"Gerçekten" haber verir 16 Ocak 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Suna DURMAZ

Şanlı fetihe doğru...



—Dünden Devam—

Kudüs’ün tekrar fethedileceğine yürekten inanan Musul atabeyi İmadeddin Zengi ulemanın fetih için başlatmış olduğu irşad hareketine candan destek veriyordu. İslâm’ın ilk kıblesini Allah’ın düşmanının kirli ellerinden kurtarmak için Rabbine söz vermişti. Ancak ömrü bu sözünü yerine getirmeye yetmemiş, şanlı fethi görmeden 1146 yılında vefat etmişti.

“Mü'minler içinde Allah’a verdikleri sözde duran nice erler var. İşte onlardan kimi sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimi de (şehitliği) beklemektedir. Onlar hiçbir şekilde (sözlerini) değiştirmemişlerdir. (Ahzab Sûresi 23. âyet)”

Fetih hayâliyle büyüyen ve ata mirası olarak zafer sancağını devralan Nureddin Zengi, babasının başlatmış olduğu Suriye Beyliklerini bir sancak altında toplama politikasını başarıyla yürüterek bölgenin tek hakimi oldu. Zengi’nin ihlâslı bir kumandan olduğunu gören Şam halkı, Emir Muiniddin Üner’in vefat etmesiyle şehrin anahtarlarını kendi rızalarıyla Nureddin Zengi’ye teslim ettiler. 1154’de Şam’a giren Zengi, fetih yolunda çok büyük adım atmış oluyordu. Akıllıca güttüğü birlik siyaseti neticesinde, kısa zamanda Zengi devletinin sınırlarını Fırat'tan Ürdün’e kadar uzattı.

Bu arada, Mısır’daki Fatımî Devleti de iyice zayıflamıştı. Koltuk çekişmesi yüzünden komplolar peşpeşe geliyordu. Bu durumda devletin Haçlılara yem olması işten bile değildi. Fatımî Devleti’nin böyle korkunç bir akıbete düşmesini istemeyen Halife, isyanları durdurabilmesi için Nureddin Zengi’den kendisine yardım etmesini istedi. Bu talebi geri çevirmeyen Zengi, Şirkuh ve Selâheddin Eyyubî komutasındaki birliği Mısır’a gönderdi. İç kargaşalığa son veren Şirkuh, Fatımî Halifesi Adud tarafından vezir olarak tayin edildi. Şirkuh’un 1169 da vefat etmesiyle görevi Selâhaddin Eyyubî aldı. Ve isyanları bastırarak kısa zamanda Mısır hakimi olmayı başardı. Halife Adud vefât edince de Fatımî Devleti tamamen son bulmuş oldu.

Bu gelişmeler üzerine şanlı fetihe doğru adım adım yaklaştığını anlayan Nureddin Zengi, Mescid-i Aksa'ya koymak için dillere destan, muhteşem bir minber yapılmasını emretti. Halep de bulunan kündekâri ustaları gece gündüz demeden çalışarak fethin sembolünü yapmaya koyuldular. İbadet şevkiyle değerli abanoz ağaçlarını ince ince oyarken, gözlerinde fetih manzaraları canlanıyordu. Çivi ve yapıştırıcı kullanmadan binlerce minik ahşap parçasını birbirine geçirerek meydana getirdikleri şaheser minberi hem yapıyor, hem de dillerinden Allah zikrini düşürmüyorlardı. Ve, “Allahım şanlı fethi görebilmemiz için ömrümüzü uzun eyle” diye duâ ediyorlardı.

Çok heyecanlıydılar. Zira hazırladıkları bu minber; Peygamberlerin, Hz. Muhammed'in (asm) arkasında namaz kıldıkları camiye, ‘Mescid-i Aksa’ya’ konulacaktı. Ve yine bu minberden insanlık hidayete çağrılarak, “Ey insanoğlu, nefislerinizin tuğyanından ve zulmünden kaçıp Allah’a hicret edin. Sizi karanlıklara saptıran kötülük emredici nefislerinizi kendinize ilâh olarak alırsanız hüsrana düşersiniz. Sizin ilâhınız kâinatın ve içindekilerin tek sahibi ezel ve ebed Sultanı olan yüce Allah’tır. Ona yönelin ve sadece ona ibadet edin ki, kurtuluşa eresiniz” denilecekti.

Nureddin Zengi çok istemesine rağmen ne yazık ki; minberin bittiğini göremeden 1174 yılında hayata gözlerini yumdu. Yerine oğlu Salih İsmail geçti. Ancak Salih İsmail’in yaşı çok küçüktü ve devleti idare etmesi mümkün değildi. Bu yüzden, Nureddin Zengi’nin dirayetine çok güvendiği Mısır valisi Selâhaddin Eyyubî, Turan Şah’ı, Salih İsmail adına devleti idare etmesi için Şam’da bıraktı. Turan Şah, Zengi’nin ölümüyle ortaya çıkan huzursuzlukların önüne geçemeyince, Selâhaddin Eyyubî, Abbasi halifesinin de onayını alarak, kendini hem Şam, hem de Mısır hükümdarı olarak ilân etmek zorunda kaldı. Akıllı ve hikmetli olan Selâhaddin Eyyubî de Zengilerden farklı değildi. Hayatının her saniyesini Kudüs’ü kurtarmak gayesiyle yaşıyordu. Büyüklerinin yürütmüş oldukları birlik politikasını titizlikle uygularken, gerek bölgedeki Rumlarla, gerekse Haçlılarla savaşmamaya özen gösteriyordu. Zira, Kudüs’ün fethine gerekecek olan kuvveti sağa sola harcamak istemiyordu. Her şeyin zamanı vardı. Vakti ve yeri geldiğinde Haçlıları ortadan kaldıracak olan öldürücü darbe elbette vurulacaktı.

MİNBERİN, AKSA’YA YERLEŞTİRİLMESİ

Selâhaddin Eyyubî izlemiş olduğu akıllı siyasetle dirayetli bir devlet adamı olduğunu ispatlamıştı. Ümmeti tek söz altında toplamayı başardığından cihad çağrısı yaptığında insanlar bölük bölük sancak altına girmek için koştular. Cami ve medrese minberlerinden cihad terbiyesini alan mü'minler, Kur’ân-ı Kerim’in “.....Bir toplum kendilerindeki özellikleri (kötü yönde) değiştirinceye kadar Allah, onlarda bulunanları değiştirmez. Allah bir topluma kötülük diledi mi, artık onun için geri çevrilme diye bir şey yoktur. Onların Allah’tan başka yardımcıları da yoktur” (Ra’d Sûresi 11. âyet), “İşte bu, ellerinizle yaptığınız yüzündendir; yoksa Allah kullara zulmedici değildir” (Enfal Sûresi 51. âyet) ikazlarına uymuşlar ve Resulullah’ın buyurduğu büyük cihadı yapmışlardı. Böylece nefislerini kin, nefret, yalan, şirk, kibir, yeis, vefâsızlık, tembellik gibi daha nice hastalıklardan temizleyerek yüreklerini meydan muharebesine hazırlamışlardı.

—Devam Edecek—

16.01.2009

E-Posta:




Kazım GÜLEÇYÜZ

BOP’un iflâsı ve AKP



Erdoğan’ın Gazze’den getirilen yaralı Filistinlileri hastanede ziyaret ederken, hanımının da lider eşleriyle yaptığı “Gazze’ye destek” toplantısında salondakilere hitap ederken gözyaşı dökmeleri, elbette ki insanî bir duyarlılığın hayli etkileyici görüntüleriydi.

Yine Başbakanın, Gazze’deki İsrail katliâmına tepkisini getirirken kullandığı sert ifadeleri duygusal olmakla eleştirenlere “Duygusallığım İsrail’e değil, Filistin’e” sözüyle açıklaması da aynı hassasiyetin bir diğer yansıması ve tezahürüydü.

Ancak aynı sözün mefhum-u muhalifinden çıkan anlam ve sonuçlardan biri, maalesef haklının değil, güçlünün borusunun öttüğü reel siyaset alanında duygusallığa yer bulunmadığı.

Ve haftalardır ateş altındaki Gazzeliler için irad edilen “duygusal nutuklar” onlara “moral destek” olmanın ötesinde müşahhas bir fayda ve katkı sağlamazken, duygusallığın geçerli olmadığı “İsrail’le ilişkiler”de reel siyasetin acımasız kuralları hükümferma olmaya devam ediyor.

İş o noktaya geldiğinde Erdoğan da, kendisini bu cihetten eleştiren muhalefet partilerine reel siyaset üslûbuyla yükleniyor; “Sizin iktidarınızda da Türkiye’nin İsrail’le ilişkileri devam ediyordu” diyor; bakkal dükkânı işletmediklerini, devlet yönettiklerini ilâve ederek, İsrail’le ilişki ve anlaşmaların aynen süreceği mesajı veriyor.

Böylece Türkiye, bir taraftan Başbakanı Filistinliler için gözyaşı döker, Gazze’ye yardım etmek için çırpınır, yaralılarından hiç değilse bir kısmını kendi hastanelerine nakledip tedaviye çalışırken; diğer taraftan bütün bu acı durumlara yol açan İsrail’le de ilişkilerini hiçbir şey olmamış gibi sürdüren, hattâ İsrail vahşetini, bu ülkeye verdiği cömert ihalelerle finanse eden bir ülke olmanın dayanılmaz ikilemini yaşıyor.

Kuralları hiçbir insanî ve ahlâkî değer kaygısı taşımayan güçlüler tarafından belirlenen reel siyasetin politikacıları ne durumlara düşürdüğünün çok ibretli örneklerinden biri de BOP’ta.

Bundan tam iki buçuk sene önce, 2006 yazında, aynen bugünlerde olduğu gibi, İsrail önce Gazze’yi harabeye çevirip yine katliâm yaptığı ve ardından savaşı Lübnan’a taşıyarak orayı da cehennemden farksız hale getirdiği zaman, Erdoğan bu duruma karşı tepkisini ifade ederken BOP’tan bahis açarak aynen şunları söylemişti.

“Eğer Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika girişiminde yer aldıysak bunun tek sebebi şuydu: Ortadoğu’ya, Kuzey Afrika’ya barış gelsin. Daha ileri demokrasi gelsin. Bunun için bize davet yapıldı ve bu daveti bunlar olacak diye eşbaşkan olarak kabul ettik. Ama gelişmeler onu göstermiyor. Öyleyse bize düşen, bu durumu gözden geçirmektir.”

Sonrasında, Erdoğan söylediği tarzda BOP’taki eşbaşkan konumunu gözden geçirdi mi, geçirmedi mi; buna dair bir işaret gözlenmedi. Ama sürecin ilerleyen safahatında, böyle bir gözden geçirmeye dahi gerek kalmadan, BOP sessiz sedasız tedavülden kalktı. Dolayısıyla Erdoğan’ın eşbaşkanlığından da söz edilmez oldu.

Ve Erdoğan büyük kısmını Filistin’e ayırdığı son grup konuşmasında sözü yine BOP’a getirerek “Doğmadan ölen bir projeye dönüştü. Bizi bağlayan bir tarafı yoktur” ifadelerini kullandı.

Yıllarca “eşbaşkanlığını” üstlendiği bir projenin iflâsını ve bağlayıcılığının kalmadığını ilân eden bu sözler, Bush’un görev süresinin sona ermek üzere olduğu; Irak ve Afganistan işgallerinin fiyaskoyla sonuçlandığının herkes tarafından çok daha açık bir şekilde görüldüğü; ve dahası, “BOP felâket getirdi ve çöktü” tesbitinin önce eski CIA’cı Graham Fuller, ardından kendi başdanışmanı Prof. Ahmet Davudoğlu tarafından dile getirildiği bir aşamada ifade ediliyor.

Yani, artık fazla bir orijinalliğinin ve kıymet-i harbiyesinin kalmadığı bir noktada söyleniyor.

Bu sözlerde, iflâs eden bir projenin eşbaşkanlığını üstlenerek yıllarca aldatılmış ve kullanılmış olmanın pişmanlığını içeren bir özeleştiriye dair herhangi bir işaretse maalesef görülmüyor.

16.01.2009

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Herkesin ‘Ergenekon’u kendine



Ergenekon soruşturmasıyla ilgili hemen her gün yeni sürprizlerle karşılaşıyoruz. ‘Dalga’lar ardı sıra devam ederken, bu tip yapılanmaların sadece bize has olmadığı, her ülkenin kendisine göre ‘Ergenekon’u olduğu anlaşılıyor.

Gerçi Avrupa ülkeleri geçmiş yıllarda yaptıkları operasyonlarla kendi ‘Ergenekon’larına son verdiler, ama Türkiye henüz işin başında. Türkiye’deki yapılanmanın daha çok İtalya’ya benzediği söyleniyor ki, bu da her halde ‘Akdeniz iklimi’ni paylaşıyor olmamızdan kaynaklansa gerek!

Nasıl ki Ergenekon yapılanması bir günün işi değil, bu konuyla ilgili yorumlar da bir günde bitecek gibi görünmüyor. ‘Bir kısım medya’da öyle yorumlara şahit oluyoruz ki, gören duyan da muhtemel bir ‘terör yapılanması’ ile değil, ‘kanarya sevenler derneği’yle mücadele edildiğini sanacak.

Söz İtalya’dan açılmışken İtalya mafyası üzerine sarsıcı bir roman yazan Roberto Saviano’ya kulak vermek gerekiyor. Saviano, iki yıl önce yazdığı ‘Gomorra’ romanı ile kısa zamanda meşhur olurken, Napoli mafyasının da hedefi olmuş. Romanından hareketle çevrilen ‘Gomorra filmi,’ ülkemiz de dahil olmak üzere çok sayıda ülkede seyirci ile buluşmuş. Devletin koruması altında mafyadan köşe bucak kaçırılan Saviano, kendisi ile yapılan bir röportajda ‘mafya’yı tarif ederken şöyle demiş: “İtalya’nın güneyinde devlet yoktur veya mafya örgütleri yüzünden çok fazla zayıflamıştır. Bu örgütlerin dışında hayat yoktur. Bu ülkelerde, tıpkı Doğu Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, mafyalar geniş anlamıyla düzensizlik, özelleştirmeler ve devlet otoritesi eksikliği üzerinde yeşeren korkunç kapitalizmin öncü kuvvetleridir. Gözümüzü kapamayalım. İtalya’da bile cidi suç örgütlerinin liderleri her şeyden önce otuz seneden beri bol servetler edinmeye başlamış olan iş adamlarıdır. (...) Bugün mafya liderlerinin pek çoğu zengin ailelerin oğulları, doktorların, avukatların, büyük mülk sahiplerinin ve benzerlerinin çocuklarıdır. Çoğu zaman iktisat konusunda master bile yapmışlardır. Şüphesiz ki askerî mafyanın içinde kendilerini kabul ettirebilmek için cinayet konusunda uzman olmaları gerekiyor, fakat onlar, her şeyden önce başka girişimcilerden farklı olarak, amaçlarına ulaşmak için öldürmede tereddüt etmeyen etik dışı girişimcilerdir.” (Le Figaro gazetesinden aktaran: Mostar Dergisi, Ocak 2009)

Gerçi İtalyan yazar ülkesindeki ‘mafya’yı anlatıyor, ama ‘İtalya’ yerine başka ülkelerin adı da yazılabilir.

İtalyan yazar, ‘mafya babaları’nın hukuku ve kamuoyunu yanıltmak için uyguladıkları yolu da şöyle deşifre ediyor: “Mafya babaları zaten caniler olarak değil de, saygı değer yatırımcı veya girişimciler olarak karşımıza çıkarlar. Hakimlerin karşısına çıktıklarında da şöyle derler: ‘Bizler ülkenin en sağlıklı ekonomisini yönetiyoruz; en azından biz fabrikalar idare ediyor ve binlerce insana iş sahası açıyoruz.’ Elbette yalandır bu söyledikleri, fakat karşılarındakileri etkiliyorlar.”

Ergenekon soruşturması sonrasında ‘zanlılar’ı savunanların sözleriyle ne kadar da örtüşüyor? “Böyle itibarlı kişiler hiç ‘çete’ üyesi olabilir mi?” diyenlere İtalyan yazarın tesbitlerini hatırlatmak lâzım.

16.01.2009

E-Posta: [email protected]




Zafer AKGÜL

Bombalı günler



İsrail’in hiçbir tarif ve tanıma sığmayan vahşetinin 19. günü.. Hâlâ, Gazze’ye gökten bombalar atılıyor. Masumların, çocukların, hastaların, halsizlerin, çaresizlerin üzerine yağmur gibi bomba yağıyor. Ve vicdanları tefessüh etmişler sinemada film seyreder gibi seyrediyorlar bütün dünyanın gözü önünde.

Türkiye’de ise aynı süreçte ayrı ilginç gelişmeler oluyor kaç gündür. Yer altından bombalar çıkıyor. Birinde gökyüzünden bomba indirilirken diğerinde yeryüzünden daha doğrusu yer altından bomba çıkarılıyor. Tabiî bizde de hiçbir şey olmamış gibi davrananlar hem suçlu, hem güçlü tavrını takınanlar, ağzından tükürükler saçarak veya kör parmağım kör gözüne diye işaret parmaklarını sallayarak ne kadar çok bağırırsa o kadar çok haklı sayılacağını sananlar, hangi gömüden neler çıkacağını, televizyonlarda yayınlanan eğlence programlarında olduğu gibi hangi kutudan nelerin zuhur edeceğini izler gibi seyredenler var.

Ta işin başında ifade ettiğimiz gibi, cin şişeden çıkmıştır bir kere. Artık geriye dönüşü olmayan bir süreçteyiz. Ne İsrail için artık her şey eskisi gibi olacak, ne de bizdeki derin güçler veya derin devlet için. Bundan geri hiçbir şey önceki gibi olmayacak. Çünkü gizlilik perdesi yırtıldı. Masumiyet şalı sıyrıldı. En büyük güç ve avantaj sayılan bilinmezlik, gizlilik özellikleri deşifre oldu. Aslında bilinmiyor değildi bu gerçekler. Ama bu kadar büyük çapta ve bütün kamuoyu önünde ilk defa aleniyet kazandı.

Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin “Diktatörlüğü cumhuriyet; rezaleti fazilet; zulmü adalet; vahşeti medeniyet” gösterenlerin dünyaya siyaseten hakim oldukları karanlık dönemlerde söylediği güzel ve bizlere daima ümit saçan şu sözlerini hatırlamamak mümkün mü? “Elbet bir gün doğar şems-i hakikat. Hiç böyle müebbet mi kalır zülûmât-ı âlem?”

Evet cücelerin yüce, yücelerin cüce gösterildiği, vatan hainlerinin kahraman, kahramanların hain ilân edildiği yalan tarih, yalancı tarihçilerin devri elbette bir gün bitecekti. Bir kısım insanlar belirli bir süre kandırılabilirlerdi, ama tüm insanlığı ilânihaye kandırmak mümkün değildi…

Bu işler 12 Eylül döneminde mi başlamıştı, yoksa l960 ihtilâlinde mi? Bu çeteler Cumhuriyet döneminde mi kurulmuştu yoksa tâ Osmanlı zamanında mı? İhtilâlci bir albay mı başlatmıştı bu kumpasları yoksa İttihat Terakkici Talat paşa mı? Maraş olayında mı Alevî-Sünnî çatışması çıkarıldı yoksa Sivas Madımak Oteli kundaklamasında mı? 6-7 Eylül yağması tertibinde mi rol almışlardı, yoksa 12 Eylül sürecinde mi? Eşref Bitlis Paşanın ölümünü ya da Apo’nun kaçışını mı sağlamışlardı yoksa Danıştay saldırısı ile Hrant Dink suikastını mı? Hangisi olursa olsun, ne zaman olursa olsun artık fark etmiyor. Bir kere karanlıklar perdesi yırtıldı, zulümat dağıldı artık.

Gidişata baktığımızda şunları göreceğiz: Dünyada hangi milletten olursa olsun İsrail’in haksızlıklarına ve zulümlerine karşı bütün insanlık nasıl birleşiyorsa, ülkemizde de Alevisi, Sünnisi, Kürd’ü Türk’ü, solcusu sağcısı artık oyuna getirilmiş olmanın verdiği içerleme ve sitemlerle zaman içinde kenetlenip birleşecekler ve yarının barış dolu dünyasını yeniden kuracaklardır İnşaallah. Ümitvarız…

16.01.2009

E-Posta: [email protected]




Şükrü BULUT

Risâle-i Nur’u anlaşılır kılmak…



Başlığımızda kullandığımız ifadeyi on beş seneyi aşkındır işitiyordum. Fazla dikkat edemediğimden veya mevsimi henüz gelmediğinden, tam anlayamamıştım. Zaman geçtikçe, ilk anda kulağa hoş gelen, mantıklı görünen ve hattâ faydalı mülâhaza ettiğimiz bazı ifadelerin, Risâle-i Nur'un prensiplerine uygun düşmediğini görüyoruz. Bu nazarla Üstad Hazretlerini dinlediğimizde ve Nurlardan istifade eden ağabeylerin kendilerine yazdıkları mektupları okuduğumuzda, Risâle-i Nur'u başka eserlerle mukayese ederek ortaya atılan bazı ifade ve düşüncelerin doğru olmadığını düşünüyorum.

Henüz gençliğimizin başında Yirmisekizinci Lem'a'ya girmiş Şefik Ağabeyin mektubu garibime giderdi. Birçoğu oyun çağında, belki bazıları okuma yazma bilmeyen çocukları etrafına toplayan ve onlara Nurlardan ders yapan Şefik Ağabey, o masumların halet-i ruhiyelerini ve intibalarını Üstad Hazretlerine yazıyor. Bu mektup, ehemmiyetine binaen Yirmi Sekizinci Lem'a’ya dercediliyor. Bu küçük masumlar büyük bir ağabeyin çay sohbetine katılmış, Nurlardan yapılan derse iştirak ederek istifade etmişler. Çocukluklarında Risâle-i Nur'la tanışan ağabeylerden çok duymuşsunuzdur. Beş-altı yaşlarında kopya kâğıtlarıyla veya yazılmış eserin üzerinde başka bir sahifede kalemle takip ile eskimez yazıyı çok erken yazarak öğrenmiş çocukların hikâyesi çoktur. Yaşları altmışın üzerindeki bu ağabeylerin birçoğunu tanıyorsunuzdur. Bu hususu teyid eden bir mektubu da Emirdağ Lâhikasında görüyoruz. Bedîüzzaman Hazretleri küçük yaşta Nurlara talebe olup okuyan, yazan ve neşreden çocuk Said ve Nurların isim listelerini yaşlarıyla birlikte takdim ediyor.

Bu mânâya ışık tutan başka birçok mektup Lâhikalar arasında mevcut.

Risâle-i Nur'un bu zamanda anlaşılmasını engelleyen maniaları tahlil etmek daha önemli olur. İnsanlardaki zihnî faaliyetin sekteye uğraması ve bilhassa talebelere ârız olan tenbellik, anlamada zorluk, dikkatsizlik ve şevksizlik gibi pedagojik hastalıkların ayrıca tesbit edilerek tahlîl edilmesinin lâzım olduğunu düşünüyorum. Yine Risâle-i Nur çerçevesinde yapılacak böyle bir çalışmanın hastalıkları teşhisle sınırılı kalmayacağına, belki de bu müşküllerimizi Nurlarla aşmamıza vesîle olacağına inanıyorum. Risâle-i Nur´a mekteplerde muhatap olduğumuz derslere teşbih ile yaklaşırsak, istifadeye muvaffak olabilir miyiz?

Okullarda okuduğumuz ve çocuklara ders verdiğimiz fenlerin mahiyetleri bu Nurlarla mukayese edilemeyeceği gibi, usûl yönünden de karşılaştıramayız. Bizdeki usûlün son iki asırdan bu yana tamamen Avrupa'dan geldiğini biliyoruz. Belki zihne medeniyetin hasenesi tarzında bir fikir gelebilir. Yani Avrupa medeniyetinin hasenesi teknoloji ve ilmi şeklinde bakılabilir. Fakat pedagoji, eğitim psikolojisi ve eğitim sosyolojisi gibi branşlarda üniversitelerimizin okuttuğu metodlar, tamamen felsefeden alınmışlardır. Tamamen Kur'ânî olan ve geçmiş zamanlardaki tefsirlerle mukayese edilmeyecek derecede yenilik ve orijinalliğini dost düşmana kabul ettirmiş Risâle-i Nur'un felsefelerden alınma usûllerle tedrîsi onun kendisini bize kapatmasını netice verir. Yani, Nurlara muhatap olmuş ağabeylerin halet-i ruhiyelerini anlamadan, Nurların manevî iklimine girmeden ve Üstadımızın Nurlarda bize tedris ettikleri usûlleri nazara almadan Risâle-i Nur´u anlamak fevkalâde zordur.

Risâle-i Nur anlaşılır kılınabilir mi? İlhama mazhar, müellifinin bile kalem karıştıramadığı ve sünûhat-ı kalbiye tarzında gelen Risâle-i Nur´u Üstadımız mütemadiyen okuyup istifade ettiğine göre, onu anlamaktan önce belki de mahiyeti üzerinde çalışmamız gerekecek. Onun telif tarihçesini, telif esnasında mazhar olduğu hadiseleri ve telif usûlünü evvelâ araştırmak gerekecek. Yine Risâle-i Nur Külliyatı çerçevesinde, o Nurların telif tarzını ortaya koyacak genişçe bir çalışma, anlama hususundaki yanlış yönlenme ve yönlendirme tehlikelerini bertaraf edecektir.

Müceddid Bediüzzaman Hazretleri yazdığı orijinal eserleriyle âlem-i İslâmın kendilerine verdiği makamı ihraz ediyor. Müceddidin tecdîdi yalnız îmânî meseleleri izahla sınırlı kalmayacaktır. Pedagoji, psikoloji ve sosyoloji dediğimiz insanı tanıma ve tedrîs usûllerinde de mutlaka tecdîtte bulunacaktır. Yalnız bu tecdîd usûllerinin yeri Batı felsefesinin insanı tanıyamayan karmakarışık prensipleri değil, insanların hem maddî ve hem de manevî yapısını en ince detayına kadar Kur'ân'dan izah eden Risâle-i Nur'dadır. Risâle-i Nur'ları anlamak isteyenler evvelâ onu tanımalı ve sonra da teslim olmalıdırlar.

16.01.2009

E-Posta: [email protected]




Nejat EREN

Prensipli yaşamak, sistemli çalışmak ve meşveretle hizmet



Başlıkta kullandığım bu üç kavram—“prensip, sistem, meşveret”—aslında birbirini tamamlayan ifadeler. Hayatın her kademesinde prensip ve sistem istenilen hallerdir, başarının sırrıdır. Aklın, muhakemenin gereğidir. Onun içindir ki: “İnsanlar değil, sistemler başarılıdır.”

Prensipli insanın, muhataplarının hafızalarında ayrı bir yeri vardır. O yer; emniyettir, güvendir, sevgidir. Böyle meziyetlere sahip bir kişinin adı anıldığı zaman muhatapların yüzü ekşimez, alınlar kırışıp, dudaklar büzülmez. Aksine yüz kaslarında gevşeme, mimik ve jestlerde tatlı bir irkilme, saygı ile takviye edilen mutmain bir duruş ve samimî bir gülümseme vardır.

Prensipler, sistemler, meşveretler şahısları aşıp “şahs-ı mânevî” konumuna geldiği ve topluma, gruplara, millete mâl olduğu zaman orada huzurlu ve semeredar faaliyetler başlar. Bunlardan bazılarını şahsî hayatımdan kesitlerle—hizmete vesile olması temennisiyle—vermek istiyorum.

Tam on dört yıldır bu kudsî hizmet için Allah’ın inayeti, kadim dostların duâları, aile efradımın fedakâr yardımı, teşvik, takdir ve arkamda durmasıyla bu Anadolu toprağında ve ondan fazla yabancı ülkede sırf Hak rızası nâmına “hizmet gezileri ve ziyaretlerinde” bulundum ve bulunmaya devam ediyorum Elhamdülillah.

Bu süre zarfında Türkiye’mizdeki seksen bir ilimizden sadece üç tanesine gidemedim. Yetmiş sekiz il ve yüzlerce ilçeyi ziyaret ettim. Karşılıklı çok kadim dostluklar kurduk. Bu dostluklar ebediyete intikal edecektir İnşaallah. Güzel Anadolu’muzda, bu mübarek vatanda bu mukaddes dâvâ uğruna gece gündüz koşturan, fedakârlık gösteren binlerce dâvâ adamıyla muhatap oldum ve oluyorum.

Bunlar içinde “Yeni Asya Ege Bölge Temsilcisi” unvanıyla bilfiil on bir yıl görev yaptığım Antalya’dan Manisa’ya, Kütahya’dan Muğla’ya kadar olan ve on bir ili kaplayan bölgenin ayrı bir önemi ve değeri var benim yanımda. Allah’a şükür ki, bu bölgedeki sıcak gönül bağımız artarak devam ediyor. Sağ olsunlar hizmet mahallerinden lütfedip ders ve seminer için dâvet ediyorlar, biz de imkânlar ölçüsünde icabet etmeye çalışıyoruz. Bu şekilde “hizmet ziyaretlerimiz” hâlâ devam ediyor. Bu on dört yıllık zaman diliminde bu bölgedeki samimî ve candan dostlarımızın il ve ilçelerdeki konumları, gayretleri, yapıları, samimiyetleri bana hep ışık tutmuş ve yardımcı olmuştur. Allah’a binlerce şükür olsun ki hafızamda çok tatlı ve unutulmaz hatıralar var. Bu zaman diliminde ve son yıllarda bu mekânlarda bire bir muhatap olduğum farklı ve güzel hizmetlerin—sizlere de örnek olması ümidiyle—bazılarını kısaca paylaşmak istedim.

Muhakkak her insanın, her beldenin, her merkezin kendine has özelliği ve farklılığı var. “Hizmet adına, şahs-ı mânevî nâmına” takdir edilecek çok güzel meziyet ve özellikleri var. Aslında bu güzel haslet ve birikimler “İman Dâvâsına” gönül vermiş olanların ortak havuzlarının hazinesidir. Onun için, bu tür meziyet ve zenginliklerin, farklılık ve maharetlerin, “en güzel takdir edici yoldaş” düsturuna bağlı kalınarak ifade edilmesi ve diğer dostlarla paylaşılması, bir vebal ve vicdan borcudur diye düşünerek hizmetler konusunda öne çıkan bazı merkezlerimizin güzel faaliyetlerinden bahsetmek istiyorum. İnşallah bunlar diğer hizmet merkezlerimizde aşk ve şevke medar olur. Dâvâ adamlarını teşvik eder.

İlk olarak geçen hafta sonu seminer vermek üzere dâvetli olduğum Afyon ilinden başlamak istiyorum. Buradaki dâvâ arkadaşlarımızın 1977 senesinden beri yerleştirdikleri, her hafta mutat olarak devam ettirdikleri “meşveret sistemi” cidden her türlü takdirin üzerinde ve çok verimli. Afyon deyince benim aklımda ve hafızamda “komple hizmet” şablonu belirir. Çünkü bu il merkezinde hizmetin her alanında sistemli bir yapılanma, takip, meşveret, faaliyet ve aksiyonerlik vardır. Lokomotif görevini üstlenenler elbette var. Ama cemaatin her bir ferdi de mutlaka kendi sahsında faal ve vazifeli. Adeta makine gibi işleyen mükemmele yakın bir sistem var. Azımsanmayacak sayıdaki gençlerle yapılan sistemli ve programlı hizmet... Samimiyet, sıcaklık ve gayret her türlü takdirin üzerindedir. Bu yıl yeni hizmete kazandırdıkları seminer ve konferans salonunu her üç haftada bir çağırdıkları “dâvâ adamları, yazar ve fikir erbâbıyla” şenlendiriyorlar. Sonbaharda başlayan bu mutat toplantılarının geçen hafta dördüncüsünü—sağ olsunlar bizi dâvet ettiler—birlikte yaşadık. Yeni hizmete soktukları vakfın seminer salonunda Cumartesi akşamı “Hakikat Mesleği Olan Risâle-i Nur Ve Başka Mesleklerden Farkı” konulu bir seminer vermek nasip oldu. Kendilerini tebrik eder, hizmetlerinin, sadakat ve gayretlerinin devamını dilerim. Bolvadin’de gayret, aşk, şevk ve çok katlı, çok amaçlı hizmet merkezinin açılmasına ramak kalan bir hamle dikkati çekiyor.

Bölgenin önemli illerinden Manisa merkezinde yer alan temsilciliğimizin bulunduğu mekândaki seminer salonu da çok amaçlı kullanılan ve hizmetlere vesile olan bir mekân. Burada, camianın önde gelenlerinin yanında özellikle hanım kardeşlerimizin ve gençlerimizin gayret ve plânlı çalışma çabaları dikkate değer bir husustur. Bu gayretlerin artarak devam etmesini diliyoruz.

Manisa’nın Demirci, Turgutlu, Saruhanlı ilçelerindeki ehl-i hizmet ağabey ve arkadaşlarımızın, özellikle gençlere verdikleri değer, sorumluluk ve onları programlı, plânlı hizmete yönlendirme ve rehberlik çalışma ve gayretlerinden dolayı tebrik ediyor, başarılar diliyorum. Salihli’deki hamle, Alaşehir’deki gayret, Akhisar’daki samimiyet zaman içerisinde meyvelerini verecektir İnşallah.

İzmir merkezindeki ağabey ve arkadaşlarımızın “hizmet mekânları olan dershaneleri” hazırlama ve cemaate kazandırmaktaki gayret, azim ve fedakârlıkları her türlü takdire değer. Ayrıca bu büyük ve önemli ilimizde kız ve erkek talebelere verilen önem ve “programlı ders yapma ve hizmet projelerinin” daha iyi noktalara geleceğini kuvvetle ümit ediyor ve son yıllardaki sistemli ve prensipli çalışmalarının gelişerek devam etmesini diliyorum. Bu ilimize bağlı başta Tire olmak üzere Ödemiş, Torbalı, Bayındır, Aliağa, Menemen ve Ürkmez’deki gayret ve atılımların da ihlâs ve samimiyetle istenen hedefe doğru gittiğini görmek kalbî bir huzur veriyor.

Kütahya’nın talebe hizmetlerindeki atılımı, Denizli’nin yayın ve sosyal faaliyetlerdeki planlı ve sistemli çalışması, Aydın ve Nazilli’de her yönde “hizmet” etme gayretleri, Burdur’un sadakatli ve gayretli tavırları, mübarek Isparta’nın “talebe ve sosyal hizmetlerdeki” organizasyon ve plânlı çalışmaları gözle görünür bir gayret ve silkinmenin ipuçlarını veriyor.

Uşak’ın merkezdeki yeni dershanesini görmek henüz nasip olmadı. Ama başta her gün ders yapılan Türkiye’deki ender yerlerden birisi olan Kaşbelen Köyü olmak üzere, diğer il ve ilçelerde hizmet ve gayretler devam ediyor.

Antalya, Alanya, Gazipaşa’da yıllardan beri yerleşik olarak devam eden bu “kudsî hizmetin” müdavimleri kendi aralarında yaptıkları meşveret neticesi her hafta mutlaka bir ilçeyi ziyaret edip aşk ve şevkle hizmet kervanını sürdürüyorlar. Kumluca ilçesi, geçen yıllarda yeni açtığı dershanesiyle, “Ben de bu hizmette varım!” dedi. Gayretleri ve faaliyetleri artan bir enerjiyle devam ediyor. Manavgat iki ay önce açtığı dershanesiyle yeni bir hizmet sıçramasına aday olduğunu ispat etti. Şimdi sırada Serik ve doğduğum ilçe, ana ocağım Gündoğmuş dershanelerini açmak üzere gün sayıyorlar.

Muğla’da az sayıdaki fedakâr esnafın gayretleriyle birkaç yıl önce başlayan “hizmet kervanı”, “şahs-ı mânevî” sistemi ve gayretiyle azımsanmayacak bir mesafe kat etti. İstikbale ümitle baktırıyor. Marmaris ve Fethiye’deki dersler, gayretler, hizmet kervanı ve yapılanma sürüyor. Bütün yurt sathında ve dünya çapında durmadan devam eden bir hizmet kervanı var Elhamdülillah. İnsanlığın yüz akı ve medar-ı iftiharı...

Netice olarak şunu çok rahatlıkla söyleyebilirim ki, seksen küsûr senelik “Nur Cemaati” hareketi bu ülkeye, bu millete ve bütün insanlığa çok büyük ve fevkalâde değerli düsturlar, prensipler, hakikatler ve artı değer katmıştır. Ülkenin mânevî yapısında nur talebelerinin çok büyük katkıları, emekleri var. Nur talebeleri, daima, doğruluğun, dürüstlüğün, emniyetin, istikametin, medenî cesaretin, medenî ilişkilerin, hakkın, hukukun, adaletin, yeniliğin, katılımın, paylaşmanın, meşrûiyetin, muhakemenin, makulün, meşveretin yanında olmuştur.

Bu yolda devam etmek ve nice güzel hizmetlere birlikte imza atmak ve paylaşmak düşünce ve temennisiyle.

16.01.2009

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Müslüman hakperest insandır



Hz. Ali’nin (ra) savaşta kâfiri yere yıkıp tam öldürecekken yüzüne tükürdüğünde onu kesmeyip bırakması olayı meşhurdur. Boynu uçurulacak kâfir şaşırmış ve “Maksadım seni kızdırıp öfkelendirmekti. Oysa sen yüzüne tükürmeme rağmen, değil öfkelenmek, bir an önce işimi bitirmen gerekirken, tam tersi serbest bıraktın?”

Hz. Ali (ra) demiş ki: “Seni Allah için öldürecektim. Ama yüzüme tükürdün, hiddete geldim. Nefsimin hissesi karıştığı için ihlâsım zedelendi. Onun için seni kesmedim.”

Bunun üzerine kâfir, “Demek sizin dininiz bu kadar hak ve hâlistir; o din haktır.”1

Evet, Hz. Ali (ra) savaşta, hislerin dahi galeyana geldiği bir anda bu hakperstliği gösteriyordu. Çünkü bu güzel hak, halis ve sâfî hasleti İslâmdan almıştı. İslâmın temelinde hak, adalet, doğruluk, hakperestlik, istikamet vardır.

Bunun zıddı yoldan sapmadır, zulümdür. Adl ve Âdil isimlerinin sahibi Allah ise bir kudsî hadis-i şerifinde, “Ey kullarım! Ben kendime zulmü haram kıldım. Aranızda da onu yasakladım. Artık birbirinize zulmetmeyin”2 buyurmaktadır.

Kur’ân’ında da açıkça şöyle buyurur: “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan ve adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletsizliğe sevk etmesin. Adaletli olun; bu, takvâya daha yakındır. Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah yaptıklarınızın hepsinden haberdardır.”3

Bu adalet, hakperestlik akıl, ruh ve kalplere öylesine hâkim olacak ki, insan söz söylediğinde, yakınları aleyhine bile olsa, adaletli olacak, taraf tutmayacaktır.4 Kur’ân açıkça ferman eder: “Ey iman edenler! Adalet üzere olun ve Allah için şahitlik edin—kendi aleyhinize veya anne ve babanızla akrabalarınızın aleyhine olsa bile. Hakkında şahitlik ettiğiniz kişi zengin de olsa, fakir de olsa, doğruluktan ayrılmayın; çünkü ikisini de Allah sizden daha iyi gözetir. O halde heveslerinize uyup da adaletten ayrılmayın. Eğer hakikati değiştirir ve şahitlikten veya adaletten yüz çevirirseniz, şüphesiz ki, Allah yaptıklarınızın hepsinden haberdardır.”5

Ne güzel ölçüler! Bir İslâmın koyduğu hassas ölçülere bakıyorsunuz, bir de dünyada olup bitenlere! İnsanlık, İslâmın koyduğu ölçülere ne kadar muhtaç!

Dipnotlar:

1- Mektûbât, s. 359-360.

2- Müslim, Birr: 55; Müsned, 5:160.

3- Maide Sûresi: 8.

4- En’am Sûresi: 152.

5- Nisa Sûresi: 135.

16.01.2009

E-Posta: [email protected]




Halil USLU

İttihad-ı İslâm nerede?



Kim itiraz ediyor meşrû zeminlerde yürüyüşlere? Kim itiraz edecek izinli, tedbirli ve dürüst mitinglere? Kim itiraz edecek doğruları söylemeye? vs.vs. 27 Aralık 2008 tarihinde hain İsrail’in başlattığı hunhar Gazze katliâmı taş üstünde taş bırakmadı. İsrail, savaşlarda dahi kullanılması yasaklanan silâhları kullandı. Yanıklar, yangınlar, insan parçaları havalarda uçuştu. Dehşet mi dehşet... Irak işgalinin 5. yılını dolduran yaraları bitmeden, yeni bir yara bütün dehşetiyle ortaya çıktı.

Gelelim hakikata ve “Eğri oturup doğru konuşalım”... İttihad-ı İslâm nerede? 2009 itibarıyla 57 İslâm ülkesi nerede? 57 İslâm ülkesi olduğunu, ne ile ve hangi vasıfla siyasî ağırlığını koyacak ve koymuştur? Âlem-i İslâm ve dünya devletlerinde Müslüman kardeşlerimiz haklı olarak caddelerde, meydanlarda ve yazılı-görsel basının bir kısmında feryatları dile getirirken, âlem-i İslâm’ın devlet düzeyindeki beklenen sesi nerede? Bir tanesi büyük elçisini geri çekmedi.

İslâm dünyasındaki liderlere baktım, siyasî beyanlardan ve kalıplaşmış ifadelerden başka ne diyorlar? İslâm dünyasının bazı müderrislerine bakıyoruz, aynı mânâda konuşuyorlar. Yıllardır bu tarz beyanlarla ve ifadelerle bir yere varılmadı. Beklenen tek çıkış yolu, makalemin de ser levhası yaptığım “İttihad-ı İslâmdır”. Âyet bunu istiyor, hadis-i şerifler bunu istiyor. Çağın imamı, müceddidi ve geçmişteki büyük müctehidler bunu istiyor. Peki biz bunun neresindeyiz? Neresinde olmalıydık? Bunun hesabını hem de âcilen yapmakla mükellefiz.

Diplomaside, uluslar arası ilişkilerde en önemli silâh, kendi ülkesinin büyük elçilerini millet adına din ve vicdan adına protesto etmek için o hunhar devletten geri çekmektir ve her şekliyle ambargo koymaktır. Fikir bazından ticarete kadar... Ayrıca kendi parlamentolarında yani milletvekillerinin toplandığı meclislerinde topyekûn alınan her türlü ikaz, tembih ve tehdit kararlarıdır. Başta Türkiye olmak üzere baktım 57 İslâm ülkesinin meclislerinden bir toplu karar çıkmadı. Bu ne hazin manzara.

İslâm ülkelerinden yalnız Ortadoğu’daki komşu İslâm ülke liderlerinin hanımları, İstanbul’a Başbakanın muhtereme eşi tarafından dâvet edildiler. O toplantıda Başbakanın eşi, uzun yıllar Türkiye’nin aleyhinde Rusya ile işbirliği yapan ve vatandaşlıktan ihraç edilen Nazım Hiklmet’in şiirlerini okuyor ve hatta okurken ağlıyor.1 Hayret ettiğim ve üzüldüğüm nokta şudur: Bu gelen İslâm ülkesi liderlerinin hanımları N. Hikmet’i tanımazlar. Onların her şeyden önce tanıdıkları Hz. Peygamberimizdir (asm) ve Kur’ân-ı Hakim’dir. Keşke hanımefendi, “İttihad-ı İslâmı” ön gören bir âyet ve bir hadis okusaydı. Çünkü Nazım Hikmet’in Gazzeye vereceği bir şeyi yoktur…

“Hiç ümidin yok mu?” suâllerimize, çağın Mevlânâ’sı Hz. Bediüzzaman 1911 yılında Şam’da Emeviye Camii’nde verdiği hutbede diyor ki:

“…ey muazzam ve büyük ve tam intibaha gelmiş veya gelecek olan Araplar, en evvel bu sözlerle sizinle konuşuyorum. Çünkü, bizim ve bütün İslâm taifelerinin üstadlarımız ve imamlarımız ve İslâmiyetin mücahitleri sizlerdiniz. Sonra muazzam Türk milleti o kudsî vazifenize tam yardım ettiler.

Onun için tembellikle günahınız büyüktür. Ve iyiliğiniz ve haseneniz de gayet büyük ve ulvîdir. Hususan kırk-elli sene sonra, Arap taifeleri, Cemahir-i Müttefika-i Amerika gibi en ulvî bir vaziyete girmeye, esarette kalan hâkimiyet-i İslâmiyeyi eski zaman gibi küre-i arzın nısfında, belki ekserisinde tesisine muvaffak olmanızı rahmet-i İlâhiyeden kuvvetle bekliyoruz. Bir kıyamet çabuk kopmazsa, İnşaallah nesl-i âti görecek.”2

Bu muhteşem hutbede hem ikaz, hem tesbit, hem de çıkış yolu var. Acaba 57 İslâm ülkesi bu işârâtın neresinde? Bir sultanımızın dediği gibi “Arif olan onlar bizi”…

Dipnotlar:

1- Basın, Ocak-2009

2- Hutbe-i Şâmiye, s. 61

16.01.2009

E-Posta: [email protected]




Rifat OKYAY

“Ne güzel" olabilir!



Desek ki: Gelelim hali melâlimizin anlatımına… İyiliklerimiz, güzelliklerimiz, faydalı çalışmalarımız, şahsî kabiliyetlerimizle gösterdiğimiz faziletlerimiz ve bütün bunlarla yaptığımız hizmetlerimiz mi var? Ve eğer bunlar kardeşlerimiz içinde paylaşabiliyor, bölüşülebiliyor ve bu şekilde neşredilebiliyor yayılabiliyorsa ne güzel…

Birimiz, başka birimize takdirkâr, tahsinkâr ve alkışlayarak bakıyor ve bunu yapabiliyor, yayabiliyorsa ve nazarı da gayet geniş ve kucaklayıcı ise ne güzel…

Hiç kafamızı, aklımızı yormadan, çevremizdeki ve uzaklardaki kardeşlerimizin meziyetlerini, iftihar edilecek yönlerini görüyor, inkâr etmiyor, bunları güzelliklerin artması ve devamı noktasından tahsin ve tebrikle açıklayabiliyorsak ne güzel…

Hemen hemen her aklımıza gelenin, kalbimize doğan fikir ve görüşlerin doğruluğunu kendimizce doğru kabul etmeyip, ihtiyat ve müsamaha ile bakarak, birbirimizi, kardeşlerimizi; başkalarında ve kardeşlerimizde çok var diyerek tenkid etmiyor, tenkid etmeyi evvela ve öncelikle kafamıza, zihnimize, dimağımıza sokmuyorsak ne güzel…

Yapılan işin kıymetli olduğuna inanıyor ve muhakkak yapılması gerektir ve dahi gayret sarfettiğimiz, uğraştığımız işimizin mukaddes tarafı ve kıymeti de var diyorsak; bize, bizlere yardımcı olan ellere minnettar olup, onları alkışlayıp, kucaklayıp bu muazzam, muhteşem, kudsî hizmete omuz vurmalarından dolayı alkışlıyorsak, yükün ve mesuliyetin bölüşülerek hafifletilmesinden dolayı seviniyor, övünüyor ve kanaat edebiliyorsak ne güzel…

Alkışlamanın ve takdir etmenin zıddı bir hale, hallere; kıskanmak ve çekememezlik gibi tavır ve şekillere girmiyor, giremiyor ve bu şekilleri tasvip etmiyor, kabul etmiyorsak ne güzel…

Birbirimizde fani olarak, birbirimizi kucaklayarak, gerçek bir dayanışmayı aramızda sergileyerek hareket edebiliyor ve bununla muvaffak, muzaffer bir şekilde hizmet edebileceğimize inanıp amel edebiliyorsak ne güzel…

Omuz omuza olmaktan, kuvvet alıp kuvvet vermekten, medet bekliyorsak ne güzel..

Ümid ve duâ ile rahmet-i İlâhiyenin kucağında neş-vü nema ederek binbir çiçek gibi açabilmeyi ve koklanmayı isteyerek, gerçekleştirmeye çalışıyorsak ne güzel…

16.01.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır