûtfuna mazhar olur. Öyle de, bir hacı, ne kadar âmî de olsa, mertebeleri aşmış bir velî gibi, bütün yeryüzünün en büyük Rabbi unvânıyla Rabbine yönelir ve küllî bir ubudiyet mertebesine ulaşır. Hac anahtarıyla önlerine İlâhî azamet ve rububiyetin ufukları açılır. Bu ufuklarda kulluk dairelerinin nasıl genişlediğini, inkişaf eden kalb ve hayalleriyle en mükemmel mânâda müşahede ederler. Bu halin mânevî âlemlerinde meydana getirdiği hayret, dehşet ve heybet hissini de ancak tekrar tekrar söyledikleri “Allahu Ekber”lerle teskin edebilirler. İşte hacda pek çok “Allahu Ekber” denilmesi şu sırdandır.

Hac mevsiminde her yerde en çok “Allahu ekber” sadaları yankılanır. “Allahu ekber” sadalarının başka nerelerde tekrarlandığını bir hatırlayın. Bediüzzaman’a göre, Hacdan sonra, şu yüce ve küllî mânâlar, muhtelif derecelerde, bayram namazlarında, yağmur namazında, husûf küsûf namazında, cemaatle kılınan namazlarda bulunur. Şeâir-i İslâmiyenin, Sünnet kabilinden bile olsa, önemi şu sırdandır.2

Said Nursî, Meyve Risâlesi’nin yazılması ile ilgili bir değerlendirmesi de şöyledir: “Bu makam yazıldığı zaman Kurban Bayramı geldi. Allahu ekber, Allahu ekber, Allahu ekber’lerle nev-î beşerin beşten birisine, üç yüz milyon insanlara birden Allahu ekber dedirmesi; koca küre-i arz, büyüklüğü nisbetinde o Allahu ekber kelime-i kudsiyesini semâvâttaki seyyârât arkadaşlarına işittiriyor gibi, yirmi binden ziyade hacıların Arafat’ta ve iydde beraber birden Allahu ekber demeleri, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın bin üç yüz sene evvel âl ve sahabeleriyle söylediği ve emrettiği Allahu ekber kelâmının bir nev'î aks-i sadâsı olarak, rububiyet-i İlâhiyenin Rabbü’l-Arz ve Rabbü’l-Âlemîn azamet-i ünvanıyla küllî tecellisine karşı geniş ve küllî bir ubûdiyetle bir mukabeledir diye tahayyül ve his ve kanaat ettim.”3

O tarihlerde Müslümanların sayısı üç yüz milyondu. Şimdi onun beş katını geçti. Hacıların sayısı ise milyonlarla ifade ediliyor. Milyarlarca müslümanın ve milyonlarca hacının Arafat’ta ve bayramda beraber “Allahu ekber” demeleri Peygamber Efendimizin (asm) bin beş yüz sene önce ailesiyle ve sahabeleriyle söylediği ve emrettiği “Allahu Ekber” kelâmının bir çeşit yansımasıdır. Her adam hacda bir derece velîler gibi Cenâb-ı Hakkı Rabbü’l-Arz ve Rabbü’l-âlemîn ünvanı ile tanımaya başlar. Ve o kibriya mertebeleri kalbine açıldıkça, ruhunu istilâ eden mükerrer ve hararetli hayret suallerine yine “Allahu ekber” tekrarıyla umumuna cevap verir.4

Haccın pek çok hikmetlerinden birisi de dünya Müslümanlarının kudsî ve semavî bir kongresidir.5 Hac, bir anda milyonlarca Müslümanın bir araya gelmesine ve birbirleri ile kaynaşmasına vesile olan bir ibadettir. Veda haccını hatırlayalım. Veda Hutbesinde okunanlar, İslâmın en son hükümleri, Batı dünyasının ise asırlar sonra ulaşmaya çalıştığı temel haklardır. Dört halife devrinde Müslümanlar şikâyetlerini doğrudan halifeye bildirmişlerdir. Âlimler açısından fikir alış verişi yapmak için önemli bir fırsat olmuştur. Ne yazık ki son zamanlarda haccın sosyal hikmetleri unutulmuştur. Sonuçta İslâm âlemi ve Müslümanlar parçalandı. İslâm düşmanı devletlerin darbeleri ile parçalandı.

Said Nursî, İslam âlemindeki bu perişanlığı şu sözleriyle ifade eder: “Haccın ve ondaki hikmetin ihmali, musibeti değil, gazap ve kahrı celb etti. Cezası da keffâretü’z-zünub değil, kessâretü’z-zünub oldu. Haccın bahusus taarrüfle tevhid-i efkârı, teavünle teşrik-i mesâiyi tazammun eden içindeki siyaset-i âliye-i İslâmiye ve maslahat-ı vâsia-i ictimâiyenin ihmalidir ki, düşmana milyonlarla İslâmı, İslâm aleyhinde istihdama zemin ihzar etti.”6

Yani, haccın ihmâli musibeti değil, öfke ve gazabı çekti. Cezası işlenen günahlara kefaret değil, belki günahları kat kat arttırdı. Haccın özellikle görüşüp tanışmakla fikir birliği sağlanmasını, işbirliği ile yardımlaşmayı kapsayan içindeki yüksek İslâm siyasetini ve çok geniş sosyal hikmet ve faydalarının ihmali milyonlarca Müslüman’ın İslâm aleyhine çalışmasına zemin hazırladı. Örnekleri ise, ne yazık ki günümüzde yaşamaya hâlâ devam ediyor. İşte Pakistan, Afganistan, Irak, Filistin, Kafkasya…

Müslümanlar ve İslâm âlemi geçmişte yaşadığı ıztırap verici tecrübelerden ders alarak, hac ibadetini bu büyük hikmetinin şuurunda olarak yerine getirmek zorundadır. Bu yapıldığı gün İslâmî gelişme hızla artacağı kesindir.

Ya Rabbi, bizlere haccı gereği gibi anlamayı ve ifa etmeyi nasip eyle! (Âmin!)

Dipnotlar:

1- Lem’alar, s. 90,2- Sözler, s.183

3- Şuâlar, s. 210,4- Aynı eser, s. 211

5- Emirdağ Lâhikası, s. 336

6- Sünûhat, s. 71

18.11.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

DP'nin dirilişi



Süleyman Soylu 2008’in ilk günlerinde yapılan bir önceki parti kongresinde DP’nin yeni başkanı seçildiğinde, “Kimse tanımıyor, zaten Çiller’in emanetçisi olarak geldi, ilk fırsatta koltuğu ona bırakacak” söylentileriyle yıpratılmak istendi. Aradan geçen zamanda bu söylentilere paralel birtakım provokatif girişimler de oldu, ama geri tepti ve netice vermedi.

Asıl önemlisi ise, Soylu ve genç ekibi, seçildikleri günden itibaren Anadolu’yu karış karış dolaraşak, yılların getirdiği olumsuz birikimlerle yıpranan teşkilâtları tekrar derleyip toparlama seferberliğine giriştiler. Bu süreçte, yer yer eskinin alışkanlıklarını hatırlatan bazı hatalar tekrarlandıysa da, genel merkez-teşkilât ilişkilerindeki hasar umumî hatlarıyla büyük ölçüde onarıldı.

Geçen hafta sonu, objektif gözlemcilerin de şaşırdığı yoğun ve coşkulu bir katılımla gerçekleşen kongre, on buçuk aylık bu hummalı mesainin, zorlu maratonun ilk etabı için başarıyla sonuçlandığını açık bir şekilde gözler önüne serdi.

Misyonun samimî ve fedakâr takipçileri, bazılarınca “Artık bitti, bir daha dirilemez” denildiği bir noktada, DP’yi misyonundan, tabanından ve mazisinden aldığı güç ve gençleşen kadrosunun dinamizmiyle yeniden ayağa kaldırmaya muktedir ve kararlı olduklarının ilk sinyalini verdiler.

Soylu’nun “emanetçi” yakıştırmalarını tamamen iptal eden net bir sonuçla başkanlığını perçinlediği kongreden çıkan en önemli karar, hiç şüphe yok ki, tüzük değişikliklerinin kabulüydü.

Bu değişikliklerle;

* Genel başkanın görev süresi 4 olağan kongreyle sınırlandırılacak. Böylece Türk siyasetinin en büyük handikabını oluşturan ve “seçilmiş diktatör” eleştirilerine malzeme veren sorunun çözümü için DP fiilen önderlik etmiş olacak.

* Milletvekili aday tesbitinin yüzde 95’i üye, delege ve kurullar tarafından yapılacak; genel merkez adaylarının oranı yüzde 5’te kalacak.

* Seçim bölgelerinin yüzde 90’ında yargı denetiminde aday yoklaması ve önseçim yapılacak.

* Teşkilâtların feshi zorlaştırılacak.

Bunlar, Soylu’nun Yeni Asya’yı ziyaretinde ifade ettiği gibi, 12 Eylül’den beri yürürlükte olan mevcut Siyasî Partiler Kanununun partilere dayattığı kısıtlamalara rağmen, DP’nin kendi inisiyatifiyle ürettiği, bu parti özelinde siyasete tabanın güç ve dinamizmini taşıyacak, parti içi demokrasiyi güçlendirecek çok önemli kararlar.

Hatırlanacağı ve defaatle de hatırlattığımız üzere, 3 Kasım 2002 gecesi Erdoğan’ın kameralar önünde verdiği bir söz vardı: 2004 Mart’ında yapılacak mahallî seçimlere kadar Partiler ve Seçim Kanunlarını değiştirip düzeltmek. Aradan altı seneyi aşkın bir zaman geçti; hâlâ yapacak!

Ama yapamadığı veya yapmadığı için de, AKP eleştirdiği partilerin durumuna düştü. O çok övünülen “ortak akıl” sisteminin yerini tek adam yönetimi aldı. Ve gelinen noktada AKP, özellikle kapatma dâvâsında çıkan kararın ardından, “statüko terbiyesi”nden geçip devlet çizgisine rampalayan klâsik bir “iktidar partisi” haline geldi.

İşte tam bu noktada DP’nin, tabana yaslanan ve parti içi demokrasinin önünü açan bir yönetim anlayışıyla sahneye çıkması çok manidar.

Bu çıkış, uygulamada da arkasının getirilmesi ve Soylu’nun Yeni Asya’ya anlattığı çerçevede oluşturulan gerçekçi, dengeli, cesur ve yapıcı politikalarla yola devam edilmesi halinde, milletin aradığı alternatifin adresini iyice belirginleştirir.

DP kongresinin bir diğer önemli sonucu da, yılbaşındaki kongrenin seçtiği, genç isimlerin ağırlıkta olması yönüyle takdir edilen, ama tecrübeyi dışladığı için eleştirilen GİK listesinin bu kez söz konusu tenkitlere mahal bırakmayacak biçimde, geleneği ve tecrübeyi temsil eden isimlerle de takviye edilerek şekillendirilmiş olması.

Görünen o ki, tabanı ve teşkilâtıyla bütünleşip, genel merkez kadrosunu isabetli isimlerle takviye eden DP, tazelenmiş bir özgüvenle tekrar milletin önüne çıkmaya hazır. Hayırlı olsun.

18.11.2008

E-Posta: [email protected]




Ahmet DURSUN

Hastayım



Benliğim kuşatılmış, fikrim hercü merc olmuş, kafam çok karışık; hastayım. Bana saadet sözü verdiler, adil düzenle bütün dertlerimin sona ereceğini söylediler, cenneti vaat ettiler, anahtar gösterdiler. Gençliğimi, enerjimi, aklımı bu yolda sarf ettim ben; şimdi dertlerimle başbaşayım. Beni bu yola sokanlar son model jeeplerinden el sallıyorlar bana, kimi oğullarını Dubailerde evlendiriyor, kimi oğullarına gemicikler alıyor, kimileri de genel müdürlüklerle ödüllendiriyor yakınlarını, “devletin malı deniz” bu kudsî dâvâ! uğruna. Bu hân-ı iştihâda götürdükçe götürüyorlar. Gözümüzde büyüttüklerimizin ne kadar küçüldüklerini daha iyi görüyorum şimdi, aldandım, aldatıldım galiba! Çıkış yolu arıyorum, ruhum daralıyor, hastayım.

Bir keşmekeşin, kargaşanın içindeyim. Bu ümitsizlik deryasında ne yapacağımı bilemez halde kulaç atıp durmaktayım. Küresel kriz, Kürt sorunu, işsizlik, yolsuzluk, zamlar, aksatılan AB süreci ve çocuğumun okul taksitleri… Bu karmaşa içinde tüketilen bir ömür, ihmal edilen nesiller, yitirilmiş bir gelecek… Bu karmaşa içinde tükettim ömrümü, bu karmaşa içinde ihmal ettik nesilleri, yitirdik her şeyimizi. Saçlarıma aklar düştü “Ben kimim, nereden geliyorum, nereye gidiyorum” bir kerecik soramadım kendime, sonsuz hülyalar peşinde koşarken. “Zaman iman kurtarma zamanıymış.” Kızardım ben böyle şeylere. Âlem-i İslâm kan kusarken, iktidarı ele geçirip herkese haddini bildirmek varken, ‘cihad’ ateşi benliğimi yakarken… Mevdudilerle, Seyyid Kutuplarla büyüdük biz. “Euzubillahimineşşeytanivessiyase”ymiş… Gülüp geçerdik. Şimdi iktidar da benim, dertler de… İktidardayım, dertlerimle başbaşayım. Bilmiyorum, ben kimim, geç kalmış soruların cevabını aramaktayım; hastayım, doktorum nerede?

Siyaset benim ideamdı, sihirli değneğimdi. Baş olacak, sihirli değneğimle bütün dünyayı dönüştürecektim. Adaleti tesis edecek, adilce paylaştıracak, kötülüğü kovacaktım ülkemden. Herkesi kardeş yapacaktım, kardeş kardeş yaşayıp gidecektik huzurlu bir şekilde. Neden sonra fark ettim bir zavallı olduğumu, kaç zaman sonra anladım kardeşliğin sloganlarla kurulamayacağını. Gencecik insanların attığı taşlar kafama değince, Mehmedimin tabutunu bayrağa sarılı görünce, küfrettiklerim gibi yaşamaya başlayınca… Meğer ben dönüşmüşüm, evrilmişim, çevrilmişim. Kayırmayı, aşırmayı, kıvırmayı öğrenmişim, meğer çok değişmişim. Başım ellerim arasında düşünüyorum, benim kendime faydam yokken memleketi düzeltmeye kalkmışım; meğer ne ahmakmışım. Önceliklerimi belirlerken elimin yetişemediği yerlere uzanmışım, dağların ötesine el atmışım; burnumun dibindekini, evimin içindekini görememişim, kalbimin feryadını duyamamışım.

Hz. Ömer kıssaları anlatırdık birbirimize, en çok da “Kocakarı ile Ömer” hikâyesini. Herkesin uykuya çekildiği zamanlarda Hz. Ömer’in “Kenâr-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu/Gelir de adl-î İlâhî sorar yarın Ömer’den onu” hassasiyetiyle nasıl uyumadığını, Mekke’nin sokaklarını kapı kapı dolaştığını, bir derdi olan var mı diye evleri nasıl kontrol ettiğini, babaları bir gazada şehit düşen yetimler için kocakarının evine bir un çuvalını sırtlanarak nasıl taşıdığını hisli yüreklerle, gözyaşları içinde dinlerdik. Biz böyle büyümemiş miydik, böyle olmak için bu dâvâya gönül vermemiş miydik? İmam-hatipliydik biz. “Komşusu açken tok yatan bizden değildir”i ne çabuk unuttuk oysa. Sonradan öğrendik kömür çuvallarının seçim yatırımı olduğunu, sonradan fark ettik fenerlerin sahte ışıklarını. Üzülüyorum, tiksiniyorum.

“İslâm Nizamı” kurmak için yola çıkmıştık. Demokrasinin “şeytan rejimi” AB’nin Hıristiyan kulübü olduğunu sanıyorduk. Medeniyet dediğin tek dişi canavardı. Sonra değiştik, şeytanın ipine sarıldık. Son model arabalarımız, lüks evlerimiz oldu. Başörtülerimizi İtalya’dan getirir olduk, ‘nizam’ı unuttuk; Atatürkçü olduk. Lütfen anneme söylemeyin, annem beni hâlâ ‘nizamcı’ sanıyor.

18.11.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Bile bile yanlış



lkemizin de kriz sarmalına girdiği noktasında her halde ihtilâf yoktur. “Bize bir şey olmaz” demekle krizlerden korunmanın mümkün olmadığı görüldü. En küçüğünden en büyüğüne kadar bütün işletmeler krizin daha fazla yara açmaması için neler yapılması gerektiği hususunda çare arıyor.

Bu cümleden olarak, işin ehli olan ekonomistler de kendilerine göre çareleri gündeme getirip, Türkiye’yi idare edenlere hatırlatıyorlar. Her zaman olduğu gibi krizden en fazla etkilenen, yine çalışanlar oldu. “Yangında ilk kurtarılacak” anlayışıyla, en önce çalışanların işine son veriliyor. Sessiz sedasız onlarca, yüzlerce; hatta binlerce çalışan işsiz kaldı.

Denizcilik sektörü de krizden etkilenenlerin başında geliyor. Sadece Tuzla’da, iptal edilen siparişler sebebiyle gemi imalatçılarının kaybının 3 milyar dolar olduğu ifade ediliyor ki, bu rakam her halde küçümsenecek bir rakam değildir. Tersanede çalışanların ifadesiyle, kriz, deniz taşımacılığını da vurmuş. Onlarca gemi Tuzla-Kartal ve Zeytinburnu açıklarında demirlemiş vaziyette...

Krizin büyüme eğilimine girmesinde bankalar da suçlanıyor. Her dönemde olduğu gibi fırsatçılık peşinde olmakla suçlanan bankalar, daha önce verdikleri ‘kolay kredi’leri acil koduyla geri çağırarak esnaf-tüccar ya da sanayicileri zor durumda bırakıyor.

Her zaman olduğu gibi kriz dönemlerinde de öncelikle çare ya da kaynak bulma konusu tartışılır. Normal zamanlarda bulunamayan ‘kaynak’lar, kriz döneminde nasıl bulunacak? Kaynak ya da çare bulmak çok kolay olmamakla birlikte, imkânsız da değildir. İyi hesap edilirse, ‘sinek’ten de yağ çıkarmak mümkündür; ama işin başı iyi niyet olmalı...

İzmir Büyükşehir Belediye Başkanlığı döneminde başarılara imza atan Burhan Özfatura, makul çareler sıralayarak Türkiye’yi idare edenlere seslenmiş. Tatbik edilmesi dileğiyle, tekliflerin bir kısmını özetlemek gerekiyor:

* “Kaynak nereden bulunacak?” sorusunun cevabı çok alternatiflidir; işsizlik fonu / Merkez Bankası’ndaki karşılıklar gibi.

* Ayrıca; ticaret ve sanayi odaları-sendikalar gibi kuruluşların, çok büyük tutarda paraları bulunmaktadır. Buradan, (elbette borç olarak) kaynak aktarılabilir.

* Aynı şekilde; başta belediyeler olmak üzere, tüm kamu kurumlarının nakit mevcutları, bir havuzda toplanmalıdır. Çok ciddî bir rakam doğacaktır. (Refah-Yol döneminde, bu uygulama yapıldı. Faiz giderleri de ciddî biçimde düştü.)

* Özelleştirme uygulamalarında, blok satış yerine, kâr ortaklığı sistemine geçilerek, hem de uzun vadeli olarak, büyük rakamlar elde edilebilir.

* KDV/ÖTV/TAV/emlâk alım-satım harçları vb. uygulamalarla, hızla başarılı sonuçlar sağlanabilir.

* (İnşaat sektöründe) KDV yüzde 5’e inse, yapılacak tahsilat, çok daha fazla olacaktır. Sektörü öldürerek hiç almayacağına, oranını düşürür çok alırsın.

* Vergi oranlarına ilâveten, bir de gümrük kaçakçılıkları önlenirse, işte o zaman, kriz tam anlamına fırsata dönüşecektir. (Dünya g, 13 Kasım 2008)

“Daha birçok alternatifler bulunabilir. Yeter ki, ciddî olarak istensin” diyen Özfatura’nın bilhassa “Tüm kamu kurumlarının nakit mevcutları, bir havuzda toplansın” teklifi, geçmişte uygulanmış ve yüzde yüz faydalı olduğu görülmüştür. O halde, “Bile bile doğru”yu uygulamaktan niçin uzak durulur?

18.11.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Fırsat ve milât…



Hafta sonu yapılan Demokrat Parti Büyük Kongresinde, bugünkü iç ve dış politikaların iflâsı karşısında bunalan milletin ciddî bir alternatif aradığını açıkça ortaya koydu. Tıpkı daha önce Doğru Yol Partisine yapıldığı gibi baştan beri “bitirilmek” istenen, “bitti” denilen ve anketlerde oyları yüzde 5’in altında gösterilen, yaşamasına dahi tahammül edilemeyip nefesi kesilmek istenen Demokrat Parti’nin kongresine Anadolu’dan yükselen yoğun ilgi, mevcut siyasî tabloda yegâne alternatifin DP olduğunu berrak bir biçimde gösterdi.

“Yok edildi, artık dirilemez” denilen partinin kongresine sabahın erken saatlerinde Ankara’daki büyük kapalı spor salonunu ve önündeki geniş alanı dolduran coşkulu on binler, Türkiye’de milletin değerlerine bağlı mânevî mayayla devletle milleti barıştıran ve buluşturan Demokrat Parti’nin yeniden dirilişinin işâretiydi. Bu anlamı, sâdece “demokrat misyonu” dâvâ edinmiş “demokrat dostlar”dan değil, gazetecilerden, tarafsız gözlemcilerin izlenimlerinden de öğrendik…

Ve bu ülkede demokrasiyi inşa eden, temel hak ve hürriyetleri getiren, manevî değerleri baştacı edip din ve vicdan özgürlüğünü yaşatan, Ezân-ı Muhammediyi aslına çeviren, okullarda din derslerini okutan, imam hatipleri, yüksek İslâm enstitülerini, ilâhiyat fakültelerini, Diyanete 70 bini aşkın kadro sağlayıp binlerce Kur’ân kursunu açan; özetle Cumhuriyet döneminde din eğitimi ve öğretimini başlatıp, Cumhuriyeti demokrasiyle anlamlandırıp “mânâsız isim ve resimden ibâret olmak”tan kurtaran demokrat misyonunun mânâsının açık bir te’yidiydi.

“AKREDİTE SİYASET”İN SONU…

Gerçek şu ki defalarca darbelere mâruz kalan ve demokrasi uğruna şehidler veren Demokratların tasfiyesi için sürekli oyunlar oynanmış. Demokrat Parti ve devamı partilerin dışındakiler ne garip ki tek parti zihniyetiyle temsil edilen “cebrî ve keyfî rejim” tarafından hep himâye görmüş.

Dahası “travmatik tepki”lerle oy getirecek “danışıklı dövüşlü” uyduruk siyasî sistemle DP-AP ve DYP’ye karşı kurdurulan partilerin oyları arttırılmış. Son dönemde seçim öncesi gece yarısı “e muhtıralar”la, “kapatma dâvâları”yla mevcut siyasî tahterevalli oyununun devamına destek verilmiş. İktidarın millet nezdindeki “başarısızlıkları” “mağduriyet”e çevrilerek yeniden ikamesi sağlanmış. AKP ileri gelenlerinin e-muhtırayla oylarının en az yüzde 15 arttığını söylemeleri bunun ikrarı…

Demokrat Parti ve devamı partilerin mâruz kaldığı baskı ve tezgâhlarda hep bu tuzak var. “Menderes’i ipe götüren” tertiplerde bu senaryolar açıkça sahnelenmiştir. Yine bu tuzakla Demokrat Parti muhalifleri “akredite siyaset” muamelesi görmüş; sürekli komplolarla karşı karşıya kalmışlar.

Bu plânla milletin değerlerini esas alan ve yüzde 57’lere varan DP’nin yolu kanlı darbeyle kesildi. “Yeter söz milletindir” dâvâsını devam ettiren ve yüzde 54’ü aşan Adalet Partisi ihtilâlle kapandı. Yerine muvazaalı şaşırmalar konuldu.

Devamında “konuşan Türkiye” için bütün baskılara rağmen mücadele eden, onca baskı ve vetoya karşı 1991’de yüzde 27 ile birinci parti olan DYP, önce yüzde 12’lere, peşinden 9.5’a ve nihâyetinde 5.4’lere düşürüldü…

Buna mukabil iç ve dış mihraklarca önü açılan AKP siyasî iktidarı, DP-AP ve DYP’nin kazanımlarının birçoğunu koruyamadı; kuşatma altına alınan tutuk, teslimiyetçi ve tâvizkâr politikalarla tek tek kaybettirdi… Lâkin “akredite siyaset”in sonu gelmiştir. Yasadışı başörtüsü yasağını demokratik irâde ile çözmek yerine, “velev ki siyasî simge” söylemiyle “anayasayı değiştirme” komplosuna gelip daha da yaygınlaştırması, yasakçılara yasağı “yasallaştırma” fırsatı verdirerek geleceği de ipotek altına alacak şekilde kıskaca alınması, bunun bir örneği…

DP’NİN NEFESİ KESMEK

İSTEYENLERİN NEFESİ KESİLMİŞTİR…

DP Genel Başkanı Süleyman Soylu’nun tespitiyle, ABD eksenindeki AKP siyasî iktidarının, başta yeni anayasa olmak üzere demokratikleşmeyi askıya alması, Demokrat Parti’nin başlattığı AB projesinin mundar edilmesi bunun göstergesi.

Merhum Menderes ve Zorlu’nun Londra ve Zürih anlaşmalarıyla Türkiye’ye “garantörlük” hakkını temin ederek İngiltere’nin kursağından çekip aldığı Kıbrıs meselesindeki zâfiyet, bir diğer kırılganlık…

Başbakan’ın ekonomik kriz ortasında çiftçiyi azarlaması, işçiyi paylaması, “Kasımpaşalığı”nı vatandaşa göstererek ikide bir AB’ye “rest” çekip Müslüman komşu Irak’ı işgalcilerine karşı suskun kalması, bir diğer garâbet…

Dörtyüz yıl Osmanlı idâresinde bir vilâyeti olarak kalan, mânevî coğrafyamızın mühim bir parçası, Hz. Hüseyin’in, İmam-ı Âzam’ın, Abdülkadir-i Geylânî’nin diyârı Irak’ın işgalcilere peşkeş çekilmesine destek verilmesi, tam bir felâket. Keza “stratejik müttefik” edindiği “savaş ortağı” ecnebilerin himâyesi altında palazlanıp azdırılan terör örgütü ve terör üzerinden Ankara’nın Kuzey Irak’taki kukla oluşum oyununa getirilmesi bir başka vahâmet…

Görünen o ki Türkiye iç ve dış politikada duvara toslamıştır. Demokrat Parti’nin nefesini kesmek isteyenlerin nefesi kesilmiştir. Resmini Menderes’in fotoğrafı yanına afişleme çarpıtmasıyla, “muhâfazakâr demokratım” demekle demokrat olunmamış; siyasî ferâset, dirâyet ve direnç gösterilmemiştir.

Türkiye’nin bir an evvel gerçek bir demokrasiye ve güçlü demokratik irâdeyle milletten aldığı emânetin hakkını veren bir iktidara kavuşması lâzım. Aydın Menderes’in ifâdesiyle, Türkiye’yi “nöbetleşe demokrasi”den kurtaracak, gerçek ve samimî demokratik bir zemine kavuşturacak çâre budur.

Önce parti içi siyaseti demokratikleştirecek; hâkim nezâretinde kayıtlı seçmenle önseçimi esas alan yeni parti tüzüğüyle, milletin temâyül ve taleplerini önceleyen Demokrat Parti, bu açıdan ciddî bir alternatif olma yolunda…

Demokrat Parti’nin büyük kongresi, bunun için büyük fırsat ve bir milât yapılabilir.

Bu fırsat hebâ edilmemeli…

18.11.2008

E-Posta: [email protected]




Fatma Nur ZENGİN

İçinden ülkeler geçen şehir



İki yanımda nargile dumanları, egzoz dumanları, tatlı patates pişiren yürüyen fırınların dumanları göğe doğru yükseliyordu, ben de “Belki yağmur yağar da ağaçlar yine yeşil olur” diye hevesleniyordum.

Dört bir yanımdan vızır vızır arabalar geçiyor, ben 20 dakikadır aynı caddeyi geçebilmek için bekliyordum kaldırımın bir köşesinde, bir yandan da “Bir yerlerde bir yeşil ışık yanar belki” diyordum.

Sonra Kahire’yi seven ya da sevmeyen her yabancı gibi gizliden gizliye Kahire’de olduğum için farklı bir sevinç duyuyordum. O geçilemeyen caddelere, yeşili görülemeyen ağaçlara, yıldızı görünemeyen gökyüzüne rağmen. Yıldızları seçebilmek için çölde kamp yapmaya gittiğimiz, ağaçların renklerinin görünmesi için bahçıvanların hortumla ağaçları yıkayışını hayretle izleyip sonra alıştığımız, caddede karşıya geçmek için bazen taksiye binmek zorunda kaldığımız bu şehir, yine de bir şekilde sarıp sarmalıyordu insanı. Aslında çok gitmesi gelip, gidemeyenler her bir araya geldiklerinde bunun gizemini çözmeye çalışıyorlar, ama bulamıyorlardı. Biz Nil’in suyunu mu fazla kaçırmıştık acaba? Her şeyinden şikâyet edip durduğumuz bu şehir bize çok cömertti yine, suyundan mahrum etmiyordu, biz ise sıkılıyorduk hâlâ. Eee kolay değil, biz de ona katlanıyorduk.

“Bu sefer söz” diyoruz hep, şikâyet etmeyeceğiz. Ama yine de olmuyor. Olmuyor, çünkü biz çok şükür her halükârda rahat şartlarda hayatımızı devam ettirebilirken, hayatlarını günde belki kazanabilecekleri yirmi beş kuruşa yahut bir dilim ekmeğe bağlayanları görmezlikten gelemiyoruz. Yine de biz, sigaranın zararlarının sigara kutuları üzerinde belirtilmesine karşı aynı cep telefonu kılıfı gibi çizgi film kahramanlı ya da farklı desenlere sahip sigara kutusu kamuflaj kılıfı üretmiyoruz. (En son üretmiyorduk ya da, hâlâ da üretmiyoruzdur İnşallah). Bunların hepsinin eğitime ve kültüre bağlı olduğunu tartışıyoruz sürekli arkadaş ortamlarında. İlk geldiği sene bunun düzeleceğine inananların artık buna inanmadıklarını görüyoruz. Biz yine de bu ülkeyi seviyoruz.

Her zaman Kahire, Mısır’a karışır… Ülkenin şehir olduğu yerler vardır belki yine, şehirlerin ülkeyle bütünleştiği… İstanbul da biraz öyledir, Paris de… Ama Kahire Mısır’dan çok şey demektir, Kahire demek Mısır demektir kayıtsız şartsız. Mısır’daysanız, Kahire’desinizdir… Kahire ise, çekilmezlikleri ortaya çıktığında, etrafını sarıp sarmalayan güzellikleriyle bir nefes almak için bize kucak açtığında, artık ne şikâyet edilecek bir söz bırakır dudaklarda, ne trafik gelir insanın aklına, ne de toz duman… Çünkü oturduğunuz yerden üç ülkenin ışıklarını izleyebileceğiniz, iskelede yürürken altından geçen binler renkli balıkları ve deniz canlılarını görebileceğiniz, çöllerin ortasında safari yaparken karşınıza çıkan vahayla, gölle büyüleneceğiniz güzellikte yaratmıştır Mevlâ’m Mısır’ı… Eh bize de, gülü seven dikenine katlanır demek düşer zaman zaman… Şükreder, yolumuza devam ederiz… Her ne kadar Kahire’nin ömrünün üç yıl olduğuna inanmaya başlamış olsam da…

18.11.2008

E-Posta: [email protected]




Ali OKTAY

“Mustafa” ve Türk Müziği



Aslında geçen hafta yazacaktım, ama her yerde ve herkesin dilinde bir “Mustafa”dır gidince “dur bakalım” dedim kendime “hele ortalık biraz sükûnete kavuşsun önce”.

Gerçi sükûnet biraz zor sağlanacak gibi görünüyor. Baksanıza filmin yapımcısı için suç duyurusunda bile bulunmuşlar. Gel de gülme. Geçenlerde bir yakınım anlattı da inanamadım. Bir okulun müdürü vardı, benim de tanıdığım. Atatürkçülüğü ile maruf. Derse girdiğinde duvarda kırık dökük Mustafa Kemal portresini görünce öfkelenmiş ve “çabuk indirin o resmi” diye kızmış. Sonra ne mi olmuş? “Manevî şahsiyete hakaretten” gözaltına almışlar. Neyse, biz müzik yazacaktık nerelere gitti konu.

Takvim yaprakları 1 Kasım 1934’ü gösterdiğinde Mustafa Kemal Meclis kürsüsünden şöyle hitap etmektedir. “Dinletilmeye ‘ yeltenilen’ mûsıkî ‘ yüz ağartacak’ değerde olmaktan uzaktır.. Ulusal ince duygular düşünceleri deyişleri toplamak ve onları son mûsıkî kurallarına göre işlemek gerekir, evrensel mûsıkîye ancak bu şekilde ulaşılablir.” Gördünüz mü kabahatini bu mûsikişinasların. Sen kalk millete zorla yüz ağartacak değerde bile olmayan bu mûsıkiyi dinletmeye yelten. Osmanlının asırlardan beri dantel dantel işlediği makam makam ördüğü bu müzik bir değer bile değilmiş demek. Hem yüzü de karadır. Peki ne yapmak lâzım, milleti kara yüzlü mûsıkiyi dinlemekten alıkoymak için? Kolayı var.

Şimdi bir başka sahneye bakışlarınızı çevirin lütfen. Yer Leipzig’te bir sinema salonu. Oynamakta olan film aniden durur. Salon aydınlanır. Sahneye çıkan iki subay salona dönerek seslenir: “Cevat Memduh kimse ayağa kalksın, dışarı gelsin.” Devlet bursu ile Leipzig’ e müzik eğitimine gönderilen Cevat Memduh Altar Ankara’dan gelen emir üzerine apar topar sinemadan çıkarılarak Çankaya köşküne götürülür. Zamanın Maarif Vekilinin başkanlığında toplanan ve Cevat Memduh Altar, Halil Bedii Yönetken, Hasan Ferit Alnar, Necil Kazım Akses, Ulvi Cemal Erkin ve N. Ş Taşkıran’dan oluşan “ Müzik Şûrâsı” yüz ağartıcı ilk iş olarak “ Halk Ezgilerinin Çok Sesli Yorumu” politikasını benimser ve uygulamaya geçerler. Sonrası malûm, radyodan Türk Müziği yayını yasaklanır. Çok sesli müzik diye batı özentisi acayip bir dayatma uygulamaya konur. Peki, millet ne yapar dersiniz? Millet ise yüz ağartacak değerde olmayan bu mûsikiye sahip çıkar. Mûsıki Cemiyetlerinde, evlerde, meşklerde, söyler ve bugünlere kadar gelir. Koskoca bir müzik kültürünün resmî okulu olan konservatuarların 1976 yılına kadar kurulamadığı ayıbı ise buna engel olan zihniyetin ayıbı olarak kalır.

Yeri gelmişken ilk defa okuyacağınız bir hatırayı paylaşalım sizlerle: Orgeneral Fahrettin Altay anlatıyor: Mustafa Kemal, Münir Nureddin Selçuk’a bir nedenle küskün ve kızgındır. Bursa da Çelik Palas Otelinin yemek salonu M. Kemal için hazırlanmıştır. Büyük bir sofranın ortasında kendisi, etrafta da diğer kimseler oturmaktadır. Karşıda ise M. Nureddin durmaktadır. Yüksek ayaklı bardaklara rakılar konur, suyla beyazlaştırılır. M. Kemal, M. Nureddin’i görünce arka cebinden tabancasını çıkarır ve Münir Beye yönelterek su bardağını başının üstüne koymasını işaret eder. O da dolu bardağı başının üstüne koyar. Herkes bir şaka olduğunu düşünürken şiddetli bir patlama sesi duyulur. Kurşun Münir Beyin arkasındaki direğe saplanmıştır. Münir Beye ‘’ Sesin gibi zekâ ve cesaretinin de mükemmel olduğunu ispatladın. Haydi bize bir şarkı söyle ‘’ der. O da ‘’ Şahane Gözler ‘’ şarkısını okur. ’’

GAZEL VE KADER

Gazel Türk Müziğinin içinde yer alan söylenişi, muhtevası ile özel şekillerden biridir. Dinî müziğimizdeki kasideye benzer tarz olarak. Hafız Yaşar, Hafız Kemal, Hafız Burhan ‘ın okuduğu nefis gazellerin kaydını hâlâ piyasada bulabilirsiniz. Şimdi bir gazelin aynı zamanda kaderin tecellisine nasıl ayna olabileceğine dair hatırayı paylaşalım.

Mustafa Kemal her ne kadar Türk Müziği’ne mesafeli durursa da şarkıların yanı sıra gazel dinlemekten de geri kalamaz. Özellikle de Hafız Yaşar’ın sesinden. Mustafa Kemal’in en sevdiği hem de okuduğu gazellerden biri enteresandır:

“Ya Rab ! Ne eksilir deryayı izzetinden

Peymane-i vücuda zehrap katmasaydın’’

Yani

“Ya Rab ne eksilirdi senin ululuk denizinden

Vücut kadehine zehirli acı suları doldurmasaydın. ’’

Müzik alanındaki araştırmaları ile tanınan Cemal Ünlü şu tesbitte bulunur: “Atatürk hastalanır ve karnı su toplar. Doktorlar acılardan kurtulması için şırıngalarla suyu çekmek zorunda kalırlar. Hem de her defasında kilolarca. Yıllar önce söylenen bu gazel Mustafa Kemal’in yaşamında gerçek bir alın yazısına dönüşmüştür.”

18.11.2008

E-Posta: alioktay@alioktay. net




Mustafa ÖZCAN

Allah ısmarladık



Şimdi veda zamanı. Sünnetullah kuralları ve kanunları çerçevesinde sonunda bir gün ayrılık gelip çatar. Kapıya dayanır. Bu kâinatın en azından bu dünyanın şaşmaz, değişmez yasasıdır. Dolayısıyla, böyle olmasa bile bir gün bir başka şekilde mutlaka beraberliğimiz çatallaşacak ve ayrılık kaçınılmaz olacaktı. Şimdi ise şuurlu bir tercihle karşı karşıya kaldık. Şuurlu da olsa yine de kader ve takdirin dışında değildir. Er geç fena ve fanilik sırrı ve kanunu hayatın her alanını kuşatır ve tecelli eder. ‘Hay ve la yemut’ sadece O’dur.

Bu bağlamda, şimdi de Yeni Asya günlerinin sonuna gelip dayanmış ve çatmış bulunuyoruz. Tabir caizse, birkaç dönemdir uzatmaları ve inkitaları oynuyorduk. İnşaallah bizden sonra bayrağı daha genç kuşaklar devralır ve bu meşale sönmeden yoluna devam eder gider. Misyonlar kalıcı, şahıslar gidicidir.

Bu bağlamda, bizim de sizlerle olan beraberliğimiz ve bu beraberlik çerçevesinde sayılı günlerimiz bitti. Sınırlarına geldik. Bununla birlikte, hiç şüpheniz olmasın ki, hayatımın 11 mühim yılını bu gazete çatısı altında geçirdim. Geriye dönüp baktığımda, 23 yıllık gazetecilik hayatı içinde en uzun durak ve fasıla Yeni Asya olmuştur. Bunun da mutlaka muhim ve derin anlamları olmalıdır. Ve dolayısıyla ‘Ayrılsak da beraberiz’ tekerlemesinde ifade edildiği gibi, hayatımın mühim bir kısmı ve parçası ve dahası çalışmalarım burada kalacak ve Yeni Asya ile birlikte anılmaya devam edecektir. Tatlı hatıralarını birlikte yanımda götüreceğimden emin olabilirsiniz.

***

Ayrılmamda bais ve saik (etken faktörler ve unsurlar) ne olursa olsun; yolların ayrılış noktasına ulaşmış olmamız kaderin bir cilvesi ve tecellisidir. İki taraf için de hayırlara vesile olacağını umar ve ümit ederim. Bir gün muhakkak gerçekleşecek olan bir hakikat bir gün erken veya geç tecelli etmiş; ne fark eder?

Bu duygu ve düşüncelerimle birlikte sizleri Allah’a emanet eder, haklarınızı helâl etmenizi istirham ederim.

Allah ısmarladık.

18.11.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Risâle-i Nur, aklı ve kalbi tatmin ediyor



Fen, sosyal ilimler ve teknolojideki baş döndürücü gelişme, “kitle iletişim vasıtalarını” her tarafta yaygınlaştırdı. Bu, insanlığı düşünmeye, araştırmaya yönlendiriyor. Herkes, “Ne, kim, ne zaman, nerede, nasıl, niçin?” sorularıyla yatıp kalkıyor.

Günümüz insanını yalnız iddiâ ve parlak sözlerle tatmin etmek imkânsız. Başta akıl, kalp, vicdan ve sair duyguları tatmin olmalı. Sorularının en doğru ve en muhteşem cevapları Kur’ân ve Sünnet-i Seniyyede. İşte onları bize anlatacak çağdaş bir tefsir (Kur’ân yorumu), bir müfessir lâzım.

Hakikat mesleğinde giden Risâle-i Nur; fen, sosyal ve mânevî ilimleri harmanlayarak her şeyi hikmetle beyan eden Kur’ân’ın i’câzı sırrıyla1 onun mû’cizeliğini gösteren;2 ispata dayanan; geleceği aydınlatan; “işârî/dirâyet” tefsirlerin en kuvvetlisi ve en kıymetlisidir.3

Altı bin küsûr sayfa ve 130 parçayı aşan bu eserde; “akıl, müşâhede, ölçü, hikmet, ilim, tetkik, tahkik, tecrübe (deney), izâh, iz’ân, âyet, delil, hüccet, bürhan, yakîn, ispat”; sıklıkla kullanılan anahtar kelimelerdendir. Onun en çarpıcı yönü; fevkalâde girift, anlaşılmaz mevzûlar dahil insanlığın ilgi ve etki alanına giren meseleleri akla-mantığa, vicdana tasdik ettirip ilmî prensiplerle ispat ve izâh etmesidir.

Risâle-i Nur, tasavvur değil, tasdiktir. Teslim değil, imandır. Marifet (kuru bilgi) değil, şehadettir, şuhuddur (gözlemlenmiş gerçeklerdir). Taklit değil, tahkiktir. İltizam (taraf olma) değil, iz’andır (anlayış, kavrayıştır). Tasavvuf (yalnız kalp ayağıyla giden yol) değil, hakikattir. Dâvâ değil, dâvâ içinde bürhandır.4

Risâle-i Nur’un vazifesi, “iman-ı tahkikiyi”;5 yerleştirmektir. Dinin tılsımlarını hal ve keşfetmek; en (inatçı) dinsizleri; delil göstererek susturmaktır. Mi'rac ve bedenen dirilme gibi akıldan çok uzak zannedilen Kur’ân hakikatlerini en (inatçı) filozof ve zındıklara karşı güneş gibi ispat etmektir.6

Aynı zamanda mevcudatın fizikî, kimyevî özellik, güzellik, muazzam yapıları, nizam-intizamları ve hârika fonksiyonlarından bahisle İlâhî irâdenin eserleri olduklarını kesin delillerle ispat ediyor. Serseri tesadüf, kör kuvvet, sağır tabiat, âciz ve cahil maddelerin yapmasının hiçbir cihetle ihtimal ve imkânı bulunmadığını “gözle görür” derecesinde ispat ettiğini,7 sahanın uzmanları da doğruluyor.

Kezâ, dünya hayatının perestişkârlarına gayet dehşetli gelen ecel celladının (ölümün), ebedî hayata birer perde ve inananların sonsuz mutluluklarına birer vesile olduğunu, iki kere iki dört eder derecesinde kesin ispat ediyor.8

Kâinatın zerreleri adedince Vahdâniyet-i İlâhiyeye (Allah’ın varlığı ve birliğine) ve îmânın hakîkatlerine delilleri gösteriyor.9

Hiçbir meselesine, hiçbir filozof, hiçbir dinsiz karşı çıkamıyor. Bilâkis dikkat edenleri imâna getiriyor. Zaten, mahkemeler, felsefeciler ve ilim adamlarından kurulu bilirkişi, Risâle-i Nur’u övüp tasdik ve takdir edip, iman hakkındaki delillerine itiraz etmemesi…10 Ve bilhassa araştıran dimağlar ve ilim erbabı (entelektüeller) tarafından mütalâa edilip tekrar tekrar okunması; dünya çapında akıl ve zekâları kendisine çekip övgüyle bahsettirmesinin sırlarından birisi de; içe bakış metodunu kullanıp; önce tercümanını iknaa çalışıp, sonra başkalara bakması11 ve onları ilmen doyurmasıdır.

Diğer taraftan hedonizmin (zevk ve lezzetin) pençesinde kıvranan çağdaş insana Risâle-i Nur, bu dünyada bir mânevî Cehennemi dalâlette gösterdiği gibi, îmanda dahi bu dünyada mânevî bir Cennet bulunduğunu ispat ediyor. Ve günahların ve fenalıkların ve haram lezzetlerin içinde mânevî elîm elemleri gösterip, hasenât ve güzel hasletlerde ve hakâik-i şeriatın amelinde Cennet lezâizi gibi mânevî lezzetler bulunduğunu ispat ediyor. Bunu yaparken de mevcut imândan istifade cihetine değil, belki çok deliller ve parlak bürhanlarla imânın ispatına ve tahkikine ve muhafazasına ve şüphelerden kurtulmasına hizmet ediyor.12

Risâle-i Nur, hâlâ “güncel problemlerimizi”, teknolojik hızdaki akıl/zekâları iknâ, kalb ve vicdanları tatmin edecek tarzda çözerek bu özelliğini devam ettiriyor.13

Dipnotlar: 1- Ayetü’l-Kübrâ, s.192. 2- Barla Lâhikası, s. 9. 3- Şuâlar, s. 65, 577, 368. 4- Mektûbât, s. 251. 5- Age, s. 81. 6- Age, s. 44. 7- Age, s. 222. 8- Hizmet Rehberi, s. 41. 9- Emirdağ Lâhikası, s. 41. 10- Age s. 192. 11- Kastamonu Lâhikası, s.13. 12- Kastamonu Lâhikası, s. 12. 13- Emirdağ Lâhikası, s.. 59.

18.11.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Şaban DÖĞEN

Gönüllerde yapılan inkılâb



Huneyn bozgununun Müslümanların moralini bozup dağıttığı bir andı. Bu anı fırsat bilip Allah Resûlünü (asm) öldürmeye kastedenler de vardı. Bunlardan biri Şeybe bin Osman’dı. Uhud Savaşı’nda babası öldürülen Şeybe, kin ve düşmanlıkla doluydu. Bu dağınıklıktan faydalanarak Efendimizi (asm) öldürmek istiyordu. Sağ tarafına baktı, Hz. Abbas’ın yalın kılıç Efendimizi koruduğunu gördü. Solunda amcası oğlu Ebu Süfyan bin Haris vardı. “Ancak arkasından vurabilirim” diye adım adım yaklaşmaya başladı. O kadar yaklaşmıştı ki, kılıncını kaldırıp vurmak için hiçbir engel kalmamıştı. Tam kılıncı indirecekti ki önünde ateşten bir engel belirdi. Korkmuş, şaşkına dönmüş, titremeye başlamıştı Şeybe. Gözlerini kapatıp geri geri gitmeye başladı. Anladı ki, gaybî bir el onu korumaktaydı. Demek Hz. Muhammed (asm) bir peygamberdi.

Şeybe geri geri çekilirken Kâinatın Efendisi (asm) başını çevirip ona tebessümle baktı ve “Ey Şeybe! Yanıma gel” dedi.

Şeybe titreye titreye geldi. Resul-i Ekrem (asm), hayatına kasteden Şeybe’ye asla misliyle mukabeleyi düşünmedi. Aksine, mübarek ellerini göğsüne koyup içindeki şeytanın vesvese ve desiselerini gidermesi için Allah’a duâda bulundu.

Bu bakış ve duâ her şeyi altüst etmeye yetmişti. Şeybe bir başka olmuştu. Dünyası değişmiş, kin ve nefretin yerini sevgi ve saygı almıştı. Şöyle der Şeybe: “Daha Allah Resûlü (asm) elini göğsümden kaldırmamıştı ki, Allah Resûlü (asm) bana dünyadaki mahlûklar içinde en sevimli hale geldi.”

Bu bir mu’cizeydi şüphesiz. Resûl-i Ekrem’i (asm) her bakımdan örnek alan, İslâmın güzelliklerini tebliği gaye edinen her fedakâr insan, mucizevârî olmasa bile bu hakikatleri duyurmanın harika etkilerini görecektir. Çünkü akıl, ruh, kalp, nefis ve bütün hissiyatı tatmin edici bir özelliğe sahip İslâm, insanın iç dünyasında inkılâblar yapacak güçtedir.

Geçtiğimiz Cumartesi günü, İlme Hizmet Vakfı’nın dâvetlisi olarak gittiğim Afyon’da vakıf binasının konferans salonunda bu minval üzere ‘Gönüllerin Fethi’yle ilgili bir seminer vermiş, Asr-ı Saadetten ve zamanımızdan örnekler sunmuştuk.

Maşallah Afyonlu dostlar vakıflarının üst katını itinayla tefriş etmiş, güzel bir hizmete imza atmışlar. Akşam seminer verirken, güzdüz öğle vakti de ilim iştiyakıyla kavrulurken gençlerle sohbet ettik. O gün tatlı bir gün oldu.

18.11.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

İftira ve gıybet



Abdullah Bey: “İftira atanın ve iftiraya uğrayanın iftira nedeniyle uğradığı kayıpları özetler misiniz? İftira günahından nasıl arınılır?”

Hiçbir Müslüman iftira edilmeyi hak etmemiştir. İftira atmak düpedüz yalancılıktır, büyük günahlardandır ve haramdır. İftira atanın uğradığı kayıpları özetlersek:

1- İftiracı iftirası sebebiyle haram işlemiştir. Günahkâr olmuştur.

2- Müslümanlar arasında Allah’ın görmek istediği uhuvveti, sevgiyi, muhabbeti, saygıyı, güveni, huzuru, neşeyi ve barışı bozarak, şeytana habis ve iğrenç işinde kolaylık sağlamıştır.

3- Kendisini Allah’ın rıza dairesinden uzaklaştırmış, Allah’ın lânetine yaklaştırmıştır.

4- Yalan söylemiştir. Tarafları aldatmıştır. Yalanı ortaya çıktığında kendisi insanlara mahcup olmaktan kurtulamayacaktır.

5- İftira attığı kişiyle helâlleşmezse cezasını mutlaka görecektir. Dünyada bir gün kendisi de attığı iftira kadar şeni’ bir iftiraya mahkûm olur. Âhirette de Allah’ın sorgusuna ve cezasına mahkûm olur.

Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: “Kötülüğü aklından bile geçirmeyen iffetli mü’min kadınlara iftirâ edenler, muhakkak ki, dünyada da, âhirette de lânetlenmişlerdir. Onlar için pek büyük bir azap da vardır. O gün onların dilleri, elleri ve ayakları onların işlediklerini anlatıp aleyhlerinde şahitlik edeceklerdir. Allah hak ettikleri cezayı o gün onlara tamam olarak verecek; onlar da, Allah’ın apaçık hak olduğunu ve hak ve adaletle hükmettiğini bileceklerdir.”1 Devam eden âyette ise: “O temiz kadın ve erkekler, iftiracıların yakıştırdıkları şeyden uzaktır. Onlar için günahlarından bağışlanma ve Cennette bol rızk vardır”2 buyrulmuştur.

İftiraya uğrayan kişinin uğradığı kayıplara gelince:

1- İftiraya uğrayan kişinin Allah nezdinde kaybı yoktur. Bilâkis kazancı vardır. Cenâb-ı Hak: “Böyle imtihanlar sizin sevaba erişmeniz için birer vesile teşkil eder”3 buyurmuştur. Meselâ iftiraya uğradığı halde sabreder, kardeşlik hukukunu, uhuvveti ve toplum huzurunu bozucu taşkınlıklardan kendini alıkoyar ve iftira atmaktan da, iftiraya uğramaktan da Allah’a sığınırsa sevabını katlamış olur.

Ayrıca iftira atan kişiye, günahının birçoğunu da yüklemiştir. Halk arasında iftira fiili bu açıdan “günah alma” olarak bilinir ve bu doğrudur. İftiraya uğrayan kişi eğer suçsuz ise, mahşerde Allah’ın adaleti gereği ya iftiracının sevaplarından alır, ya da eğer iftiracının sevabı kalmamışsa kendi günahlarını ona yükler. Peygamber Efendimiz (asm) mahşerde böyle kaybeden kişileri “gerçek müflis” olarak nitelemiştir.4

2- İftiraya uğrayan kişi, insanlar nezdinde durum açıklığa kavuşuncaya kadar suçlanabilir. Fakat bu süreci Allah’a sığınarak geçirir ve hiç kimseye ne eliyle, ne diliyle zarar vermez ise, Allah nezdinde kazanan yine kendisi olur. Hazret-i Âişe Validemiz (ra) iftiraya uğradığında, gerek Hazret-i Âişe (ra), gerekse Sevgili Peygamberimiz (asm) sadece Allah’a sığındılar, hiç kimseye dil uzatmadılar.5

İftiranın izalesi, telâfisi, tövbesi var elbet. Tövbesi olduğuna göre, iftira günahından arınmak da mümkün demektir. Kısaca özetlemek gerekirse:

1- İftira attığın aynı kişilerin yanında, iftiraya uğrayan kişiyi tebrie etmek, yani günahsız ve masum olduğunu ilân etmek,

2- İftira ile kişilere maddî zarar verilmişse bunu tazmin etmek, yani ödemek,

3- İftiraya uğrayan kişi ile helâlleşmek,

4- İftira günahından dolayı Allah’a tövbe etmek ve bir daha hiç kimseye iftira atmamak.

***

Hatice Hanım: “Gıybet ve iftira arasındaki farklar nelerdir?”

Gıybet, bir Müslümanı yaptığı bir hatadan dolayı, kendisi hoşlanmayacak şekilde, kendisinin bulunmadığı bir ortamda kınamak ve eleştirmektir.6 Gıybette yalan ve iftira yoktur. Gıybette söylenen söz doğrudur. Ama söylenen sözle Müslüman gıyaben kınanmıştır. Burada haram olan yalan söylemek değil, Müslümanı gıyaben kınamaktır, kendisi bulunmadığı yerde kendisini eleştirmektir. Yasaklanan şey budur.

Eğer söylenen söz yalan ise bu gıybet değil, iftira olur.

Demek oluyor ki, bir Müslüman’ın gıyabında sadece iyilikleri, güzellikleri, iyi davranışları ve iyi sıfatları konuşulacaktır. Kötülükleri, kötü yanları, kötü sıfatları, günahları, hataları, ister yapmış olsun, ister yapmamış olsun, ister zan olsun, ister iftira olsun konuşulmayacaktır. Çünkü haramdır!

Dipnotlar:

1- Nûr Sûresi: 23-25; 2- Nûr Sûresi: 26; 3- Nûr Sûresi: 11; 4- Riyâzü’s-Sâlihîn, s. 195; 5- Buhârî, 8/1151; 6- Mektûbât, s. 267

18.11.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Hürriyetçi Demokratlar



Geçtiğimiz hafta sonu Ankara'daydık. Demokrat Partinin 9. Olağan Kongresini takip etmek için gitmiştik Başkent'e.

Cumartesi günü sabahın saat 00.07'sinde kongrenin yapılacağı büyük spor salonun olduğu yere gittiğimizde, önce hayret, ardından hayranlık uyandıran bir kalabalıkla karşılaştık. Anadolu ve Trakya'nın hemen her yerinden gelen partililer vardı orada.

Yüzlerindeki heyecanı, gözlerindeki ümit pırıltılarını, daha o saatte görmek mümkündü. Hemen hepsinin tavrında, duruşunda yeni bir dirilişin, yeni bir şahlanışın ümidi, heyecanı, coşkusu vardı.

İki–üç saat sonra açılan kongre salonuna, emin olun bu coşkulu kalabalık sığmadı. Salon hıncahınç dolduğu halde, en az o kadarlık bir kalabalık da dışarıda, bahçede, trafiğe kapatılan caddede bulunuyordu.

Sabahın köründe orayı mesken tutan seyyar satıcılar, hiç mübâlağasız o gün için bayram ettiler.

DP Genel Başkanı Süleyman Soylu'nun kongre konuşmasını önce bahçede, sonra da zar–zor girebildiğimiz salondan takip ettik. Zindeydi, cesurdu, kendinden emindi, vicahi konuşuyordu. Zaman zaman salonu alkışlarla çınlatacak can alıcı cümleler sarf ederek soluklanıyordu.

Mazisi tertemiz, lekesiz ve şaibesiz Başkan Soylu'ya salondan tam destek vardı. Gerçi, diğer adaylar da saygıyla dinlendi, ancak onlara itibar edilmedi. Soylu, ezici bir çoğunlukla yeniden genel başkan seçildi.

Bu arada, salonu ağır ağır ancak baştan başa dolaşarak partililerin nabzını tutmaya çalıştık. Âşina olan–olmayan eski ve yeni simalarla görüştük. Düşüncelerini, kanaatlerini, beklentilerini almaya, öğrenmeye çalıştık. Ekseriyetle vefalı, azimli, sebatkâr partililerdi bunlar.

Genç ve dinamik kadrolar dikkat çekiciydi. Ancak, eski–yeni sembol isimler de oradaydı: İsmet Sezgin, Hasan Ekinci, Mehmet Dülger, Refaeddin Şahin, Rıza Akçalı, Nevval Sevindi, M. Nuri Yılmaz...

Bir fırsatını bulup, GİK'te en yüksek oyu alanlardan Çevre eski Bakanı Rıza Akçalı, Basın Konseyi eski Sekreteri Doç. Vedat Demir ve Süleyman Demirel'in meşhûr koruması Şükrü Beyle de görüşüp sohbet ettik. Aynen tabandakiler gibi, onlarda da büyük bir ümit, heyecan ve ileriye yönelik ciddî beklentiler vardı. Yaklaşan mahallî seçimlerde büyük bir sıçrama yapacaklarına inanıyorlardı.

* * *

Ankara'da iki gün boyunca gördüğüm bu manzara, tam da "Ahrar–Demokrat" misyonuna yakışır bir manzaraydı. Gördüğümüz partililerin ekseriyetini dindar ve hürriyetçi demokratlar teşkil ediyordu.

Üstad Bediüzzaman, 1950'li yıllardaki Demokratların Meşrûtiyet zamanındaki Ahrarlar olduğunu beyan ediyor.

Meselâ, Emirdağ Lâhikasındaki bir mektubunda aynen şu ifadeleri sarf ediyor: "...Eski tahribatı tamirata başlayan hakikî vatanperverler olan Demokrat namında hamiyetli Ahrarlar, yani hürriyetperverler, Nur ve Nurcuları takdir etmelerine çok minnettarım. Onların muvaffakiyetine çok duâ ediyorum. İnşaallah, o Ahrarlar istibdad–ı mutlakı kaldırıp tam bir hürriyet–i şer’iyeye vesile olacaklar." (Age, s. 267)

Aynı eserin bir başka mektubunda ise, DP'nin kongresinden bahsederken, ne gariptir ki "Ankara’da dindar Ahrarların kongresi" ifadesini kullanıyor. (Age, s. 426)

İşte, şimdiki Demokratları gören bizde de, aynen öyle bir düşünce ve kanaat oluştu.

1910'da telif edilen Münâzarât isimli eserde, hürriyetin cemâlini tam görmek için telâffuz edilen "yüz sene"lik müddet doldu, dolacak gibi görünüyor.

Taliimiz varsa, inşaallah, hürriyet ve meşrûtiyetin hakiki cemâlini yakın bir gelecekte görmüş oluruz.

Milliyetçilik sopası

Savunma Bakanı Vecdi Gönül'ün tartışıma konusu olan "millî devlet" anlayışı, yakın tarih sayfalarının da bir güzel tozunu attırdı.

Pekçok kişi büyük bir merak ve dikkatle kitlesel yıkımlara sebebiyet veren 1915'teki "Ermeni tehciri"ni, 1916'daki "Kürt mühacereti"ni, 1924'teki "Türk–Rum mübadelesi"ni, 1925'teki "Şeyh Said kıyamı"nı, 1937'deki kanlı "Dersim hadisesi"ni, 1942'deki katmerli "Varlık vergisi"ni, 1955'deki "6/7 Eylül olayları"nı ve hatta 1964'teki kırk bin kişilik büyük "Rum göçü"nü araştırmaya, yazmaya ve okuyup öğrenmeye koyuldu. Köşe yazılarında, röportaj sayfalarında, tv'deki tartışma programlarında, şu günlerin ağırlıklı gündem maddesini bu tür konular teşkil ediyor.

İyi de oluyor. Zira, bir yandan yakın tarihimizi daha bir yakından öğrenme imkânını bulmuş oluyoruz; bir yandan da, şimdiye kadar resmî dayatmalarla âdeta tabulaştırılmış olan ve bir kısmı tamamiyle tersyüz edilen bazı meseleleri özgürce sorgulama ve bunların içyüzünü aydınlatma şansını yakalamış oluyoruz.

Şimdilik hiç detaya girmeden (istenilen her konuda girebiliriz de), en önemli noktanın altını çizerek ifade edebiliriz ki: Son yüz yıllık tarih sürecinde yaşanmış olan bütün bu kanlı hadiseler, resmî beyanlara göre ekseriyetle "milliyetçilik ekseninde" gelişmiş olup, bu nedenle de "Türk'ün millî menfaati" esas alınarak, bunlar en sert tedbirlerle etkisiz kılınmaya çalışılmıştır.

İşte, bu mânâdaki tez ve iddialar, tamamiyle yanlıştır ve temelinden çürüktür. Hatta, gerçek durum bunun tam tersinedir diyebiliriz. Şöyle ki: Türklük ve Türk milliyetçiliği perdesi altında, diğer unsurların tamamı Müslüman Türk'e düşman edilmek istenmiştir.

Evet, devlet adına bu kanlı işleri görenlerin çoğu, (1909) "Selanik/Hareket Ordusu" mensubu, taraftarı veya sempatizanı Yahudi, dönme, Sabetaist veyahut İngiliz destekli Frenk mukallidi şahsiyetler olmasına rağmen, sözde ve zahirde ise Türk görünmüşler ve Türklük adına hareket ettiklerini bu vatan ahalisine yutturmaya çalışmışlardır.

Emin olun, "millet–i sâdıka" olan yerli Ermenileri Türklere ve Müslümanlara düşman haline getirenler bunlardır... Emin olun, bu kaziye Rumlar ve Araplar için de aynen geçerlidir.

Kezâ, tarih şahittir ki, Kürtleri tahrik eden, onları da Türklere düşman etmeye çalışan ve bu iki İslâm unsurunu birbirine kırdırarak şu cennet vatanı cehenneme çevirmeye azm û cezm û kast eden odağın merkezinde yine bunlar yer alıyor.

Yine aynı odağın zaman zaman kullanmaya çalıştığı bir başka fitne malzemesi ise, "Alevî–Sünnî çatışması"dır.

Hâsılı, şimdilik detayına girmeye gerek görmediğimiz Rum vatandaşlarını hedef alan 1955 yılındaki provokatif "6/7 Eylül Olayları"nın arka plânında da, yine aynı zihniyetin ihanet tuzağı ve çirkin sûratı yer alıyor.

Bu sebeple, sayın Bakan dahil hiç kimse "milliyetçilik sopası"yla övünmesin, o sopayla yapılanları savunmaya kalkışmasın.

Zira, o sopanın kabzası Müslüman Türk'ün değil, hariçte ecnebinin, dahilde ise dönmelerin, frenkmeşrep münafıkların ve sahtekâr hamiyetfurûşların elinde.

Ama, bunca zaman işlenen onca zulmün faturası, ne yazık ki her defasında ve gayet insafsızcasına necip Türk milletine çıkarılmak isteniyor.

Dileriz, bu kasdî çarpıtmalar artık son bulsun.

18.11.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
Ufo ısıtıcılar, infrared ısıtıcı, kumtel ısıtıcılar.
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır