"Gerçekten" haber verir 07 Şubat 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Selim GÜNDÜZALP

Yaşasın ümit!



Bir adam Allah’ın Resûlü’ne (asm) gelerek:

“Ey Allah’ın Rasûlü! Ben Ramazan ayından başka oruç tutmam, beş vakitten başka namaz kılmam. Zekât verecek ve hacca gidecek kadar da malım yoktur. Bu durumda öldüğüm zaman yerim neresi olacaktır?” diye sordu. Allah Rasûlü,

“Cennet,” buyurdu. Adam:

“Sizinle beraber mi?” dedi. Allah’ın Rasûlü tebessüm etti ve:

“Evet, eğer kalbini kin ve hasetten, dilini gıybet ve yalandan, gözünü Allah’ın bakmayı haram kıldığı şeylerden ve onlarla bir Müslümana eziyet etmekten muhafaza edersen benimle beraber cennete girersin,” (Zebidi; Bursevî) buyurdu.

***

Enes’den (r.a.) nakledilen uzun bir haber şöyledir: Bedevi bir adam:

“Ey Allah’ın Rasûlü, mahlûkatın hesabını kim görecektir?” diye sordu. Allah’ın Rasûlü:

“Allahu Teâlâ görecektir,” buyurdu. Bedevi:

“Bizzat kendisi mi görecek?” diye sordu. Allah Rasûlü:

“Evet,” dedi.

Bunun üzerine adam tebessüm etti. Allah Rasûlü (asm):

“Niye güldün?” dedi. Bedevi:

“Kerim (cömert) olan zat, gücü yettiğinde affeder; hesaba çektiğinde müsamaha gösterir,” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (asm):

“Bedevi doğru söyledi. Dikkat ediniz Allah’tan daha çok kerem, cömertlik ve iyilik sahibi yoktur. O cömertlerin en cömerdidir,” buyurdu ve şunu ekledi: “Bedevi fakih oldu (meseleyi kavradı).” (Zebidi)

***

Hz. Yakup (as) ile ilgili haberlerde nakledildiğine göre, Yüce Allah ona şöyle vahyetmiştir: “Seni, oğlun Yusuf’tan niçin ayırdığımı biliyor musun?” Hz. Yakup: “Hayır” dedi. Allahu Teâlâ: “Senin, Yusuf’un kardeşlerine: ‘Korkarım ki ondan gafil olduğunuz bir sırada onu kurt yer,’ sözünüzden dolayı aranızı ayırdım. Sen neden kurttan korktun da benim onu koruyacağımı ümit etmedin? Niçin kardeşlerinin gafletine baktın da benim onu himaye edeceğimi düşünmedin? Benim sana olan ezeldeki inayetim sebebiyle ben kendimi senin için merhamet edenlerin en merhametlisi yaptım. Öyleyse bana güven ve ümidini bana bağla. Eğer böyle olmasaydı, sana karşı kendimi cimrilerin en cimrisi yapardım.”

Ümit (reca) nedir?

Bir şeyde aşırı derece istekli ve ümitli olmaktır. Bunun karşısında olan havf (İlâhî korku) ise, bir şeyden son derece çekinmektir. Sözü pek yüce olan Allah, âyetinde şöyle buyurmuştur: “Onlar, korkarak ve (rahmetini) umarak Rablerine duâ ederler.” (Secde, 16)

Bir başka âyette şöyle buyuruyor: “Onlar ahiretten çekinir ve Rabbinin rahmetini umarlar.” (Zümer, 9) Ahiretten çekinmek ve Rabbinin rahmetini ummak, mü’minlerin sıfatlarından bir sıfattır. Ve o, imanın temel ahlâklarından birisidir. Çünkü iman ancak recâ (Allah’ın rahmetine güvenmekle) gerçek olur. Aynı şekilde iman havf (İlâhî korku) ile gerçekleşir. Buna göre, ümit, uçan bir kuşun kanadına benzer. Nasıl bir kuş ancak iki kanadıyla uçabilirse, Allah’tan korkan fakat O’nun rahmetine güvenmeyen kimse iman etmiş olamaz. Recâ (ümit), aynı zamanda Allah hakkında hüsn-ü zan besleme ve O'ndan güzel şeyler beklemektir. Bunun için Allah Rasûlü (asm) şöyle buyurmuştur:

“Sizden birisi ancak Allah’a karşı güzel zan sahibi olarak ölsün.” (Müslim; Ebu Davud)

***

Allah’ın Rasûlü (asm) ölmek üzere olan bir adamın yanına girdi ve ona:

“Kendini nasıl buluyorsun?” diye sordu. Adam:

“Kendimi günahlarından korkar ve Rabbimin rahmetini ümit eder bir vaziyette buluyorum,” dedi. Bunun üzerine Allah Rasûlü (asm):

“Bu durumda bu iki hasleti (korku ve ümidi) kalbinde bulunduran herkese Allah ümit ettiğini verir ve korktuğu şeyden onu emin kılar,” buyurdu. (Tirmizî)

Bunun için Hz. Ali (r.a.), İlâhî korkunun kendisini deli gibi ettiği ve ümitsizliğe sevk ettiği birisine: “Senin, Allah’ın rahmetinden ümidini kesmen, işlediğin günahtan daha büyük bir suçtur,” demiştir.

“Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayınız” (Bakara, 195) âyet-i kerimesinin tefsiri hakkında şöyle denmiştir: “Nefsini tehlikeye atan kimse, büyük bir günah işler, tövbe etmez, kendisini tehlikeye atar, peşinden de: Ben helâk oldum, artık bana hiçbir şey fayda vermez” der. Âyette böyle yapmak yasaklanmıştır.

Yaşasın ümit!

İnsanın ümit hâlinin güzel olmasının belirtilerinden birisi, ümidin içinde gizli olarak İlâhî korkunun da bulunmasıdır. Çünkü insan, gönlünde bir şeye karşı ümit oluştuğunda, ona karşı kalbindeki beklentisinin ve rağbetinin büyüklüğü oranında onu elden kaçırmaktan da korkar. Bu durumda insan, bir taraftan ümit hâlini yaşarken, diğer yandan ümit ettiği şeyi kaybetme korkusundan kurtulamaz.

Rivayet edildiğine göre Lokman (a.s.) oğluna şöyle demiştir:

“İmtihanından emin olmayacak bir şekilde Allah’tan kork. Allah’a beslediğin ümidin, korkundan daha çok olsun.” Oğlu: “Babacığım bunları nasıl yapabilirim ki? Benim tek kalbim vardır,” deyince, Hz. Lokman:

“Sen mü’minin iki kalb sahibi olduğunu bilmiyor musun? Birisi ile Allah’tan korkar, diğeri ile O’na ümit bağlar,” dedi.

Yani demek istiyor ki, havf ve reca, mü’minin kalbinden çıkmaması gereken iki önemli sıfattır. Bu sebeple mü’min iki kalp (duygu) sahibi gibidir.

***

Ümit ehli olanlar, Rabbi hakkında güzel zan sahibidir ve O’nun hakkında güzel ümidini muhafaza eder. Bilir ki, kendisine emrettiği iyi işleri Yüce Allah mecburiyetten değil, kendi lütfu ile kabul eder. Yine yaptığı kötülükleri Yüce Allah’ın ihsanı ve keremi ile örttüğünü bilir. Allah bütün bunları bir zorlama ile değil, kendi lütuf ve ihsanı ile yapmaktadır. O, kulun kendisine güzel zannı sebebiyle ikram etmektedir.

Süfyan-ı Sevrî’nin de dediği gibi; kim bir günah işler, günahının Allah tarafından takdir edildiğini bilerek mağfiretini beklerse, Allah onu affeder. Çünkü Allah bir topluluğu kınayarak şöyle buyurmuştur:

“Rabbiniz hakkında beslediğiniz zan var ya, işte sizi o mahvetti.” (Fussilet, 23)

Buna benzer bir başka âyette ise Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Kötü zanda bulundunuz ve helâkı hak etmiş bir topluluk oldunuz.” (Fetih, 12) Yani helâk olmuş insanlar oldunuz. Yüce Allah’ın bu hitabından, Allah hakkında hüsn-ü zan beslemenin bir kurtuluş vesilesi olduğu anlaşılmaktadır. Bir haberde şöyle rivayet edilmiştir:

“Kim bir günah işler de bu kendisini üzerse, istiğfarda bulunmazsa bile günahı affolur.” (Taberani; Heysemi; Hakim)

“Duâ ettiğiniz zaman kabul edileceğine inanarak duâ yapın. Çünkü Allahu Teâlâ ancak yakînen inanan ve içten duâ edenin duâasını kabul eder.” (Tirmizi; Hakim; Ahmed) Çünkü Allah, kimi kendisine duâ etmeye sevk ederse, ona ibadetten bir kapı açar.

Rivayet edildiğine göre Hz. Musa (a.s.): “Ya Rabbi, en fazla kime kızarsın?” diye sorduğunda, Allahu Teâlâ:

“Hükmüme, kaderime razı olmayana ve benden hayır dilediği halde kendisine verdiğim şeyden hoşlanmayan insana,” buyurmuştur.

Bir başka habere göre Hz. Musa (a.s.): “Yâ Rabbi en fazla sevdiğin ve en çok kızdığın şey nedir?” diye sormuş, Allahu Teâlâ da:

“En fazla sevdiğim ve en çok hoşuma giden şey, hükmüme rıza göstermek; en çok kızdığım şey ise, kişinin nefsini övmesidir,” buyurmuştur.

Rivayet edildiğine göre, Rasûlullah (asm): “Bana tavsiyede bulun, diyen bir adama şöyle buyurmuştur:

“Hakkında hükmettiği hiçbir konuda Allah’a itiraz etme.” (Heysemî; Zebidi)

Başka bir hadiste şu olay anlatılmıştır:

Allah Rasûlü (asm) bir gün semaya doğru baktı ve güldü. Kendisine, neden güldüğü sorulunca, şöyle buyurdu:

“Allahu Teâlâ’nın mü’min kulu hakkındaki kazasına ve kaderine bakarak hayret ediyorum. Yüce Allah’ın her hükmü mü’min için hayırlıdır. Eğer ona rahatlık ve huzur verse, mü’min ona razı olur. Bu kendisi için hayırdır. Ona sıkıntı ve darlık verse, ona da razı olur. Bu da kendisi için hayırlı olur.” (Buhari; Müslim)

***

Süleyman et-Teymî ölmek üzereyken oğluna: “Bana ümitten bahseden hadisler oku. Tâ ki Yüce Allah’a güzel zan içindeyken kavuşayım,” demiştir.

Süfyan es-Sevri, ölüm döşeğinde yatarken etrafına toplanan âlimler, kendisine Allah’ın rahmetini ve ona güvenmesini anlatıyorlardı.

Ahmed b. Hanbel de, ölüm esnasında oğluna: “Bana Allah’ın rahmetine güvendiren ve Allah’a karşı güzel düşünmeyi öven hadisleri anlat,” demiştir. Eğer ümit ve güzel zan üstün bir hâl olmasaydı, âlimler ve Allah dostları son nefeslerinde bunları istemezlerdi. İşte onlar dünyadan ayrılma ânında ve Mevlâ ile buluşma zamanında bunları istemişlerdir, tâ ki hayatları umutla noktalansın. Çünkü onlar hayatları boyunca Yüce Allah’tan güzel ölüm istemişlerdir.

Yahya b. Muaz, ümit hakkında şöyle demiştir: “Bir saatlik tevhid inancı elli senenin günahlarını siliyorsa, elli senelik tevhid inancı günahları ne yapar, bir düşünülmelidir.”

Allah buyuruyor ki: “Ben insanları yarattım ki onlar benden istifade etsinler, ben onlardan değil.” (Zebidi; bu söz Hz. İbrahim’e vahyedilmiş bir söz olarak nakledilmiştir)

Ata b. Yesar’ın Ebu Said el-Hudrî’den rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Allah’ın Rasûlü (asm) şöyle buyurmuştur:

“Allah her şey için, ona galip gelecek başka bir şey yaratmıştır. Kendi rahmetini de gazabına galip kılmıştır.” (Hakim; Bezzar; Heysemî)

Bir meşhur hadiste şöyle buyurulmuştur: “Allah mahlûkatı yaratmadan önce, kendisi adına: ‘Şüphesiz rahmetim gazabımdan öne geçti,’ diye yazmıştır.” (Buharî; Müslim)

Ayrıca Muaz b. Cebel ve Enes b. Malik’ten nakledilen meşhur hadisler vardır:

“Kim, ‘Lâ ilahe illallah’ derse (ve bu inanç üzere ölürse) cennete girer.” (Nesaî; Hakim)

“Kimin son sözü ‘Lâ ilahe illallah’ olursa cehennem ateşi ona dokunmaz.” (Ebû Davud; Hakim)

“Kim şirk koşmadan Allah’ın huzuruna çıkarsa kendisine cehennem ateşi haram olur.” (İbnu Mace; Ahmed b. Hanbel)

“Kalbinde zerre ağırlığı (kadar) iman olan kimse, ateşe girmez.” (Müslim)

Yüce Allah en büyük günahları dahi affedebileceği konusunda şöyle buyuruyor: “Nihayet kendilerine açık deliller geldikten sonra, buzağıyı tanrı edindiler. Biz onu da affettik.” (Nisa, 153)

“Müjdeleyiniz nefret ettirmeyiniz”

Allah’ın Rasûlü (asm) şöyle buyurmuştur:

“İnsanlara Rableri hakkında konuştuğunuz zaman, onları korkutacak ve nefret ettirecek şeyleri konuşmayınız.” (Heysemî)

Başka bir hadis-i şerifte:

“Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz; kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız.” (Buharî; Müslim) buyurulmuştur.

07.02.2009

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Gözlerin görmediği, kulakların işitmediği nimetler



Kur’ân bir âyetinde, “Yaptıklarına karşılık Allah katında onlar için göz aydınlığı olacak ne mükâfatların saklandığını kimse bilemez”1 buyurur. Acaba göz aydınlığı olacak saklanan bu mükâfatlar nelerdir?

Allah Resûlü (asm) bir hadis-i şeriflerinde, “İzzet ve celâl sahibi olan Allah buyuruyor ki: ‘Ben salih kullarıma öyle nimetler hazırladım ki, ne bir göz görmüş, ne bir kulak işitmiş, ne de hatıra hayale gelmiştir. Ey kulum, Allah’ın dünyada sana ihsan ettiği nimetleri sen bir kenara bırak. Onlar Cennet nimetleri yanında birşey ifade etmez’”2 buyurur ve sonra da yukarıdaki âyet-i kerimeyi okur.3

Kâinatın Efendisi (asm), Mi'rac Gecesi Cenneti de gezip onun güzelliklerinin anlatılamayacağını benzer cümlelerle dile getirmemiş miydi? Gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, akla hayale gelmeyen bu güzellikler görmeyen insanlara nasıl anlatılabilirdi? Başka zaman da Cenneti anlatırken şu cümleleri kulladığını görüyoruz: “Cennetten tırnak kadar birşey dünyada görünmüş olsa, yer ve gökler arası güzel koku ve ışıkla dolardı. Cennetliklerin birisi dünyada olsa ve bilezikleri görünse, güneş yıldızların ışığını söndürdüğü gibi o da güneşin ışığını söndürürdü.” 4

Bu bile Cennetin güzelliğini anlatmaya yetmez mi?

Evet, Cennet güzellikler diyarıdır. Bir tuğlası altından, bir tuğlası gümüşten, harcı bol kokulu miskten, çakılları inci ve yakuttan, toprağı zaferandandır.5

Allah’a karşı gelmekten sakınan bu takva sahiplerine tadı, rengi, kokusu bozulmayan sudan, tadı değişmeyen sütten ırmaklar verilir. Onlar için lezzet veren şaraptan ırmaklar vardır. Süzülmüş baldan ırmaklar vardır. Onlar için orada bütün meyveler ve Rablerinden bir de bağışlanma vardır.6

Bu Cennet şarabının zevkine doyum olmaz ve aslâ sarhoş etmez ve rahatsızlık vermez.7

Kıyıları altından, aktığı yer gümüş ve yakuttan, toprağı miskten daha hoş kokulu, suyu baldan tatlı ve kardan daha beyaz bir de Kevser nehri vardır.8

Daha ne güzellikler, ne güzellikler… Bir sonraki makalemizde de bunun üzerinde duralım.

Dipnotlar:

1- Secde Sûresi: 17.

2- Buharî, Tefsir-i Sûre: 32; Müslim, Cennet: 4.

3- Kur’ân-ı Kerim ve Açıklamalı Meâli.

4- Tirmizî, Sıfatü’l-Cenne: 8.

5- Tirmizî, Cennet: 2.

6- Muhammed Sûresi: 15.

7- Saffat 45-47 

8- Tirmizî, Tefsir-i Sûre: 108; İbni Mace, Zühd: 39.

07.02.2009

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

İşte Kemâl'in "Rüyâ"sı



Bediüzzaman Hazretlerinin henüz 15–16 yaşlarındayken "okuyunca uyandım" dediği Namık Kemâl'in hürriyet cevherini anlatan "Rüyâ" isimli makalesi, hakikaten bir lâhika gibi, bir destan gibi okunmaya lâyık enfes bir yazıdır.

O makalenin tamamını değil de, sadece bir kısmını tanzim ederek burada sizlere takdim etmek istiyoruz.

Namık Kemâl, cemiyetin içine sinmiş nâmert korkuların yüzünde patlayan mücessem bir şimşeğe benzettiği hürriyet hakikatini aynen şöyle konuşturuyor:

"...Hürriyet, cemiyetin üzerindeki nâmert korkuları görünce, buluttan henüz sıyrılmış şimşek gibi bir mücessem heyecân–ı âteşîn kesilerek dedi:

Ey gaflet uykusunda yatanlar! Ey esâret zincirlerine tapanlar! Ey korkaklıktaki alçaklığı benimseyenler!

Gözlerinizi sabah–ı mahşerde mi açacaksınız? Boynunuzdaki kayd–ı esâreti Mâlik–i Cahîme teslim etmek için mi saklarsınız? Bir dakika sonra bekasına emin olamadığınız hayatınız için mi bu kadar korkarsınız? Çektiğiniz hakaret yüküne, mizân–ı kıyâmette sıkletinizi göstermek için mi tahammül edersiniz? Heyhât!

Ey gaflet uykusuna yatanlar!

Sânî–i Kudret, âsâr–ı rahmetini temâşâ için nazar vermiş. Siz, o hakîkat güneşini setr ediyorsunuz da, hayâlinizle veya kulağınızla görmeye çalışıyorsunuz. Gözünüz açık iken uykudasınız; gözünüz kapandıkça meyyit (ölü) hâline geliyorsunuz.

Uyuyunuz, uyuyunuz! Bu gafleti ölüm toprağına tebdîl için, bundan kolay tarîk, yol yoktur...

Ey sefâlete ülfet edenler!

Aziz–i Zülcelâl, herkesi dünyevî ve uhrevî her türlü saadete mazhar olmak istidâdıyla halk etmiş. Siz, karnınızı doyurmak için evlâdınızı aç bırakmaya tevekkül nâmı veriyorsunuz... Sürününüz, sürününüz! Çok sürmez ki, siz de süründüğünüz yerler gibi toprak olursunuz.

Ey esâret kayıtlarına perestiş edenler!

Perestişiniz, âdet veya menfaat nâmıyla boynunuza takılan zincir–i esârettir. Yüzünüzü okşayan temiz elleri ısırmak; başınıza pençe vuran murdâr ayakları yalamak, sizde kuvvetli bir meleke olmuş... Çekiniz, çekiniz! Tâ ki, boynunuzdaki bu ağır yük, sizinle mezara gitsin.

Ey zillet–perver korkaklar!

Siz ölüm korkusuyla helâk olacak bir hâle geliyorsunuz. Hapis endişesiyle fikrinizi, baş dediğiniz bir avuç kemik; vicdanınızı, gönül dediğiniz bir parça et; sözlerinizi, dudak dediğiniz bir kaç damla kan arasında esir–i zindan ediyorsunuz.

Ne zaman intibâh hâsıl edebileceksiniz? Ne zaman saadetinizi düşüneceksiniz? Ne zaman kuvvetli, hür ve muhtar olduğunuzu bileceksiniz? Ne zaman merd olacaksınız?

Nicedir bu hâb–ı gaflet? Bu kadar zamandır gözü açık uyudunuz; gördüğünüz rüyâların hangisi hakka isâbet etti? Sırf yaşamaktan başka ne kazandınız? Gelecek nesil, sizi hangi eserinizle yâd etsin? İsminizi, yalnız mezar taşlarında mı bırakacaksınız?

Ma’rifet güneşi mağribten doğdu. Medeniyet–i kadîmenin sabah–ı kıyâmeti yetişip geliyor. Demir yollar, “dabbet’ül-arz”dan nişan (haber, işaret) veriyor. Maarif, bütün esrâr–ı tabiatı fâş ediyor. Telgraf, yerin damarlarını bozuyor. Yeni silâhların sâdâsı, musallat olduğu devletin başına “sûr–u İsrâfil” hükmünü gösteriyor... Hâlâ mı uyuyacaksınız? Rûz–i mahşerde mi uyanacaksınız?

Bastığınız topraklardan hâsıl olan otlar büyüyor, boyunuzun beraberi oluyor; siz hâlâ kendinizi olduğu gibi gösteremiyorsunuz.

Sevdiğiniz, beğendiniz ecdâdınız eğilirse, Hâlık’a secde etmek, veyahut kılıca davranmak için eğilirdi. Sizin ise kârınız, belki şeytandan da aşağı bir takım mahlûkatın–âdet veya menfaat nâmına–ayağını öpmek için secdeye kapanmaktan ibarettir... Ecdâdınız mezarlarında doğru yatıyor; siz dünyada boynu eğri geziyorsunuz.

Hâlâ böyle eğri büğrü mü gideceksiniz? Boynunuza olsun istikamet vermeye çalışmayacak mısınız? Aklınız hiçbir vakit ulviyâta meyletmeyecek mi? Gözünüz dâima yere mi bakacak?

Nedir bu irtikâb–ı zillet? Tezellülden ümid ettiğiniz faide nedir?

Kimin eteğini öptüğünüzde ağzınız lezzet buldu? Kimin ayağına kapandığınızda başınız göğe erdi? Dudaklarınız tozlu tozlu çuhalara yapıştıkça, şeker mi peydâ oluyor.

Ne vakte kadar masûm çocuk gibi, istediğinizi yapamadıkça ağlayacaksınız? Toprak olmayınca zelîl olduğunuzu anlamayacak mısınız? Rüzgâr toprağınızı berhava edinceye kadar, hiçbir suretle ulviyet bulmayacak mısınız?

Sübhanallahi'l–Azîm! Meğer ne kadar hakarete alışmış; ne derece esir–i âdet olmuşsunuz!"

NOTLAR

1) Niçin Rüyâ?

Mutlakıyet devrinin "hafif istibdat" rejimi aldında hürriyetten, meşrûtiyetten açıkça söz ederek bunları savunmak yasak olduğundan, Namık Kemal, hürriyetten bahsettiği bu makalesini "Rüyâ" ismiyle neşretmiş.

2) Namık Kemâl'e büyük haksızlık

İsmi pekçok münasebetsiz ve müstehcen fıkralara karıştırılan Namık Kemâl'e cidden çok büyük bir haksızlık yapılmıştır. İnsafsızcasına, vicdansızcasına bir haksızlık. 48 yıllık hayatının neredeyse tamamı çile ve sıkıntı ile, sürgün, hapis ve zindanlarda hürriyet ve meşrutiyet için mücadele ile geçen bir insan, nasıl olur da böyle aşağılık şeylere konu edilir? Bu erdemli şahsiyeti lekedar etmenin iki önemli sebebi var: Birincisi, sahte kahramanlar, kasıtlı bir şekilde onu karalamaya çalışmış. İkincisi ise şudur: Eskiden bir fırka anlatılırken, "Adamın biri bir gün..." anlamında kullanılan "Zât–ı kemâl bir gün...", yahut "Nâm–ı kemâl bir gün..." şeklindeki giriş cümlesi, zamanla mânâ değiştirerek "Namık Kemâl bir gün..." şekline inkılâp etmiş. "Nâm–ı kemâl", tamamen haksızca ve galat bir şekilde "Namık Kemâl" oluvermiş. Nice teessüfler olsun, böylesi bir kasta ve dikkatsizliğe...

3) Fenâ ve fâni adam

Bazı okuyucularımız, Üstad Bediüzzaman'ın "fenâ ve fani bir adam" diye kast ettiği şairin Namık Kemal olup olmadığını soruyor. Elcevap: Değildir. "Zulmün topu var, güllesi var, kal'ası varsa..." diye başlayan güzel ve bâki sözler, fenâ ve fâni bir adam olan şair Tevfik Fikret'e ait.

4) Devamı var

Bir sonraki yazıda, Namık Kemâl'in o harikulâde "Hürriyet Kasidesi" ile Üstad Bediüzzaman'ın "Hürriyete Hitap" nutkundan söz etmek arzusundayız.

07.02.2009

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

İbadet, aynı zamanda dünya işlerinin de tanzimidir



İbadetlere İhlâs Sûresi zaviyesinden bakarsak, şöyle bir derinlik yakalarız:

Allah hiçbir şeye muhtaç değil, fakat her şey, herkes O'na muhtaç. Şu halde “emirleri ve nehiyleri” ihtivâ eden ibadet insanlar içindir.

Hâkim ve Adil-i Mutlak olan kâinatın Yaratıcısı, her şeyi akılları ve fikirleri hayret bırakacak bir tarzda yaratır, idâre ve sevk eder. “Hakîm ve Müdebbir” isimlerinin de gereği olarak yapılmasını emrettiği, sakınılmasını istediği herbir ibâdete binlerce hikmet, binlerce fayda, binlerce netice taktığını müşâhede ediyoruz.

Bir ağaca binlerce dal-budak, yaprak, çiçek-meyve... Aynı zamanda yağmuru çekme, havanın nemini ayarlama ve havanın karbondioksidini temizleme vazifesi de yüklemiştir. Herbir meyve incelendiğinde pek çok vitamin ile ilâç hâsiyetleri yerleştirmiş olduğunu görürüz. Ve kezâ, hava sahifesini de, çok hassas ölçülerle teşekkül ettirmiş, yüzlerce hikmet takmış. İnsan, hayvan ve bitkilerin hayatının devamına, ses, ısı ve elektriğin iletilmesine yaradığını anlarız. Ve daha binlerce hikmet ve fayda...

Bunlar, Cenâb-ı Hakk’ın, “tekvinî” dediğimiz, “âdetullah”, yani “tabiat” kanunları, emirleridir. Elbette, cansız, ruhsuz, akılsız, şuursuz maddelere bu kadar fayda ve hikmet takan Hakim-i Mutlak, “teşriî” dediğimiz, “ibadet”lere de binlerce hikmet, binlerce meyve, binlerce netice, binlerce fayda takmıştır.

Oruca bu zaviyeden bakıldığında yüzlerce özellik ve güzellik taşıdığını ve bunun bir kısmının ilmen tesbit edildiğini görürüz.

***

Oruç zekâyı geliştiriyor: Almanya’da yapılan araştırmanın sonucu: Alınan kalorinin üçte bir oranında azaltılması hafızanın güçlenmesini sağlıyor. Almanya’da yapılan bir araştırmada, 50 yaşlı gönüllüye diyet uyguladıktan üç ay sonra hafıza testi yapıldığında, yaşlıların hafızasında olumlu gelişme olduğu görüldü. Münster Üniversitesinden bilim insanları, hayvanlar üzerinde yapılan deneylerde alınan kalorinin azaltılmasının hayat süresini uzattığı ve yaş bağlantılı hastalıkları azalttığı yönündeki bulguların ardından, insanlar üzerinde bu araştırmayı yapmaya karar verdi. Yaşları ortalama 60 olan gönüllüleri üç gruba ayıran araştırmacılar, ilk gruba normal kalori miktarına sahip dengeli bir beslenme tarzı uygularken, ikinci gruba doymamış yağ asit oranı daha yüksek benzer bir diyet verdiler. Üçüncü gruba ise kalorisi azaltılmış diyet uygulayan araştırmacılar, üç ay sonra yaptıkları hafıza testinde ilk iki grubun hafıza testi sonuçlarında değişiklik tesbit etmezken, üçüncü grubun daha iyi performans sergilediğini belirledi. Aşırı kilolu olmayan birinin aldığı kalori miktarını üçte bir azaltmasının hafızada olumlu etki meydana getirdiğini, ancak çok zayıf kişilerde bu diyetin tehlikeli olabileceğini kaydeden araştırmacılar, ayrıca üçüncü grubun üyelerinin ensülin seviyelerinde düşüş tesbit ederken, daha az enflamasyona rastladı.

***

Oruç ve kanser tedavisi: Kaliforniya Üniversitesi’nden Gerontoloji (Yaşlılıkbilimi) uzmanı Longo ekibi araştırmacıları, açlığın sağlıklı hücreleri koruduğunu ve açlığın, kemoterapinin zararlı etkisine karşı sağlıklı hücrelerin korunmasına yardımcı olabileceğini bildirdi.

2 gün boyunca fareleri aç bıraktıktan sonra hayvanlara yüksek dozda kemoterapi uyguladı. Bu farelerin, kemoterapinin ardından güçlü olmaya devam ettikleri görüldü. Beslenen fare grubundakilerin yarısının öldüğü, sağ kalanlarınsa kilo kaybetmeye ve halsizleşmeye devam ettikleri gözlendi.

Aç kalmaya zorlanan farelerin, insanlara uygulananın 3-5 katı kemoterapi seanslarından sonra “hiçbir stres ya da acı çekme belirtisi göstermediği” de vurgulandı. Deney kaplarında insan hücreleri üzerinde yapılan testler bu gözlemi doğruladı. Makale, Amerikan Bilimler Akademisi yıllığında yayımlandı. (1 Nisan / 2008.)

07.02.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]




S. Bahattin YAŞAR

Müjdeler, lâyık olanlar içindir



‘Çatık kaşlar’ neden?

Bir radyo haberinde dinlemiştim. Caddede oturan birkaç gence, caddede yürümekte olan birkaç genç şöyle bir bakmış. Kendisine bakılanlar, ‘Ne bakıyorsunuz?’ demişler. Onlar da, ‘baksak ne var…’ kabilinden sözler sarf etmişler. Böyle bir lâf dalaşının sonu, haliyle kavga ve adliye süreci… Acı ki, son zamanlarda böyle haberlerle sık sık karşılaşıyoruz.

İzzet ve şeref sahiplerinin

kem söz karşısındaki tavırları

Kötü bir söz, çirkin bir tavır ile karşılaşıldığında yapılması gereken şey toplumdan topluma değişkendir. Ama Kitabımızda, izzet ve şeref sahiplerinin tavrı şöyle tarif edilir: ‘Boş sözlerle, çirkin davranışlarla karşılaştıkları zaman, izzet ve şereflerini muhafaza ederek oradan geçip giderler.’ (Furkan Sûresi: 72).

Bu tarz bir davranış, kişiyi zalimin zarar ve zulmünden kurtaracaktır.

Kendisinden yüz çevrilen

değil, yüzüne bakılan

insan olmak

Bir insanla göz göze gelmek, oldukça insanî bir haldir. Kendisinden yüz çevrilen değil, yüzüne bakılan bir insan olmak ne güzeldir. İnsanla yüz yüze gelince heyecan duymak ve gülümsemek ne kadar nezaket içermektedir. Göz göze gelindiğinde gülümsemek ve selâm vermek insana yakışıyor. Dinimiz de, güler yüzü, nezaketi, inceliği, selâmlaşmayı öğütlüyor. Ama gelin görün ki, müntesipleri bu öğütlerden uzak. Şark’ta çatık kaş hakim. Düşündürücü…

Papazdan dikkat

çekici bir teklif

Bir kilise papazının cami imamına kurduğu cümle düşündürücüdür: “Gençler kiliseye gelmiyorlar. Görüyorum ki, camiye de pek gitmiyorlar. O zaman bu gençlerimiz nereye gidiyorlar? Tehlike ortadadır. Buna karşı ortak adım atmak zorundayız.” Dinsizliğe karşı, işbirliği bu olsa gerek.

Temizlik, tebessüm, selâmlaşma, çalışma, okuma, hak ve hukuk, adalet, dürüstlük gibi konular, insanlar olarak ortak davranış biçimlerimizdir. Bunlar aynı zamanda dinlerin ortak mesajlarıdır. Uygulayan toplumlar kazanıyor. Sonuçta din değerinden bir şey kaybetmiyor, ondan uzak kalan mahrum kalıyor.

Sorumsuz özgürlük yok;

evet insan özgürdür

ama abdullahtır

İnsan için sınırsız, sorumsuz bir özgürlük yok. İnsanlar özgür olurken, sorumluluklarını unutmuyorlar. Yani, ‘İnsanlar özgürdürler, ama önce abdullahtırlar.’ İnsanlar kulluklarını yaşama konusunda, insanca yaşama konusunda özgürdürler.

Kur’ân, doğruluğu, dürüstlüğü, hak yememeyi, bir bütün olarak kulluğu emrediyor. Bu ortak mesajlara, epeyce bir zamandır gayr-i Müslimler daha çok ilgi gösteriyor. Evet, hazine, elinde taşıyanda değil, onu yaşayanda etkisini gösteriyor.

Din güzel, peygamber güzel;

ümmetine de güzellik yakışır

Din, uygulayıcıları olan tabileri aracılığıyla kendini gösterir. Din güzel, ama uygulayıcıların davranışları çirkinse, orada cehalet hükmediyor demektir. Nitekim, ‘Ne bakıyon lan’lı cümleler, göz göze gelinen insana sergilenen çatık kaşlar, selâmlaşmayan toplum manzaraları, apaçık birer cehalet göstergesidir. Ondandır ki, gün geçtikçe içimize kapanıyoruz, kimse kimseyle ilgilenmez hale geliyoruz. Böyle olunca, kendimize de başkasına da bir faydamız dokunmuyor.

Evet, bakışlarımız kimseyi rahatsız etmesin, ama tavrımız da incitmesin. Bu dinin mensuplarına hiçbir alanda kabalık yakışmıyor. Nezakette dünyaya model olmuş bir Peygamberimiz (asm) var. Tanımadığımız insanlara bile selâm vermemizi öğütleyen bir dinimiz var. İnancımızda, ‘tebessüm sadakadır’ denilmekte ve ‘daha çok insana selâm vermemiz ve selâmı daha güzeliyle almamız’ ders verilmektedir.

İslâm yeni keşfediliyor

Şimdilerde ise, dini değerlerimize yakınlık gösteren bir gayr-i Müslim dünya ile karşı karşıyayız. İçinden İslâmiyet doğuyor olan bir Avrupa ile karşı karşıyayız. Bu, mutluluk veren bir tablodur. Dünyanın adım adım nuru tamamlanıyor. Bu müjdeler çok önceleri verilmişti aslında. Şu an küçük insaniyeti yaşayan Avrupa, yakın gelecekte büyük insaniyeti yaşayacaktır. “Asıl insaniyet-i kübra denilen şey, hakikat-ı İslâmiyettir. İnsaniyeti suğra denilen mehasin-i medeniyet, onun mukaddemesidir.” (Muhakemat, Sekizinci Mukaddeme).

İslâm dünyası için de müjdeler içeriyor satırlar. Bediüzzaman; ‘Şimdi tekemmül-ü vesait-i nakliye ile âlem, bir şehr-i vahit hükmüne geçtiği gibi, matbuat ve telgraf gibi vesait-i muhabere ve müdavele ile ehl-i dünya, bir meclis hükmündedir. Velhasıl: Onların yükleri ağır, bizimki hafif olduğundan yetişip geçeceğiz. Eğer Tevfik refik ola…” diyerek bu müjdelere işaret etmektedir. (Muhakemat, Dokuzuncu Mukaddeme).

Hadis-i şerif, ‘İman, sadece bir temenniden ibaret değildir.’ diyor. Sadece temenni etmek, davranışa dönüşmüyor. Din, davranışlara ulaştığında o toplum için anlam kazanıyor. Yoksa, davranışa dönüşmemiş bilgi faydasızdır. Müjdelerin tahakkuku ve Cenâb-ı Hakkın inayeti için, bizim de lâyık olmamız gerekmektedir.

07.02.2009

E-Posta: [email protected]




Umut YAVUZ

“Barışçıl silâhlar” ve öldürülen masumlar



ABD’nin eski başkanlarından Dwight D. Eisenhower, 16 Nisan 1953 tarihli bir konuşmasında şöyle diyordu: "Üretilen her silâh, yapılan her savaş gemisi, ateşlenen her roket, nihayetinde, açlık çekmesine rağmen yeterli beslenemeyen, üşümesine rağmen giyecek bir şey bulamayanlardan birşeyler çalınması anlamına gelmektedir. Silâhlanan bir dünya parasını tek başına harcamıyordur. Aynı zamanda işçilerinin terini, bilimadamlarının dehasını ve çocuklarının umutlarını da harcıyordur. Bu ise doğru ve erdemli bir hayat yolu olamaz. Zira savaş bulutlarının altında, bir demir çubuğun ucunda asılı olan aslında insanlığın ta kendisidir.”

Evet... Her gün 1.000’den fazla kişi silâh ile öldürülüyor.

Her sene sekiz milyon küçük ve hafif silâh üretiliyor. Uluslararası Af Örgütü’nün bildirdiği bütün ciddî insan hakları ihlâllerinin dörtte üçü, küçük ve hafif silâh kullanımını içeriyor.

Uluslararası Af Örgütü tarafından belirtilen öldürmelerin yüzde 85’i küçük ve hafif silâhların kullanımını içeriyor.

Her sene, en az 350.000 kişi doğrudan konvansiyonel silâhlar ile öldürülüyor; birçoğu da silâhlı şiddet sonucunda yaralanıyor, suiistimal ediliyor, zorla yerinden ediliyor ve yoksun bırakılıyor...

2006 senesi itibariyle dünyada en çok silâh ihracatı yapan 10 ülke ve ABD doları cinsinden değerleri ise şöyle:

Ülke Değer, milyon $

ABD 43.737 m

İngiltere 8.657 m

Rusya 6.460 m

İsrail 4.870 m

Fransa 4.034 m

Almanya 1.462 m

İtalya 1.218 m

İsveç 1.418 m

Hollanda 1.015 m

İspanya 1.061 m

Bir de G8 ülkelerinin –Kanada, Fransa, Almanya, İtalya, Japonya, Rusya ve İngiltere– silâh ticaretiyle ilgili karnelerine bakalım. Bu konuda Uluslararası Af Örgütü’nün 2005 tarihli bir raporu, sözkonusu ülkelerin askerî malzeme, silâh ve mühimmat gönderdiği ülkelerde bu silâhların ağır insan hakları ihlâllerine nasıl katkıda bulunduğunu ortaya koyuyor. Buna göre;

“Kanada ordusunun silâhlı çatışma yaşanan ya da insan hakları ihlâlleri işlenen ülkelere yaptığı ihracat arasında Suudi Arabistan´a hafif zırhlı araçlar ve Filipinler´e uçak motoru ve el tabancası bulunuyor;

Fransa, BM´nin “Bomba, el bombası, mühimmat, mayın ve diğerleri” kategorisindeki silâhları, AB silâh ambargosu uygulanan Myanmar ve Sudan gibi ülkelere satıyor;

Askerî teçhizatta kullanılan Alman malî parçalar ağır insan hakları ihlâlleri yaşanan ülkelere gidiyor - meselâ Alman motorlarının takıldığı askerî araçların son durağı Myanmar;

İtalya yasalarındaki boşluk, büyük miktardaki “sivil ateşli silâhların” Kolombiya, Kongo Cumhuriyeti ve Çin gibi ağır insan hakları ihlâllerinin görüldüğü ülkelere satışına izin veriyor;

Rusya, savaş uçakları gibi ağır silâhları Etiyopya, Cezayir ve Uganda gibi devlet güçlerinin ihlâl yaptığı ülkelere ihraç ediyor;

ABD ordusunun yaptığı askerî yardımın önemli bir kısmı, Pakistan, Nepal ve İsrail gibi insan hakları ihlâllerinin ısrarla sürdüğü ülkeler;

Japonya, Filipinler gibi insan hakları karnesinin zayıf olduğu ülkelere hafif silâh ihraç ediyor;

İngiltere malî malzemelerin işkence ya da kötü muamele için kullanılıp kullanılamayacağının denetlenememesi ve bu ülkenin, şirketlerin yeterli denetim yapılmaksızın çoklu nakil yapmasına imkân veren “açık ruhsat” uygulaması giderek daha fazla kullanılıyor.”

Dikkat ederseniz, silâh ticareti yapan bu ülkelerin hiçbiri Müslüman ülkeler değil. Ancak bu ülkelerin ürettiği ve sattığı silâhlarla ölenlerin çok büyük bir kısmı ne yazık ki Müslüman. Yine bu ülkelerin tamamı “batılı ve demokratik” ülkeler. Ancak silâhlarıyla öldürülenlerin hiçbiri “batılı ve demokratik” ülkelerin vatandaşları değil.

Şimdilerde çıkmış bu ülkeler, İran uzaya “HABERLEŞME UYDUSU” gönderdi diye “Acaba barışçıl amaçlı mı” endişesiyle dünyayı ayağa kaldırıyorlar.

Şimdi çok merak ediyorum. Bu ükelerin ürettiği ve binlerce masumun öldürülmesinde kullanılan sözkonusu silâhlar “barışçıl amaçlarla mı üretilip, satılıyor?”

Hadi ordan canım!

07.02.2009

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Beni bunu yapmam için zorla!



Amerika’dan Yeni Asya’ya yazdığı haftalık yazılarla dikkat çeken Robert Miranda’nın son yazısı ayrı bir öneme sahip. Robert Miranda ya da Müslüman olduktan sonra aldığı adıyla Davud Ali Selam, hem ‘müsbet hareket’in nasıl olması gerektiğini hem de ‘iyi niyetli yöneticinin, eleştiriler karşısındaki tavrı’nı tarihî misalle ortaya koymuş.

Yazıyı, okumayanlar için kısaca özetleyip, bazı noktalara dikkat çekmek gerekecek. Amerika son yıllarda ‘dünyanın jandarması’ gibi davransa da geçmiş yıllarda çok büyük kavga ve tartışmalara sahne olmuş bir ülke. Hele insanların ‘renk’leri sebebiyle ayrımcılığa uğraması, ‘insan’ muamelesi görmemiş olması tarihî bir hadise. ‘Zenci’lerin otobüslerin ön kapısından binememesi, ‘beyaz’lar ayaktayken onların otobüs koltuklarına oturamaması gibi gerçekler Amerika için ‘basit’ hadiselermiş. Fakat uzun ‘kavga’lardan sonra bu yanlışlardan geri adım atılmış ve bugün ‘siyahî bir lider’ Amerika’nın başkanlık koltuğuna oturmuş durumda.

İşte Miranda, yazısında bu süreci yorumlamış. Buna göre, Amerika’nın o dönemki başkanı Franklin D. Roosevelt, siyanların efsanevî sendika yöneticisi ve sivil hakları savunucusu A. Philip Randolph’ü yanına çağırtarak kendisine ‘zencilerin kötü vaziyeti hakkında’ neler düşündüğünü sormuş. Randolph de ne gerekiyorsa hepsini açık bir lisanla anlatmış. Bu ‘bilgi’lendirme üzerine Roosevelt, “Dediklerinin hepsinde senle hemfikirim, bütün bu yanlışları düzeltmek için kapasitemi sonuna kadar kullanacağıma ve gücümü ve iktidarımı bu uğurda sarfedeceğime emin olabilirsin. Fakat şimdi senden tek bir şey istiyorum. Bay Randolph, dışarı çık ve beni bunları gerçekleştirmem için zorla.”

Miranda bu anekdotu anlattıktan sonra şöyle devam ediyor: “‘Beni yapmaya zorla’, Başkan Roosevelt’in Bay Randolph’a söylediği sloganıydı. Obama da Müslüman dünyaya, hükümetinin onları dinlemeye hazır olduğunu söylüyor. O halde onu yapmaya zorlamalıyız! Mücadele bu olmalı!” (Yeni Asya, 4 Şubat 2009)

Kanaatimce bu nokta çok önemli. İyilikleri hayata geçirmek için ısrarcı olmak, idarecileri uygun lisanla ikaz etmek ve bunda ısrarcı olmak çok önemli. Tabiî ki idarecilerin bu ikazlar karşısındaki tavrı da ayrıca dikkat çekici.

Türkiye şartlarında düşündüğümüzde idareciler, “Ne yapalım. Söylediklerinizde siz de haklısınız, ama elimiz kolumuz bağlı. Çok engel var, yapamıyoruz” derler. Oysa, Roosevelt örneğinde olduğu gibi “Haklısınız, ama bu engelleri beraber aşmak için bu taleplerinizde ısrarcı olun. Bunları yapmamız için bizi zorlayın” dese mesele kalmayacak.

Bu prensibi evlerden ilçelere, ilçelerden devletlere kadar uygulamak mümkün. Yeter ki idareciler kendilerine taşınan ‘dert’leri ellerinin tersleriyle itmesinler. İtmeye çalışsalar da yine ısrarcı olmak lâzım, ama hele “Bunları yapmam için bizi zorlayın, sıkı takipçi olun” derlerse ne âlâ.

Bu tarihî hadiseyi ve gerçeği bize hatırlattığı için Amerika penceresinden bakarak hadiseleri yorumlayan yazarımız Davud Ali Selam’a teşekkür ediyoruz.

“Doğruda sebat” edelim...

07.02.2009

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

AKP’nin İsrail ric’ati…



Türkiye - İsrail ilişkileri Meclis’in de önünde. Siyasî iktidar “izin” verirse, Başbakan’ın cevaplaması istemiyle Meclis’e sunulan yazılı soru önergesinde Türkiye ile İsrail arasındaki sözleşmeler sorgulanacak…

Başbakan’ın, “Davos’ta insanlık suçu işlediğini belirttiği, Gazze’de çoğu çocuk ve kadın bindörtyüz sivili katleden İsrail yönetimiyle yapılan savunma, silâh ve istihbarat alanlarında bir dizi işbirliği, anlaşma ve ihâle ele alınacak…

Özellikle son 10 yılda “Silâhlı Kuvvetlerin modernizasyonu” için İsrail’le yaklaşık iki milyar dolarlık işbirliğine gidildiği ve özellikle son altı yılda sözkonusu “stratejik işbirliği”nin daha da derinleştirilerek devam ettiği, yerli ve İsrail’li kaynaklarca belirtiliyor.

Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nın 170 tankının modernizasyonu, insansız hava aracı sistemi, F-4 uçaklarıyla ilgili sözleşmeler, bunlardan bazıları. Hâlen yürürlükteki diğer projeler kapsamında İsrail`e ve yüklenici firmalara yüzmilyonlarca dolar ödeme yapıldığı ve en son Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nın havuzlu çıkarma gemisi alımı hakkındaki İsrail firmasının teklifi incelenecek…

Zira İsrail, şimdiye kadar 632 milyon dolar bedelle 54 adet F-4’ü modernize etmiş; 687.5 milyon dolar bedelle M-60 tank modernizasyonu projesi lile 36 milyon dolara Hava Kuvvetleri Komutanlığı’nın yüksek irtifa keşif podu (LOROP) ihalesini “kazanmış.” Ayrıca 183 milyon dolara üç sistem İnsansız Hava Aracı Heron ihâlesinin İsrailli IAI firmasına verilmiş. Bunun yanında İsrail’den 15 milyon dolara Aerostar adlı taktik insansız hava araçları alınmış. Bunun yanı sıra Türkiye’nin millî taarruz helikopteri ATAK projesinde kullanılacak füze sistemlerini de İsrail sağlayacakmış. (Barkın Şık, Milliyet. 5.2.2009)

İSRAİL’LE İLİŞKİLER

SORGULANMALI…

Bundandır ki Başbakan Erdoğan ve İsrail Başbakanı Olmert karşılıklı olarak, “ciddî ilişkiler”den bahsediyor. İsrail Dışişleri Bakanı Livni ile Başbakan Yardımcısı Çiçek, Türkiye ile İsrail’in stratejik ilişkiler ve işbirliği içinde olduğunu ve bunların her halûkârda devam etmesi gerektiğini vurguluyorlar…

Yine bundandır ki Ankara ve Telaviv’den, “iki ülkenin askerî sahadaki işbirliği sağlam temellere dayanıyor” yorumu yapılıyor. Özellikle İsrail’in Türkiye’den vazgeçemeyeceği ifâde ediliyor. Uzmanlar, Türkiye ile İsrail’in bu yönüyle “savunma sanayii ve askerî işbirliği”nde bir nev'î “tek ülke” haline getirildiklerinin üzerinde duruyorlar. İki ülkenin “stratejik işbirliği”nin bir birinden habersiz herhangi bir adım atmayacağı anlamına geldiğine dikkat çekiyorlar.

Bu bakımdan 27 Aralık’taki son Gazze saldırısı öncesi Ankara’ya 24 saatlik kısa bir “veda ziyareti”nde bulunan Olmert’in bizzat Erdoğan’ın ikrarıyla altı saatlik görüşmede Gazze saldırısını haber verip vermediği sorusu zihinleri kurcalıyor. Olmert’in “stratejik işbirliği” içinde olduğu Türkiye Başbakanı’na “haber vermemesi” skandalının sebebi soruşturuluyor…

Bütün bunların ötesinde, Resmî rakamlarla son Gazze saldırısında 460 çocuğu katleden İsrail Cumhurbaşkanı Peres’in, “Biz çocukları çok severiz, onlara gaz, elektrik, su verdik” deyip göz göre göre Erdoğan’ı “yalanlaması”na hâlâ doğru dürüst bir cevap verilemiyor. Peres’in Erdoğan’a onca saygısızlığına rağmen Başbakan’ın sadece panelde verdiği birkaç cümlelik haklı cevabıyla kalması, daha krizin ilk saatinden başlanarak ısrarla bir tek Washington Post yazarı Harputlu Ermeni asıllı Yahudi gazeteci moderatörün suçlanması garâbeti yaşanıyor.

Kamuoyu Erdoğan’ın çıkışını alkışlarken ve siyasî iktidarı destekleyen medyada ve seçim meydanlarında “Davos Fatihi” olarak karşılanırken Bakanlar Kurulu toplantısının ardından “Sayın Başbakan’ın tepkisi Sayın Peres’e değil, moderatöre idi” açıklaması yapılıyor. Hükûmetin İsrail’le işbirliğini sorgulamaması, ilişkileri aksatacak en ufak bir diplomatik tepkiye ve yaptırıma yanaşmaması kırılganlığı nazarlardan kaçmıyor…

SİYASÎ RİC’ATİN

NE FAYDASI OLDU?

Bütün bunların ortasında, Başbakan’ın neden Türkiye’nin İsrail Büyükelçisini geri çağırmadığı, en azından “istişâreler”de bulunmak üzere saldırıların bitimine kadar da olsa geri çekmediği, niçin bu sürede Gazze’yi bombalayan İsrailli pilotların Konya’daki eğitimine ara verilmediği soruları soruluyor…

Gerçekten Meclis’teki soru önergesinde de sorulduğu gibi, AKP hükûmeti neden hep topu taca atmakta; niçin “Türk ordusunun modernizasyonu kapsamında önemli tedârik ülkelerinin başında gelen” İsrail’le stratejik önem taşıyan hiçbir anlaşmayı görüşmeyi dahi gündeme getirmemekte?

GAP’ı ve KOP’u içine alan, sulamadan hayvancılığa, tohumculuktan tarıma, telekomünikasyondan enerjiye, turizmden pazarlamaya varan geniş ekonomik mutâbakat zabıtları bir yana; AKP hükûmeti, daha gerçekleşmemiş silâh alımı sözleşmelerinin feshini dahi kabul etmiyor.

Yeni silâh ve savunma sanayii ihâlelerinde İsrail’in “ihâle kapsamı dışında bırakılması” çağrılarına kulak asmıyor. Toplumdan yükselen bu tür taleplere karşı Başbakan, “Bekâra karı boşamak kolaydır” türü, İsrail’in “vazgeçilmez olduğu” intibâını veren tepkilerde bulunuyor.

Böylece Davos’tan dönen Başbakan, Davos’ta Peres’e söylediklerini de bir anlamda geri alıyor. Sâdece seçmenin nezdinde seçim propagandalarında kullanılacak “Peres’e çıkışı”ndaki haklı söylemlerle kalıyor…

Ve tam da İsrail’in gönlünün kazanıldığının iddia edildiği süreçte, “kepazelik” tanımıyla “Davos’taki çıkış”ın üzerine atlayan, Başbakan’ın yakasına “cesâret ödülü” takan Amerikan Yahudi Komitesinin AJC) başını çektiği Amerika’daki Yahudi lobisi, Amerikan Ermeni Ulusal Komitesi (ANCA) ile birlikte “tehdidi hissettirme” taktiğiyle yeniden “Ermeni soykırımını tanıma” şantajında bulunuyor…

Neticede Başbakan’ın ve AKP hükûmetinin Başbakan’ın sözünün arkasında durmaması, belki de en çok korkulan konuda da bir fayda vermiyor…

Sahi son örnekte olduğu gibi siyasetçiler ric’at edip geri adım atacakları sözleri neden sarf ederler?..

07.02.2009

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Fatura çalışana çıkmasın



Dünyada yaşanan ekonomik krizin Türkiye’ye de yansımaları iyiden iyiye kendini hissettiriyor. İşten atılmalar çoğalırken, birçok işyeri kapısına kilit vurmak zorunda kalıyor. Koca koca fabrikalar üretime ara veriyor. İşsizlik oranı yüzde 11’lere dayandı. Küçük bir işyerinde çalışacak bir kişilik iş için yüzlerce kişinin iş başvurusu yapması işsizliğin ne kadar arttığının en önemli göstergelerinden… İŞKUR’a yapılan başvuruların geçen yılın Aralık ayına göre yüzde 444,2 oranında arttığı açıklandı. (Bir de bunun yanında krizi fırsat bilip, işçi çıkaranların sayısını da yabana atmamak lâzım.)

Enflasyon Ocak ayında tek haneli rakamlara düşse de, ekonomideki daralma, krizin Türkiye’de teğet geçmediğini gösteriyor. Önümüzdeki dönemde ekonomideki bu daralmanın getireceği sıkıntıların artacağına kesin gözüyle bakılıyor.

* * *

Türk Eğitim-Sen’in geçen hafta yayınladığı anket sadece işsizlerin değil, çalışanların da ekonomik sıkıntıda olduğunu ortaya koydu. Sendikanın binin üzerinde eğitim çalışanı ile yaptığı ankete katılanların, yüzde 50.8’i kendisini orta, yüzde 48.5’i ise alt gelir grubunda tanımlıyor.

Eğitim çalışanlarının yüzde 92’si ekonomik krizden etkilediğini söylerken, yüzde 8’i ekonomik krizden etkilenmediğini belirtmektedir.

Ekonomik krizden maddî olarak nasıl etkilendiği sorulduğunda ise çalışanların yüzde 27.5’i maaşının günden güne eridiğini, yüzde 27.5’i eş/dosttan borç para aldığını söylerken; yüzde 20.2’si sadece temel ihtiyaçlarını karşılayabildiğini, yüzde 13.4’ü yeme, içme ısınma gibi temel ihtiyaçlardan da kesintiye gittiğini bildirmiş.

Ekonomik sıkıntının önemli etkisi de insanların veriminin düşmesi ve psikolojilerinin bozulması. Sendikanın anketine katılanlardan her 100 öğretmenden 43’ü işine dikkat ve konsantrasyonda sorun yaşıyor. Öğretmenlerin yüzde 14.4’ü kendine olan güvenini kaybettiğini ve kendisini çaresiz hissettiğini ortaya koydu.

Çalışanları en fazla etkileyen ise yapılan zamlar. “Yapılan zamlardan en çok hangisi sizi olumsuz etkiledi?” sorusuna da ankete katılanların yüzde 39.4’ü elektrik, yüzde 30.7’si gıda ve giyim, yüzde 26.9’u doğal gaz, yüzde 2.3’ü de ulaşım, yüzde 0.7’si su cevabını verdi.

* * *

Krizin diğer bir etkisini de Türkiye Ziraat Odaları Birliği açıkladı. Kriz ortamında insanların tarıma sığındığı bildirildi. Açıklanan resmî verilere göre, 2008 Ekim ayı itibariyle tarımda istihdam edilenlerin sayısı bir önceki yıla göre 384 bin kişi artması dikkat çekici. Bu eğilim devam ederse, yılsonu itibariyle yılın ilk aylarında tarımı terk eden bir milyon kişinin yerine aynı sayıyla tarıma dönmüş olabileceğini ortaya çıkarıyor. Görülen o ki, işini kaybeden insanlar köyüne dönüp hiç değilse ailesinin karnını doyurma telâşına girmiş vaziyette. Tabiî, şu anda çiftçilik yapanların durumu da iç açıcı değil. Zaten krizle boğuşan tarım kesimi, gelirini işsiz kalanlarla paylaştığı için bu sıkıntılarının daha da artması kaçınılmaz olacak.

Şu anda Meclis gündeminde olan “kısa çalışma ödeneği” bir kısım işyerlerini az da olsa rahatlatacak gibi görünüyor. Tasarıya göre, asgarî ücretle çalışan vatandaş işyeri talep daralmasıyla işe ara verirse, zor durumda kalmamış olacak. Devletten 6 ay süreyle belli oranlarda para alacak. İşçi ve işveren kesimi bunun bir yıla çıkarılmasını istiyor. Hükümet, kısa çalışma ödeneğinden bir milyon işçiye kadar ödeme yapabileceğini açıkladı. Yapılan hesaplamalara göre toplam yapılacak ödeme 3.5 katrilyon civarında. Fonda ise, 39 katrilyon bulunuyor. Çalışma Bakanı Faruk Çelik, bu parayı böyle zamanda kullanılmasının gerekli olduğunu söylüyor. Kısa çalışma ödeneğinin kriz döneminde işsizliğin daha da artmasının önüne bir nebze olsun geçmesi işsizleri ya da işsiz kalabilecekleri de kısa süreli de olsa nefes aldıracağa benziyor. Ancak bunun yeterli olmayacağı da kesin. Bu yüzden de ödeneğin kapsamının genişletilmesi gerekiyor.

İş ve işveren çevreleri krizin daha da derinleşmemesi, işyerlerinin kapanmaması, insanların işlerinden olmaması için alınması gereken tedbirleri önceki gün toplanan Ekonomik ve Sosyal Konsey’de hükümete ilettiler. Ortak kanaat ise, hükümetin kriz sonrasında alınacak tedbir konusunda geç ve yetersiz kaldığı…

Özetle alınması gereken tedbirleri sıralamak gerekirse, şunları söyleyebiliriz. Öncelikle panik havası oluşturulmamasına dikkat edilmeli. Devlet yeni iş imkânları oluşturacak istihdam sahaları açmalı, yeni iş sahası açacak özel sektöre kolaylıklar sağlanmalı. Zor durumda olan işletmelerin vergi borçları yeniden yapılandırılmalı. Küçük ve orta ölçekli firmalara kolaylıklar getirilmeli. Dünyadaki krizin çıkmasının önemli sebeplerinden birisi olan faiz sistemi kökten değiştirilmeli. Krizin faturasının çalışanlara ödettirilmemesi için de çözümler üretilmeli, verilen sözler hava da kalmamalı.

07.02.2009

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Hamas ne yapıyor?



Gazze’ye yönelik son İsrail saldırıları devam ederken, Hamas’ın bunlardaki rolü de bir miktar tartışıldı. “Tamam, İsrail yanlış yapıyor, ama Hamas da tahrik edip koz veriyor” söylemi İsrail vahşetini örtbas etmek için kullanılmak istendiyse de tutmadı.

Özellikle saldırıların olanca dehşetiyle sürdüğü bir ortamda yapılacak Hamas eleştirileri, adeta İsrail’e hak verir duruma düşmek gibi algılanabilirdi. Masum Gazzelilerin üzerine bombalar yağar; bebekler, çocuklar, kadınlar, ihtiyarlar, sağlık görevlileri, doktorlar can verirken öncelik, elbette İsrail barbarlığını durdurmaktı.

Neyse ki, 22 gün süren amansız saldırılar nihayet durdu. Gerçi ara ara yine karşılıklı roket atışları oluyor, ama en azından “dökme kurşun” adlı katliâm operasyonunda olduğu gibi havadan, denizden, karadan aralıksız bir saldırı yok.

Şu an için cereyan eden “roketleşme”ler mevziî çapta ve pek can kaybı da meydana gelmiyor.

Buna karşılık, üç haftalık saldırıların geride bıraktığı enkaz olanca dehşetiyle duruyor. Hayalet şehir görünümündeki Gazze, bir an önce yaralarının sarılmasını; hastanedekiler tedavi edilmeyi, evsiz kalanlar barınacakları bir yere kavuşmayı ve bütün Gazze halkı gıda, su, ilaç gibi en temel ihtiyaçlarının karşılanmasını bekliyor.

Ortaya çıkan dehşet tablosunun bir numaralı sorumlusu olan İsrail’in “savaş suçlusu” olarak yargılanması lâzım. Ki, bu yöndeki suç duyuruları Lahey’deki Uluslararası Ceza Mahkemesinde işleme alınıp soruşturma başlatılmış durumda.

Bu aşamada madalyonun diğer yüzüne bakılarak, Hamas’ın izlediği strateji ve politikaların da sorgulanıp tartışılması lâzım. Çünkü izledikleri yöntemin doğurduğu neticeler meydanda.

İsrail’in azgın saldırıları devam ederken Gazze’den yansıyan görüntülerin vicdan sahibi her insanın yüreğini yaktığı bir süreçte Hamas sözcüleri ısrarla “Direniyoruz, şu kadar İsrail askeri öldürdük, zafer bizimdir” mesajları veriyorlardı.

İsrail’in katlettiği veya sakat bıraktığı Gazzeli bebek ve çocuklara Hamas’ın bakışı, içinde bulunduğu savaş ve zafer psikolojisini yansıtıyordu. Bu çocuklar zafer için verilmiş kurbanlardı.

Bir Hamas sözcüsü, kendileri tarafından İsrail’e atılan roketlerin sakat bıraktığı İsrailli çocuk sayısının sadece 2 olduğunu söylerken, Filistin tarafındaki bu rakamı 4000 olarak telâffuz etti.

Bu dengesizlik ölü sayılarında da geçerli.

Yine bir Hamas ileri geleninin katliâm sonrası “22 günde 1500 şehit verdik, ama aynı günlerde 3500 çocuğumuz doğdu. Kadınlarımızın çoğu ikiz, hattâ üçüz doğum yaptı” deyip bunu “Allah’ın bir lütfu” olarak nitelediğini gördük.

“Bir ölür, bin diriliriz; İsrail Filistin halkını yok edemez” gibi bir mesaj verilmek isteniyor.

Elbette ki öyle ve öyle de olmalı.

Ama Hamas’ın bakış tarzında ve buna bina ettiği mücadele stratejisinde ciddî sorunlar var.

Bunlardan biri; evvelce de değindiğimiz gibi, İslâm tarihindeki savaşlarda siviller hep çatışmanın dışında tutulduğu; meselâ yakın tarihte Bediüzzaman’la talebelerinin de katıldığı Bitlis müdafaası öncesinde şehirdeki sivil halk boşaltıldığı; aynı şekilde Medine müdafaası başlamadan, şehirdeki on binlerce kişi güvenli yerlere nakledildiği halde, Hamas’ın İsrail’e karşı savaşı sivillerle iç içe yürütmesi. Bu doğru mu?

Bir diğeri: Hamas bir İsrail askerini kaç yıldır elinde tutmakla övünüyor. Ama bunun karşılığında, içlerinde bakan ve milletvekillerinin de yer aldığı binlerce Filistinli ya şehit oldu, ya yaralandı, ya da İsrail’e esir düştü. Peki, değdi mi?

Son İsrail saldırılarının, Filistinliler arasında Hamas’a verilen halk desteğini daha da güçlendirdiği söyleniyor. Eğer öyle ise, bu destek Hamas’a hem şimdiye kadarki “roket fırlatma” eksenli mücadele stratejisini, hem de El Fetih’le ilişkisini gözden geçirme gereğini içeren bir sorumluluk yüklemiyor mu? Ve tabiî El Fetih’in de Hamas’a bakışını değiştirmesi gerekmiyor mu?

07.02.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır