"Gerçekten" haber verir 07 Aralık 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Süleyman KÖSMENE

Bugün Arefe Günü



“Lebbeyk Allahümme lebbeyk. Lebbeyke lâ şerîke leke lebbeyk. İnne’l-hamde ven’ni’mete leke ve’l-mülke lâ şerîke lek.”

“Buyur Allah’ım. Emrini dinlemeye hazırım. Emrine boynum kıldan ince. Emrine ve fermanına sözümle, özümle, gönlümle, kalbimle kurban olayım. Emrine boyun eğdim. Senin şerîkin ve ortağın yoktur. Emrine kurbanım. Sözüne hayrânım. Buyur Allah’ım. Hamd Sana mahsustur. Nimet Senindir. Mülk Senindir. Senin hiçbir şekilde benzerin ve ortağın yoktur.” 1

Yüz binlerce hacının ağzından bu günlerde tek bir kelime hâlinde dökülen teslîmiyet sözleridir bunlar. Bugün güneş doğduktan sonra hacılar Arafat bölgesine doğru harekete geçtiler. Öğle vaktinde öğle ve ikindi namazlarını “cem-i takdim” ile birlikte kılacaklar. Hemen ardından Arafat’ta vakfeye başlayacaklar. Vakfede gözyaşı dökecekler, tevbe ve istiğfar edecekler, duâ edecekler ve İnşaallah doğdukları gün gibi günahlarından arınacaklar.

Bugünde bolca duâ edelim. Ne dileğimiz varsa Allah’a arz edelim. Ne muradımız varsa Allah’tan isteyelim. Peygamber Efendimiz (asm) buyurdu ki:

* “Duâların en hayırlısı Arefe Gününde yapılan duâdır.”

* “Kim ki, Arefe Günü dilini, kulağını ve gözünü haramdan korursa, iki Arefe arasındaki günahları bağışlanır.” 2

BİR AREFE GÜNÜ MÜJDESİ

Abbas bin Mirdas es-Selemî (ra) bildirmiştir: Resûl-i Kibriyâ Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm, Arefe Günü akşamı Arafat’ta ümmeti için mağfiret duâsında bulundu. Ona şöyle denildi:

“Zâlim müstesnâ onları bağışladım. Çünkü ben mazlûmun hakkını zâlimden şüphesiz alırım!”

Peygamber Efendimiz (asm):

“Ey Rabb’im! Eğer dilersen mazlûma hakkını Cennetten verir ve zâlimi bağışlarsın” diye duâ etti. Fakat o akşam bu duâsına cevap verilmedi. Sonra Resûl-i Ekrem (asm) Müzdelife’de sabahladı; bu duâyı tekrar tekrar yaptı ve duâsı kabul olundu. Sonra Resûlullah Efendimiz (asm) sevincinden gülümsedi.

Bunun üzerine Hazret-i Ebû Bekir (ra) ve Hazret-i Ömer (ra) sordular:

“Babam ve anam sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Bu saatte gülmezdin. Seni sevindiren şey nedir? Allah seni hep sevindirsin!”

Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm):

“Allah benim duâmı kabul buyurmuş ve ümmetimi bağışlamıştır. Bunu öğrenen şeytan da toprağı alıp başına dökmeye ve ‘Mahvoldum! Helâk oldum!’ diye bağırmaya başlamıştır. Onun bu sabırsızlığı ve üzüntüsü beni güldürdü” buyurdu. 3

Bir diğer hadislerinde Allah Resûlü (asm): “Allah hiçbir günde Arefe Günündeki kadar kullarını ateşten kurtarmaz. O gün Allah, rahmetiyle kullarına tecellî eder. Onlarla meleklere karşı iftihar eder. Ve ‘Onlar ne istiyorlar?’ diye sorar” 4 buyurmuştur.

TEŞRİK TEKBİRLERİ BAŞLIYOR

Teşrîk Tekbîrleri bugün sabah namazından itibaren başladı. Bayramın dördüncü günü ikindi namazına kadar her farz namazın hemen ardından, başka hiçbir kelime konuşmadan, Teşrîk Tekbîrleri getirmek her Müslüman için vâciptir. Bu hüküm umûmîdir. Yani namazını cemaatle kılan da, yalnız kılan da, kurban kesen de, kesmeyen de, seferî olan da, olmayan da, kadın veya erkek bütün Müslüman’lar Teşrîk Tekbirleri getirmelidirler.

Teşrîk Tekbîrleri, farz namazdan selâm verdikten hemen sonra araya hiçbir söz karıştırmadan, “Allâhü Ekber, Allâhü Ekber, Lâ ilâhe illallâhü vallâhü Ekber, Allâhü Ekber Ve lillâhi’l-hamd” diyerek getirilir.

Mânâsı: “Allah en büyüktür. Allah en büyüktür. Allah’tan başka ilah yoktur. Allah en büyüktür. Allah en büyüktür. Hamd yalnız Allah içindir.”

BİN İHLÂS-I ŞERİF

Arefe Gününde elimizde yüksek bir dergâha sığınma, O’na yalvarma, O’ndan af dileme, O’ndan hayır ve hasenât isteme, O’ndan Cemâlini, Rızâsını ve Cennetini dileme fırsatımız var: Bin İhlâs-ı Şerîf okumak. Fırsat bulup okuyabilenler için, bu gün, büyük bir ricâ kapısı açık bulunmaktadır.

Üstad Bedîüzzaman Hazretleri der ki: “Azîz, mübârek kardeşlerim. Bizim memlekette eskide Arefe Gününde bin İhlâs-ı Şerîf okurduk. Ben, şimdi bir gün evvel beş yüz ve Arefede dahî beş yüz okuyabilirim. Kendine güvenen, birden okuyabilir.”5

Bin defa okumaya fırsat bulamayanlar için, paylaşarak yüzer defa da okunabilmekte ve açık bulunan ricâ kapısından Allah’ın dergâhına sığınmak mümkün olmaktadır. 6

İhlâs-ı Şerifler okunurken başta “Eûzübillahimineşşeytânirracîm” ile birlikte “Bismillahirrahmanirrahim” demeli; devamında her ihlâs-ı şerifin başında birer besmele çekerek okumalıyız. Allah kabûl buyursun.

Rabb-i Rahîm bu mübârek arefeyi ve mübârek bayramı âlem-i İslâm’a ve yaşlı dünyamıza hayırlı eylesin. Müslümanların dünyevî-uhrevî sıkıntılardan kurtulmasına ve dünya barışına vesîle kılsın. Âmin.

Dipnotlar:

1- Câmiü’s-Sağîr, 2/2095; 2- Câmiü’s-Sağîr, 3/3631; 3- İbn-i Mâce, Menâsik, 3013; 4- İbn-i Mâce, Menâsik, 56; 5- Şuâlar, s. 266; 6- Mektûbât, s. 326, 328

07.12.2008

E-Posta: [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Bir başka açıdan kamusal alan kavramı



“Katolik dünyasının kalbi Vatikan’dan görülmemiş açıklama. Papalık Dinlerarası Diyalog Kurulu Başkanı Kardinal Jean Louis Tauran, ‘Tanrı’yı Avrupa’daki toplumsal alana geri getirdikleri’ için Müslümanlara teşekkür etti. Tauran, dinin günümüz Avrupa’sında öncekinden daha fazla konuşulup yazıldığını söyleyerek ‘Bu Müslümanların sayesindedir. Avrupa’da önemli bir azınlık olan Müslümanlar toplumda Tanrı’ya da yer isteyenler arasındadır’ dedi. Tauran’ın memleketi Fransa, en fazla Müslüman azınlığın yaşadığı ülke.” (29 Kasım 2008, Hürriyet)

Fransız modeli değişiyor mu?

Evet, biz kamusal alanda başörtüsü tartışmalarıyla uğraşırken, laiklik konusunda ‘model’imiz olan Fransa, Müslümanların kamusal alandaki yerini yeni düzenlemelerle gözden geçirmekte. Zira İslâm, Fransa’nın ikinci büyük dini durumunda.

Çalışanları için mescit yaptıran fabrikalar, helâl yemek çıkaran yemekhaneler, namaz vakti mola isteyenler, işe başörtüsüyle gelen kadın çalışanlar…

Bu noktada Fransa’nın önde gelen ekonomi gazetelerinden Le Echos’un 24 Haziran tarihli ‘İslâm, çalışma hayatında yerini arıyor’ başlıklı yazısı ilginç gelişmelerden bahsetmekte. Haberde konunun hassasiyeti vurgulanarak, Fransa’nın hep övündüğü çok renklilik ve çeşitlilik prensipleriyle ters düşmemek için zorlandığı ifade edilmekte. Fransa için dinle ilgili bütün talepleri laiklik prensibinin arkasına gizlenerek elinin tersiyle itmek artık mümkün değil. Daha hassas bir denge bulmak gerekiyor deniliyor.

Habere göre şirketlerin İnsan Kaynakları (İK) yöneticileri bu konuda duyarlılar ve uzlaşma yönünde adım atıyorlar.

Sözgelimi Shell’de çalışmış ve ‘Daha pratik, insanların inancına daha saygılı ve daha tehlikesiz’ diye ibadet odaları açarak ‘benzin istasyonunda bir garaj köşesinde namaz kılınmasını önlemiş’ bir yöneticiden bahsedilmekte. ‘Her şey ortama, karşımızdakinin kişiliğine, tavrına ve yaptığı işin mahiyetine bağlı’ diyor söz konusu yönetici.

Bir başka örnek, Ramazan ayında mesaî saatlerinin düzenlenmesi. Bir inşaat şirketi yöneticisi ‘Maksat ortak amacımızla şahsî talepleri buluşturmak. Ramazan ayında devamsızlık ve işçiler halsiz olduğu için iş kazaları artıyordu. Bu sebeple özel çalışma saatleri uygulamaya karar verdik. Sabah erken, sahurdan hemen sonra akşam da geç iftardan sonra çalışabiliyorlar’ diyor.

Bazı işyerlerinde de Müslüman kasiyerlerin akşam iftara yetişebilmesi için öğlen molası kısa tutuluyor. Böylece çalışanların iftara doğru iş temposunun düşmesi engelleniyor. Fransa’da resmî tatil olmamasına rağmen birçok şirket Kurban Bayramı’nda Müslüman çalışanlarına özel izin veriyor. Bir İK yöneticisi, ‘Jest olsun diye, ama bir o kadar da mecburiyetten. İzin vermesek zaten çoğu işe gelmeyecekti’ diyor haberde.

Fransız İnsan Kaynakları Yöneticileri Derneği de, Katolik bayramlarından iki üç günü ‘kaydırmayı’ tavsiye ediyor: Bir Müslüman işçi böylece meselâ Kurban Bayramında iki gün izin yapıp, Noel’de iki gün çalışabilecek. Şimdilerde bunun tartışması yapılmakta.

Gelelim başörtüsüne…

Les Ecos’un haberi ‘Bu konu çok hassas. Ama adım atmaktan çekinmeyenler var’ diyor. Ünlü bir firma önemli bir göreve itirazlara rağmen başörtülü bir kadını getirmiş. Haberde ‘Bizim politikamız belli. Biz sadece personelin işe uygun olup olmadığına bakıyoruz. Söz konusu aday en uygun olanıydı, seçildi. Örtüye belirleyici unsur diye bakmamak lâzım. Biz de karar verirken dikkate almadık’ diyor şirketin yöneticisi.

Çalışma hayatında çeşitliliği savunan bir derneğin yöneticisi de bu görüşü destekliyor: ‘Bir şirket geçerli bir sebep olmaksızın türbanı yasaklayamaz. Buradaki önemli soru, personel iyi çalışıyor mu, çalışmıyor mu, görevini iyi yapıyor mu, yapmıyor mu’dur diyor.

Habere göre netice itibarıyla çalışan ve işveren bir orta yol bulup anlaşıyorlar. (Kaynak: 5 Ekim 2008 Hürriyet İK)

Birazcık samimiyet…

Evet, laiklikte modelimiz Fransa’da bunlar olurken ülkemizde başörtüsü siyasî simge olarak tanımlanıp üniversitelerde, devlet dairelerinde, şirketlerin eleman alımlarında görmezden geliniyor. Başarısına, iş kalitesine, yeterliliğine bakılmaksızın inancından dolayı başını örtenlerin eğitim ve çalışma hakları çiğneniyor. Dindar olduğunu söyleyen çoğu şirket sahibi de garip bir duyarsızlık içinde. Ya örtülü eleman almıyor. Ya da alsa bile sosyal güvenlik ve sair haklarını ihlâl ediyor.

Bu problemi çözeceğini söyleyen politikacılar da meseleyi yüzlerine gözlerine bulaştırıp daha da karmaşık hale getiriyorlar.

Bunun en son örneği de tam bir ironi olan CHP’deki çarşaflı kadın üyeler. ‘Sizi üniversitelerde, kamusal alanda görmek istemiyoruz, ama ne çare oylarınız bize lâzım’ zihniyetiyle kara bir mizah tablosu sergileniyor adeta.

Evet, din umumun malı. Belli bir kesimin inhisarında değil elbette. Ama birazcık samimiyet çok mu bu ülkenin insanlarına.

En azından Fransızlar kadar…

07.12.2008

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

Ülfetler gafletlere dönüşmesin



Risâle-i Nur’un vücuda gelmesi ve intişarı kolay olmadı. Bu uğurda müellif-i muhteremin çektiği sıkıntılar, maruz kaldığı zahmetler, meşakkatler bilenlerin malûmudur. Hâricî taarruz ve hücumlarla beraber dâhilî engeller ve mânilerin haddi hesabı yoktu. Din düşmanlarının, ifsat komitelerinin yakın tarihimizin henüz kaydetmediği her türlü baskı, işkence ve hakaretlerinin yanında, dost diye bilinen çevrelerin takındıkları menfî tavırlarla birlikte bilerek veya bilmeyerek çıkardıkları maniler ve engeller de Nur hizmetinin intişarında küçümsenmeyecek zorlukları teşkil ediyordu.

Ama bu büyük dâvânın büyük insanı, karşısına çıkarılan bütün zorlukların üstesinden gelmiş, önüne konulan bütün manileri aşarak, o ulvî dâvâsında mutlu neticeyi almış ve muzafferiyetini ilân etmiştir. Pek tabiî ki bu kudsî dâvâsı uğrunda başa gelen zahmetleri, işkenceleri gönüllü olarak kabullenmiş; zindanlara, hapislere râzı olmuş ve o şekilde bu fani dünyadan ebedî âleme göçmüştür.

Altı bin sayfalık Nur Külliyâtının vücuda gelmesi ve intişar ederek milyonlarca insanların gönlünde yer etmesi, onların hidayetine vesile olması doğrudan doğruya bir inayet-i İlâhiyedir. Hiçbir insanın kendi aklı, zekâsı ve kabiliyetiyle üstesinden gelemeyeceği bir başarıdır, bir zaferdir.

Bediüzzaman’ın sergüzeşt-i hayatını bilenler ve Nurlara âşinâ olanlar, bu meyanda ifade etmeye çalıştığım gerçekleri, daha orjinalini, daha fazlasını elbette biliyorlar. Bu noktada Bediüzzaman’ın o destanlaşmış sergüzeşt-i hayatını ve onun o şahaser eserinin özelliklerini, güzelliklerini böyle bir köşe yazısında dile getirmek elbette mümkün değil.

Öyleyse, bir çoğumuzun malûmu olan, bir nev’î malûmu ilâm kabilinden olan bu konuyu nazarlara verme ihtiyacını neden hissettim? Çok da yabancısı olmadığımız, bir çoğumuzun defalarca dinlediği veya okuduğu bu gibi meseleler nereden aklıma geldi?

Belki de bendeki tuhaf ve garip bir hâlet-i ruhiyenin neticesi olarak, nefsim, Nur eserlerinin vücuda gelmesinde ve intişarında başta müellif-i muhterem olmak üzere diğer hizmet erbabının çektikleri sıkıntıları, katlandıkları fedakârlıkları, maruz kaldıkları zahmet ve işkenceleri ya görmezlikten geliyor veya hafife alıyor.

Hayatlarını dâvâlarına adayan, bu yolda fedakârlığın, cesaretin, metanetin zirvesinde olmayı şiâr edinen o hizmet erlerinin hayat hikâyelerini her ne kadar okusam da, nefis ve şeytanım, zaman zaman kulağıma, onların o katlandıkları mukavemeti, akıllara durgunluk veren o direnişi öyle sıradan bir işmiş gibi fısıldıyor. Şeytan ve nefs-i emmâre boş durmuyor tabiî... His ve hevâ her zaman için insanın ayağını kaydırmaya, kalp ve ruhun yolunu kapatmaya devam ediyor. Doğruları görmeye ve dinlemeye karşı göz ve kulaklarımıza perde çekiyor...

Böyle olmasaydı, Bediüzzaman gibi bir dâhîye, bir İslâm kahramanına öyle sıradan bir hoca gözüyle bakabilir mi bir insan? İki dünyasından vazgeçen böyle bir kahraman-ı İslâmın etrafındaki hizmet erlerinin bir bedel ödeyerek vücuda getirdikleri bu kudsî dâvâya, bu ulvî hizmete nasıl olur da dört elle sarılmayıp görmezlikten gelir?

Ülfetlerimiz gafletlere mi dönüşüyor bilemiyorum zaman zaman? Alışkanlıklarımız, aşinalıklarımız tembelliğimizi, rehavetimizi netice vermiş olmalı ki, bir ihsan-ı İlâhî, bir ikram-ı Rabbânî olan bu kudsî dâvâya, bu ulvî hizmete daha bir ciddiyet, azim ve gayretle sarılamıyoruz.

Yegâne tesellim, bu dâvânın büyüklüğüne inanan şuurlu, gayretli, azimli hizmet ehlinin hâlen mevcut olması. Rabbim, sayılarını arttırsın İnşallah. Cümlemizi de bu mânâya mazhar eylesin.

Not: Mübarek Kurban bayramınızı tebrik eder, İslâm ve insanlık âlemi için hayırlara vesile olmasını Rabbimden niyaz ederim.

07.12.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Duâların en hayırlısı Arefe gününde yapılandır



“Ey Rabbimiz, biz nefsimize zulmettik. Eğer Sen bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen biz elbette hüsrana uğrayanlardan oluruz.”1

Bu duâ Hz. Âdem’le Havva anamızın Cennetten çıkarıldıktan aylar sonra Arafat Dağında buluştuklarında Rablerine yaptıkları nefis bir duâdır. Hatalarını Rablerine karşı itiraf edip af diliyorlardı.

Yapısı acz, fakr ve zaafla yoğrulan bizler de bu duâya son derece muhtacız. Öyle hata, kusur ve günahlarımız var ki vasatı, itidali, sırat-ı müstakîmi muhafaza edebilmek için tevbe ve istiğfarla arınmaktan başka yapabileceğimiz birşey yok.

Özellikle Arefe Gününde bu duâya daha çok muhtaçtır insan. Çünkü Allah Resûlü (asm), “Duâların en hayırlısı Arefe gününde yapılan duâdır”2 buyurmuşlardır.

Kâinatın Efendisinin (asm) “günlerin en faziletlisi”3 diye nitelediği Arefe Günü, Arafat’ta öyle halis duâlar yapılır ki kul yeniden doğmuşcasına tertemiz hâle gelinir. Bir hadis-i şerifte belirtildiğine göre Allah, Arefe Gününde kullarını Cehennemden çıkardığı kadar hiçbir günde çıkarmaz. O gün rahmetiyle kullarına yaklaşır. Meleklerine karşı onlarla iftihar eder.4

Tevbe ve istiğfarların sel olup aktığı o günde özellikle hacılar Allah’ı zikir ve O'na olan ibadette de bir farklılaşırlar. Kur’ân açıkça onlara, “Arafat vakfesinden sonra seller gibi boşanıp Müzdelife’ye aktığınız zaman, Meş’ar-ı Haram yanında Allah’ı zikredin. O sizi nasıl doğru yola iletmişse siz de O'nu öylece zikredin”5 buyurur.

Bilindiği gibi hacılar Arefe Günü Arafat’a çıkarak bolca Allah’a duâ eder, yalvarır yakarırlar. Bu arınmayı Allah’ı zikir takip eder. Allah kulunu mağfiret etmiş, İslâm nimeti üzere yaşatmaktadır. En doğru yol İslâm yoludur. Doğru yolda olabilme o kadar büyük bir nimettir ki şükür ister, nimet sahibini yâdetmeyi gerektirir. Biz buna zikir diyoruz. Kur’ân-ı Kerim, ayakta iken, otururken, yatarken daima Allah’ı anan, göklerin ve yerin yaratılışını tefekkür eden, “Bunları boş yere yaratmadın, ey Rabbimiz! Seni bütün noksanlardan tenzih ederiz. Sen de bizi Cehennem ateşinin azabından koru!” diyen, “Rabbimiz! Sen kimi Cehennem ateşine koyarsan onu muhakkak rezil etmişsindir. O zalimlerin hiçbir yardımcısı yoktur. Rabbimiz! Bizi ‘Rabbinize iman edin’ diye çağıran dâvetçiyi işittik ve inandık. Rabbimiz, Sen de bizim günahlarımızı bağışla, kusurlarımızı ört ve bize iyiler zümresinden olarak ölmeyi nasip eyle.

“Rabbimiz! Peygamberlerin vasıtasıyla vaad ettiğin Cenneti ve ebedî saadeti bize ver. Kıyamet gününde bizi rezil etme. Muhakkak ki Sen vaadinden dönmezsin”6 diye yalvaran kullarını över.

İster hacda, ister başka yerlerde böylesine özlü duâlarla Rabbini yad eden kullar gerçekten takdire şâyan kullardır.

Arefe Gününde bin İhlâs-ı Şerif okumanın bu zikir cümlesinden olduğunu ve büyük sevabı bulunduğunu da burada kaydedelim.

Arefe Gününüz ve müşerref olacağımız Kurban Bayramınız kutlu, hayır ve bereketlere vesile olsun.

Dipnotlar:

1- A’raf Sûresi: 23.

2- Camiü’s-Sağir, 3:471.

3- Muvatta, Hacc: 246.

4- Müslim, Hacc:436; İbni Mace, Menasik: 56.

5- Bakara Sûresi: 198.

6- Âl-i İmran Sûresi 191-194.

07.12.2008

E-Posta: [email protected]




İslam YAŞAR

HZ. İSMAİL (AS) SÂFİYETİYLE



skiden, böyle güzel bir âdet vardı.

Çeşitli sebeplerle, yeni doğan çocuğunun yaşamasından endişe eden anne ve babalar, onu bir mâneviyât büyüğüne bağışlarlar ve onun himmetiyle hayatta kalmasını sağlamaya çalışırlardı.

Bu hareketlerini gizli bir niyet olmaktan çıkarıp alenîleştirerek samimî olduklarını göstermek için de çocuğa Satılmış, Armağan gibi isimler verirlerdi. Böylece onlar da, çocukla muhatap olanlar da, onun bir mâneviyât büyüğünün himayesinde olduğunu bilirlerdi.

Çocukla birlikte o mâneviyât büyüğü de bu bağışlamadan haberdar olduğu için, o çocuğu mânevî evlât edinir, çocuk da neseben olmasa bile intisaben onu baba, ata bilirdi.

Bu mânevî sıfatlar, insanların dünyasında öylesine mâkes bulurdu ki; anneler, babalar bunu her vesile ile dile getirirler, mâneviyât büyüğü o çocuğu mânevî evlâtları arasında sayardı. Çocuk da kendisini gerektiğinde o mensubiyetle tanıtırdı.

Nitekim geçen asrın ortalarında, Tanpınar’ın Han Duvarları şiirine ilham kaynağı olan hasta bir asker de, memleketine dönerken kaldığı hanların duvarlarına kazıdığı hasret yüklü dörtlüklerde kendisini o intisabın tezahürü olan isimle tanıtmıştı:

“Garibim, nâmına Kerem diyorlar

Aslı’mı el almış harem diyorlar

Hastayım derdime verem diyorlar

Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ım ben”

Cemiyetin bütün fertlerini aile bağlarıyla birbirine bağlayan ve büyüklerin küçüklere evlât, küçüklerin büyüklere ecdad nazarıyla bakmalarına vesile olan o güzel âdet unutuldu. Onun için bu gün o ismi taşıyan veya intisabı hisseden pek yok, ama az da olsa fiilen yaşayan var.

Safranbolulu Hüsnü de onlardan biri.

***

Hüsnü Bayram.

1935 yılında Safranbolu’da doğdu. O yıllarda medreseler, tekkeler kapatıldığı, mekteplerde din dersleri verilmediği, hocaların Kur’ân öğretmeleri yasak edildiği için pek dinî eğitim alamadı ise de muttakî insanlar olan annesinin ve babasının itinası sayesinde çok iyi bir aile terbiyesi gördü.

Babası berber Hıfzı Efendi, dükkânına gelen müşterilerden, ‘Kastamonu’ya velâyet sahibi büyük bir zâtın geldiğini’ duyunca, birkaç arkadaşı ile birlikte ziyaretine gitti.

Bediüzzaman’ın hâllerine hayran kalan Hıfzı Efendi, tarikata meraklı olduğundan onu büyük bir tarikat şeyhi zannederek tarikatının âdâbını öğrenip kendisine el vermesini istemek maksadıyla bir süre sonra tekrar yanına gitti.

Said Nursî, “Kardeşim, ben on iki tarikattan ders verebilirim fakat zaman tarikat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır” diyerek biraz hasbihâl etti. Ailesinin ve çocuklarının da dine müheyya, hizmete meyyal olduklarını anlayınca ona Risâle-i Nur hizmetini anlattı. “Sana risâle vereceğim, bunları evde yazıp okuyarak neşredeceksiniz. Sizin hânenizi medrese-i Nuriye olarak kabul ediyorum. Seni, aileni, çocukların Hüsnü ve Yılmaz’ı da talebeliğime kabul ediyorum” diyerek ona birkaç risâle verdi.

O gün heyecanla eve dönen Hıfzı, eşine ve çocuklarına olanları anlatıp Bediüzzaman’ın selâmını söyledi, hanelerini medrese-i Nuriye, kendilerini de Nur talebesi olarak kabul ettiği müjdesini verdi.

Bu haber ailenin bütün fertlerini memnun ve mesrur etmeye yetti. Hüsnü hemen o gün başladı ‘elifba’yı hecelemeye. Babasının da gayretiyle kısa zamanda Kur’ân hattı ile okuyup yazmayı öğrendi.

Daha yedi yaşındaydı ama o da babası, annesi ve kardeşi ile birlikte Said Nursî’nin senasına lâyık olup verdiği sıfatları hakkıyla taşıyabilmek için, imkânların azlığına ve şartların zorluğuna aldırmadan güzel yazısı ile risâle yazmaya başladı.

Mütemadiyen risâle okuyup yazdıkları, fırsat buldukça da akrabalarına, arkadaşlarına, komşularına anlatmaya çalıştıkları için evlerinin tam bir medrese-i Nuriye hususiyeti kazanmaya başladığı günlerde Afyon hadisesi vuku buldu.

Babası Denizli’den sonra Afyon Hapishanesi’ne de götürüldüğü için o da hapishâneye girmek istedi. Hapishânedeki Nurculara mektup yazanları yakaladıklarını duyunca babasına sık sık mektup yazdı.

Bu mektuplarda “Bizi idam dahi etseler yolumuzdan dönmeyeceğiz” şeklinde ifadelerin yer aldığı pervasız ifadeler kullanınca karakola çağırıp sorguya çektiler ama çocuk olduğu için tevkif etmediler.

Bunun üzerine Arapça ezan okumanın yasak olduğunu bildiği ve okuyanların hapsedildiklerini duyduğu için ezan vakitlerinde bahçeye çıkıp “Allahu Ekber” diye bağırarak ezan okudu. Yakalanıp karakola götürüldüğünde merdâne cevaplar verdi ise de yine kendisini tevkif ettiremedi.

Bu hicran hâli, babası Hıfzı Efendinin Afyon Mahkemesinde “Bizler kendisini hubb-u câhtan müberra, zamanın en yüksek bir âlimi ve bir ilm-i tahkik hocası biliyoruz” diye biten ve baştan sona Said Nursî’yi, Risâle-i Nur’u anlattığı müdafaasından sonra tahliye oluncaya kadar devam etti.

Babası eve gelince ona duyduğu hasret bir nebze bitti ama o hapishâne hatıralarını anlattıkça hiç görmediği Üstadına hasreti artarak devam etti. Bunu hisseden Hıfzı Efendi de Hüsnü’yü Bediüzzaman’ı ziyarete gönderdi.

Trenle Afyon’a giden Hüsnü, kapısının önünde devamlı nöbet tutan polislere aldırmadan gitti Said Nursî’yi kaldığı evde ziyaret etti, elini öpüp hayır duâsını aldı ve memleketine döndü.

Hüsnü ortaokulu bitirince annesi ve babası bir ara onu sağlık okuluna göndermeyi düşündüler. Fakat zamane okullarında okuyan çocukların çoğunun dine bigâne kalarak mânen öldüklerini görünce vazgeçtiler. Oğullarının mânevî hayat bulmasını sağlamak için Said Nursî’ye vakfetmek istediler.

“Bir gün Safranbolu’dan, Hüsnü’nün mübarek peder ve validesinden bir mektup gelmişti. Hüsnü kardeşimizin pederi Hıfzı Efendi ve muhterem refikaları, Hüsnü’yü Üstadımıza daimî olarak vakfettiklerini arz ediyorlardı.”

Mustafa Sungur’un, şahit olduğu ve kendisinin de vakfedilmesine vesile olan hadiseyi bu şekilde de naklettiği gibi annesi ve babası Said Nursî’ye mektup yazarak oğullarını daimî olarak hizmetine vermek istediklerini söylediler. Bir süre sonra cevabî mektup geldi. Buna çok sevinen Hıfzı Efendi, “Üstadın, hizmet edecek birine ihtiyacı varmış. Gider misin?” dedi oğluna mektubu göstererek.

Hüsnü, böyle bir hareketin hayatını Said Nursî’ye bağışlamak olduğunu biliyordu. Kabul ettiği takdirde fiilî ebeveyninin o olacağının, artık hep onun yanında kalıp onun söylediklerini yapacağının farkındaydı. Buna rağmen bir an bile tereddüt etmedi.

“Gönderirsen giderim” dedi Hazret-i İsmail (as) sâfiyetiyle.

Bu cevap ailesini de onu da memnun etti. Hüsnü annesi ile birlikte Emirdağ’a gitti. Bediüzzaman hanımlarla görüşmediğinden Hüsnü annesini Said Nursî ile uzaktan konuşturduktan sonra huzuruna çıktı.

“Ben sizin hizmetinizde kalmak istiyorum” dedi.

“Ben herkesi hizmetime almıyorum, ama seni alacağım” dedi Bediüzzaman da.

Bu söz, Hüsnü Bayram’ın, Said Nursî’nin hizmetine giriş belgesi oldu. Ondan sonra devamlı onun yanında kaldı. Çalışkan bir talebe gayreti ve vefalı evlât sadakati ile halisâne hizmet etti.

Bediüzzaman da ona her zaman müşfik bir baba tavrıyla muâmele etti, mânevî evlâtlarının arasında saydı. Sık sık ona ‘Sen benim oğlumsun’ mânâsına gelecek lâtifeler yaptı, yaşı diğerlerinden çok küçük olmasına rağmen varisleri arasında onun ismine de yer verdi. Onun da tam bir Nur talebesi olabilmesi için diğer has talebeleri ile birlikte yanına aldı. Hâl, hareket ve etvarıyla olduğu kadar, sabah ve ikindi namazlarından sonra yaptığı derslerle de iyice yetişmesini sağladı.

Hüsnü Bayram hep Üstadının yanında kalmak istiyordu. Lâkin iman hizmeti, ondan uzakta olmasını iktiza ettiği zaman onu da yaptı. Meselâ ilk olarak Ankara’ya gitti ve orada bir süre risâlelerin neşriyat işlerine yardım etti.

Ardından Bediüzzaman onun Urfa’ya gitmesini istedi. O da, Üstadının “Urfa halkını çok sevdiğim için Hüsnü’yü oraya gönderdim ve onların hatırı için Hüsnü’ye bu kadar zahmetler çektirdim” sözleri ile de ifade ettiği gibi çok eziyet çekeceğini bile bile oraya gitti.

Urfa’da gerçekten çok eziyetler çekti. Zübeyir ve Abdullah’la birlikte, müftünün himmetiyle Halilürrahman Dergâhı’nda kendilerine verilen odada zor şartlar altında yıllarca hizmet etti.

Aslında o da zaruretleri veya zorlukları eziyet saymıyordu. Onu asıl üzen şey, ‘Asayişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti’ yapmalarına rağmen kendilerine reva görülen kötü muamelelerdi.

Her gün, her yerde takip edilmelerinin yanı sıra, Nurculuk yapmak, çocuklara Kur’ân öğretmek, risâle okumak suçlarından yakalandıklarında, nezarete atıldıkları yer, bazı âmirleri “Bu ne hâl, burada insan durur mu?” diye isyan ettirecek kadar kötü idi.

Fakat o isyan etmedi. Urfa Hapishanesi’nde kendisine hayat kaynağı olan eserlerle mahkûmları da ihya etmek istedi. Her yolu denediği hâlde dışarıdan risâle ve Cevşen getirtemeyince ezbere bildiği bazı mühim bahisleri ve duâları yazarak irşad vazifesini o şartlarda orada da yapmaya çalıştı.

Çektiği onca zulmün üstüne bir de yirmi lira ağır para cezası ödeyerek hapishâneden çıktıktan sonra bir süre daha Urfa’da kaldı. Üstadının çağırması üzerine tekrar Isparta’ya döndü, hususî hizmetine girdi ve iki sene kadar şoförlüğünü yaptı.

Said Nursî’nin son seyahatlerinde hep yanındaydı. Onun, Isparta’dan Urfa’ya yaptığı vefat yolculuğunda arabayı o kullandı. Orada emniyet müdürünün Bediüzzaman’ı Isparta’ya geri götürmesi için yaptığı baskılara o da merdâne mukavemet etti.

Bediüzzaman, 23 Mart 1960 tarihinde vefat ettiğinde, başında bulunan dört talebesinden biriydi. Onun için fiilen ancak on sene kadar hizmetinde bulunabildi. Fakat Üstadı, samimiyetine mükâfaten o zamanı beş misli ile kabul etti.

“Elli sene yerine kabul ettim.”

***

Mâsum çocuklar...

Bu sıfatı alarak girmişti Hüsnü Bayram da, Said Nursî’nin hizmetine. Onun vefatından sonra ‘Risâle-i Nur’u kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıkarak onu neşir ve hizmeti hayatının en mühim vazifesi bilerek’ Nur Talebesi sıfatını aldı ve hizmetlerine o sıfatla devam etti.

Bediüzzaman’ın yaptığı bütün vasiyetnâmelerde varis listesinde yer alması, saff-ı evvel olması ve hassü’l-has sıfatı taşıması hasebiyle, yeni kuşak Nur talebeleri gördükleri her yerde onun etrafını sardılar, haline, etvarına nazar ettiler, dersini dinleyip hatıralarını sordular.

Onların arasına, Nur hareketinin temayüz etmiş şahsiyetlerinin, gazetecilerinin, yazarlarının yanı sıra; zaman zaman matbuât âleminin meşhur isimleri de katıldı ve hepsi ondan kendince bir şeyler öğrenmeye çalıştı. Mustafa Sungur’un tavsifiyle ‘zarif, nazik, kâmil bir Nur Talebesi’ olan Hüsnü Bayram, telefonla ulaşan veya bizzat gelen kimseyi geri çevirmedi. Diğer saff-ı evveller gibi o da herkesin sorduğu her soruyu sükûnetle dinledi ama aklına gelenleri söylemek yerine Risâle-i Nur’u açıp okuyarak Üstadını ve Risâle-i Nur’u nazara vermeyi tercih etti.

Hizmetinin ikinci elli yılında hâlâ bu hasletini yaşamaya devam ediyor.

Onlar için Said Nursî’yi tanımak ve hizmetinde bulunmak zahiren çok zor da olsa, hakikatte büyük bir mazhariyetti. Bizim için onları tanımak, görüşüp konuşmaksa kolay ulaşılabilen iyi bir şans.

Hassaten böyle uzun bayram tatillerinde.

Bu vesile ile Hüsnü Bayram Ağabeyin, diğer saff-ı evvellerin, Nur talebelerinin ve bütün İslâm âleminin mübarek Kurban Bayramını tebrik eder, beşeriyete hayırlar getirmesini dilerim.

Hep beraber, daha nice bayramlara inşallah…

07.12.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Derinleşiyor mu, teğet mi geçiyor?



Dünyada yaşanan küresel ekonomik kriz konusunda ekonomi çevreleri Türkiye’deki kriz “derinleşiyor” dedikçe hükümet “kriz Türkiye’den teğet geçer” ya da “Kriz tepe noktasına ulaşıp inişe geçti” diyor. Siz karar verin, teğet mi geçiyor, derinleşiyor mu?

Hem işveren, hem işçi çevreleri kriz konusunda hükümeti uyarıyor. Hak-İş Başkanı Salim Uslu’nun dikkat çektiği gibi kriz henüz etkilerini Türkiye’de tam olarak hissettirmedi. Böyle bir durumda bile işverenlerin en kolay tasarruf yöntemi işten çıkarmakta bulduğunu söyleyen Uslu, bunun da hem hukukî hem ahlâkî olmadığı uyarısında bulunuyor.

Bu sene 46. kuruluş yıl dönümünü küresel ekonomik kriz sebebiyle resepsiyonsuz kutlayan Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu da yaklaşan mahallî seçimlerin mevcut malî disiplini bozmaması ikazında bulunurken, zora giren şirketlerin işçi çıkarmalarının önüne geçebilmek amacıyla gerekli düzenlemelerin yapılması gerektiğini söylüyor.

Hem işveren hem işçi kesiminin üzerinde durduğu başka bir konuda, hükümetin toplamamakta ısrarcı olduğu Ekonomik ve Sosyal Konsey… Hükümet, işçi, işveren, memur konfederasyonları yani bütün kesimlerin temsilcileri bu konseyde olduğu için hükümetin bu konseyi acilen toplamasını istiyorlar.

* * *

Ekonomiyi takip edenler “kriz var” derken, hükümet krizi ya görmemezlikten geliyor, ya da görmek istemiyor. “Kriz yok” demekle de krizin gelmesinden kaçılamayacağı ortada dururken, ekonomik paket açıklanmıyor. Paketin açıklanmasının mahallî seçimlerin yaklaşıyor olmasında etkili olduğu da düşünülüyor. Çünkü, her ekonomik paket açıklandığında, ortadirek denilen ücretli ve geliri az olanlar için “acı reçete” olacağı için hükümet paket açıklamak yerine “küçük-küçük” bazı tedbirleri hayata geçirmeye çalışıyor.

Açıklanmamasının bir sebebinin de IMF ile yeni bir anlaşmanın henüz yapılamamış olması. İş dünyasının taleplerine rağmen “ümüğümüzü sıktırmayız” diyerek IMF ile anlaşmaya soğuk baktığını defalarca dile getiren Başbakan Erdoğan, G-20 zirvesinde yumuşamak zorunda kalmıştı. Şimdi IMF’den daha fazla nasıl para alabiliriz kulisleri yapılıyor. Maliye Bakanı Kemal Unakıtan çıkıp, “Ansiklopedi atsan bir şey olmaz” türü sözler söylerken belki insanları tebessüm ettiriyor, fakat ekonomik krizin şimdiden pek çok sahada etkili olduğunu ve insanların canını yaktığını gizlemeye yetmiyor.

Malûm, 2001 krizinde eski Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’e anayasa kitapçığı fırlattığı için Türkiye büyük bir ekonomik kriz atlatmıştı.

Ekonomik krizin etkilerinin daha sonra çıkacağı da ortada. Şimdiden fabrikalar kapanıyor ya da imalatlarına ara veriyor, işten atılanlar çoğalıyor, özel bir banka daha geçtiğimiz günlerde bin 600 kişiyi işten çıkardı. Şimdiye kadar işten atılanların sayısının 100 binleri geçtiği söyleniyor. Türkiye İş Kurumu’nun rakamlarına göre iş arayanların sayısı bir ayda yüzde 134 arttı. Kredi kartlarında hacizler, senetlerin protesto olması, piyasadaki nakit sıkıntısı gözler önünde. Ekim’de yüzde 2 gerileyen ihracat, Kasım’da yüzde 22’lik sert bir düşüş gösterdi ve 8.6 milyar dolara indi. 11 aylık ihracattaki artış ise yüzde 25’te kaldı. Bu rakamlarda krizin teğet geçmediğini, daha da derinleştiğini gösteriyor. 1929 yılındaki “büyük buhran”dan sonra yaşanan en büyük küresel finansal kriz sebebiyle, Eylül ayından bu yana finansal kurumlarda 300 binden fazla kişi işinden olduğu açıklandı.

* * *

Bu yüzden Türkiye’nin bu krize kayıtsız kalması düşünülemez. Çünkü, dünya ekonomisi ile entegre olan Türkiye ekonomisinin dış kaynaklı gelişmelerden etkilenmemesi mümkün değil. Ekonomi çevreleri krizin öncelikle gelişmiş ülkeleri vurduğunu daha sonrasında Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde büyük kayıplara yol açacağı uyarında bulunuyorlar. Bu uyarılara kızarak cevap vermek yerine kulak verip gerekli tedbirleri almak gerekiyor.

“Panik olmasın” diye “geliyorum” diyen kriz konusunda tedbir alınmamazlık yapılamaz. İşten çıkarmaların büyük boyutlara ulaştığı dikkate alınmazsa, sorun kartopu gibi büyüdüğünde düzelmesi için yılların geçmesi gerekir. Bir işletme işçisi ile vardır, işyeri olmadıkça da işçilik yapılamayacağını göre, ekonomik krizler karşısında hem işletmeyi hem de işçiyi korumak esas alınması gerekiyor.

Kriz konusunda işçisi, işvereni kısacası ülke olarak krizi ve beraberinde gelmesi muhtemel sorunları elbirliği ile aşmanın yollarını bulmak gerekir. İş işten geçmeden…

* * *

NOT: Mübarek Kurban Bayramınızı tebrik eder, Cenâb-ı Hak’tan hayırlar getirmesini dilerim. M. K.

07.12.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Üstadın bayramları



Bayramlar sevinç ve coşku günleridir; ama Üstad Bediüzzaman’a hapisler, sürgünler, tecritler, takipler ve tazyiklerle geçen çileli hayatında bayram sevinci de çok görüldü.

Bazı bayramlarını talebeleriyle birlikte demir parmaklıkların arkasında geçirmek zorunda bırakılan Üstad, sürgün dönemlerinde de çoğu bayramı amansız bir tarassut altında idrak etti.

Buna dair, kendi ifadelerinden üç örnek:

Emirdağ sürgününde, Ankara’daki Emniyet-i Umumiye Müdürüne yazdığı mektupta “Bu yirmi sene kırk bayramımı münzevî, yalnız geçirdim. Artık yeter!” diyor Üstad. (Emirdağ L., s. 68)

Bir başka Emirdağ lâhikasında, “Bayramın ikinci gününde teneffüs için kırlara çıktığım zaman ehemmiyetli bir memur tarafından beş vecihle kanunsuz bir taarruza maruz kaldım” ifadesi var. (a.g.e., s. 64; Lâtif Salihoğlu bu hadiseyi Emirdağ yazılarında detaylı şekilde anlatmıştı.)

Barla bayramlarının nasıl geçtiği de “Kurban Bayramında, fıtraten sohbetten hoşlanmadığım için hiç kimseyi kabul etmediğimi gösterir bir-iki satırlık yazı ile kapımda yazdığım ve hiçbir kimse de gelmediği halde, bu mübarek bayramın dört gününde bir polis bulundurulmak suretiyle, benim gibi garip, ihtiyar, hastalıklı bir adama şüphe isnad ederek tarassut ettirmek ve hareket-i şahsiyemi bilâsebep taht-ı nezarette bulundurmakla verilen tazyik ve sıkıntı”dan söz edilen mektupta görülüyor. (Barla L, s. 570)

Talebesi Hüsrev Altınbaşak’ın şu yakıcı satırları da Üstadın hazin bayramlarını tasvir ediyor:

“Senelerden beri zalimlerin pençe-i zulmünde inleyen bu biçare Müslüman kardeşlerinizle geçirmekte olduğunuz bu mübarek bayramın belki dokuzuncusunu ücra köşelerinde, dostlarınızdan uzak, akraba ve taallûkatınızdan mahrum bir vaziyette, teâlî ve terakkîsi için çalıştığınız cemiyet-i İslâmiye arasından uzaklaştırıldığınız bir halde geçireceğinizi hatırladıkça yüreğim parçalanıyor, ruhum hazin bir elemle yanıyor, gözlerimden yaşlar dökülüyor.” (a.g.e., 365)

Üstad, o mahzun bayramlarında da tesellîyi, ömrünü adadığı iman hakikatlerinde buldu; belâ içinde safâyı, zindanlarda Cennet saadetlerini yaşadı. Ve Ali Ulvi Kurucu’nun “Allah’ın nuruyla nurlanan bir gönlün semâsını hangi bulutlar kaplayabilir?” dediği ruh halini hiç kaybetmedi.

Sarsılmaz bir iman ve o imanın verdiği ihlâs, sabır, sebat ve metanetle, aşılmaz denilen dağları aşıp, geçilmez sanılan engelleri bertaraf ederek ve elbette İlâhî inayetle nur dâvâsını zafere ulaştırdığındaki bayramlar ise çok farklıydı.

Umum Nurcuların, haccü’l-ekberdeki Nur talebelerinin, hacdaki Nur taraftarlarının bayramını tebrik ederken, çok zamandır esaret altında kalan İslâm beldelerinin birer birer istiklâlini kazanıp İslâm birliğine doğru gittiğinin müjdesini veren, İstanbul Üniversitesinin alnında yazılı olup da tek parti devrinde gizlenen fetih âyetinin tekrar açığa çıkarılmasından “Üniversite Nur medresesi olacak” müjdesi çıkaran ve Bismarck’la Carlyle’ın Peygamberimiz (a.s.m.) ve Kur’ân hakkındaki takdirkâr sözlerini aktararak bu müjdeleri Batı âlemini de kucaklayan küresel bir perspektife oturtan mektup (Emirdağ, s. 234), böyle bir bayram coşkusunu yansıtıyor.

Allah nasip ederse yarın bir yenisini daha idrak edeceğimiz bayramları yaşarken, aktardığımız bu birkaç örnekle bazı önemli köşe taşlarına işaret etmeye çalıştığımız zorlu serencamı, Üstadın ve talebelerinin ne kadar çetin şartlarda mücadele vererek ve dayanılmaz zorluklara göğüs gererek bugünleri hazırladıklarını çok iyi düşünmemiz, zorlu bir kışta gelip şimdiki cennet-âsâ bahar çiçeklerinin tohumlarını serpen o hakikat kahramanlarını hayırla yad etmemiz ve onlara lâyık hayrü’l-halef olma gayreti içinde hizmete daha bir şevkle sarılmamız gerekiyor.

* “Kurban Bayramınız şimdiden mübarek olsun” derken, yazılara kısa bir fasıla verdiğimizi duyuruyoruz. Yeniden buluşmak dileğiyle...

07.12.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Yer değiştiren parti



CHP’nin kısaca ‘çarşaf açılımı’ olarak isimlendirilen yeni politikası çeşitli yönleriyle tartışılmaya devam ediyor. Hem parti içinde hem de parti dışında yapılan değerlendirmelerle CHP’nin niyeti anlaşılmaya çalışılıyor. Bir yandan da bu değişimin, partinin iç bünyesinden mi yoksa ‘etkili ve yetkili çevreler’in planlı tavrından mı kaynaklandığı merak ediliyor.

Pek çok kişinin dile getirdiği bu şüpheyi, Ergün Babahan da seslendirmiş. Şöyle diyor: “Böyle bir partinin (CHP) çarşaftan tek parti değerlendirmesine kadar, köklü bir değişimden geçiyor olmasının ardında, insan sanki büyük bir planın izlerini hissediyor.” (Sabah, 6 Aralık 2008)

Baykal’ın seslendirdiği ve şimdiye kadar arkasında durduğu ‘açılım’ın böyle bir şüpheyle karşılanmasının yanı sıra, en büyük tepki de yine CHP’nin içinden geliyor. “Klâsik CHP” anlayışına sahip olan milletvekilleri Baykal’a baş kaldırarak onu “Tek parti devrinin (CHP) mirasını reddetmekle” suçluyor.

Bu noktada iktidar partisinin de ‘yer değiştirdiği’ne hükmediliyor. Yakın zaman önce Akşam’a açıklamalarda bulunan Hilmi Yavuz şöyle demişti: “Aslında partilerin birbiriyle yer değiştirdiğini görüyoruz. Başka türlü söylemek gerekirse AKP CHP’lileşiyor, CHP AKP’lileşiyor.” (Akşam, 27 Kasım 2008)

Hilmi Yavuz bu iddiasını, daha sonra yazdığı bir yazıda da özetledi ve örneklendirdi. (Zaman, 30 Kasım 2008)

AKP’nin CHP’leştiğini gösteren çok bariz ve belki bir o kadar da şaşırtıcı yeni bir örnek daha yaşandı. CHP’nin ‘çarşaf açılımı’nı eleştiren Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, CHP’yi eleştireceğim derken kantarın topuzunu kaçırıp doğrudan ve ısrarlı bir şekilde ‘çarşaf’a saldırmış.

İşte Günay’ın ‘çarşaf’ değerlendirmesi: “Çarşaf, bu çağda unutulması gereken bir giyim tarzıdır. Partimde bu söylediklerime dudak bükenler çıkacaktır. Cesaretle söylüyorum; çarşaf çağdışı. Çarşaf mı kalmış bu çağda?” (Sabah, 6 Aralık 2008)

Tekrarlamakta fayda var: CHP’nin ‘çarşaf açılımı’nda samimî olup olmadığı, bunu siyasî hesaplarla yapıp yapmadığı ayrıca tartışılır ve zaten tartışılıyor. Hem milletimiz de böyle ‘tuzak’lara fazlaca düşmez. Kırk yıllık ‘Kâni’lerin ‘Yani’ olmayacağını bilir. Fakat, CHP’nin ‘oy avcılığı’nı eleştireceğim diye, tesettüre bürünürken ‘çarşaf’ı tercih edenleri rencide edici söz söylemek, değil ‘bakan’lara, gözünü kapayanlara da yakışmaz!

Günay’ın, partisinden de gelmesi muhtemel tepkilerin farkında olarak ve yine de vurgulayarak çarşafı ‘çağ dışı’ ilân etmesi sadece ‘bakan’ kimliğine değil, ‘entelektüel sol aydın’ kimliğine de yakışmaz.

Bu yaklaşımlar AKP’nin ciddî ciddî ‘yer değiştirdiğini’ ortaya koymuyor mu? Bu zemin kayması muhtemelen sandıkta da karşılığını bulacak ve er ya da geç hak ettiği cevabı alacak.

İşte bu tavırlar, iktidar partisine umut bağlayanları ciddî ciddî düşündürmeli. “Çarşaf”ı çağ dışı ilân etmek ‘bakan’lara mı kalmalıydı?

İçerden birileri bunları “ciddî ikaz” etmezse, millet sandıkta ikaz edecek.

07.12.2008

E-Posta: [email protected]




Suna DURMAZ

Bayram geldi, hoş geldi



Müslümanların günlük, haftalık, mevsimlik ve kevnî olaylara bağlı olarak yaptıkları ibadetleri vardır. Oruç ve hac ibadeti mevsimlik ibadetlerdir.

Yarın 2.5 milyon hacı meşakkat çekerek yapmış oldukları hac ibadetinin sonunda bayram yapacaklar. Âlem-i İslâm da bu bayrama iştirak edecek.

Mü'minler ibadetler vasıtasıyla uhrevî mükâfat temenni ederek nefislerini Yaratıcıya satarlar. Cenâb-ı Hak, Tevbe Sûresi 11. âyette nefislerini Yaratıcıya satan mü'minleri Cennetle mükâfatlandıracağını müjdelemiştir. Altından ırmakların aktığı ve akla hayale gelmeyen nimetlerin sergilendiği Cennetteki en büyük nimet, kuşkusuz ki Cemalullahı görme nimetidir.

Ebu Hureyre’nin rivayet ettiği bir hadiste, Cennet ehlinin Cemalullahı bedir (dolunay) gibi, bulutsuz gündeki parlak güneş gibi görecekleri bildiriliyor.

Dünyada esmasıyla ve bu esmanın varlıklar üzerindeki tecellîleriyle tanıdığımız Cenâb-ı Hak, ahirette Zatıyla tecellî edecektir. İşte mü'minlerin Rablerini gördükleri o gün büyük bir “bayram” olacaktır. Ve bu bayram hiç bitmeyecek; ebedî olarak devam edecektir.

Kerim olan Rabbimiz, ihlâsla yapılacak olan ibadetlerin dünyada dahi mükâfatsız kalmayacağını hissedelim ve Cemalullahı görme gibi büyük bir ödüle kavuşmak için ümmet olarak topluca heyecanlanalım diye Ramazan ve Kurban Bayramı olarak iki bayram vermiştir bizlere.

Mü'min, Ramazan orucunda, tayin edilen belli süre içinde yeme- içme ve muaşeret gibi meşrû zevklerden kendisini alıkoyarak ibadetini yapar. Bir ay sonra tekrar bu nimetlerden istifade etmesi için izin verildiğinde, üç gün bayram yapar.

Hacda ise, yeme-içme mübah olup, muaşerette bulunmak ve en ufak bir ziynet dahi taşımak yasaktır. Bedenen ve ruhen yapılan bu meşakkatli ibadetin sonunda hem hacılar, hem de sair mü'minler dört gün bayram yaparlar.

Bu bayramlar âlem-i İslâmın düğünü sayılırlar. Sevinç ve neşe vardır; meşrû dairede eğlence vardır bu bayramlarda.

Bu bayramlarda mü'min gönüller gül bahçesine döner. Bu bahçede dostluklar pekişir, kırgınlıklar erir gider. Dillerden sevgi yüklü kelimeler akar...

GURBETTE BAYRAM

Hadis-i şeriflerde Arefe Günü orucunun bir önceki ve bir sonraki yılın günahını affettireceği bildiriliyor. Biz de bu mağfirete nail olmayı temennî ederek bugün oruç tutttuk. İftarımızı ise Arap komşularımızla beraber üniversite camiinde topluca yapacağız.

Yarın, sabah namazının akabinde başlayıp mikrofonlarla dışarı verilen ve kuşların dahi eşlik ettiği “Allahu ekber! Allahu ekber! Lâ ilâhe illallahu Vallahu ekber! Allahu ekber ve lillâhi’l hamd” tekbir sesleriyle heyecana kapılacağız. Erkekler, kadınlar, gençler ve çocuklar bütün mahalleli tekbir getire getire sevinçle caminin yolunu tutacağız.

Namaz kılındıktan sonra bayram tebrikleşmesi başlayacak. Arap, Türk, Hintli, Pakistanlı, Somalili, Nijeryalı, Fransız, Belçikalı ve milliyetini bilmediğim daha nice akademisyen Müslüman komşularımızdan oluşan cami cemaati birbiriyle kucaklaşıp, kardeşliğin sıcaklığını hissedecek. Kız ve erkek çocukları giyinmiş oldukları rengârenk bayram kıyafetlerini birbirlerine gösterecekler.

Bayramlaşmamız burada bitmeyecek elbette. Türkler olarak 17 yıldır geleneksel hale getirdiğimiz bayram kahvaltımıza katılacağız saat 9:00’da. Bizlere ailelerimizden uzak olmanın burukluğunu unutturan bayram kahvaltısı için iki ev açılacak. Büyük bir aile toplantısı diyebileceğimiz sıcaklıkta olan bu güzel toplantıya, Kuveyt Üniversitesi Dil Okulunda okuyan Türk talebelerle beraber yaklaşık 80 kişi katılacak. Kahvaltıya katılanların getirdikleri börek, çörek ve salata çeşitleriyle donanmış soframızda neşeyle yiyip içeceğiz. Akşamdan itibaren de yoğun çalışma temposu yüzünden yıl içinde yapamadığımız ev ziyaretlerimizi yapacağız.

Son olarak şunu eklemek istiyorum: Abdullah bin Ömer’in rivayet ettiği bir hadiste, Efendimiz Sallallahu Aleyhi Vesellem “En hayırlı duâ Arefe Günü yapılan duâdır. Ben ve benden önce gelen peygamberlerin söylemiş olduğu en hayırlı söz ‘Lâilâhe illallahu vahdehu la şerike leh, lehü’l mülkü, velehü’l hamdü ve Hüve ala külli şey’in kadîr’dir’ diye buyuruyor. Duâların kabul olunduğu şu mübarek Arefe Gününde, bizi de halis duâlarınıza iştirak etmenizi rica ediyorum. Ve şair Abdurrahim Karakoç’un güzel kelimeleriyle siz değerli okuyucularımın bayramını tebrik ediyor, daha nice bayramlara diyorum.

Âlem-i İslâma rahmet su gibi aksın

Bayram olsun bayramlarınız

Evleriniz cennet kokusu gibi koksun

Bayram olsun bayramlarınız

07.12.2008

E-Posta:


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
Ufo ısıtıcılar, infrared ısıtıcı, kumtel ısıtıcılar.
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır