"Gerçekten" haber verir 13 Ocak 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Vehbi HORASANLI

1. Gazze Savaşı



Bundan 95 yıl önce bugünkü Mısır-İsrail sınırı ve özellikle de Gazze şehri civarında kıyasıya bir savaş cereyan ediyordu.

Osmanlı Devleti, İngilizler ile uzun ve yıpratıcı savaşlar sonunda 1918 yılının Haziran ayına kadar eski sınırı muhafaza edebilmişti. Fakat yeni atanan ordu komutanları oldukça başarısızdı. Murat vadisinde Ruslarla yapılan savaşta yenilgiye sebep olan bazı paşalar şimdi de ordu komutanı olarak bu bölgeye atanmışlardı.

Galibiyetler milletin, mağlûbiyetler ise komutanların hakkıdır. Bu çok önemli gerçek ne yazık ki ülkemizde tam tersi bir biçimde uygulama alanına sokulmuştur. Gerekli tedbirleri almayıp hele hele savunmada olduğu halde yenilgiye uğramak büyük bir sorumluluk ve hesap vermeyi gerektirir.

Merzifonlu Kara Mustafa Paşa o kadar büyük başarılar elde etmesine rağmen Viyana’yı alamayınca, başarısızlığı üzerine almış başını cellâdın önüne eğmiştir. Hâlbuki bu büyük Paşa’nın idamı Osmanlı Devletine çok pahalıya mal olmuştur. Zira çok tecrübeli ve kabiliyetli bir insandır. Fakat değil mi ki ordu yenilmiştir, mağlûbiyet ona rücu edilmek zorundadır. Yani başarısızlık gerekli tedbirleri almayan komutanlara verilmelidir.

Bu basit gerçek sadece bir Türklerde değil bütün dünya milletlerinde acı da olsa kabul edilen durumdur. Meselâ Hitler, meselâ Mussolini. Alman ve İtalyan milleti, mağlûbiyeti üzerine almamak için bütün suçu bu iki adama yüklemiştir. Böyle olması da gayet lüzumludur aksi takdirde halkın maneviyatı kırılır, gelecek ümitleri söner.

Her ne ise, biz yine bu Gazze Savaşlarına dönelim. Dört yıl boyunca İngilizlere pek çok zayiat verdiren Osmanlı Ordusu, yeni komutanların hatalı düşünce ve görüşleri yüzünden zafiyet içine düşmüştü. “58 Gün” adlı kitapta (Toplumcu Dönüşüm Yayınları) yeni komutanlara göre “Türk askerinin bu Arap çöllerinde ne işi vardı, en iyisi Toros Dağlarının gerisine çekilip Alman ve İtalyanlar gibi tek millete dayalı bir ülke kurmak gerekliydi.” Hani şu ulus devlet dedikleri hayali! gerçekleştirmek istiyorlardı.

Bir komutan her ne sebep olursa olsun kendisine verilen emri yerine getirmelidir. Filistin cephesinde 7. ve 8. Orduların ve komutanlarının görevi; bu cepheyi tutmak, uzun süredir yığınak yaptığı belli olan İngilizlerin sınırı geçmelerine engel olmaktı. Aksi takdirde bütün Arabistan kaybedilebilirdi. Nitekim aynen böyle oldu.

Cemal Paşa’nın komuta ettiği ordu, savaşta neredeyse tamamını kaybetmiş diğer orduya yardım etmek yerine geri çekilmeye başlayınca Filistin cephesi çökmüştü. Zaten bu ordu da geri çekilirken mevcudunun % 70’ini kaybetmişti. İşin kötüsü Kudüs civarında yeni bir savunma mevzii bile kurulamamıştı. Çok kısa zamanda Kudüs, Şam ve Halep şehirleri bir bir İngilizlerin eline geçti. 800 yıl sonra Haçlılar yeniden kutsal topraklara girmişti.

İngiliz taarruzunun başlamasından tam 58 gün sonra Mondros Mütarekesi imzalanmış, Osmanlı’nın yenildiği tek cephe olan Filistin’den ayrılmak zorunda kalmıştık. Ne acıdır ki bu yenilgi bütün Orta Doğu topraklarımızın kaybına sebep olmuştu.

Bu önemli savaş ne yazık ki zülfü yâre dokunduğu için hep unutturulmaya çalışılmıştır. Ama gerçek tarihçiler için ortada çok önemli bir vakıa duruyor. Ben adını 1. Gazze Savaşı koydum. İsterseniz 1. Filistin Savaşı deyin, ama ne olur bu önemli savaşın üstüne örtü çekmeyin.

Değerli yazar Vehbi Vakkasoğlu “Bozgun 1-2-3” adlı kitapları ile bu savaşa ışık tutmaya çalışmıştı. Fakat devamını getiremedi. (Yeni Asya Yayınlarından çıkmış bu seriyi inceleyebilirsiniz.) Kendisine bu kadar çalışması için dahi teşekkür etmek bir borçtur. Fakat özellikle tarihçi geçinenlere her türlü ağır ve acı sözü söylemeye kendimi haklı görüyorum zira bu kadar önemli ve geleceği etkileyen savaşın unutulmasına sebep olmak, gündeme getirmemek, yenilginin sorumlularından hesap sormamak en küçük ifadesi ile bir ayıptır.

Şimdi yeniden bu topraklarda bir savaş cereyan ediyor. Daha önce hile ile idi zira cepheyi içten çökertmişlerdi. Şimdi ise barbarca. Çoluk çocuk demeden masum insanlar öldürülüyor. İçim parçalanmakla beraber, değil mi ki ölen masumlar şehit makamına yükseliyor, bu durum bana bir parça teselli veriyor.

Asıl üzerinde önemle durmamız gereken husus ebedî hayatlarını kaybeden insanlarımızdır. Zira milyonlarca hayatın imansızlık hastalığı ile cehennem ateşine atılmaları daha büyük bir acıdır. Bu acı beni daha fazla yakıyor.

O halde iman kurtarma dâvâsı için daha fazla gayret gösterelim. Zamanımızı miting alanlarında değil, iman kurtarma hizmetinde harcayalım. Bu dâvâ siyasî dâvâlardan çok daha fazla önemli ve acildir, vesselâm…

13.01.2009

E-Posta: [email protected]




Ahmet DURSUN

Mutluluğun fotoğrafı



İki fotoğraf… Biri ülkemden, diğeri sınırlarımızın ötesinden. İkisinden de kan damlıyor.

Yoldaşlar, nasip olmazsa görmek o günü / Ölürsem kurtuluştan önce yani / Alıp götürün / Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni /…/ Tepemde bir de çınar olursa / Taş maş da istemez hani… diyen şairdi Nazım Hikmet. Dört nala kopup uzak Asya’dan / Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan / Bu memleket bizim… mısralarıyla memleketinin hür havasını “birlikte” solumak hevesindeydi. Sevmeseniz de, hoşlanmasanız da bu memleketin çocuğuydu. Hoş göremediğimiz fikirlerinin kovduğumuz bedeniyle yok olacağını düşünmüştük. Bugün “hikmet-hükümet”i her şeyin önüne geçen, eğilmeyen, hiç bükülmeyen halimizle, “Devletçe” özür diliyoruz Nazım Hikmet’ten.

Biz İstiklâl Marşı’nın vatan sevdalısı şairinin peşine polisler takıp onu Mısır’a kaçırtan bir coğrafyadayız. “Karşımda müthiş bir yangın var, içinde evlâdım tutuşmuş yanıyor” diyerek evlâdını kurtarmaya koşanlara çelme takmayı, onları zindanlarda çürütmeyi marifet sananların ülkesindeyiz. Kimilerini sürgünlerde çürütmüşüz, kimilerini korkutmuşuz, yıldırmışız, kimilerini faili meçhuller listesine yazdırmışız. Kimler girmemiş ki kendilerini bu memleketin asıl sahibi sananların öldürücü mengenesine. Toprak altına gömdüğümüz silâhlarla kimlerin kanına girmemişiz ki… Tarih kitaplarımız yazmasa da öylesine acı hikâyelerle doludur ki tarihimiz.

Korku imparatorluğundan bahsediliyor ya bugün. Bir aydınlık projesi olarak üretilen Cumhuriyet’i, diktacı tutumlarıyla bir “korku cumhuriyeti” haline getirenlerin “yavuz hırsız” rolüne soyunduğu ülkedir burası. Cumhuriyetin kuruluşundan beri, kendisi gibi düşünmeyenleri yok etmeye çalışan, kendi gibi konuşmayanları yok sayan, dışlayan, aşağılayan, yıldıran ve ilanihaye bunun böyle gideceğini sanan zavallıların ülkesi…

Beşer, zalûm u cehûl…Ülkem, dünyanın küçük bir aynası sanki.

Geçtiğimiz günlerde vefat eden meşhur “Medeniyetler Çatışması” adlı kitabın yazarı Huntington’un “çatışmacı” projelerinin uygulandığı bir dünyadayız. Huntington nasyonalist kafa yapısıyla kimlerin eline silâhları tutuşturmamış ki… Özgürlüklerin genişletilmesinin barışı sağlayamayacağını savunan Huntington’un statükocu görüşleri, vicdanı paslanmış siyasetçiler için yol göstericiydi. Barış, hukukun üstünlüğü ve ekonomik özgürlük gibi değerlerin uluslar arası ilişkilerde işe yaramayacağını söylüyordu Huntington. İşte İsrail… Adı adıma, yüreği yüreğime, inancı inancıma benzeyen “benler”i katleden katil! Bugün İsrail vahşetini uluslar arası hukuk ya da ahlâk-vicdan açısından sorgulayabiliyor musunuz? “İsrail’in kimsenin onayına ihtiyacı yok. Bu konuda Amerikalıların ve Avrupalıların ne dediği beni ilgilendirmiyor. Kimsenin bize verecek ahlâk dersi yok” diyerek hukuk tanımaz sözleriyle İsrail İçişleri Bakanından cevabı alıveriyorsunuz. Hoş, Irak’ı işgal ederek İslâm’ın kutsal beldelerini yağmalayan, binlerce çocuğun kanına giren ABD, İsrail’e ne diyecekti ki!

“Mutluluk, hür bir ülkede, hür insanlar arasında, istediğin bir şey yapabilmektir” diyordu Goethe. Birilerinin benim adıma karar vermeye kalktığı, benden habersiz beni dönüştürmeye çalıştığı, seçtiklerime saygı göstermediği, ekmeğime kan doğradığı ülkemin bu fotoğrafıyla, Ergenokon kafalıların dünyayı kana buladığı bir dünya fotoğrafı bize mutluluk habercisi olabilir mi?

İki fotoğraf da aynı şeyi anlatıyor aslında. Mücadele devam ediyor. Alayı illiyyîn- esfel-i safilîn taraftarları arasında, bir hikmet çerçevesinde çatışmalar sürüp gidiyor. Asıl mutluluk fotoğrafı da buradan çıkıyor.

13.01.2009

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Kalabalıklarda yalnız kalmak



Şehir hayatının, insanları canından bezdirdiği malûm. Bu yönüyle şehir hayatı ‘zehirli bal’a benziyor. Köyde yaşayanlar ‘zor’luklar karşısında bıkarak; bir an önce şehirlere göçmek istiyor. İmkân bulunca da ilk fırsatta şehirlere göçüyor, taşınıyor. Fakat bu sevinç çok kısa sürüyor. Davulun sesinin uzaktan hoş gelmesi misali, insanları cezbeden şehirlerin gerçekte daha çileli olduğu kısa sürede anlaşılıyor.

Tabiî ki köylerden şehirlere göç, sosyal bir mesele. Sebepleri geçmişe dayanan, belki de önü alınamaz bir gerçek. Şehirlerde yaşamak ‘medenî’ olmanın şartı olarak sunuldu. İnsanların eğitim seviyeleri yükseldikçe de bu göç mecburî hale geldi. Bugünkü şartlar altında çocuğunu iyi eğitmek, lise ya da üniversitelerde okutmak isteyenlerin şehirlere göç etmekten başka yapabileceği bir şey yok. Pek çok köyde değil 8 yıllık ilköğretim okulları, 5 yıl eğitim veren ‘eski ilkokul’lar bile yok. En başta Karadeniz Bölgesi bu durumda. Alternatif olarak sunulan ‘taşımalı eğitim’ de bu konuda çare olamadı.

Pek çok meselede olduğu gibi bu konuda da uzun dönemli düşünememiş ve gerekli olan alt yapı çalışmalarını ihmal etmiş durumdayız. Hayvancılıkla uğraşmayı, tarlasını ekip biçmeyi, kısaca ‘çiftçi’liği hakir gördük. Eh, “Millet aya giderken, tarlada çalışmak, ‘Bir Türk dünyaya bedeldir!’lere yakışır mıydı? Hele hele, “Bir çırpıda 15 milyon genç...” marşını söyleyen ve söyletenlere ‘köylü’ olmak ve köylü kalmak yakışmazdı. Bu sebeple eli kaşık tutan herkesi şehirlere göç etmeye teşvik ettik. Bu yolla büyük şehirler kurduk, yüksek binalar da yaptık, fakat, şehirlere dâvet ettiğimiz insanların en tabiî insanî ihtiyaçlarını düşünmedik, planlamadık. Maddî ve manevî ihtiyaçlarının dışında, insanî ihtiyaçlar da ihmal edildi.

Bugün şehirlerde yaşayan hemen herkesin ortak bir şikâyeti var. O da, kalabalıklarda yalnız kalınması... Bütün apartmanlar, bütün sokaklar, bütün caddeler kalabalık; ama insanlar buna rağmen kendilerini yalnız ve kimsesiz hissediyor. Bunda da haklılar. Çünkü aynı apartmanda kalanlar bile neredeyse birbirlerine selâm verme imkânı bile bulamıyor. Beyler sabah erken saatte ‘ekmek parası’ peşinde koşarken, hanımlar da en iyi ihtimalle ev işlerini tamamlamanın telâşına düşüyorlar. (Dizi mahkûmları bahsimizin dışındadır.) Bu konudaki sıkıntı, tahminlerin de ötesindedir.

Geçen günlerde bir müftü efendi ile bu konularda sohbet etme imkânı bulduk. İstanbul’un bir ilçesinde müftülük yapan hocamız, yaşadığı sıkıntıyı şöyle ifade etti: “Yeni tayin olduğum için oturduğumuz apartmanda çok az kişiyi tanıma imkânım oldu. Kurban Bayramında kestiğim kurban etinden bir miktar konu komşuya göndereyim dedim. Ama kime, nasıl götürecektim? Kimin kapısını çaldıysak açan olmadı. Açan olsa bile ‘Acaba ne der?’ endişesi içimizi kapladı. Kapıcıya sorup yardım istedim. Kapıcımız, ‘Efendim, biz sadece kapıya kadar gider, siparişi bırakırız. Evde kim oturur, durumu nedir bilmeyiz’ dedi. Büyük şehirde yaşadığım ilk bayramda bu sıkıntıya şahit oldum. Komşum ne durumda? Yan apartman ya da yan mahalledeki insanlar ne durumda? Maalesef komşuluk çok tahrip olmuş. Bu kısır döngüyü kırmak, en başta ilâhiyatçılar olmak üzere hepimize düşüyor.”

Şehir hayatı, kalabalıkta yalnızlığı yaşamamızı netice veriyor. Bu hayalî duvarı aşmak nasip olur İnşallah.

13.01.2009

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Demokrat Partinin seyir defteri (5)



Demokrat Partiye karşı daha ilk günde başlayan yıpratma ve tahriklerin ardı arkası kesilmedi. 1960’a gelindiğinde Menderes’in erken seçimlere gidileceğini ve millet irâdesinin yenileceğini açıklamasına rağmen, darbe plânına devam edildi.

Bunun üzerine Başbakan Adnan Menderes, 13 Şubat’ta İskenderun’da muhalefetin “nifak cephesi” olduğunu söyledi. Yurt sathındaki olayları araştırmak için Meclis’te Tahkikat Encümeni Selâhiyet Kanunu çıkarıldı. İstanbul ve Ankara’da sıkıyönetim ilân edildi.

28 Nisan’da İstanbul Üniversitesinde hükümet aleyhinde gösteriler yaptılar. Olayların artması üzerine 29 Nisan’da her türlü toplantı, sıkıyönetimce yasaklandı. 2 Mayıs’ta İstanbul’da NATO Dışişleri Bakanları Konferansı başladı. 3 Mayıs’ta Kara Kuvvetleri Komutanı Gürsel, hükümeti uyarmak için Millî Savunma Bakanı Ethem Menderes’e bir mektup gönderdi.

5 Mayıs’ta bu kez Ankara’da öğrenciler “555K” koduyla Kızılay’da bir gösteri yaptı. Başbakan Menderes, büyük bir cesaretle kalabalığın şaşkın bakışları arasında göstericilerin arasına girdi; bazıları Menderes’in yakasına yapıştılar. “Hürriyet istiyoruz!” diye bağıranlara Menderes, “İşte Başbakan’ın yakasına yapışıyorsunuz, işte hürriyet!” diye cevap verdi. 21 Mayıs’ta Harp Okulu öğrencileri sokağa dökülerek hükûmet aleyhinde yürüyüş yaptı...

27 MAYIS; DEMOKRASİYİ

TAHRİP VE “MUVAZAA SİYASET”İ

Ve 27 Mayıs, ordu darbeyle yönetime el koydu. Millî Birlik Komitesi kuruldu, başkanlığına Gürsel getirildi; Başbakanlığı ve Millî Savunma Bakanlığını da üstlendi. Başbakan Kütahya yolunda tutuklandı. Cumhurbaşkanı ve bakanlar gözetim altına alındı.

29 Mayıs’ta çoğu Kara Harp Okulunda gözaltında tutulan 150 kişilik bakanlar ve Demokrat Parti milletvekilleri uçakla Yassıada’ya götürüldü. 30 Mayıs’ta “ihtilâl hükûmeti” kuruldu. 12 Haziran’da, MBK geçici Anayasa’yı kabul etti ve bir gün sonra MBK üyeleri açıklandı; 1961 seçimlerinden sonra “tabiî senatör” olarak Cumhuriyet Senatosuna geçtiler.

11 Temmuz’da idam cezasında yaş sınırı kaldırıldı ve hemen ardından Cumhurbaşkanı vatana ihânet suçuyla Yüce Divan’a verildi. 3 Ağustos’ta aralarında Genelkurmay Başkanının da bulunduğu 235 general ve amiral emekliye sevk edildi. 21 Ağustos’ta 3400 subay daha emekli edildi. 23 Ağustos’ta 400 polis emekli edildi, 600’ün üzerindeki emniyet mensubunun yeri değiştirildi.

1 Eylül’de DP’nin mallarına el konuldu ve 29 Eylül’de kapatıldı. 7 Aralık MBK Kurucu Meclis Yasasını kabul etti.

1961 Temmuz’unda Türkiye’nin AET’ye katılma teklifi reddedildi. Demokrat Partililer “demokrasinin Kerbelâsı” Yassıada’da yargılanırken 24 Ağustos’ta CHP’nin 14. Kurultayı yapıldı; İnönü yeniden genel başkan seçildi.

15 Eylül’de Yassıada Mahkemesi, kapatılan DP’nin 15 üyesi hakkında ölüm, 32 üyesi hakkında müebbet hapis cezası verdi. 16 Eylül; darbe cinâyetine cinayetler eklendi. Maliye Bakanı Hasan Polatkan ile Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu asıldı; ve 17 Eylül; Adnan Menderes idam edildi. 65 yaşını aşan Bayar ile öteki idam cezaları müebbede çevrildi...

Bütün bunlara rağmen onca baskı ve hileyle yapılan 15 Ekim 1961 seçimlerindeki çarpıtma ve zorlamalara rağmen CHP 173, AP 158, CKMP 65, YTP 54 milletvekili aldı. Yine de CHP, DP’nin yerine geçen AP’den ancak 15 milletvekili fazla çıkarabildi. AP, 70 senatörle Senatoda birinci parti oldu. CHP ancak 36, YTP 28 CKMP 16 senatörlük elde etti. 15 Kasım’da CHP-AP koalisyon hükümeti protokolü imzalandı; 30 Kasım’da, Ankara ve İstanbul’da sıkıyönetim sona erdi.

Maksat, Demokrat Parti’yi tasfiye etmek, en azından devre dışı bıraktırmaktı. Fakat millet “muvazaa siyaset”i kabul etmemişti. Bütün şaşırtmalara mukabil, ülkeyi demokratik bir zemine kavuşturan yegâne siyasî hareket olan Demokrat Parti’nin devamı partilere itibar etmekteydi.

DP’YE “NEFES

ALDIRMAYACAK” TERTİPLER…

Türkiye’nin maddî ve mânevî kalkınma hamlesi Adalet Partisi ve Doğru Yol Partisi ile devam etti. Barajlara barajlar, yollara otobanlar, fabrikalara fabrikalar, santrallere santraller kattı. Keban’a GAP ilâve edildi. Yıllar boyu yüzde 8 büyüme sürdü. AP’nin önü de muhtıra ve darbelerle kesildi. 27 Mayıs ihtilâli sonrasında olduğu gibi 12 Mart 1971 muhtırası ve 12 Eylül 1980 darbelerinin ardındaki ara dönemlerde de muvazaalı partilerle vesâyetli siyaset tezgâhı kuruldu.

Peşinden 12 Eylül darbesiyle kapatılan AP’nin yerine geçen Büyük Türkiye Partisine ancak 11 gün tahammül edildi, BTP İhtilâl Konseyi bildirisiyle kapatıldı. “1982 darbe anayasası”na ve siyasî yasaklara karşı demokratik mücadele veren DYP’nin seçimlere katılması engellenerek cezalandırıldı. Defalarca veto üstüne veto yedi.

Siyasî yasaklarla mücadelenin başını DYP çekti ve referandumla yasaklar kaldırıldı. Ne var ki 28 Şubat “postmodern darbe” sürecinde de en çok iktidar ortağı DYP mağdur edildi.

Kısacası Demokrat Parti’nin siyasî muârızları hep “akredite” edildi; DP ve devamı partiler baskılara mâruz kaldılar. Dünden bugüne “demokrat misyona nefes aldırmayacak” komplolar kuruldu.

“Yeter söz milletindir” diyen DP yüzde 57’lere varmıştı. Darbeyle yolunu kestiler. Bu dâvâyı devam ettiren, Türkiye’ye Türkiye’ler katan ve yüzde 54’ü aşan Adalet Partisi de darbeyle kapatıldı.

“Konuşan Türkiye” için mücadele eden, onca baskı ve vetoya karşı 1991’de yüzde 27 ile birinci parti olan DYP’yi önce yüzde 12’lere, sonraki seçimlerde yüzde 9.5’e ve nihâyetinde 5.4’lere düşürüp barajın gerisinde bırakılmasında hep bu tezgâh ve plân işledi.

Bugün Türkiye’nin darbelere, ara dönemlere, demokrasinin katledilmesine ve inkıtaa uğratılmasına karşı verdiği yiğitçe demokrasi, hak ve özgürlükler mücadelesi için DP alternatifine ihtiyacı vardır.

Demokrat Parti’nin 63 yıllık siyasî tarihinde olduğu gibi, yine bütün bu engelleri aşması, tuzakları boşa çıkarması, oyunları tersyüz etmesi gerekir. Zira DP’ye yeltenmelerle, fotoğrafını merhum Menderes’in resminin yanına yapıştırıp “muhâfazakâr demokratım” demekle demokrat olunmadığı görülmekte…

13.01.2009

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Ergenekon’da son durum



Ergenekon operasyonunda gelinen en son noktayı satır başlarıyla ifade etmeye çalışırsak şu tesbitlerin altını çizebiliriz:

Geçen Temmuz’dan önceki aşamalarda örgütle bağlantılı oldukları iddiasıyla gözaltına alınıp tutuklanan veya tutuksuz yargılanmak üzere bırakılan kişilerle ilgili dâvâ açıldı, sürüyor.

Meselâ Veli Küçük ve Doğu Perinçek tutuklu; İlhan Selçuk ve Kemal Alemdaroğlu tutuksuz.

Bugüne kadarki duruşmalarda, bazı sanıklarla ilgili olarak mahkemeden MİT ve Genelkurmay’a soru içerikli birçok yazı gitti ve galiba bir kısmının cevabı verildi. Ama nihaî netice her halde dâvâ karara bağlandığında ortaya çıkacak.

Bu arada, Yargıtay Ceza Genel Kurulunun, Danıştay saldırısı dâvâsını Ergenekon’la birleştirme kararı alması dikkat çeken bir gelişmeydi.

1 Temmuz’da gözaltına alınanlarla ilgili iddianame henüz hazırlanmış ve dâvâ açılmış değil.

Bunlardan Hurşit Tolon tutuklu; Şener Eruygur içerideyken başına gelen “şüpheli kaza” sonucu tahliye edildi, ama artık konuşamaz halde.

Yeni dalga, MGK’nın son asker kökenli genel sekreteri Tuncer Kılınç’la Harp Akademileri eski Komutanı Kemal Yavuz gibi iki emekli orgenerali, Genelkurmay eski adlî müşaviri Em. Tümg. Erdal Şenel’i, YÖK eski Başkanı Kemal Gürüz’le Yalçın Küçük’ü Ergenekon kapsamına soktu.

Böylece soruşturmada gözaltına alınan emekli orgenerallerin sayısı dörde çıktı. Bunlardan üçünün (Eruygur, Tolon ve Kılınç), Genelkurmay eski Başkanı Hilmi Özkök’ü, göreve geldiği andan itibaren baskı altına alıp sıkıntıya sokan beş komutan arasında adlarının geçmesi de ilginç (diğer ikisi Aytaç Yalman ve Çetin Doğan).

Kılınç’ın Ergenekon bağlantılarından birinin, Eruygur’u içerideki sanıklardan Ergün Poyraz’la tanıştıran kişi olmasından geldiği söyleniyor.

Kemal Yavuz ise Kıbrıs’taki gelişmelerin bazı generallerce darbe gerekçesi olarak görüldüğünün öne sürüldüğü günlerde, o dönemde Akşam gazetesinde çıkan yazılarından 11.2.2004 tarihli olanının sonuna düştüğü “İKAZ: Asker Kıbrıs konusunda hareketli!” notuyla biliniyor.

Bu iki emekli paşanın, albay, yarbay ve üsteğmen düzeyindeki bazı muvazzaf subaylarla darbe toplantıları yaptıklarına ilişkin haberler var, ama bunların ne derece doğru olduğu meçhul.

Ve Kılınç, Yavuz, Şenel ve de Gürüz serbest...

Operasyonun bir de firarî isimleri var.

Bunlardan biri, Jandarma Komutanlığı döneminde Eruygur’un en yakın elemanlarından biri olan, Ergün Poyraz’a verildiği söylenen çeklerin altında imzası bulunan Em. Tuğg. Levent Ersöz.

Bir diğeri, AKP’nin kuruluş safahatında Erdoğan’ın özel kalem müdürlüğünü yapıp bilâhare bir dönem AKP milletvekili olan Turan Çömez.

Son dalgada bunlara, mahkemedeki savunmasında “Evet, ihtilâlciyim; kuvvetim olsa ihtilâl yaparım” diyen tutuklu sanık Doç. Dr. Emin Gürses’in öğrencisi olduğu ifade edilen ve evinde ele geçirilen bomba, mühimmat, cephanelikle kendisinden söz ettiren kayıp yarbay eklendi.

Bakalım, Dalan da bu listeye dahil olacak mı?

Gelelim Susurluk’tan mahkûm olup, sağlık durumu gerekçesiyle Sezer tarafından affedilen özel harekâtçı İbrahim Şahin’e. Geçirdiği ağır trafik kazasından sonra hafıza kaybına uğradığı da belirtilen Şahin’in Ergenekon kapsamına alınıp, Ankara’daki kazılarla ele geçirilen silâhlar ve ilâveten suikast listesi bağlamında ağır ithamlara hedef yapılması acaba ne anlama geliyor?

Umarız, işin Ergenekon ayağını sık sık rahatsızlanıp hastaneye kaldırılan Veli Küçük’e, Susurluk ayağını da âhı gitmiş vâhı kalmış İbrahim Şahin’e yıkarak dosyayı kapatma gibi yeni bir taktik manevra ile karşı karşıya değilizdir...

Ergenekon’un, evvelce yarım bırakılan Susurluk’la bağlantısının kurulması önemli, ama işin bundan sonraki seyrini Şahin üzerinden Susurluk’a kaydırıp diğer bağlantıların peşini bırakma gibi bir tezgâh varsa, buna meydan verilmemeli.

13.01.2009

E-Posta: [email protected]




Fatma Nur ZENGİN

Eid Saeed*



Aralık ve Ocak ayları, bu sene (ve de artık geçen sene) Mısır’da tam anlamıyla festival ayları olarak geçen aylar. Hatta Mısır’a gelen turistleri gümrük kapısında “Mısır’da kutlamalar” adı altında rehber kitapçığı karşıladı bu dönemde. Kurban Bayramı ile başlayan kutsal günleri sırasıyla Katolik Noeli, Milâdî yılbaşı, Hicrî Yılbaşı, Aşure Günü ve 7 Ocak Koptik Noel (Ortodoks Noel) ile devam eden kutlamalar takip etti.

Bu üst üste gelen kutlamalar, Mısır’ın çok dinli ve çok kültürlü, aynı zamanda hoşgörülü boyutunu da ortaya çıkarıyor. Her yer ışıl ışıl. Camiler, kiliseler, sokaklar, caddeler, oteller… Herkes birbirine mutlu bayramlar mânâsına gelen “Eid Saeed” diyor. Bu bazen o kadar garip bir hal alıyor ki, konuştuğunuz herkesin dinini anlayamadığınızdan dolayı, farklı dinden olan insanlara, yanlış zamanlarda kutlamalar da yapabiliyorsunuz. Ben çok rahat bir şekilde karşımdakine “Senin dinin ne?” sorusunu yöneltemediğimden, bayramlarını tebrik etmeyi unuttuğum Müslüman arkadaşların yanı sıra, Kurban Bayramlarını tebrik ettiğim Hıristiyan arkadaşlar olduğunu da anladım. Ama herkes birbirine hoşgörülü ve anlayışlı yaklaştığından bir yanlış anlama da olmadı.

Bütün bu kutlamalar hızla devam ederken, Mısır’da bütün marketlerde alkol satışı yasak olduğundan dolayı, hiç alkollü içki alan kişiye de rastlamadım. 31 Aralık günü, bazı işlerimi halletmek için dışarıdaydım. Banka, faturalar, v.s. derken, köşedeki her zaman boş olan tekel bayiinin önünde hıncahınç bir kalabalık gördüm. İnsanlar bir yandan birşeyler alabilmek için birbirleriyle mücadele ediyorlardı, öte yandan tekel bayiine kasa kasa içkiler geliyordu. Ben ilk etapta Mısır’da daha önce hiç rastlamadığım bu görüntü karşısında şaşkına döndüm. Bir yandan iki gün önce İsrail’i protesto eden ve Filistin halkı için bir araya gelen Mısır halkı, öte yandan yılbaşı akşamı içki alabilmek için birbirini ezen Mısır halkı… Tabiî bir yandan bizi Türk oluşumuz itibariyle Türkiye’nin İsrail politikasından dolayı hâlâ suçlayan Mısırlılar da yok değil. İnsan yabancı olmanın verdiği bazı duygulardan dolayı her zaman tartışamadığı bu hassas mevzularda kendi ülkesini bile savunamazken, Türk dizilerini sabah akşam kendi kanallarında izleyen ve Türklerin alkol almasını tasvip etmeyen Mısırlıların oluşturduğu uzun tekel kuyrukları da birbirleriyle çelişen görüntüler oluşturmaktaydı. Tabiî ki bütün Mısırlıları tek bir kategori altına sokmak doğru değil. Her yerde olduğu gibi Mısır’da da “öyle düşünen” ve “düşünmeyen” insanlar mevcut.

Bütün bu bayram ve kutlamaların genellikle güzel bir atmosferde geçtiği bu günler, biz öğrenciler için imtihan zamanının habercisi. Ben de yoğun geçecek olan imtihan dönemimden dolayı bir-iki hafta boyunca yazılarıma ara vermek zorunda kalacağım. İmtihanlardan sonra İsrail’in Filistin’e saldırmaktan vazgeçtiği, insanların bir ihtimal daha duyarlı hale geldikleri bir ortamdan yazılarda kaldığımız yerde görüşebilmek ümidiyle…

*Arapçada “mutlu bayramlar” anlamına gelmektedir.

13.01.2009

E-Posta: [email protected]




Ali OKTAY

Çocuklar ve müzik



ÇOCUĞUN gelişiminde müziğin etkileri ile ilgilenen uzmanlar önemli tesbit ve tavsiyelerde bulunuyorlar. Bu tavsiyelere anne ve babaların kulak vermesinde büyük fayda var. Bakınız meselâ Gaziantep Rehberlik Araştırma Merkezi Müdürü Erdal Albayrak, çocukların doğuştan gelen özel kabiliyetleri doğrultusunda müzik aletlerine de ilgi duyabileceklerini söylemiş. Çocukların 2 yaşından itibaren müzik aletleriyle oynamaya başladıklarını ifade eden Albayrak çocuğa müzik aletlerine eğimli olduğu fark edildiğinde yardımcı olunması gerektiğini vurgulamış. —Kendi çocukluğuma gidiyorum bir an. Ortaokul yıllarında iken saza ilgi duymuştum. Aileme bu isteğimi ilettiğimde çok da sıcak bakılmamıştı. Lise son sınıfta bir saz alıncaya kadar içimdeki bu hevesi bir türlü kıramamıştım. —Neyse devam edelim. Çocuğun müzik aletlerine ilgisinin basit müzik aletleri verilerek desteklenmesini, anne ve babaların öncelikle çocuğa bir çıngırak alarak ilk müzik aletini kullanmasını sağlayabileceklerini de ekliyor Erdal Bey. Çocuklar nefesli müzik aletlerini kullanarak nefes almayı vurmalı müzik aletlerini kullanarak da ritim kavramını geliştirirler. Küçük çocuklar evde anne baba ne tür müzik dinlerse o müziği dinlemek zorunda olduğu için dikkatli olmak gerektiğini de sözlerine ilâve etmiş. Çok da önemli bir konu aslında bu. Kendimize bir bakalım evde, arabada ne tür müzik dinliyoruz acaba. Arabesk, pop, san'at müziği, tasavvuf müziği hangisi. Hakikaten çocuğun zekâsı çok taze olduğu için çevrede duyduğu her sesi, tanıyor, ayırt ediyor. Değerli dostlar aman dikkat. Ne çıkar bundan da demeyelim lütfen.

GÖNÜLDEN DİLE

“Mide için lokma neyse dimağ için fikir de odur. Hepsi beslemez bir kısmı sıhhate dokunur ve bazıları zehirler.”

CENAP ŞEHABETTİN

TARİHTEN

BİR YAPRAK

“MÛSİKÎ-İ Osmanî Mektebi Ders Nazırı ve Heyeti Umumiye Muallimi İsmail Hakkı Bey tarafından gönderilmiştir:

Musavver Hale Gazetesine ihda ettiğim şu eserin iki büyük kıymeti vardır: Birincisi büyük padişahlarımızdan Sultan Beyazıd-i Veli Hazretlerinin ahlâfına bir yadigârı olması ikincisi de (Farabi) ile hemasır bulunan padişahın eseri olmak itibarıyla Türk Kavminin Fenn-i Mûsikideki muvaffakiyetlerine mebde teşkil etmiş bulunmasıdır.

Padişah-ı muşarünileyh Hazretlerinin müessir asarı da sırası geldikçe ve huruf-i Heca tertibiyle gönderilecektir. Hale.

Aynen dercettiğimiz bu varaka ile peşrev ve semai hakkındaki mütalâamızın gelecek nüshamızla Vazülenzar Karin okunması mukarrerdir.

BİR BESTE

Ateş alevde değil asıl közde gizlidir!

Ateş alevde değil asıl közde gizlidir.

Güzellik gözde değil, asıl özde gizlidir.

Rengi değil gözlerin bakışıdır mesteden

Gözden kalbe süzülüp akışıdır mesteden

Nağme gönlün eseri sanma sazda gizlidir.

Bestenin güzelliği önce sözde gizlidir.

Güzel sözün gönülden çıkışıdır mesteden

Dudaktan kalbe gidip yakışıdır mesteden.

Beste : Özgen GÜRBÜZ

Güfte : Hüsamettin OLGUN

Makam: Nihavend

13.01.2009

E-Posta: alioktay@alioktay. net




Hüseyin EREN

Cansız camlar



amdan ekranda, canlı yayın Gazze’deki cansız bedenlerin düşüşünü izlerken, diğer taraftan da borsa haberlerini, döviz dalgalanmalarını alt yazı olarak okuyoruz… Tersi de olabiliyor Filistin’de ölenlerin sayı 800 bilmem kaç olduğu alt yazıda geçerken üstte ekonomiden, krizden, geçimden konuşuyoruz… Bir de buna onuncu bir dalga eklendi; Ergenekon…

İzlemeye varmısınız, yok musunuz? Yokum diyebilir misiniz, Acun’u seyrediyor olsaydınız “yokum” dediğinizde bir alkış tufanı tutardı ki sormayın; sanki kahraman oldunuz, sanki kötüleri defettiniz, sanki masumları kurtardınız, sanki yeryüzüne barış getirdiniz…

Ne acayip ve garaip günlerden geçiyoruz, bu günlerden ne günlere geçeceğimiz de belli değil; belli olan fert ve dünya olarak bilinmezlere gittiğimiz… Çelişkiler, çatışmalar, çarpışmalar; hep benlik üstüne, hâkimiyet üstüne, güç üstüne, üstünlük üstüne, haz üstüne, daha fazla zevklenmek üstüne, dünyayı yutma üstüne; dünyayı, dünyaları yakma pahasına olsa da… En küçük daireden en büyük dünya dairesine, dönüş aynı minval üzere; içimizin en içindeki düşman, dışımızın en dışındakiyle aynı paralellikte yürüyor...

İnsan, yerin hangi yerinde, zamanın hangi zamanında yaşarsa yaşasın, yine insan… Firavun, saltanatının gitmesi korkusundan yeni doğan on binlerce çocuğu öldürtmüş; aynı kafa aynı zihniyet aynı anlayış bugün Filistin çocuklarını katlediyor… Medeniyetmiş, Birleşmiş Milletlermiş, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesiymiş; kâğıt üstünde ve duvarlara asılan tabelâlardan ibaret; insanlık yakılırken ve yıkılırken bir şey yapmıyorsanız ne işe yararsınız?

Efendim, fazla duygusal olmayalımmış; duygusuzluklarından çocuk canları canice öldürenlere sesimizi çıkarmayalım mı, tarafsız mı kalalım zalimle mazlûm arasında, aklımızdan istifa mı edelim, vicdanımızı konuşturmayalım mı, vicdansızlara karşı? Bütün Yahudiler kötü değildir, fakat zalim olan bütün Yahudiler—aynı zihniyette bütün insanlar—zulmünün karşılığını almalı ki masumların hakkı korunmuş olsun; bunda sonuna kadar duygusalız, sonuna kadar aklımızla hareket ediyoruz, sonuna kadar kalbimiz aklımızla beraber vicdanın yanında…

Çocuk canlar cansız yere düşerken önce düştüğü yeri, sonra bütün vicdanları yakıyor; dünya alev alev yanıyor… Gönül derinliğinden coşup gelen gözyaşlarından oluşan denizden masumlar geçecek de, bilmiyorum firavun bozuntuları ne yapacak, dünya görecek…

Camdan öte biraz da candan bakabilmek hadiselere, olaylara; kendi aynamızda kendimizi seyretmek alt yazısız ve yorumsuz, içimizde, evimizde, ülkemizde, dünyada, karanlığa karşı ışık yakabilmek… Kötülükten men etmek iyiliği emretmek; insan olmak, insan onurunu korumak, insan ölmek, kolay mı ki?

13.01.2009

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Gençliği anladığımız an



“Gençliği anlamadığımız an, dünyadaki işimiz bitmiş demektir” der George Mc Donald.

Azgın akan sel gibidir gençlik. Bir barajla o sel kanalize edilirse, faydalı hâle gelir.

Bu demektir ki enerji yüklü gençliğin yetenek ve duyguları iyiye, güzele, faydalıya kanalize edilmeli. Aslında bu, bütün insanlığı iyiliğe yöneltmek kadar önemli bir iştir. Alman düşünür Leibniz, “Gençliği iyiye yönelten, insanlığı iyiye yöneltir” derken bu gerçeğe parmak basar.

Bundan sadece genç değil; aile, toplum ve insanlık fayda görür.

Asıl olan gencin bunun bilincinde olup adımlarını ona göre atmasıdır.

Geçmişini, geleceğini bilerek adımlarını atan genç toplumun sigortasıdır, en büyük güven unsurudur, yükselişin teminatıdır.

Sonsuz mutluluğu yakalamaya kendini endeksleyen genç bu sırrı keşfetmiş demektir.

Başarılı, erdemli, hedefini, gayesini bilen gençler göğsümüzü kabartırken gençlik gibi paha biçilmez bir sermayenin değerini bilmeyip onu hoyratça harcayan gençler de bizi üzüntüye boğar.

İşte gençliği geleceğe hazırlamak, onları çalışkan, küçüğünü, büyüğünü bilen; inanç, sevgi, saygı ve ideal dolu olarak yetiştirmek onlara yapılabilecek en büyük iyilik; gencin, ailenin, toplumun ve milletin geleceğini kurtarmak demektir.

Yıkıcı, anarşi ve terörün kucağına düşmüş, insaniyet nedir bilmeyen, hem kendine, hem çevresine zararlı felâket yüklü gençler hiç şüphesiz günümüzü ve geleceğimizi karartıyor.

Gençlerin bu duruma düşmemeleri için gerekli çalışmaları yapmak, çabaları harcamak noktasında neler yapıyoruz?

Cumartesi günü Oğuz kardeşimizin dâveti üzerine gittiğimiz Kırklareli’nde idealist gençleri görünce göğsümüz kabardı. En önemli yatırımın gençliğe yapılan yatırım olduğunu bir kere daha anladık. Asıl ve temel hizmetlerden biri bu.

Demek gençlik hiç ihmale gelmiyor.

Gençliği anladığımız gün daha iyi günlere lâyıkız demektir.

13.01.2009

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Dünya gözüyle Allah'ı görmek



Vahdettin Bey: “Ahmed b. Hanbel’in, rü’yasında Allah’ı gördüğünü, Allah’ın kendisine Kur’ân okumasını emrettiğini söylüyorlar. Bu sahih midir? Sahihse nasıl olur? Oysa biliyoruz ki Allah’ı yalnız Peygamber Efendimiz (asm) mi'racda görmüş; Hazret-i Mûsâ da (as) kelâmına mazhar olmuş!”

Cenâb-ı Allah’ın (cc) müşâhede edilmesi ve görülmesi mü’minlere dünyada değil; Cennette vâkî olacağı müjdelenmiştir. Dünyada ise Mukaddes Varlığı ilimle öğrenilir, bilinir, îman ve ibâdet edilir. Dünyâda gaybî olarak O’nun varlığına ve birliğine îman eden, İnşaallah âhirette O’nu görmeye hak kazanmıştır.

Dünyâda Cenâb-ı Hakk’ın künh-ü Zâtını görmek ise sahip olduğumuz gözler ile imkân dışıdır. Çünkü gözlerimizin görme özelliği, boyutu, eb’adı, çapı, görüş ufku ancak yaşadığımız âlemdeki maddî ve cismânî şeyleri görebilecek mâhiyettedir. Çıplak bir görüşle güneşe bir süre baktığımızı farz etsek gözlerimiz kamaşmakta; daha da ilerisi, kör olma tehlikesiyle yüz yüze gelmekteyiz. Güneşin aydınlığını ve nûrunu görmekten âciz kalan gözlerimizin, daha dakîk ve daha lâtîf nûrânî varlıkları, meselâ cinleri, melekleri ve rûhânîleri ise tamamen göremediğini biliyoruz.

Şu halde “şiddet-i zuhûr” sâhibi bir Varlık olarak bütün zaman ve mekânı kuşatmış olan, yani varlığının ve–tâbir câizse—ortada oluşunun şiddetinden dolayı gözlerin kamaşmış bulunduğu1 Vâcip Teâlâ’yı dünya gözlerimizle aslâ göremeyiz, göremediğimiz için gözlerimizi ne körlükle ve ne de basîretsizlikle itham edemeyiz. Cenâb-ı Hakk’ın kelâmı bu konuda tereddüde yer vermeyecek ölçüde nettir: “Gözler O’nu göremez! O ise bütün gözleri görür. O Latîf’tir, Habîr’dir”2

O’nu görmek isteriz tabiî ki. Âhirette O’nun müşâhedesine doyamayacağımızı sahîh haberlerden öğrendikçe içimizi derin bir haşyet ve muhabbet kaplıyor. Bu rü’yet lütfu ise âhiret için tebşîr edilmiştir ve İnşaallah bütün ehl-i îmâna O’nun rü’yeti Cennette nasîp ve müyesser olacaktır.

Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâm Tûr-ı Sînâ’da Cenâb-ı Hakk’ın kelâmına mazhar olurken O’nu rü’yete, yani görmeye şiddetli bir iştiyâk duyar ve bu iştiyâkını aynı şiddet ve niyâzla hemen O’na iletir. Ancak kelâmına mazhar olan bir Peygamberin, mazhariyet ânında bile O’nu görmesi mümkün olmaz! Allah’ın kelâmından dinleyelim: “Rabb’i onunla konuşunca, Mûsâ: ‘Rabbim, bana kendini göster, Sana bakayım!’ dedi. Allah: ‘Sen beni aslâ göremezsin! Ama şu dağa bak, eğer o yerinde kalırsa sen de beni görürsün!’ buyurdu. Rabbi dağa tecellî edince onu yerle bir etti. Ve Mûsâ baygın düştü. Kendine gelince, ‘Yâ Rabbi, Sen Münezzehsin! Sana tevbe ettim! Ben iman edenlerin ilkiyim!’ dedi.”3

Burada; rü’yete mazhar olamayan bir Peygamber’in, rü’yet talebinden sonra söylediği sözler gayet dikkat çekicidir: Allah’ı tesbih ve tenzih ediyor; tevbe ediyor ve îman edenlerin ilki olduğunu beyan ve ikrar ediyor. Yani tam bir “mü’min” sıfatını yansıtan ve gösteren ifâdeler. Bu, bizim dimağımıza şu hakîkatı perçinliyor: Dünyâda îmân! Peygamber için de, ümmet için de! Âhirette ise İnşaallah rü’yet!

Peygamber Efendimizin (asm) Mi'racda Cenâb-ı Hakk’ın kelâmına ve rü’yetine mazhar4 oluşu ise, eşsiz bir hâdisedir ve sırf O’na mahsustur. Seyyid’ül-Enbiyâ oluşu, Hâtem’ül-Enbiyâ oluşu, Fahr-i Kâinât ve Ferîd-ü Kevn-ü Zaman oluşu hiç şüphesiz, Resûlullah Efendimizin (asm) mi’racda bütün ümmeti, bütün sâlih kullar ve bütün hayat sahibi varlıklar adına Cenâb-ı Hak ile görüşmesini ve mülâkatını gerekli kılmıştır.

Allah’ı rü’yâda görmekle ilgili bir takım sâlih insanlar hakkında gelen rivâyetlere gelince; bu tür rivâyetleri ne inkâr etmeli, ne de fevkalâde büyütmeli! Allah’ın künh-ü Zâtını gözler göremediği gibi, rü’yâda rûhen görmek de imkân dışıdır.

Ancak bir lütf-u ilâhî ve bir rahmet eseri olarak Cenâb-ı Hakk’ın, kulunu, rü’yâsı içinde, binler perdeler gerisinden bir isminin veyâ bir sıfatının nûruna mazhar kılması mümkün ve vâki olabilir.

Dipnotlar:

1- Bedîüzzaman, Lem’alar, S. 351

2- En’âm Sûresi, 6/103

3- A’râf Sûresi, 7/143

4- Sözler, S. 518

13.01.2009

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Sultanahmet'te direniş mitingi



Mondros Ateşkes Antlaşmasının ardından Çanakkale Boğazından geçerek İstanbul Limanlarına gelip demirleyen İngilizlerin öncülüğündeki yetmiş parçalık işgalci donanması, karaya asker çıkararak önceden sinsice hazırlamış oldukları işgal planlarını adım adım tatbik sahasına koymaya başladılar. Sadece İstanbul'u değil, Anadolu'nun muhtelif bölgelerini de aynı sinsilik içinde yürüttükleri hareketlerle işgale yöneldiler.

Buna paralel ve bununla eşzamanlı olarak gelişen bir diğer hareketlenme ise, Trakya ve Anadolu'da peşpeşe Redd–i İlhak ve Müdafaa–i Hukuk–u Milliye Cemiyetlerinin kurulmasıdır. Bu cemiyetler, bir yandan millî birliği canlandırmaya çalışır ve bu maksatla neşriyat yaparken, bir yandan da muhtemel cephe savaşlarında bulunmak üzere ciddî hazırlıklara başladı.

Bu arada, İstanbul ahaliside boş durmadı. İstanbul'da kurulan işgal ve ilhak karşıtı cemiyetler, Anadolu'daki direniş hareketlerini desteklemeye, onları gizlice silâh ve mühimmatla donatmaya çalışırken, bir yandan da şehirde mukim ahaliyi de işgale karşı bilinçlendirmeye yöneldi.

1919 yılı Mayısında başlayan ve dört kez tekrarlanan meşhûr "Sultanahmet Mitingleri" işte daha evvel yapılan bu alt yapı çalışmasının bir neticesi olarak vücuda geldi.

* * *

On binlerce İstanbul'lunun iştirak etmiş olduğu ilk Sultanahmet Mitingi, 23 Mayıs 1919'da gerçekleştirildi. Bu mitingin en büyük muharrik sebeplerinin başında 15 Mayıs günü İzmir'in Yunan kuvvetleri tarafından işgal edilmesiydi. Tâ 9 Eylül 1922'ye kadar sürüp gidecek olan bu işgal hareketi, haliyle İzmir'le sınırlı kalmadı. İzmir ve yakın çevresinin ardından Kütahya, Afyon, Bursa ve Eskişehir gibi Batı Anadolu şehirlerinin hemen tamamına yayılan bu işgal hareketi, 1921 yılı başlarında Ankara sınırına (Polatlı) kadar gelip dayanacak bir vaziyet aldı. Ki, asıl kırılma ve ric'at da bu noktada başladı.

İşgal hareketi ilerledikçe, İstanbul'daki mitingler de tekrarlandı. Halk pes etmiyor ve direndikçe direniyordu...

Üç–dört yıl kadar süren İstanbul'un işgali günlerinde yapılan ikinci büyük mitingin tarihi 30 Mayıs 1919. İngiliz yönetimindeki İşgal Yüksek Komiserliği, bütün kuvvetiyle çalışıp aydınları, dindar kimseleri ve halkı yanına çekmek istediği halde, bu maksadını bir türlü hasıl edemedi.

Bir yandan Kürdistan Teali Cemiyeti, İslâm Teali Cemiyeti, İngiliz Muhibban Cemiyeti gibi suret–i haktan görünen cemiyetlerin faaliyetleriyle farklı kesimleri kendi tarafına çekmeye çalıştığı halde, yine de tam muvaffak olamadı ve Sultanahmet'te yapılan protesto mitinglerinin önüne geçemedi. Nitekim, aynı meydanda 10 Ekim 1919 günü yapılan üçüncü büyük mitingle işgal hareketi kınanırken, Anadolu'daki Kuva–yı Milliye hareketi alkışlandı ve muvaffakiyeti için duâlar edildi.

Peşpeşe gelen ve her defasında daha da kalabalıklaşan Sultanahmet Mitinglerinin en büyüğü—ki, yaklaşık 150 bin kişinin katıldığı tahmin ediliyor—13 Ocak 1920'de gerçekleştirildi.

İleride İstiklâl Marşını Meclis'te okuyacak olan Hamdullah Suphi (Tanrıöver), Şair Selim Sırrı (Tarcan), Halide Edip (Adıvar), Dr. Rıza Nur ve M. Emin Yurdakul gibi edip, şair ve hatip şahsiyetlerin iştiraki ve halka hitap etmesiyle, coşkunun had safhaya çıktığı bu son miting, işgalcileri o derece kızdırdı ve gözlerini korkuttu ki, onları yeni bir mitingin yapılmasına tahammül edemez bir hale getirdi.

Nitekim öyle oldu. Uygulamış oldukları baskının şiddetini yaklaşık iki ay boyunca sürekli arttıran işgalciler, İstanbul'daki mücadelenin kansız ve silâhsız bir şekilde yapılıyor olmasının önüne geçmek ve kitleleri tahrik ederek işgallerini bir katliâma dönüştürmek için bahane aradılar ve sonunda bir karakolumuza gece vakti baskın düzenleyerek birçok askerimizi vurarak şehit ettiler.

Maksatları, aynı tarzda bir mukavemetin ortaya çıkmasıydı. Ancak yanıldılar. Çünkü, sivil yerleşim bölgesindeki mücadelenin silâhla değil, fikir ve iman kuvvetiyle yapılmasının daha isabetli olacağı düşüncesini önceden fark edemediler.

Bu yüzden, beklentileri boşa çıktı. Onlara, ne muhibbanların, ne de teâlicilerin bir faydası dokundu. Çünkü, halkın nezdinden ciddi bir taraftar kitlesi bulamadılar. Ortalığı ve kan ve silâhlar bulandırmaya muvaffak olamayınca, yüzlerindeki maske düştü ve 1922'de İstanbul'u terk etmeye mecbur kaldılar.

İstanbul ve İzmir'in işgaliyle başlayan Sultanahmet Mitingleri, o güne kadar eşine rastlanılmayan coşkun kalabalıklara sahne oldu. İlk miting, İzmir'in Yunanlılar tarafından işgal edilmesinden hemen sonra, 23 Mayıs 1919'da yapıldı. Bunu 30 Mayıs 1919 ve 10 Ekim 1919'da yapılan ikinci ve üçüncü mitingler takip etti. Dördüncü ve en büyük miting ise 13 Ocak 1920'de yapıldı. Bu tarihten sonra baskıyı olabildiğince şiddetlendiren İngilizler, 16 Mart'ta Şehzadebaşı Karakolunda işledikleri kanlı cinayetin ardından, posta, telgraf, matbuat, hükümet ve parlamento binası dahil işgal edilmedik bir tek yer bırakmadılar. Bu ağır şartlar altında artık miting yapmanın imkânı da kalmamış, hatta Meclis'in faaliyet yapma imkânı dahi kalmamıştı.

13.01.2009

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Kadınları sokağa değil, okumaya ve üretime çağırmalı



adın sosyal hayata katılmayacak mı? Eskiden Müslüman hanımlar sosyal hayatın içinde idi?

Elbette, meşrû zeminlerde, meşrû çerçevede katılabilir. Ama, siyaset dünyasında bunu muhafaza etmek ne derece mümkün? Kaldı ki, bugünkü zedelenmiş İslâm ahlâkı içinde, erkekler bile izzet ve ahlâkî değerlerini muhafaza edemiyor! Nerede kaldı ki, bu çarpık yapılanmada, hislerin son derece kaygan olduğu siyaset dünyasında...

Dolayısıyla, kadınları, hatta erkekleri dünyaya ve sokağa çağırmaya gerek yok. Teşvik etmeye hiç ihtiyaç yok. Zira, zaten nefis boyutumuz da olduğundan buna meyyal ve teşneyiz.

Öte yandan, artık bütün dünyada evde üretim teşvik görmeye başladı. Hatta, üniversite eğitimi de evde yapılmaktadır. Memurlar da işlerini evden yürütecekler. Kitle iletişim vasıtıları, özellikle bilgisayar ve internet yaygınlık kazandıkça, üretim evlerde yapılacak…

Öyle ise, “Kadınlar evlerinden sokağa çıkıp sosyal hayata katılmaları gerekir!” saçma-sapan bir düşüncedir… Şimdi iliklerimize kadar hissedeceğimiz şu sese kulak verelim:

“Zanneder misin ki Müslümanlar dünyayı sevmiyorlar veyahut düşünmüyorlar ki fakr-ı hâle düşmüşler; ve ikaza muhtaçtırlar, tâ ki dünyadan hissesini unutmasınlar?

“Zannın yanlıştır, tahminin hatadır. Belki hırs şiddetlenmiş; onun için fakr-ı hâle düşüyorlar. Çünkü mü’minde hırs sebeb-i hasârettir ve sefalettir. ‘Hırs gösteren kaybeder!’ durub-u emsâl hükmüne geçmiştir.

“Evet, insanı dünyaya çağıran ve sevk eden esbab çoktur. Başta nefis ve hevâsı ve ihtiyaç ve havassı ve duyguları ve şeytanı ve dünyanın surî tatlılığı ve senin gibi kötü arkadaşları gibi çok dâileri var. Halbuki bâki olan âhirete ve uzun hayat-ı ebediyeye dâvet eden azdır. Eğer sende zerre miktar bu biçare millete karşı hamiyet varsa ve ulüvv-ü himmetten (yüksek gayret ve yardımdan) dem vurduğun yalan olmazsa, hayat-ı bâkiyeye dâvet eden azlara imdat etmek lâzım gelir. Yoksa, o az dâileri susturup çoklara yardım etsen, şeytana arkadaş olursun.” 1

Öte yandan bu milletin fakirliği dinden kaynaklanan bir zühd ve takvadan kaynaklanmıyor. Bilâkis, dinî meseleleri yaşamamasından kaynaklanıyor. Yani, tevekkülü ve kanaati yanlış anlamasından kaynaklanıyor. Tarih şahit: Müslümanlar İslâmiyeti anladıklarında, yaşadıklarında dünyanın en modern, en müreffeh, en hakperest, en âdil, en zengin, en yardımsever toplumları olmuşlardır. Örnek mi istersiniz: İşte Asr-ı Saadet. O çapulçu, bedevî, hırsız, dolandırıcı, birbirinin kanını döken, hatta kızlarını diri diri gömecek kadar vahşetteki insanlar, en âdil, en hakperest, en şefkatli, en merhametli insanlar olmuşlardır. İşte Endülüs Emevî, işte Osmanlı… Osmanlı’da yükselme Fatih Sultan Mehmet ile başlar, Kanuni Sultan Süleyman ile son bulur. Şeriatın, dinin en çok yaşandığı devre de, o devredir. Demek ki, fakr u zaruret, dindarlıktan veya sokağa çıkmamaktan değildir…

Evet, Müslümanların fakirliği dinlerinden kaynaklanmıyor… Çin ve Hintteki Mecusî ve Berâhime ve Afrika’daki zenciler gibi, Avrupa’nın tasallutu (musallatı ve sömürüsü) altına giren milletler bizden daha fakirdirler? Hem görmüyor musun ki, zarurî kuttan ziyade Müslümanların elinde bırakılmıyor? Ya Avrupa kâfir zalimleri veya Asya münafıkları, desiseleriyle ya çalar veya gasp ediyor…2

Öyle ise, milleti sokağa, oyuna, eğlenceye değil, bilâkis mânevî değerleri anlamaya, özümsemeye, benimsemeye ve yaşamaya teşvik etmelidir. Müslümanların yükselme dönemlerindeki eğitim sisteminde iman temel ders olarak ele alınır, tefekkür ve ibadetlerle pratiğe geçirilerek detaylı bir şekilde işlenerek özümsenirdi.

Tahkikî iman elde edildiğinde hayatın her katmanında, her safhasında, her söz, fiil ve davranışta tezahür eden bir sır olur. Ve o iman sahibi, kâinata meydan okuyabilir!

Dipnotlar: 1- Lem’alar, s. 126.; 2- A.g.e.

13.01.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır