"Gerçekten" haber verir 30 Ocak 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Kazım GÜLEÇYÜZ

İbretlik tablolar ve sonrası



Ergenekon operasyonunun bugüne kadar gerçekleşen dalgalarında gözaltına alınan veya tutuklanan “üst düzey” ya da popüler isimlerin bir kısmı serbest bırakıldı:

İlhan Selçuk, Kemal Alemdaroğlu, Şener Eruygur, Sinan Aygün, Tuncer Kılınç, Kemal Yavuz, Erdal Şenel, Kemal Gürüz, Yalçın Küçük, Erhan Göksel... Sabih Kanadoğlu’nun ise—mâlûm—evleri arandı, ama kendisi içeri alınmadı.

Bırakılanlardan bazılarının, rahatsızlığı sebebiyle “konuşamayacak” kadar hasta olduğu belirtiliyor. Nitekim Eruygur öyle. Selçuk ve Alemdaroğlu gibi, gözaltı sonrası hastaneye kaldırılıp yoğun bakıma alınan ve ardından sağlığına kavuşarak eski düzenlerine devam edenler de var.

Aylar süren firarı müteakip prostat kanseri ve kalp hastası olarak hastanede yakalanan ve tutuklandıktan hemen sonra yine hastaneye kaldırılıp sıkı asker kontrolünde yoğun bakıma alındığı belirtilen Levent Ersöz’le ilgili yeni bilgi yok.

Eruygur’un ardından sağlık sebebiyle tahliyesi için devam ettirilen ısrarlı girişimler GATA’ya sevkiyle sonuçlanan Hurşit Tolon’un durumu da belirsiz. Kendisinde herhangi bir rahatsızlık tesbit edemeyen cezaevi doktorunun, “Bir ara dalağını muayene edeyim” sözüne, “Günü gelince ben de senin dalağına bakarım” diye karşılık verdiği belirtilen Tolon, Yalçın Küçük’ün “Çok iyi gördüm, içeride delikanlı gibi dolaşıyor” dediği gün GATA’ya alındı.

Gerekçe, Türk Tabipler Birliğinin “Bilimselliğini, tarafsızlığını ve güvenilirliğini kaybetti” dediği Adlî Tıp’ça verilen raporlardan biri ve avukatının “Müvekkilim aşırı kilo kaybetti” teşhisi.

Bir de tutuklu sanıklardan Veli Küçük’le Arif Doğan’ın zaman zaman hastaneye kaldırılıp tedavi altına alınmalarıyla ilgili haberler çıkıyor.

Tabiî, sağlık meselesinde spekülasyon yapmaya gelmez. Ve tutuklu da olsa, mahkûm da olsa, sağlık asla ihlâl edilemeyecek çok temel bir hak.

Nitekim Ergenekon sanıklarından Kuddusi Okkır’ın trajik sonu, operasyona gölge düşürdü.

Ama bazı aşikâr çelişkiler kafa karıştırıyor.

İşin diğer bir ciheti, bu “hastalık” haber ve görüntülerinin, kudretli zamanlarında neredeyse astığı astık, kestiği kestik işler yapan kişilerin ne durumlara düştüğünü göstermesi bakımından çok ibretli ve düşündürücü tablolar oluşturması.

Söz gelişi, Veli Küçük için, eski Genelkurmay Başkanları Karadayı ve Kıvrıkoğlu’nun “O adamı tanımayız, adımızı kullanmış” demeleriyle oluşan “ortada bırakılma” manzarası ve Küçük’ün “Ben ‘o adam’ değilim, emrinizde çalışan bir generaldim” diyerek derin hüsranını dile getirmesi.

Dikkat çeken bir başka nokta, bir zamanların mağrur ve ceberut isimlerinin, dalgalara tutulup bir-iki gün dahi gözaltında kaldıktan sonra neredeyse “süt dökmüş kedi”ye dönmeleri ve derin bir suskunluğa gömülmeleri. Bazıları zevahiri kurtarma babında birkaç kelâm ediyor, ama sonrasında yine derin bir sessizliğe dönüyorlar.

Acaba bu sessizlik mağlûbiyeti kabullenmişliğin mi bir ifadesi, yoksa “derin intikam” planlarını kamufle etmeye yönelik bir taktiğe mi işaret ediyor? Doğrusu kestirebilmek pek kolay değil.

Peki, şu âna kadar yapılanlarla Ergenekon’un veya o mahiyetteki derin yapılanmaların bir daha bellerini doğrultamayacak şekilde çökertildiğini söylemek mümkün mü? Orası da meçhul.

Anlatmaya çalıştığımız ibretlik manzaraların, kamuoyunda ciddî bir bilinçlenmeye katkı sağladığında şüphe yok. Devam eden ve yenilerinin de açılması beklenen Ergenekon dâvâlarından ne sonuç çıkarsa çıksın, vicdanlarda teşekkül eden kanaatin hukuk ve demokrasi adına yeni ve çok önemli bir kazanım oluşturduğu da muhakkak. Bu durumun, Ergenekon’u farklı etiket, kılık ve kadrolarla sürdürme girişimleri önünde aşılması eskiye göre çok daha zor bir engel teşkil edeceği de bir vâkıa.

Ama operasyonun bir şekilde sabote edilip sulandırılarak veya saptırılarak akim bırakılmasının, vahim gelişmelere zemin hazırlayacağı da.

Temennîmiz, buna meydan verilmemesi...

30.01.2009

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Petrolümüz yok, ama denizimiz var



Haklı olarak, ‘Petrol ile denizin kıyaslanması da nereden çıktı?’ diyenler olabilir. Hemen ifade edelim ki, bu kıyaslamayı biz değil, ‘denizciler’ yapıyor.

Bilindiği üzere klişeleşmiş bir tesbitimiz var: Ülkemiz, üç tarafı denizlerle çevrili olduğu halde denizden yeterince istifade edemiyor! Bu tesbitin aksini iddia eden var mı? ‘Uzman’ olsun olmasın hemen herkes ‘deniz’lerimizden istifade edemediğimiz noktasında hemfikir.

Türkiye’nin en kalabalık şehri olan İstanbul’da bile “denizi görmeyenlerin oranının yüzde 14 olduğu” ifade ediliyor ki, bu bilgi doğru ise vay halimize! Muhtemelen doğrudur, çünkü bazı belediyeler yaz aylarında ‘denizle tanışma’ gezileri düzenliyor ve binlerce kişi bu gezilere katılıyor. Demek ki denizi seviyoruz, ama bu sevgi sözde kalıyor...

Denizlerden istifade etme noktasında rakiplerimizle yarışamıyoruz. Hem deniz ürünleri noktasında hem de ulaşım noktasında çok gerilerdeyiz. Son yıllarda bu konuda epey adımlar atıldı, ama olması gereken noktadan çok uzağız. Denizin ikiye böldüğü İstanbul’da bile deniz ulaşımının payının ne kadar az ve yetersiz olduğunu düşünün. Bunca tartışmalarla ‘köprü’ler yapıyoruz, ama belki de hiç tartışmalara sebep olmayacak olan deniz ulaşımını geliştirmeyi düşünmüyoruz. Aynı şey, Karadeniz ya da denize kıyısı olan Ege ve Akdeniz illeri için de geçerli. Meselâ İstanbul’dan hareketle Karadeniz kıyısındaki belli başlı şehirlere uğrayacak bir yolcu ya da ‘araba vapuru / feribot’u hizmete sunamadık. Üstelik Başbakan bu konuda çok defa söz verdiği halde!

‘Akıl için bir’ olan bu yollar denenmediği için ortaya başka ciddî iddialar atılıyor. Meselâ, demir yollarının ‘oto üreticileri’ tarafından engellendiği ya da oto yolların yapımını ‘lastik üreticileri’nin desteklediği gibi iddiâlar. Belki bu iddialar gülünüp geçilecek sözlerdir, ama yöneticiler ‘doğru olan’ı değil de ‘yanlış olan’ı yapmayı tercih ettikçe bu iddialar taraftar bulmaya devam eder.

Bütün dünyayı kasıp kavuran finansal ve ekonomik kriz sonrası, denizcilik sektörü de çok ciddî yaralar almış durumda. Gerek yük taşıma ücretleri ve gerekse sektörün diğer faaliyetleri durma noktasına gelmiş. Ama denizciler bunun bir fırsata dönüşebileceğini düşünüyor. Tabiî akıllı adımlar atılması şartıyla.

Deniz Ticaret Odası Meclis Başkanı Erol Yücel, deniz ve petrol kıyaslamasını yaparken şöyle demiş: “Deniz aslında bir hayattır. Denizi iyi anlamak, denizi iyi görmek, denizi iyi tanımak lâzım. Meselâ bir ekonomik değer olarak ele aldığımızda, Türkiye’nin bir petrol ülkesi olmadığından yakınıyoruz. Acaba Türkiye petrol ülkesi olsaydı, bugünkü sanayileşmemizi yapabilir miydik? Başka gelişmeleri hayata geçirebilir miydik? Yoksa tembel bir Ortadoğu ülkesi mi olurduk? Bir gün petrol de bitecek; ama denizin, denizciliğin bitmesi söz konusu değil.” (Vira [Deniz Kültürü ve Haber-Yorum Dergisi], Ocak 2009)

Denizin içinde olan, ama bunun farkında olmayan ‘balık’lar gibi olmayalım. Denizlerimizden en iyi şekilde istifade edelim. Bunun için de önce ‘deniz’lerimizi görelim, ayağımız ‘su’ya değsin...

30.01.2009

E-Posta: [email protected]




Zafer AKGÜL

Kantarın topuzu kaçmasın



Ergenekon dâvâsı, ilginç olduğu kadar korkunç bir şekilde sürüyor. Her geçen gün dünya kadar silâhlar, mermiler, mühimmatlar ortaya çıkıyor. Her geçen gün yeni yeni itiraflarla örgütün ve örgütle bağlantılı olanların cinayetleri, sabotajları, bağlantıları haberlere yansıdıkça hayretten donakalıyorlar insanımız. Bu kadar karmaşık bir örgüt ve bu kadar acımasız icraatlar. Bu tür kanun dışı faaliyetlerin onda biri başka ülkede olsaydı eminiz ki yer yerinden oynardı. Gelgelelim dâvâya konu olan şahıslar, olaylar ve bağlantılar maalesef inanılmaz bir şekilde hedef saptırmaca taktikleriyle adeta korumaya alınmak isteniyor.

Son günlerde Ergenekon dâvâsı sürecinde olanlar değil, olması istenenler dayatılmaya ve zerk edilmeye çalışılıyor. Tıpkı Uğur Mumcu’nun katilleri konusunda derin devlet ya da örgütler yaptı ihtimaline rağmen ille de irticaî odaklar veya şeriatçılar yaptı demeye getirmek gibi. Abdi İpekçi’nin katillerinden Hablemitoğlu’nun katillerine kadar nerede bir siyasî cinayet işlenmişse bir zamanlar hep sağcıların, muhafazakârların, dindarların üstüne yıkılması gibi Ergenekon dâvâsında adı geçenler de hep bir takım “şablon katil”ve “intikamcı odaklar”a havale edilecek. Böylece yağdan kıl çeker gibi cinayetlerden sıyrılıp çıkacaklar sanılıyor.

Sorgulananlar adına, Rusyacı, Avrasyacı oldukları için, bu dâvânın arkasında ABD’nin olduğu ihtimalini ileri sürenler var. Başta emekli orgenerallerden bir kaçı olmak üzere dâvânın asıl sebebinin intikam duygusundan kaynaklandığını, ABD’nin bu plana evessül edenleri cezalandırdığı inancını yaymaya çalışanlar böylece dâvâ konusu kişileri peşinen vatansever ve masum ilân ettiler bile. Faraza söz konusu vatan savunması olsa bile bu kadar yasa dışı, gayri meşrû ve bu kadar ayağa düşülecek şekilde bir mücadeleye tevessül edenler şaibelerden kurtulmuş sayılamazlar. Çünkü çalışma alanları dış ilişkilerden ziyade içe yöneliktir ve ağırlıklı olarak iftira, sabotaj, fişleme gibi illegal metodlara dayanmaktadır. Söz gelimi, Doğu (Batı) Çalışma Gurubu’nun camileri fişlemesinin, Menzil şeyhini ziyarete giden hakimleri rapor etmesinin, irticacı kebapçıların listesini yapmasının ne anlamı olabilir ki? Bu durumda Ergenekon örgütünün arkasında Siyonizmin, İsrail’in, Masonların olduğu tezi de aynı derecede ciddiye alınmalı dense ne cevap vereceğiz?

Encümen-i Daniş gibi sivil insiyatif şeklinde görünen komiteler ve kurumların arkasının boş olacağına inanacak bir tek vatandaş bulmak bu gün neredeyse imkânsız gibi.

Öte yandan kamuoyunda küçük balıkların tutulduğu, büyük balıkların kaçtığı bir yargılama süreci görüntüsü maalesef her geçen gün etkisini arttırmaktadır. Eminağaoğlu gibilerin “yasama” kurumunu eleştirme üslûbu ve mantığı ayrı bir handikap teşkil etmektedir yargı süreci üzerinde. 3 yeni savcının atanması üzerine “40 olsun, yetmez 367 olsun!“ şeklinde ti ye alınmaları pek de hayra alâmet değil dâvânın seyri hususunda. Adalet mekanizmasında eski tabirle “kantarın topuzu kayarsa” devlet bir daha dikiş tutturamaz artık.

Demokrasiyle idare edilen devletlerde kuvvet sadece ve yalnızca kanundadır. Kuvvet kanunda olur. Kanunlara aykırı iş yapanlar hiçbir şekilde ve hiçbir mazeretle yakalarını kurtaramazlar. Vatan için, memleket için gerekçesine sığınarak herkes kendine özgü ve kendi amaçlarına yönelik üstelik de silâhlı mücadele grubu kurarsa hukuk devleti bunların içinden nasıl çıkacak o zaman? Kim hangi cinayetinde, ne zaman, nerede ve ne ölçüde masum ve legal sayılacak? Ne devlet olan bir devlet bu kaosa düşecek kadar saftır, ne de insanlar bu tür teranelere inanacak kadar saftiriktir. Son söz, birileri başkalarını kandırdığını sanıyorsa fena halde yanılıyor…

30.01.2009

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Sulandırmayın ki demokrasi ve hukuk kazansın



Daha önceki gün dört ilde çok sayıda el bombası ve mermi bulundu. Ankara Batıkent’te çöplerin yanında 20 adet el bombası, Ergazi’de 451 kalaşnikof mermisi, İstanbul’da bin, İzmir’de 200 adet makineli tüfek mermisi, Antalya’da 25 mermi bulundu. Artık bulunan mühimmatlar normal bir olaymış (!) gibi görülmeye başlandı. Diğer yandan eski Özel Harekât Dairesi Başkanvekili İbrahim Şahin ve Yarbay Mustafa Dönmez’in evlerinde ele geçirilen krokilerden yola çıkılarak yapılan kazılarda bulunan çok sayıda bomba, patlayıcı, silâh ve mermiler üzerinde yapılan kriminal incelemede parmak izine rastlanmaması da “silâhları gömenlerin profesyonel olduğunu gösteriyor” yorumlarına sebep oldu.

Ergenekon soruşturmasının Ümraniye’de bir gecekondu da 27 adet el bombası bulunmasından sonra başladığı dikkat alınırsa yol kenarlarında, çöp bidonlarında, ağaç diplerinde bu kadar mühimmatın bulunmasının yabana atılır bir tarafı yok. Ergenekon soruşturmasının son dalgasından bu yana ele geçirilen el bombalarının 150’yi geçtiği, mermilerinin 25 binleri bulduğu, lav silâhı, roketatarlar, suikast silâhları, roketatarlar ortalığa saçıldığı göz önüne alınırsa olayın vahametini ortaya çıkarır.

* * *

Ergenekon soruşturması gündemimizden hiç düşmüyor. Bir yandan Ergenekon’un ilk dalgalarında tutuklananların dâvâları devam ederken, diğer dalgalarda gözaltına alınanların veya serbest bırakılanlar için ek iddianameler hazırlık aşamasında. Her dalgadan sonra gelişen olaylar birçok gizli kapaklı işi gün yüzüne çıkartıyor. Özellikle 10 ve 11 dalgadan sonra Ergenekon’a “ıvır zıvır” diyenlerin fikirlerini 180 derece değiştirdiği de görülüyor. Yapılan bir ankette halkın bu soruşturmaya bakışını gösterdi. Milliyet gazetesinde yayınlanan A&G şirketi tarafından 33 ilde yapılan araştırmada, halkın yüzde 61.7’sinin Ergenekon örgütünün varlığına inandığını ortaya koyarken, “Ergenekon nedir?” sorusuna, “Suç işlemiş çetecilerin-darbecilerin yargılandığı bir dâvâ” cevabı verildi. “Ergenekon örgütünün var olduğuna inanmıyorum” diyenlerin ise yüzde 20.3’te kalması dikkat çekici.

Şimdiye kadar soruşturmaya “mesafeli bakan” bazı basın kuruluşlarının idarî kadrolarda anket yapıp yayınlamaları da şimdiki pozisyonlarını göstermesi açısından önemli.

* * *

Ergenekon’la ilgili bir diğer gelişme de Yargıtay eski Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu’nun son dalgada evinin aranmasından sonra çıktığı televizyon programlarında “savcı sayısının 40’a çıkarılması gerektiği” yönündeki açıklamaları, YARSAV ve Barolar Birliği’nin bu teklifi desteklemesinden sonra özel yetkili üç yeni savcının Hâkim ve Savcılar Yüksek Kurulu tarafından atanması kafalarda şüphe uyandırdı.

Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’in hâkim ve savcılara güvenilmesi gerektiğini vurgularken, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığının özel yetkili mahkeme için 3 savcı görevlendirilmesi talebinin Adalet Bakanlığınca da uygun görüldüğünü söylemesi ile İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Aykut Cengiz Engin, “Şu anda Ergenekon soruşturmasına atanmadılar. Bir savcının neyle görevlendirileceğine ben karar veririm. Gerek görülürse atanabilir” açıklaması kafa karışıklığını arttıran başka bir sebep oldu.

Öncelikle, 1.5-2 yıldır süren bir soruşturmaya yeni savcıların atanmasını, şu anda 6 savcıyla yürütülen ve “yüzyılın dâvası” olarak görülen bu soruşturmada savcıların yükünü hafifletileceği düşünmek iyimserlik olur. Bazı hukukçular bu atamaların normal olmadığını vurgularken, bazıları da bu aşamadan sonra soruşturmanın seyrinin değiştirilmesinin zor olduğunu söylüyorlar.

Bu arada, yeni atanan savcıların ister bu dâvâda, isterse başka dâvâ da görevlendirilmesi karşısında peşin hükümlü olmak öncellikle onlara haksızlık olur. Fakat “her şeyi bilen” bir hukukçunun sözünün ardından bu atamaların yapılması kafalarda soru işaretlerinin oluşmasına sebep oldu. Bu sorularının cevaplarını da önümüzdeki günlerde bulacağız.

* * *

Ergenekon soruşturmasının sulandırılmaması ve hukukun içinde kalarak soruşturmanın sürdürülmesine artık herkes azamî dikkati göstermeli. Bu safhaya gelen soruşturma sırasında, yargıyı töhmet altında bırakacak, ya da sağlıklı karar vermesini engellemek için sözle ya da eylemlerle baskılar oluşturmak en başta demokrasimize büyük yara aldıracaktır.

Bırakın da demokrasiye kastedildiyse, darbe planları yapıldıysa, devlet adına cinayet işlendiyse, gizli oluşumlar içine girildiyse bir bir ortaya çıksın ki demokrasi ve hukuk kazansın…

30.01.2009

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Ergenekon’un iç ve dış bağlantıları…



“Ergenekon”un iç bağlantıları belli. Her darbe ve ara rejimde açıklanan “gerekçeler” bu iç bağlantıları açıkça ortaya çıkarmakta. Bu “bağlanıtılar”, 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat darbe dönemlerinin bildirilerinde açıkça okunmakta…

Tahrik ve terörle ülkenin istikrarsızlaştırmakla kargaşa ve kaosa sürüklenmesi ve darbe ortamının hazırlanması için toplumun çeşitli etnik, dinî ve sosyal farklılıklarının kaşınarak zafiyet ve kırılganlıkla tezgâhlanan ortama itilmesi, demokrasi dışı dönemlerde bâriz bir biçimde tezâhür ediyor.

Her darbe ve “postmodern darbe” öncesinde olduğu gibi, stratejinin “laik-anti laik” ikilemiyle toplumu karşılıklı kamplaşmaya sürüklemek olduğu açıkça anlaşılıyor. Darbe gerekçelerinde “iritca tehdidi”nden dem vurulması, “tehlikede olduğu” belirtilen “laiklik, ilke ve inkılâpların korunması, “ideolojik devlet sistemi”nin muhâfazasının zikredilmesi, bunun ifadesi.

“Ergenekon soruşturmasında” kişiler üzerindeki kesin bağlantılar elbette yargılanma sonucunda ortaya çıkacak. Ancak darbelerin “Türk milletinin çağrısı ile yapıldığı” garabetinden, derbecilerin bizzat darbe anayasalarının dibacelerinde korunması ile “Ergenekon iddianâmesi”nde “belli bazı mihrakların cebir ve şiddet kullanarak halkı isyana tahrik, patlayıcı madde bulundurup atmaya azmettirmek, meşrû demokratik otoriteyi zaafa uğratmak ve kamu düzenini bozarak kaos ortamı oluşturmak olduğu”nun açıklanması, iç bağlantıların uzandığı mihrakları açıkça ortaya koyuyor.

En son 28 Şubat “postmodern darbe” sürecinde “irtica ile mücadele” furyası perdesinde “laik – anti laik” kamplaşma ve kutuplaşmayı alevlendirip demokrasi dışı dayatmalara zemin hazırlanması eylemleri, medyatik yönlendirmeler, diğer darbe ve ara dönemlerde olduğu gibi masonik mahfillerin “Atatürkçülüğü” kullanarak müdahâle ortamını oluşturmaya çalışması bunun göstergesi…

“UÇLARI ECNEBİ ELİNDE OLAN

DÜNYA SİYASETİ…”

Bediüzzaman, “uçları ecnebi elinde olan dünya siyaseti”nin tahlinide “Ergenekon” dahil bu ülkedeki ve İslâm dünyasındaki bütün bozgunculukların hâirci merkez üslerine işâret eder. (Mektubat, 51) Milleti birbirine düşüren olayların, suikastların, cinâyetlerin, anarşinin, toplumu galeyana getirip çatıştıran ve iç savaya zemin hazırlayan eylemlerin arka plânında, “her çeşit fesat komitelerine karışan ve her nev'î ihtilâle parmak karıştıran Yahudi milleti”nin insanlıkta oynadığı bozgunculuğa, Kur’ân’ın açık âyetleriyle tefsir eder. (Sözler, 366)

Binlerce mâsum insanın derdest edilip cezalandırılıp zulme uğratıldığı “Menemen hâdise-i mazlûmanesi”ni misal verip “Menemen Hâdisesinin bir yalancı taklidini yayıp, millete dehşet verip, serbestî kanunları kolayca tatbik etmek desîsesiyle hükûmeti iğfal eden fitne”nin “her cihetçe vatana, millete, dine zararlı olan akîm teşebbüsler olduğu”nu nazara vermesi, dünden bugüne Türkiye’deki asimetrik kışkırtmaların, provokasyonların tahlilini yapar. (Tarihçe-i Hayat, 201) 6 -7 Eylül olaylarından, toplumu Alevî- Sünnî ayırımıyla karşılıklı kavgaya itmeyi amaçlayan Kahramanmaraş, Çorum ve en son Sivas’ta patlak veren hâdiselere kadar bir dizi tahrikin perde arkasını aralar…

Bu tahlille Bediüzzaman, “bîtaraf ve hürriyetperver olması lâzım gelen hükûmet-i Cumhuriyeyi, dinsizliğe taraftar ve entrikaları çeviren ve hükûmetin memurlarını iğfal eden gizli menfî komiteleri” nazara verir, “hükûmetin (devletin) onlardan uzak olmasını” ister. “Mübâreze ediyorum” dediği “o komitelerden, tesâdüfle hükûmetin (devletin) memuriyetine girenlere” dikkat çeker.. “O gizli müfsidlerin vatana ve millete muzır efkârlarını (görüşlerini)” ifşa eder; devleti ve hükûmeti ikaz eder (a.g.e., 212)

Yine mahkemelere yazdığı mektuplarda, “göz boyamak nevinde ve efkâr-ı âmmeyi (kamuoyunu) aldatmak tarzında ve zâlimlerin entrikalarını yalanlarını bildirir...

“MASONLUK HESÂBIYLA”

BOZGUNCULUK…

Doğrusu olup bitenlere baktıkça, Zübeyr Gündüzalp’in. “İslâm memleketlerinde, bilhassa Türkiye’de desîseser ve entrikalar çeviren, hâinane dolaplar döndüren, hunharâne ve vahşiyâne zulümler irtikâb ve şeytanî menfur plânlar tatbik eden veğfalatta bulunan, iblisâne sinsî metodlarla kardeşi kardeşle çarpıştıran ve tefrika tohumlarını saçarak İslâmın bünyesinde derin rahneler (yaralar) açan ve büyük tahribatlar yapan ecnebî parmağıyla idâre edilen zındıka komiteleri” tesbiti açıkça ortaya çıkmakta… (Sözler, 722)

Ve bütün bunlardan, Türkiye’yi istikrarsızlaştırmak maksadıyla dünden bugüne terörle toplumu kargaşa ve iç çatışmaya sürükleyen ucu hârice dayanan “Ergenekon”un geri üslerinin uluslar arası ifsad şebekeleri olduğunu su yüzüne çıkmakta…

Bu bakımdan “Ergenekon soruşturması” başlar başlamaz Yeni Aktüel dergisinin 164. sayısında yer alan ve Fransa’daki Jacques Cheminade hareketinin internet sitesinde yayınlanan iki makalede, Türkiye’deki bütün darbe ve demokrasi inkıtalarının İngiliz - Amerikan ve Yahudi lobisi bağlantılarını deşifre etmekte.

Ve bütün bu iç ve dış bağlantılar Bediüzzaman’ın Lâhikaya aldığı, “ecnebinin politikasına âlet etmek” ve “hayat-ı ictimaiyeyi (toplum hayatını) tamamen zir-û zeber edip zehirleyerek hâriçteki düşmanların parmak karıştırmalarına tam bir zemin hazırlamak” plânında birleşiyor. “Türklere dinlerini ve din temsilciliklerini fedâ ettirmek şartıyla, sun’î istiklâl işinde gizli anlaşmanın müessiri tek kelime ile Yahudiliktir” cümlesiyle “masonluk hasebiyle, Kur’ân’ın ahkâmını kaldırmak ve milleti dinsiz yapmak” hedefinde birleşmekte. (Emirdağ Lâhikası, 277-279)

“Ergenekon”un ve bütün darbelerin iç ve dış bağlantıları aynı düğümde düğümlenmekte…

30.01.2009

E-Posta: [email protected]




Şükrü BULUT

Garip bir hikâye...



Bu bir hikâyedir. Hazan yağmuruna yakalanmışların hikâyesi… Bin bir umutlarla istikbâlin sıradağlarının eteklerinden zirvelere yürürken; şahikalardan, uçurum ve yârlardan kopma tehlikesiyle sahralara ve yaylalara ulaşabilmişlerin hikâyesi… Coğrafyanın hep zirveye yükseleceğini beklerken düzlükleri bitirmiş, iniş veya dönüş yoluna girenlerin hikâyesi… Kulaklarında bir yörük devesinin boynundan gelen çıngırak sesleri veya sürüyü kışlaya indiren çobanların hazin nağmeleri… Yükseliş baharında alıştığı at kişnemelerini ve anne-yavru kuzu seslerini tahassürle yâd edenlerin bu garip ve hazin hikâyesine, hüzün ülkesine göçmek üzere konanların hikâyesi de diyebilirsiniz. Celâlli dağların beyaz sarıklar sardığı, sarıklardan fışkıran saçların beyazlara büründüğü, benizlerin bahçelerdeki gazellerce sarardığı bu kutlu veya mahzun mevsimin insanına “çocuk” diye seslenenler ne hikmetli konuşmuşlar. Dünyanın sevincinden etrafında raksettiği “süt emen” çocukların safına yerleştirilmiş safiyetteki bu garip insanların hikâyesi, yalnızca onlarla sınırlı kalmıyor; beni de, seni de içine alıyor.

Reddetmek elde mi? Bedenden gözlerin feriyle birlikte dizlerin dermanı ayrılırken, kimden kime dertleneceksin ki… Sakın “Ah gençliğim!” diyerek hikmeti üzmeyin. Ne gençliğin tutabilir ellerinden, ne de delikanlığın hayâl ve umutları uçurabilir şu beyabanlardan. En güzeli, elbette teslim olmak… Çekirdekten neşv ü nemaya ve oradan goncaya çıkarana teslim olmak… Sonra, seni gül-ü sadberg gibi âşıklarına takdim edene… Şimdi ise… Gördüğün gibi büzülme zamanı… Başladığımız noktaya dönüyoruz. Veya tırmanışa geçtiğimiz sahile… Gözlerin iyi seçmese de ufuklara derin derin bakmakta fayda var. Belki de bu sahillerden bizi almak üzere, güneşin yürüdüğü istikamette karaltılar görürüz okyanuslarda…

Maziye dalan gözlerimiz ne çabuk geçti. Bizi yalnızca gençliğimiz uyutmamış. Hayallerimiz, tûl-i emellerimiz ve başımızdaki hay u huy rüzgârları… Fakat zamanımızın kış çiçekleri hem garip, yardımcısız ve mutsuz. Onlar hayatı kucaklarken Keloğlana özenmişlerdi. İplerini ormanın yüzlerce ağacına dolayarak yüklenmişlerdi baharlarında… Dünyalık… Mallar… Ve çocuklar… Onlar da hayal imiş. Hani neredeler… Var mı elinden tutan, yalnızlığını gidermek üzere yârenlik eden ve şu korkulu-sıkıntılı “dönüş” yolculuğunda yardımcı olan. Bir rüya imiş yaşadıkları. Bir varmış, bir yokmuş gibi… Masala dönüşen hikâyemizi bizden dinleyecek kaç sabır kahramanı gösterebilirsiniz ki…

Teslim olmak… Çekirdekten meyveye, budaktan gonca güle, yükselişten vuslat sahillerine, ebr-i Nisan’dan karakışa ve doğuştan batışa giden yolları takdir edene teslim olmak… Garipliğini “Ey bu yerlerin ve göklerin sahibi!…” diyerek bizzat O'na yönelerek, O'nun huzurunda ve O'nunla paylaşmak ne güzel… Bir sığınak gerek… Ortasında seccadesi… Rahlesi köşede ve sığınağın duvarına yerleştirilmiş kitapları…

Hikâyemizi yaşamayanlar bizi anlamıyorlar. Cemiyet hayatının dizaynında bu garipler hiç, ama hiç nazara alınmıyor. Doğrusu fıtrî bir hayat yok orta yerde. Kış çiçeğinin eline uzun “atlama” sırığını tutuşturuyorlar. Hazan yağmurundaki fersiz mahzunu “maraton koşusuna” istiyorlar. Ebedin çağrılarıyla geceleyip sabahlayanlarından “kahkaha tufanı” bekliyorlar. Beyaz yaşmağının rengini aşmış nuranî anneanneme “güzellik seti” pazarlarlayanların daldığı uyku gece uykularından gafletli olunca, kahramanlarımıza yeni sığınaklar lâzım.

Fakat nerede… Hayat burada işgale uğramış… Her yerde üç harflilerin dansı var gibi… Zıp zıp kahramanlarımızın etrafında hopluyorlar. Ortalarına sihirli kutucukların yerleştirildiği mekânlardaki garip kahramanlarımızın uğradığı mûsibet, savaş ve yağma sahnelerinden de beter.

Dönüş seferindeki yolcunun halini anlayanlara, bu cemiyette pek rastlanmıyor. Gençliğin heva ve hevesiyle kaybettiklerini “Şu son fasılda belki bulurum!” ümidiyle çabalayan ve çırpınan gariplerin hallerini bilecek haldaş yok mudur? Bu mekânlarda olmaz. Sefer sahibine yönelmiş yolcu yine kaybeder bu mekânlarda… Bu uzun seferin mutsuz yolcularının iskemlelerini sihirli kutucukların karşısına yerleştirenler, belki de yolculuğu unutmaya çalışıyorlar. Bahar ve yaz şarkılarıyla tesellî bulmaya çalışanların pencerelerinde güz rüzgârları, dallarından ayrılmış yapraklarla oynaşıyor. En iyisi “sihirli kutular!” Ne pencerelere baksınlar, ne de güzellik kremlerinin kapatamadığı kırışık yüzlere… Fakat hakikat değişmiyor. Ahireti tamamen dışlayarak “ehl-i dünya” olmuş toplumun aktörleri çok büyük bir yalanı oynuyorlar. Kahramanlarımızın da ellerinden, eteklerinden çekiştirerek, onları yalan, zulüm ve fısklarına iştirak ettirmeye çalışıyorlar.

Kahramanlarımız direniyor: Eyvah aldandık… Gençlikle daldığımız siyah gecelerden, ihtiyarlığın beyaz renkleri uyandırdı bizi… Yeniden, yeniden içmek istemiyoruz dehşetli gaflet şarabını… Lütfen yardım ediniz bize… İşte güneş indiğimiz dağları aşmak üzere… Belki de beni şu sahilden ebede götürecek yelkenli yola çıkmıştır. Sizin yalan, hile, riyâ, hırs ve hastalık dolu oyunlarınızı ne seyretmek, ne oynamak ve ne de düşünmek istemiyor… Sizden yalnızca mütevazi bir köşe… Belki de bir sığınak… Orta yerde seccadesi, yanında tesbihi ve ötede rahlesi… Beni sığınağımda kitaplarımla başbaşa bırakın… Ara sıra kulübenin pencerelerinden size el sallarım, duâ ederim… Duâya dönerek size yardım etmek istiyorum. Seferin sahibi isteklerimi geri çevirmeyeceğini söylüyor. O bizim gurbetimize teminat verirken, biz de sizin teminatınız olalım.

Fakat önce, her şeyden önce bir mekân… Sihirli aletlerle doldurulmamış, ucu düşmana bağlı tellerle donatılmamış ve habis ruhların işgaline uğramamış bir mekân… Kaybettiklerimi tekrar bulabileceğim, gözyaşlarıyla ıslanmış seccadelerin süslediği ve saçaklarında yakarışlarıma meleklerle güvercinlerin birlikte katılacağı bir mekân isitiyorum. Hem görüyorsunuz ki, uzun seferin belime yüklediği yüklerin ağırlığından dolaşamıyorum. Gözlerim ise aynalardan ve parlak resimlerden rahatsız oluyor. Tansiyonum bazen zirvelerde, bazen ufka yönelmiş, ufka kaçan güneşi takip ediyor. Şu sihirli kutularınız, o sihirlerle yatıp-kalkanların sohbetleri ve şamatalarınız nabzımızı da perişan ediyor. Hâzık tabipler de arzuladığım mekânı tavsiye ediyorlar… N´olur, yalvarıyoruz, arzuladığımız köşeleri bize çok görmeyin. Çocukluğumuzda size yaptığımızın onda birini, belki de yüzde birini bizden esirgemeyin!

30.01.2009

E-Posta: [email protected]




Hasan YÜKSELTEN

İnsanda derin bir yaradır köksüzlük



İnsanlığın en vahşî yüzyılı olarak da tarihe geçen 20. yüzyılda hâkim olan hayat anlayışının insanlara yaptığı en büyük kötülüklerden biri herkesi bir anlamda göçmen yapmış olmasıdır sanırım. Kavimler göçünden bu yana bu kadar fazla sayıda insanın bir yerden bir yere hareketlendiği görülmemiştir her halde. Kendi ülkelerindeki hayat şartları dolayısıyla köyünden, ilçesinden büyük şehirlere göç etmek zorunda kalanlardan tutun, dünyanın gelişmiş ülkelerinde bir nev'î köle olarak da olsa yaşamak uğruna, çantaları ellerinde, umutları sırtlarında, ölümü göze alarak teknelerle denizlere açılan mültecilere kadar, hemen hemen herkes bir şekilde göçmenleşmiş durumdadır maalesef.

Bir yazar zamanında şöyle bir soru soruyordu: “Kaç kişi şu anda dedelerinin mezarlarının olduğu yerde yaşamaktadır acaba?” Ben daha iyimser bir soru sormak istiyorum. Kaç kişi en azından doğduğu şehirde yaşamaktadır acaba? Yakın zamanda yapılan çalışmalar da gösterdi ki, bu oran çok az maalesef. Yahya Kemal yıllar öncesinden bu durumu Kocamustafapaşa adlı şiirinde şöyle belirtir:

“Derler: insanda derin bir yaradır köksüzlük;

Budur âlemde hudutsuz ve hazin öksüzlük.

Sızlatır bazı saatler dayanılmaz bir acı,

Kökü toprakta kalıp kendi kesilmiş ağacı.

Ruh arar başka teselli her esen rüzgârda.

Ne yazık! Doğmuyoruz şimdi o topraklarda!”

Köksüzlük, sahiplenilmeyen topraklarda, kalitesiz bir hayata mahkûm olmaktır. Nitekim özellikle büyük şehirlere nazar ettiğimizde, tarihi geçmişe dayanan, köklü, yerleşik semtlerde hayatın daha kaliteli ve seviyeli olduğunu görüyoruz. Daha fazla kazanmak uğruna ortaya çıkan estetik yoksunu beton yığınlarına daha az rastlıyoruz. En azından sokaklarında, yollarında halen ağaçlar görüyoruz. Buna mukabil sonradan oluşan, belli bir geçmişi olmayan yeni yerleşim yerlerindeyse hayat kalitesinin bariz biçimde düştüğünü, insanların birbirlerine daha az saygı duyduğunu çok kolay fark ediyoruz. Kuşların bile konacakları, yuva yapacakları bir ağaç bulamadıkları için uzak durdukları gettolarda insanlar nasıl rahat edebilir ki?

Sait Faik, 1952’te yazdığı Son Kuşlar adlı eserini şöyle bitirir: ‘Kuşları boğdular, çimenleri söktüler, yollar çamur içinde kaldı. Dünya değişiyor dostlarım. Günün birinde gökyüzünde, güz mevsiminde artık esmer lekeler göremeyeceksiniz… Bizim için değil ama çocuklar, sizin için kötü olacak. Biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük. Sizin için kötü olacak. Benden hikâyesi.’ Sait Faik’in yıllar önce belirttiği tehlikeyi biz bugün yaşıyoruz maalesef. Köksüzlüğün bedelini bir anlamda hayatımızla ödüyoruz.

Son zamanlarda kentsel dönüşümler çokça konuşulur oldu. Köksüzlüğün verdiği umursamazlık sonucu çirkinleşen şehir hayatının güzelleşmesi açışından bu dönüşümlerin önemli olduğuna inanıyorum. Ancak kentsel dönüşümden önce kültürel dönüşümün yaşanması gerekiyor bence.

Zira köksüzlük, topraktan uzaklaşma problemidir aslında. Mevcudatla bağımızın kopmasıdır. Çünkü topraktan uzaklaştıkça, ölümü unutuyoruz. Ölümü unutup, hep bu dünyaya nazar edince, mesele sadece daha fazla kazanmak ve daha rahat yaşamak üzerine kuruluyor. Ancak kökü olmayanın gövdesi de olamıyor. Ve bence bu yüzden, Yahya Kemal’in deyimiyle, ‘hüznü bir zevk edinen’ kalitesiz hayatlar yaşanıyor, büyük şehir olarak adlandırılan ‘insanat bahçeleri’nde.

Günün birinde kültürel dönüşümü sağlayıp, insanca yaşamaya başladığımızda, gökyüzündeki esmer lekelere, yeşilliklere, temiz havaya, düzenli hayata tekrar kavuşuruz belki. Biz göremeyebiliriz ama çocuklarımız görür. Benden de umut etmesi…

30.01.2009

E-Posta: [email protected]




Rifat OKYAY

Dostlar...



Dostlar… Gerçek insanların, insaniyet fikir ve düşüncelerinin yükü dostlar… Sevginin sel olup çağlamaya başladığı anların, günlerin ve zamanların ırmağı dostlar…

Bağrına; bağırarak esen rüzgârlarına her yönde muhatap olan dostlar…

Doğruyu bağırarak, yanlışı içimize çekerek dile getirmeye çalıştığımız dostlar…

Dünyayı durdurun diyecek kadar küstahça haykırışların sebebi dostlar…

Sözünün kurşun gibi taa on ikiden isabet etmesinden rahatsız olunmayan dostlar…

İnsanlığın zirvesinde, olduğuna, varlığına hamd edilen şükür edilen dostlar…

Şefkatin yüksek ve sonsuz burçlarında daima sararak doğan batan dostlar…

Gönülden kelâmın, candan sözlerin karşısında eriyen dostlar…

Hayatın içinde dil yarasının, kanayan vicdanlarda merhametle sarıldığı dostlar…

Sevildiği, istendiği, beklendiği için aranılan dostlar…

Bağıra çağıra değil, mülâyemetle, kalb-i leyyin ile gönül bağlarını açan dostlar…

Bıktırmadan, çektirmeden ömür dakikalarını hayırlara, güzelliklere amade kılan dostlar…

Varlığı için olunan, yokluğu için ölünen dostlar…

Mevlânâ’nın neyinde, Yunus’un dilinde, Bediüzzaman’ın kalbinde dostlar…

Her türlü dünya metaına sırtını dönebilen hasbi dostlar…

Yaşadığını, gördüğünü, duyduğunu “dostluk” sandukçasında saklayabilen dostlar…

Sahip olduklarıyla hakikî sahibini, hakikaten bilen ve anlayan dostlar…

Sadakati, sıddıklar ocağından sadık bir şekilde ders almış dostlar…

Ne olursa olsun yeter ki dostlarımla birlikte olsun diyebilen dostlar…

Analar böyle dost doğurmamıştır diye seslenilen, çağrılan, anlatılan dostlar…

Ne oldum belâsına, kendini beğenmişlik bataklığına düşmekten her zaman kaçan dostlar…

Sayıldığı kadar sevilen, sevildiği kadar sayılan, kabullenilen dostlar…

“Y”nin eğriliğine inad “l” gibi dost doğru olabilen, olan, yaşayan ve yaşatan dostlar…

Selâmın dosta ait olduğunu bilen selâm alan ve selâm veren dostlar…

Selâm olsun dostlar…

30.01.2009

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Cüz-i ihtiyârî: Hür irade



Kader konusunda bazı akılların almadığı veya almak istemediği husus özetle şöyle seslendirilir:

“Madem Allah her şeyi ezelden takdir etmiş ve yazmıştır; öyle ise, kötü yola düşen, günah işleyenin suçu ne!”

Evet, eğer takdir ve yazmak tek belirleyici unsur olsaydı, o zaman imtihana, peygambere, güzel ve çirkin fiillere, sevap ve günaha, cennet ve cehenneme ne gerek vardı; neden insan yaptığı kötü işlerden, fiillerden dolayı sorumlu tutulmaktadır?

Bu meselenin püf noktasını yakalayabilmek için, fiillerimizin iki türlü olduğunu kavramamız gerekir:

1- İrademizin hiçbir müdahalesinin olmadığı, mecburî olarak yaptığımız/kabullendiğimiz hususlar/fiiller/işler...

2- Hür irademizle yaptıklarımız…

Dünyaya erkek veya kız, Türk veya Arap olarak gelmemiz, bizim irademiz dâhilinde değildir. Dolayısıyla bunlar, “ıztırârî, mecburi” hâllerdir, irademiz dışında cereyan ederler. Ki, bu ve benzeri durumlardan zaten sorumlu değiliz... Yani “Niye sen Kürt doğdun, niye Türk oldun, neden Arabistan’da dünyaya geldin?” diye hiç kimse herhangi bir suâle muhatap olmayacak, bundan herhangi bir sevap veya günah da almayacaktır. Allah, dilediğini, istediği millet ve ırktan yaratır.

Diğer taraftan; görmek, mecburî (buna ıztırârî de denir) bir fiildir. Bakmak ise, ihtiyârî, yani irademiz içinde olan bir fiildir. Gören bir insan, görme fiilinden dolayı değil, bakma fiilinden sorumludur.

Kezâ bir insanın eğilip kalkma, elini kaldırıp indirme, istediği yere gidip gelebilme kabiliyetinde olması ıztırârî fiillerdendir. Ve bundan dolayı herhangi bir soruyla karşılaşmayacaktır. Ancak “Belini namazda da mı eğdi büktü, yoksa başka kötü işlerde mi; elini iyilik için mi uzattı, kötülük için mi?” gibi fiillerden sigaya çekilecektir. Allah, “sevap ve günah”a sebep olacak ve tercih edecek, “cüz’î irade” dediğimiz bir “hür irade” bize vermiştir. Hür irade, isteme, arzulama, düşünme, istediği gibi hareket edebilme, hayatımızı yönetebilme / yönlendirebilme serbestisi demektir. Ne istersek, ne arzularsak, neye inanırsak, Allah onu yaratır, onu yazar, onu verir...

Hür irade şudur:

On katlı, asansörlü bir apartmanı düşünün... Beşinci kattan yukarısında iyilikler, güzellikler, olumlu davranışlar, sevaplar, meşrû yerler; aşağısında çirkinlikler, kötülükler, olumsuzluklar, günahlar, gayrimeşrû yerler bulunsun. Biz beşinci katındayız.

Asansörde, hangi katta neyin bulunduğunu gösteren tarifnâme, levhalar, işaretler, ayrıca asansörü çalıştıran yetkili vardır. Asansöre biniyoruz... Asansör, elektrik sistemi vs. kaderdir ve küllî iradedir. Bizim istediğimiz düğmeye basmamız, “cüz’î irade” dediğimiz hür irademizdir. Biz hangi düğmeye basarsak asansör bizi oraya götürür. Düğmeye basarken herhangi bir zorlamaya tâbî olmadığımızı vicdanen de biliyoruz. Tıpkı, balın tadını, limonun ekşiliğini, yemeğin lezzetini vicdanen ve hâlen bildiğimiz gibi.

Herkes yaptığı işlerde herhangi bir baskıya maruz kalmadığını bilir. Dolayısıyla “hür iradesi”yle yaptıklarımızdan sorumluyuz. Meselâ yolda giderken, önümüze büyük bir çukur çıksa “Ne yapayım, kaderimde bu da varmış!” deyip atlamıyor, yolumuzu değiştiriyoruz.

Aslında kötü işler yapıp, günah işleyip yoldan sapanların “Ben kaderin mahkûmuyum!” diyerek kendilerini mazur gösterirken; iyi işleri kendilerine mâl etmeleri, hür iradelerinin varlığını kabul ettiklerini gösteriyor; ancak günah psikolojisi onlara kendilerini müdafaa ettiriyor ve mazur gösteriyor!

Hayrettir ki, hiçbir Cebriyeci, suratının ortasına yediği yumruk sahibine, “N’apalım, sen rüzgârın önüne kapılmış bir kuru yaprak gibisin!” demediği hâlde, işlediği günahları / kötülükleri kadere yüklüyor!..

Kaderi suçlamak öğrenci psikolojisine benziyor. Okul, kaderdir. Talebenin “okul” meselelerinde, yalnız “okumak” ve “hocalarla olan münasebeti” dâhilinde mes’uliyeti vardır. Dersine çalışmayan, vazifesini yerine getirmeyen bir öğrenci, suçu öğretmene ve okula yükleyemez!

30.01.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]




Şaban DÖĞEN

En iyi koruyucu



Kıssaların en güzelinin yer aldığı Yusuf Sûresi nice ibret ve hikmetlerle doludur. Ders alınacak çok noktaları taşır.

Sûrede anlatıldığına göre Hz. Yusuf’un (as) kardeşleri babalarının yanına döndüklerinde; “Ey babamız,” derler. “Artık bize erzak verilmeyecek. Kardeşimizi bizimle gönder ki erzak alalım. Muhakkak biz onu koruyacağız” derler.

Buna karşı Allah’a tam bir tevekkül içerisinde bulunan Hz. Yakub’un (as) cevabı şudur: “Ben onu size emanet eder miyim? Emanet etsem de, ancak daha önce kardeşini size emanet ettiğim gibi ederim. En iyi koruyucu Allah’tır; merhametlilerin en merhametlisi de O'dur.”1

Dikkat edilirse tevekkül ve teslimiyetin şahika örneklerinden birisi var bunda. Hz. Yakub’un, oğlu Yusuf gibi Bünyamin hakkında da endişesi vardır. Ama Allah’a olan güvenini yitirmemekte, en iyi koruyucunun, merhametlilerin en merhametlisinin Allah olduğuna inanmakta, bunu diliyle ifade etmekte, Hz. Yusuf (as) gibi onu da Allah’ın himayesine teslim etmektedir.

Hz. Yakub (as), oğlu Hz. Yusuf’u (as) Allah’ın himayesine teslim etmişti. En büyük ve en iyi hâmî Allah’tı. Kuyuya atılması, zindanda kalması o himayenin altında rahat bir nefes aldırmış, “En büyük saadetler büyük ve acı felâketlerin neticesidir”2 sırrınca onu Mısır’a sultan olma gibi bir noktaya ulaştırmıştı.

O Büyük Hâmînin himayesini hayatının her anında hisseden Hz. Yusuf'da (as) katlandığı onca çile ve ıztırap karşısında daha önce peygamberlik gibi yüce bir mevkiye yükseltilmişti.

Şimdi hem peygamber, hem de sultandı. Üstelik anne baba ve kardeşlerine kavuşmuştu. Ama asıl sultanlık ebedî âlemde de bu sultanlığı daha şaşaalı bir tarzda devam ettirmekti. Onun için Allah’a, “Benim canımı Müslüman olarak al ve beni salihlere kat”3 duâsını yapacaktı. “Şu ferahlı ve saadetli vaziyetten daha saadetli, daha parlak bir vaziyete mazhar olmak için, Hz. Yusuf (as) kendisi Cenâb-ı Haktan vefatını istedi ve vefat etti ve o saadete mazhar oldu. Demek o dünyevî lezzetli saadetten daha cazibedar bir saadet ve ferahlı bir vaziyet, kabrin arkasında vardır ki, Hz. Yusuf Aleyhisselâm gibi hakikatbîn bir zat, o gayet lezzetli dünyevî vaziyet içinde gayet acı olan mevti [ölümü] istedi, tâ öteki saadete mazhar olsun.”4

Dipnotlar:

1- Yusuf Sûresi: 63-64.

2- Şuâlar, s. 650.

3- Yusuf Sûresi: 101.

4- Mektûbât, s. 274.

30.01.2009

E-Posta: [email protected]




Nejat EREN

Demokrat zihniyet ve demokrat bir avukat



“Demokrasi” kavramı belki de insanlığın, hele de bizim ülkemizin insanlarının en önemli ve hayatî bir dâvâsıdır. İnsanımızın ve devlet yapımızın büyük sıkıntısı, topluma ıztırap veren vazgeçilmez bir konudur.

Demokrasi mücadelesi ve anlayışı, mantalitesi başlı başına bir olay.

“Demokrasi” denen kavram; muhataplarından; büyük hoşgörü, anlayış, katlanma, sabır, bedel bekleyen insanlığın en önemli kazanımlarından birisi. Jakoben zihniyetin hâkim olduğu millî ideolojinin çarkından geçen bu ülke fertleri olarak hepimizin “demokrat” zihniyeti kalp ve dimağımıza yerleştirmemiz, akıl ve ruhumuza kabul ettirmemiz şimdiye kadar kolay olmadı. Bundan sonra da öyle kolay olmayacak muhakkak.

Millet olarak bu kalıplaşmış “ezberi” bozmamız cidden kolay değil. Ümitsiz değiliz ama zor ve çetin bir vadinin içindeyiz. Tek tesellimiz, gelecek nesillerin bizim kuşaktan daha şanslı ve bahtiyar olacağı umududur. Demokrasi konusundaki en büyük gönül tesellimiz ve âtiye taşınan ümidimiz şükür ki budur.

Güzel ülkemde, cefakâr memleketimde tek tük de olsa “demokrat” düşünce ve zihniyete sahip olanlar var Elhamdülillah ve bunların sayıları da gün geçtikçe artarak devam ediyor.

Size bu haftaki yazımda, Yeni Asya okuyucularının yakînen tanıdığı, aynı zamanda yazarımız da olan, değerli bir hukukçu ve asıl önemlisi “demokrat” kimliği ve özelliğiyle öne çıkan, Balıkesir ilinin yetiştirdiği müstesna bir kişilik, Avukat Turgut İnal Bey’den bahsetmek istiyorum. Geçenlerde, Balıkesirli dostlarımızın dâveti üzerine Balıkesir’e sohbet, ders ve seminer için gittik. Bu münasebetle gıyabında iyi tanıdığımız bu değerli hukukçu ve “demokrat” şahsiyeti yüzyüze, biraz daha yakından tanıma fırsatı bulduk. Bu izlenimlerimi bir vefa borcu olarak kısaca aktarmak ve sizlerle paylaşmak istedim.

Aynı zamanda gazetemizin fahri avukatı ve yazarı, yıllarca Balıkesir Baro Başkanlığı da yapmış olan demokrat hukukçu Avukat Turgut İnal Beyi, değerli hizmet ehli ağabeyim, fedakâr ve gönül eri Necati Yılmaz Ağabeyin rehberliğinde makamında ziyaret ettik.

Yılların tecrübesi Turgut Bey, Türkiye standartlarının üzerinde tam bir “demokrat” insan ve tecrübeli, mücadeleci, medenî, nazik, cesaretli ve etkili bir hukukçu.

Medenî cesareti, kendinden emin, adalet ve hukuk anlayışı, “adalet” kavramının gerektirdiği temel kavramlara tam vurgu yapan hal, tavır ve fikirleriyle muhatap olduğum hukukçulardan farklı bir portre ve kişiliğe sahip ender bir kişilik tesbit ettim Sn. İnal’da.

Demokratlığı akıl ve kalbine sindirmiş bu değerli hukuk adamının ilk ifade ve serzenişi; adalet ve hukuk mekanizmasının içinde “adalet” kavramının olmadığını vurgulamak oldu. Adaletin, ilk önce Türkiye Cumhuriyeti Devletinin resmî adalet bürokrasisi ve mekanizması içersinde gerçek tatbikatını bulamadığından dertli. Problemin orada halledilmemesinden dertli. Açık ve net söylüyor: “Ne zaman bizdeki adalet mekanizmasına gerçek adalet gelirse, o zaman ülkeye ve bütün kurumlara adalet gelir.”

“Adalet” dağıtan müesseselerin, bu fonksiyonu icrâ edemediğini belirtiyor. Bu konuda birçok örnek veriyor.

Genç hakim ve savcılardan başlayarak en tepedeki adalet bürokrasisi içerisinde bulunan her yetkiliye “tutuklama ve suçlama” psikolojisinden uzak bir anlayış ve uygulamayla insanımıza yaklaşılmasını tavsiye ettiğini ve bunu savunduğunu söylüyor. Onlara “Karşınıza gelen her insanı ‘sanık’ konumuna getirip, tutuklama histerisiyle yaklaşmayın, aksine ‘beraat’ ettirme anlayışıyla yaklaşın” dediğini beyan ediyor. Beyinlerimizde iz yapan o meşhur “potansiyel suçlu” psikozunun bir başka ifade şekli ve versiyonu bu ifadeler.

Kendisine ait BRT radyosunda birlikte canlı bir program yaptık. Bu programda da dinleyicilere radyosunun her fikir ve görüşe açık olduğunu, hukukî bir sorumluluk olmayacağını, olursa müdafaasını meccânen kendisinin yapacağını belirtti.

Turgut İnal Bey, her görüşe açık olduğunu, bunun için de Yeni Asya Gazetesi ve câmiâsına ayrı bir aşinalığı olduğunu özellikle belirtiyor.

Entelektüel çevrelere Bediüzzaman ve Risâle-i Nur konusunda peşin hükümlü olmamaları konusunda müşavirlik ve rehberlik yaparak birçok olumsuzluğun önüne geçtiğini belirtiyor. Bunların belgelerini gösteriyor.

Çok renkli ve çok yönlü bir kişiliğe sahip olan Turgut İnal Bey, ülke çapında birçok ödüle lâyık görülmüş, ayrıca birçok kurum ve tüzel kişiliğe sahip makamlarda da yöneticilik yapmış ve hâlâ da yapmaya devam ediyor.

Etkili bir kalemi ve yazarlığı da var. Kitapları arasında “Sözde Demokrasi, İzinli Demokrasi, Yargıda İnsan Hakları, Yurttaşımız Başımızın Tacıymış…” vb. birçok kitabı var. Mahalli basında olsun, ulusal basında olsun birçok gazete ve dergiye makale ve yazılar göndermeye devam ediyor.

Aynı zamanda, Sedat Simavi Ödülü, Antalya Barosu’nca Uğur Mumcu Özel Ödülü, Türk Adaleti, ülke hukuku adına verilen İnsan Hakları Onur Ödülü, Radyo Tv Meslek Onur Ödülü RATEM... gibi bir çok başarılı çalışma ve ödüle sahip. BRT (Balıkesir Radyo Televizyon) sahibi ve yönetim kurulu başkanı, Balıkesir Yüksek Öğretim Vakfı Başkanı.

On yıl önce bir Bediüzzaman’ı Anma Konferansında, Yeni Asya Gazetesi İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’la ve Yeni Asya camiasıyla tanışıyor. O tarihten sonra da camia mensuplarıyla sıklaştırdığı münasebetlerinde, bu camiânın ‘hukuk’ adına ne gibi ‘hukuksuzluklara’ uğradığını, ne büyük çileler çektiğini tesbit ediyor. “Ben şimdi geçmişte sizlere ne kadar zulüm yapıldığını gördüm ve çok üzüldüm. Bundan sonraki hukuk hayatımda bu tür dâvâlara katılmaya azmettim. Yeni Asya’nın doğudan batıya, kuzeyden güneye her tarafta okuyucusu var. Bazı yazılarımdan sonra tebrik telgrafları ve mesajlar alıyorum. Bu bana; bu camiânın çok canlı ve aktif bir cemaat olduğunu gösterdi. Farklı ve samimî bir yapılanma olduğunu bizzat gördüm” diyor.

Hepimizin bildiği gibi Yeni Asya Gazetesi İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ı AİHM’de savunarak, ona yapılan haksızlığı hukuken çürütüp devleti 5.000 EURO’ya da mahkûm ettirdi.

Kendisine, bıkıp usanmadan verdiği bu “demokrasi, hak, adalet, hukuk” mücadelesinde başarılar diliyorum. Bu anlayıştaki meslektaşlarının çoğalması, ülkemiz ve demokrasimiz açısından çok önemli bir hadisedir.

30.01.2009

E-Posta: [email protected]




Halil USLU

ABD yol ayrımında



Yüz kırk üç yıl önce olsaydı yeni seçilen ABD devlet başkanı siyahî Hüseyin Barack Obama ancak köle olabilirdi, dedeleri “Kunte Kinte” gibi... Hak ve hakikat mücadelesinde ve “fikr-i hürriyet” savaşında 143 yıl sonra gelinen nokta kölelerin, siyahîlerin ve bir mânâda hürriyetperverlerin zaferi olarak noktalandı. ABD halkı adeta bir yol ayırımına doğru sür'atle gitmektedir. Çünkü çok geniş sosyal, siyasî, dinî ve askerî problemlerle karşı karşıyadır. ABD halkının doğru ve isabetli düşünenleri, barış ve fikr-i hürriyet taraftarı İslâmiyet’e var güçleriyle teveccüh etmektedirler. Bugün ABD’de İslâmiyet ikinci büyük din ve İslâmî okul sayısı 400, cami sayısı 3 bin, Müslümanların sayısı 24 milyon.

ABD hukukçular konseyi başkanı Prof. Dr. Faruk Abdülhalık gibi yeni Mister Carlyle’rin ortaya çıkması ve “ABD’nin âkıbeti ancak Kur’ân-ı Kerim’in hakemliği sayesinde hayat bulacaktır” beyanları; “Ben Kur’ânla iftihar ediyorum” diyen, 85 bayan üniversitesinin birinden mezun Hillary Clinton’ın ABD Dışişleri Bakanı olması, Hz. Bediüzzaman’ın yıllar önce verdiği “Amerika İslâmiyetle hamiledir; günün birinde bir İslâmî devlet doğuracak”1 müjdesini hatırlatmaktadır. Diğer bir mânâda, ABD’nin dünyada kaybolan demokrat, cumhuriyetçi ve insan haklarına değer veren imajının, yeniden ve başka bir elbise ile ortaya çıkması beklenmektedir.

ABD yönetim biçimi: Federal Cumhuriyet. İdarî bölümler: 50 eyalet ve 1 bölge. Amerika Birleşik Devletleri Başşehri: Washington. Resmi Dili: İngilizce. Dini: Hıristiyanlık. ABD, 4 Temmuz 1776’da kuruldu. 1787’de ilk anayasasını hazırladı ve George Washington ilk cumhurbaşkanı seçildi. 1790’da ilk sayım yapıldığında bu genç devletin nüfusu 4 milyondan az olup, çoğu doğu kıyısında yaşıyordu. Bugün 300 milyondan fazla nüfusu vardır. Okul ve üniversitelere kayıtlı öğrencilerin sayısı 60 milyon kadardır. 4 bin üniversite ve bunun 85’i bayan üniversitesidir.

ABD ve din: Kendi ibadethanesini ve dinini seçme, kendi vicdanına göre ibadet etme hürriyeti her Amerikalı’nın hakkıdır. Birleşik Devletler Anayasası’nda yapılan ilk değişiklik şöyledir: “Kongre, belirli bir dinin mecburî olması için veya ibadet hürriyetini yasaklayan bir yasa yapamaz.” Her eyaletteki Amerikalılar aynı ibadet hürriyetine sahiptir. İslâm, Budist, Rus Ortodoks ve Yunan Ortodoks dahil, yeryüzündeki belli başlı dinlerin tamamı Birleşik Amerika’da temsil edilmektedir. ABD’de 219 mezheb ve 331 bin mahalli kilise ve grubu vardır. Dünyadaki bütün batıl inançların merkezi bu ülkedir.

Sabık başkan Bush döneminde “Dünyaya jandarmalık yapacağım” diyen ABD’de maddî kriz olmuştur. ABD’nin dakikada 1 milyon dolar artan millî borcu 9.13 trilyon dolara ulaştı. Bunun ulusal güvenlik sorunu olduğunu belirten uzmanlar, Çin’in ABD tahvili almaktan vazgeçmesini felâket senaryosu olarak yorumladılar. Uzmanlar, bu yıl ABD’nin millî borcunun dakikada 1 milyon dolar artmasını kaygı verici olarak nitelendirirken, bu miktarın her Amerikalı için ortalama 30 bin dolar borç alması anlamına geldiğine dikkat çekti. Özetle; ABD’nin toplam borcu 10 trilyon dolar. Ekonomik krizin muhtemel sonuçları, her 10 Amerikalı’dan 8’ini korkutuyor. Her 10 kişiden 8’i, ülkenin yüksek borçluluğunun, çocuklarının ve torunlarının sırtında yük oluşturacağını düşünüyor.2

Böyle bir ortamda 143 yıl sonunda işkencelere ve köleliğe maruz kalan bir neslin torunu, ABD devlet başkanı olarak ortaya çıkmıştır. Fazla ifrat ve tefrite kaçmadan netâici beklemek lâzımdır. Ümitvârız, fakat dengeli yaklaşım elzemdir. Her iktidara zaman tanımak, adaletin ve hür vicdanın gereğidir. ABD, yeni siyasî kadrosuyla şuurlu ve inançlı halkının sesine kulak verecektir kanaatindeyim. Özetle; ABD bir yol ayırımındadır. Evvelâ Irak meselesinden başlaması lâzımdır, yani ABD ateşten bir gömlek içindedir.

Dipnotlar:

1- Hutbe-i Şamiye, s. 38;

2- Dünya Basını 2008-Ekim

30.01.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır