"Gerçekten" haber verir 25 Şubat 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Ahmet ÖZDEMİR

“Kırk”ların hikmetine bir kırk daha eklendi



B

ir süre önce “kırkların hikmeti” üzerine bir yazı yazmıştım. Yazı aşağı yukarı kırk gün sonra bu köşede yayınlandı. Artık kırkların hikmetine yeni bir kırk daha eklendi. O da bilindiği gibi, Yeni Asya Gazetesi 39 yılı geride bırakarak kırk yaşına ayak bastı. Bunda tesadüf yok, tevafuk vardı.

Kırk bir kere maşaallah!

Bugün Yeni Asya ile kırk yıllık ortak geçmişimi sizinle paylaşmak istiyorum.

İlkokuldan sonra… Adana’da okuduğum yıllardı.

Ülke geneline hitap eden haftalık ‘İttihad’ Gazetesi çıkarılmıştı. İyi bir ses olmuştu. Önce İttihad gazetesiyle tanıştım. Haftalık güzel bir gazeteydi. Çıkacağı günü iple çekerdim. Elime aldığım gibi hemen bitiverirdi. Zamanla onu kendimden bir parça gibi görmeye başlamıştım. İttihad Gazetesinin günlük çıkacağını duyunca çok sevinmiştim. Ama her ne hikmetse bu gerçekleşmedi.

İttihad evimin demirbaşlarından oldu. Nereye gitsem yanımda götürdüm. Bir türlü bırakamıyordum.

İttihad Gazetesinn sıcaklığı bende hâlâ devam ediyor. Çocukların eski oyuncaklarını ara sıra çıkarıp oynadıkları gibi ben de İttihad Gazetesinin eski sayılarını çıkarıp ara sıra hasret gideriyorum. Onunla konuşuyorum, adeta dertleşiyorum.

Değişen ve gelişen dünyada Nur Talebelerinin medyada güçlü bir sese, fikirlerini neşredebilecekleri (nâşir-i efkâr) bir gazeteye şiddetle ihtiyaçları vardı. Gerçi daha önce bu alanda değişik isimlerle bazı denemeler yapılmıştı. Ancak onlar mahalli nitelikte kaldı.

Günlük gazete ihtiyacı her gün kendini daha çok hissettiriyordu. Tarih: 21 Şubat 1970. Avrupa’nın Asya’ya bağlandığı, Boğaz Köprüsünün temelinin atıldığı gün… Basının kalbi Bâbıalide bir Nur daha doğdu. Babıalinin gür sesi!.. Yeni Asya Gazetesi…

“Asya’nın bahtının miftahı meşveret ve şurâdır” parolasıyla çıktı. Bu parolayı o günden beri hiç bırakmadı, hep başucunda taşıdı. Çünkü o parola asrımızın imamı ve müceddidi Bediüzzaman Said Nursî’ye aitti.

39 yıl önce sıfır sermaye denilebilecek kadar az bir sermaye ile günlük bir gazetemiz Bâbıali’de çiçek açmıştı. Kısa sürede büyüdü, meyve vermeye başladı. Ülkede soğuk bir kış mevsimi yaşanırken basında sıcak bir hava esmeye başlamıştı. Asık yüzler artık gülmeye başladı.

Mütevazı bir görünüşle yayın hayatına başladı, ama dâvâsında ciddiyetini ve duruşunu bozmadı hiç. Yeni Asya ile anlaşmamız, kaynaşmamız zor olmadı. İttihad gibi ona da hemen ısınıverdim. Çıkışını, ağabeyi İttihad’dan duymuştum. İttihad’ın küçük kardeşi olarak dünyaya geldi. Bir süre sonra İttihad yayın hayatına elvedâ dedi.

Yeni Asya günlük çıkmaya başladı. Babıali’de mütevazi bir mekânda, yayınlanıyordu. Altı sayfaydı. Olsun! Buna da şükür, dedim. Artık bizim de günlük bir gazetemiz olmuştu. Merhum Zübeyir Ağabeyin deyimiyle belki, “lahana yaprağı kadar”dı. Ama her şeyiyle bizim diyebiliyorduk.

Yeni Asya doğduğunda ben lisede okuyordum. Pansiyonda kalıyordum. Ders çıkışı ilk işim Yeni Asya’yı bayiden almak oluyordu. O zaman şimdiki gibi gazeteler marketlerde değil, gazete bayilerinde satılıyordu. Gazete bayileri de her yerde bulunmuyordu. Okulumla gazete bayii arası epeyce uzaktı. Bir solukta gittiğimi hatırlarım. Gazeteyi elime alınca okumaya başlardım. Çoğunu yolda okur, bitirirdim.

Okula gelince arkadaşlarım okumak için sıraya geçerlerdi. Elden ele dolaşırdı. O gün bugündür, hiç birbirimize ne küstük, ne de darıldık! Dost kaldık, dost kalmaya da devam edeceğiz, İnşallah!

Yeni Asya elimden de, evimden de hiç eksik olmadı. O bizim bir parçamız oldu. Birlikte çok güzel günlerimiz geçti. Hatıralar gözümün önünden sinema şeridi gibi geçip gidiyor. Hangisini anlatsam acaba? Doğrusu karar vermekte zorlanıyorum.

N. Mustafa Polat, İttihad ve Yeni Asya Gazeteleri için önemli bir rükün veya direkti. O gece gündüz demeden gazetenin en güzel şekilde çıkmasına çalışırdı. Mustafa Polat, Yeni Asya Gazetesi altı ayını doldurduğu günlerde, 25 Ağustos 1970 tarihinde Zeytinburnu sahil yolunda geçirdiği bir trafik kazası sonucunda fani dünyadan bâki âleme göçüp gitti. Bir yıl sonra da nurun kumandanı Zübeyir Ağabey aramızdan geçici olarak ayrıldı. Merhum Zübeyir Ağabey gazetenin yayınlanmasını daha çok istemiş ve gayret etmişti. Allah her ikisine de rahmet eylesin! (Âmin!)

Daha sonraki yıllarda gazetemizde Mustafa Polat adına makale ve şiir yarışmaları düzenlendi. O yarışmaların makale dalında düzenlenen iki yarışmasına katıldım. Dereceye girdim. Bu vesile ile İstanbul’a gittim. Gazeteyi ve çalışanlarını ziyaret ettim. Gazete çıkarmanın ne kadar zor ve meşakkatli olduğunu yakînen gördüm.

Yeni Asya bir okuldur. Bu okuldan şimdiye kadar çok kimse mezun oldu. Bazıları ise okumaya devam ediyor.

Gazetemizin bir özelliği de okuyucusuyla bütünleşmesidir. Bu konuda zaman zaman pek çok yazı yazılmıştır.

O tarihlerde gazetemiz yanında bir de yayınevi kurulmuştu. Pek çok kitap yayınlandı. O gün, roman dalında ‘Minyeli Abdullah’ bir rekor kırmıştı. Arkadan diğer kitaplar yayınlandı.

Dergilerimiz (Köprü, Can Kardeş, Bizim Aile, Genç Yaklaşım) henüz doğmamıştı. Gazetemiz az bir yazar kadrosu ile yayınlanmaya başlamıştı. Bir kişi bir çok iş yapıyordu. Ama hepsi hayatından memnundu.

Ramazan ayı gelince medyada genellikle “Müslümanlaşma!” görülürdü. Yani gazetenin bir köşesine “Ramazan” adı verilir, orada bildik şeyler yayınlanırdı. Diğer tarafları eskisi gibi kalmaya devam ederdi.

Ankara’da üniversiteli öğrencilerimizin kaldığı bir dershanemiz vardı ki, gazetenin ‘yazı işleri bürosu’ gibi çalışırdı. Dershanemizin adı semtle değil, apartman adıyla bilinirdi: “Huzur.”

“Huzur”da Ramazan Sayfasına ilk defa orijinallik getirildi. Sayfa hazırlıklarına aylar önce başlandı. Planlama yapıldı. Köşeler belirlendi. Buralara kimlerin yazı hazırlayacağı kararlaştırılırdı. Daha sonra hummalı bir çalışma başladı. Yazılarda ilim-iman bağlantısına dikkat edildi.

Bana acizâne “Bir Soru, Bir Cevap” köşesi düştü. Köşenin muhtevası daha çok ilmihal konuları idi. Her güne bir soru düşecek şekilde 30 yazı hazırladım. O yıl gazetede en çok okunan ve aranan sayfa, Ramazan sayfası oldu. Pek çok tebrik aldık. O seneki Ramazan sayfası basında geniş yankı yapmıştı. Gazetelerin ezberi değişti desek belki daha doğru olur.

Bu arada kıdemli ağabeyimiz Ali Toker’in hakkını yememek lâzım. Ali Toker Ağabey bizi hep yazı yazmaya teşvik ederdi. “Yazın” derdi. Biz yazardık. Beğenmediklerimizi hemen yırtmak isterdik. Yazıları yırtarken elimizden alırdı:

“Siz yırtmayın, bana getirin. Gerekirse ben yırtarım!” derdi. Hazırladığımız çoğu elle yazılmış yazıları verirdik. O, kendisi veya başkasına daktilo ettirirdi. Huzurun bir de kıdemli daktilosu vardı. Gündüz herkes okulda olduğu için boş kalırdı. Ama akşam olunca erken giden kapardı.

Yazdığımız yazılar bazen uzun zaman sonra gazetemizde yayınlanırdı. O yazıları gördüğümde şaşırırdım: “Bu yazıları kim yazmış, acaba?” derdim. Çünkü bazı yazılarımı hatırlamazdım bile. Ama gazete arşivinde kaybolmazdı. Zamanı gelince yayınlanırdı.

O yıllarda dergilerimizin tohumları gazetede “Çocuk Bahçesi”, “Hanım Hanıma”, “Gençlik” , “Zemzem” ve “Elif” gibi köşeler olarak atılmıştı. Yazdığım yazılar bu köşelerde peyderpey yayınlandı. Aylarca o köşeleri doldurmaya çalıştık. Daha sonra köşelerin gerçek sahipleri ortaya çıktılar. Onların yazdığı yazılar yayınlanmaya başladı. Köşeler sayfa, sayfalar ek oldu. Bu da yetmedi. Haftalık “Can Kardeş”, aylık “Köprü” dergilerimiz neşir hayatına başladı.

Şimdi aylık “Can Kardeş”, “Bizim Aile”, “Genç Yaklaşım” ve akademik “Köprü” dergilerimiz yayın hayatına devam ediyor. Bu arada yüzlerce kitap, broşür, CD kütüphaneleri süslemektedir.

Yeni Asya okuyucusuyla ve yazarıyla bütünleşti. O, yazarlarını da yetiştirmeye başladı. Zamanla Yeni Asya bir okul oldu. 39 yıl içinde nice yazarlar yetişti. Yazarlarının söyledikleri ve yazdıkları kitap oldu, dergi oldu, CD oldu; rafları doldurdu. Yayınlar, kitap fuarlarında çiçekler açtı. Fuarlar değişik anlamlar kazanmaya başladı. İnsanlarımız artık aradıklarını kolaylıkla bulabiliyorlardı. Gizli saklı bir şey kalmadı. Yayınlar evlere ulaştı, başköşelere oturdu. Artık her yerde, her evde nurlu kitaplar okunur, dinlenir oldu. Yüzler nurlandı, evler nurlandı. Nurların girdiği evler huzurla doldu. Yeni Asya’da 40 yıllık tavizsiz istikrar çizgisi! Yeni Asya, Hakkın hatırını hiçbir hatıra feda etmedi. Hakkın hatırını hep önde ve yükseklerde tuttu.

Bu süre içinde Türkiye’de ve dünyada çok şeyler değişti. Çöküşler, yıkılışlar yaşandı. Ama Yeni Asya çizgisinde değişen bir şey olmadı. Kimseye boyun eğmedi, kimse de ona boyun eğdiremedi. O hep ayakta kaldı. İnşallah hep öyle olacak.

Yeni Asya’yı ilk çıktığı günden beri hep aldım, okudum. Okuyamadığım gün kendimde bir şeylerin eksik olduğunu hissettim. Şimdiye kadar hiç pişman olmadım. Haberleri eskiyebilir, ama yazıları yenidir. Günü geçse de okunur. Yeni Asya’yı okuduktan sonra başkalarının da okumasını sağlamaya çalışırım.

Ne çabuk geçti o güzelim yıllarım! Sanki göz açıp yummak gibi geldi bana. İlk çıktığı günden bu yana emeği geçen herkesi tebrik ediyorum. Vefat edenleri rahmetle anarken kalanlara hayırlı ömürler diliyorum.

Daha nice böyle 40. yıllara duâ ve temennîsiyle…

25.02.2009

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Hz. İbrahim’in imtihanı



İstanbul’dan okuyucumuz: “İbrahim Aleyhisselâmın ateşe atılması meselesini Bediüzzaman nasıl yorumluyor? Hazret-i İbrâhim’in (as) atıldığı ateş soğuk olsaydı buz olacaktı; selâmetli olduğu için suya dönüşmüş deniyor; doğru mu?”

Hazret-i İbrahim (as), Nemrut ve adamları karşısında dimdik bir duruş sergilemişti. Onlara, yapa yalnız olmasına rağmen, inandığı doğruları apaçık, dosdoğru, eğip bükmeden, kırılıp dökülmeden söyledi. Ama onlar yola gelecek cinsten değillerdi. Gözlerini zulüm ve ölüm bürümüştü. Hazret-i İbrahim’e (as) tahammülleri kalmamıştı. Vücudunu ateşte yakarak ortadan kaldırmaya karar verdiler. Büyük bir hazırlığa giriştiler. Bir ay boyunca odun topladılar, dağ gibi yığdılar. Ateşi gören hâkim bir noktaya da mancınık kurdular.

Bu esnada melekler, “Ya Rabbi, Senin dostun ateşe atılıyor! Bize izin ver de yardım edelim!” diye yalvarıyorlardı. Hazret-i İbrahim (as) ise, yalnızca Allah’a güveniyor, “Hasbünallâhi ve ni’me’l-vekîl” (Bize Allah yeter! O ne güzel Vekil’dir!) diyordu.

Ateşler yakıldı, odunlar tutuşturuldu. Azgın alevler ortalığı kasıp kavurmaya başlamıştı. Hazret-i İbrahim (as) mancınığın üzerinde ateşin gökleri tutan alevleri ortasına bırakılıverdi.

Oysa ateş, Allah’ın, “Ey ateş! İbrahim üzerine soğuk ve selâmetli ol!”1 emrine muhatap olmuş; sinesini bir ana kucağı gibi açmış ve Hazret-i İbrahim’in (as) sinesine inişini bekliyordu. Hazret-i İbrahim (as) kucağına düştüğünde ise ateş artık serin ve selâmetli bir hâl almış bulunuyordu. Ateş, duyarlıydı; Allah’ın emrini kaşla göz arasında derhal algılamış ve boyun eğmişti. Ateş, Allah’a itaatkârdı; emirle hareket ettiğini bütün cihâna göstermişti.

Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri, ateşin bu hâlini üç latif işaretle tefsir eder:

Birincisi: Diğer maddeler ve sebepler gibi, ateş de kendi keyfiyle değil; emir altında hareket ediyor ki, ona “Yakma!” diye emrediliyor, o da yakmıyor. Emre boyun eğiyor.

İkincisi: Ateşin bir derecesi var ki, “bürûdetiyle”, yani “soğukluğuyla” yakıyor. Cenâb-ı Hak sıcaklığı ile yakan ateşe “kûnî berden”, yani “soğuk ol!” diye emrediyor. Fakat hemen ardından, soğukluğu ile yakan ateşe de “selâmen” diye emrediyor ki, soğukluk da yakıcı bir tesir göstermesin ve ateş hem sıcak özelliğinden, hem soğuk niteliğinden arınsın ve “selâmetli” (esenlikli) olsun. Öyle ki tefsirlere göre, “selâmen” emri olmasaydı ateş soğukluğu ile yakacaktı.

Ateşin “soğukluk” mertebesi hem ateştir, hem “berddir”, yani soğuktur. Ateşin “nâr-ı beyzâ” (beyaz ateş) denilen bu derecesi, sıcaklığı etrafına yaymıyor; etrafındaki sıcaklığı kendisine çekiyor, yani sıcaklığı emiyor. Meselâ, suyu donduran şey, işte böyle soğuk ateştir; suyu soğukluğu ile yakıp donduruyor. Yine meselâ kıştaki “zemherîr”, soğukluğu ile yakan bir ateş nev'îdir. Ateşin bütün derecelerine sahip olan Cehennem içinde de, “zemherîr” derecesi vardır.

Üçüncüsü: Nasıl ki Cehennem ateşine karşı “eman” ve kurtuluş verecek “iman” gibi bir mânevî madde ve “İslâmiyet” gibi bir zırh var ise, dünyevî ateşten de kurtaracak bir maddî madde vardır. Çünkü Cenâb-ı Hak, Hakîm’dir, bu dünya ise hikmet yurdudur. Nitekim ateşin, Hazret-i İbrahim’in (as) ne cismini, ne gömleğini yakmayışı bize bir kapı açıyor. Bu haberin işaretiyle bu âyet mânen diyor ki: “Ey İbrahim Milleti! Siz de İbrahim gibi olunuz. Tâ ki, gömlekleriniz ateşe karşı hem dünyada, hem âhirette bir zırh olsun. Ruhunuzdaki iman, Cehennem ateşine karşı zırhınız olduğu gibi; dünya ateşine karşı da zırh olabilecek bir madde yer altında vardır. Cenâb-ı Hak sizin için hazırlamıştır. Arayınız, çıkarınız ve giyiniz.”

İşte, insanlığın şu son asırda keşfettiği ateşe dayanıklı “amyant gömlekler” bu âyetin işaretinden bir sır taşıyor. İnsanlık, Kur’ân’ın işaret ettiği gibi, ateşe dayanıklı gömleği dünyada bulmuş ve giymiştir. İnsanlığın dünyevî basiretini kucaklayan Kur’ân istiyor ki, insanoğlu aynı basiretle Cehennem ateşine dayanıklı olan “iman elbisesini” de elde etsin ve kendisini âhiret ateşinden de uzak tutsun.2

Bedîüzzaman Hazretleri, yazın şiddetli sıcağında nazik bitki yapraklarının havada aylarca esenlik içinde kalmasını ve yanmaktan korunmasını da bu âyetle irtibatlandırır. Nazenin yaprakların, ateş saçan hararete ve kavurucu sıcaklara karşı, İbrahim Aleyhisselâm’ın birer âzâsı gibi “Yâ nâru kûnî berden ve selâmâ” yani “Ey Ateş, serin ve selâmetli ol!” âyetini okuduklarını, bu İlâhî emrin tasarrufuyla güneşin yakıcı hararetinden korunduklarını beyan eder.3

Dipnotlar:

1- Enbiyâ Sûresi, 21/69, 2- Sözler, s. 237, 3- Sözler, s. 13

25.02.2009

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Yedi büyük günahtan biri: Sihir



Kötüye kullanılan pratik bir ilim olan sihir, sebebi gizli; hakkı batıl, batılı hak, hakikati hayal, hayali hakikat gösteren; hakikatin sûistimali, içerisinde şarlatanlık ve hilekekârlık taşıyan; kötülük yapmak, zarar vermek ve çıkar sağlamak için yapılan şer bir san'attır.

Kur’ân bize, ilk defa yeryüzünde Harut ve Marut isimli iki meleğin insanları imtihan için öğrettikleri, kötüye kullanıldığında şer olan bu ilimden söz eder. Meleklerin, “Biz ancak ve ancak sizi denemek için gönderildik. Sakın sihir yapıp da kâfir olmayın” dediklerini, bunu söylemedikçe kimseye öğretmediklerini, insanların o meleklerden öğrendiklerini kötüye kullanarak karı ile koca arasını açabildiklerini, Allah izin vermedikçe kimseye zarar veremeyeceklerini, onu öğrenip yapan kimsenin ahiretten nasibi olmayacağını anlatır.1

Bu âyetten sihri yapanın kâfir olduğu, böylelerinin Cehenneme girecekleri açıkça anlaşılmaktadır. Yine âyetten, ekmek kesilen, meyve soyulan bıçağın adam öldürülerek kötüye kullanıldığı gibi Harut ve Marut tarafından öğretilen ilimlerin ancak kötüye kullanılmasıyla sihrin gerçekleştirileceğini, böylece insanların küfre gireceklerini, bu sûistimalle karıyla koca arasını açabilecek kadar etkili olabileceklerini, bunun da ancak Allah izin verirse gerçekleştirilebileceğini öğreniyoruz.

Evet, sihir kötüye kullanılan şer bir ilimdir, insanlara zarar vermeyi hedef aldığı için büyük günahlardandır. Şirktir, küfürdür. İmtihan sırrı gereği şeytanı yarattığı gibi, Cenâb-ı Hak rızası olmadığı halde sihre de müsaade eder.

Bazıları sihrin hayal ürünü olduğunu söylerler. İbn-i Kayyim böyle söyleyenlere şöyle çatar: “Sihrin gerçeği olmadığını, sadece hayal ürünü olduğunu ve kandırmacadan başka bir şey olmadığını söylemek; Sahabeden ve Selef-i Salihten gelen mütevatir delillere ve aynı şekilde fıkıh, tefsir, hadis ve tasavvuf âlimleri ile akıl sahiplerinin çoğunun kabulüne zıttır. Çünkü hasta eden, ağırlık çöktüren, bağlatıp ayıran, sevdirip buğz ettiren sihir vardır. İnsanlar onun varlığını açıkça görmekte ve bilmektedirler”2 der.

Peki, sihrin özelliği nedir? İmamlar bunu nasıl karşılarlar? Bunu da bir sonraki yazımızda görelim.

Dipnotlar:

1- Bakara Sûresi: 102.

2- Bedâiü’l-Fevaid, 2: 227.

25.02.2009

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Namuslu seçim sistemi



Yirmi iki yıllık tek parti iktidarı demokrasiye geçişi istemeden kabul ettiği için, 21 Temmuz 1946'da yapılan genel seçimleri de tamamen kendi anlayışına göre ve dünyada benzeri olmayan son derece bencilce bir biçimde dizayn etti.

Seçimden bir ay kadar evvel değiştirdiği seçim kànununa göre, sandık başına giden vatandaşlar oylarını alenen kullanacak, yani hangi partiye oy verdiğini açıkça belli edecek; ancak, oyların sayım ve dökümü ise gizli ve seçmene kapalı bir şekilde yapılacak.

Sistem, maalesef aynen öyle işletildi. Üstelik, bu da yetmezmiş gibi, devletin sivil–resmî (jandarma) bütün imkânları iktidardaki Halk Partisi lehinde kullanıldı, istimal edildi; daha açık bir ifade ile istismar edildi.

1946 seçimleri, bu sebeple süngülü, sopalı ve zorbaca yapılan bir seçim olarak tarihe geçti.

İşte, bu derece zor ve ağır şartlar altında yapılan bu seçimlerin neticesi şöyle oldu: CHP 397, Demokratlar 61 ve bağımsızlar 7 milletvekilliği kazandı.

* * *

Demokrat Parti, yaklaşık iki yıl sonra (1948) yapılan ara seçimleri boykot etti. Zira, bazı mahallerde Ankara ve İstanbul'dan çok daha fazla baskı uygulanıyordu. Şartlar arasındaki eşitlikten söz etmek imkânsızdı. Demokratlar, iki yıldır Halkçılar ve jandarma tarafından şiddetli bir baskıya mâruz kalmış, birçok yerde fiilî müdahale görmüş, yani dayaktan, işkenceden geçirilmişlerdi.

1948 yılında, siyasî tarih açısından felâket ve fecaat olarak nitelenebilecek bir başka hadise daha gelişti.

Bu tarihte, Fevzi Çakmak Paşanın fahrî başkanlığı altında Millet Partisi kuruldu. Kurulması bir yana, zor–belâ Meclis'e girebilmiş Demokrat Partili milletvekillerinin hemen yarısı bu partiye transfer edilerek Meclis'te grup kurduruldu.

Böylelikle, zaten zayıf olan Demokratlar, büsbütün zaafa uğratıldı.

Millet Partisini kuran ve kurduranların niyeti ne olursa olsun, bu teşebbüs Demokratları tam ortadan ikiye bölme hareketine dönüşmüş oldu.

Belliydi ki, bu işin arkasında geleceğini tehlikede hisseden İsmet Paşanın da dahli vardı. Kendine esas rakip olarak gördüğü Demokrat Partiyi bölmek istiyordu. Tıpkı, 1970'lerde AP'yi böldürmek için MSP'ye yeşil ışık yakması gibi...

Millet Partisi, iktidara ciddî bir alternatif şeklinde ortaya çıkmak yerine, Demokratlar'dan yaptığı transferlerle ismini duyurmuş oldu.

Hemen ardından, bir başka gelişme daha yaşandı. O günkü şartlarda neşriyat yapan dinî tandanslı hemen bütün gazete ve dergiler (Büyük Doğu, Serdengeçti, Sebilürreşad...) Millet Partisi hararetle savunmaya başladı.

1950 seçimleri yaklaştığında, Meclis'te grup kurabilmiş işte bu üç parti vardı: CHP, DP ve MP.

İktidar avantajını elinde tutan Halk Partisi, 14 Mayıs seçimlerine kısa bir süre kala seçim kànunu bir kez daha değiştirdi. Buna göre, bir seçim bölgesinde en çok oy alan parti, milletvekillerinin tamamını alabiliyordu.

Seçim kànunundaki bir başka değişiklik ise, "açık oy, gizli tasnif" maskaralığının terk edilmesi ve bunun tam tersine çevrilmesi şeklinde oldu.

Yani, oylar artık gizli şekilde verilecek; ancak, oyların sayım, döküm, tasnif işlemi açık surette yapılacak.

Dönemin bazı gazeteleri, bu kànunu "Namuslu bir seçim kànunu" şeklinde isimlendirerek demokrasiye arka çıktı.

1950 seçimleri öncesi ve sonrasında son derece sürpriz olan şaşırtıcı bazı gelişmeler yaşandı. Bir sonraki yazıda bu konuya değinmeye çalışalım.

TARTIŞMA

İbo karizmayı çizdirdi

Esasında bu gibi konulara girmek bizim işimiz değil. Ancak, zaman zaman haksız saldırılara uğradığı için fikren savunmak durumunda kaldığımız türkücü İbrahim Tatlıses'in, meslektaşı Yıldız Tilbe'ye karşı–tv canlı yayın programında–sergilemiş olduğu nezaket dışı tavrını hiçbir şekilde tasvip etmediğimizi de belirtmek durumundayız.

Velev ki, kendisi yüzde yüz haklı olsa bile, yine de böyle haşin davranmamalıydı. Vaktiyle yaptım dediği iyilikleri sıralayıp ifşa etmemeliydi. Hele hele, bir hanıma karşı böylesine sert, kaba ve rencide edici bir üslup kullanmamalıydı.

Canlı yayın esnasında, hiç söylenmemesi gereken şeyleri üstelik sansürsüz şekilde sarf etmeyi, yaptığı hatayı tamire çalışmak yerine ilave hatalarla yayına devam etmeyi, doğrusu Tatlıses'e yakıştıramadık.

Yaptığı yemin listesine "Kur'ân'a yemin"i de ekleyen İbo, bir hanım misafirine karşı takındığı bu asabî tavrı sebebiyle karizmayı ciddi şekilde çizdirmiş bulunuyor.

Hatasını telâfi etmesi için, bir sonraki programda şöyle esaslıca bir özür dileme cihetine gitmesi gerekir.

Zira, Tatlıses gibi şöhretli bir şahsiyete, kibir ve tekebbür değil, tevazu ve mahviyet yaraşır.

25.02.2009

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Basının görevi ve ahlâkî ilkeleri



Bir eğitim, haberleşme vasıtası ve milletin gözü-kulağı hükmünde olan medya, eğer fıtrat ve ahlâk ilkelerine uygun yayın yapmazsa, insanları her türlü zararlı, tehlikeli davranış ve hareketlere şartlandırır.

Medyanın vazifelerinden birincisi, dinî ve millî kültüre sahip olmasıdır.

İkincisi; yayın politikasında şahsiyetçilik yapmaması, müstehcen yayınlara yer vermemesi, menfaat kaygısıyla ahlâkî dejenerasyona sebep olacak gayr-i meşrû neşriyata tevessül etmemesidir.

Bediüzzaman, İttihad-ı İslâm taraftarı Volkan, Tanin, İkdam, Serbesti, Mizan, Misbah, Şark ve Kürdistan gazetelerinde yazılar yazar, makaleler neşreder, fikir ve düşüncelerini serdeder. “Edipler edepli olmalı, hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddip olmalıdırlar” diyerek ikaz eder, yol gösterir ve basın ahlâkının temel prensiplerini şöyle özetler:

- Ediblerin, gazetecilerin edepli olması;

- Hem de, edeb-i İslâmiye ile müteeddib olması (İslâm ahlâkıyla ahlâklanması)

- Sözlerinin, kalb-i umûmi-i müşterek-i milletten (milletin ortak ve genel aklının, kalbinin bir ürünü olarak) tarafsız çıkması,

- Ve matbuat nizamnâmesini (basın ahlâk ilkelerini), vicdanlardaki hiss-i diyânet ve niyet-i hali-senin tanzim etmesi gerektiğini söyler.1

Genel olarak kabul edilen basın ahlâk ilkeleri ise şöyle sıralanır:

- Yayınlarda hiç kimse, ırkı, cinsiyeti, sosyal düzeyi ve dinî inançları dolayısıyla kınanamaz, aşağılanamaz.

- Bir kamu müessesi olan gazetecilik mesleği ahlâka aykırı özel amaç ve çıkarlara âlet edilemez.

- Kişilerin özel hayatı kamu çıkarlarının gerektirdiği durumlar dışında yayın konusu olamaz.

- Soruşturulması gazetecilik imkânları içinde olan haberler, soruşturulmaksızın veya doğruluğuna emin olunmaksızın yayınlanamaz.

- Suçlu olduğu yargı kararıyla tesbit edilmeyen hiç kimse suçlu ilân edilemez.

- Gazeteci, kaynaklarının gizliliğini korur.

- Gazeteci meslek saygınlığına gölge düşürecek yöntem ve tutumla haber araştırmaktan sakınır.

- Gazeteci şiddet ve zorbalığı özendirici yayın yapmaktan kaçınır.

Dipnot:

1- Tarihçe-i Hayat, s. 57-58

25.02.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]




Faruk ÇAKIR

Sizi şarapçılar sizi!



Divan-ı harpte yargılanmayı hak eden bir kesim var ülkemizde. Yıllardan beri, inat ve ısrarla, ilmen ve tıbben ‘zararlı’ olduğu bilinen alışkanlıkları ‘faydalı’ diye tanıtanlar bu kategoriyi teşkil ediyor. Ama ‘Yalancının mumu yatsıya kadar yanar’ misâli, ilim ve teknik ilerledikçe ‘yanlışta ısrar edenler’in hatalı olduğu ortaya çıkıyor.

Zaman zaman ifade ediyoruz, yeri geldi tekrarlayalım: Sigara gibi ‘küçük bir âdet’e haklı olarak savaş açan bazı kurum, kuruluş ve insanlar; ondan çok daha zararlı ve öldürücü olan, insanı ‘deli’ eden alkollü içkileri ise müdafaa edip sahip çıkıyorlar.

Yanlış anlaşılmasın, ‘Niçin sigaraya savaş açıldı?’ demiyoruz. Aksine, ‘Sigaraya savaş açıldığına göre, ondan daha tehlikeli olan alkollü içkilere niçin savaş açılmıyor?’ diye soruyoruz. Bugün gazetelerde sigaranın reklâmı yapılamıyor, ama alkollü içkilerin reklâmı ‘bal’ gibi yapılıyor! Bunca yıldır devam eden bu yanlışa dikkat çekmek istiyoruz, ama ne duyan var, ne de dinleyen? Sayın Başbakan, Sayın Sağlık Bakanı ve diğer ilgili ‘sayın’ bakanlarımız! Bu hâdise basit bir hadise midir ki hiç kimse ilgilenmiyor? Sigaranın reklâmının yasak olduğu, olabildiği bir ülkede, alkollü içkilerin reklâmı nasıl serbest olabilir?

Hiç kimse ‘yönetmelik şöyle, uygulama böyle, teşvik edici reklâm yasaktır’ vs. demesin. Fiilî durum önümüzde: Hemen her hafta alkollü içkilerin reklâmı gazetelerin sayfalarını süslüyor. Hem yanlış, hem de yazık değil mi?

Türkiye’de, maalesef bazı ‘doktor’ların da âlet olduğu başka bir yanlış daha yapılıyor. Güya ‘uzman’ olan bazı doktorlara göre ‘bir kadeh şarap’ kalbe iyi gelir! Bu iddiânın temelsiz bir ‘yanlış’ olduğu bir defa daha ispatlandı. “Bir kadeh şarabın bile” tıbben zararlı olduğunu ifade edenler de İngiliz doktorlar olmuş. İşte ilgili haber: “Fransa’da günde bir bardak şarabın bile kanser riskini arttırdığı iddiâsı, üreticileri ayaklandırdı. Fransa’da Millî Kanser Enstitüsü’nün ‘Ölçülü miktarda üretilen şarap bile kansere yol açar’ açıklaması, üreticileri ayağa kaldırdı. Enstitünün dahiliye uzmanı doktorlara yönelik hazırladığı ‘Beslenme ve Kanser’ başlıklı broşürlerde, ne kadar az içilirse içilsin, düzenli olarak alınan alkolün her halde kansere yol açabileceği bildirildi. Dağıtılan broşürlerde, günde bir bardak şarabın yüzde 9-168 oranında ağız, gırtlak, boğaz kanserine yol açtığı belirtildi. (...) Öte yandan, parlamentoda tartışma halindeki bir yasa teklifi de şarap üreticilerini kızdırdı. Sağlık kurumlarının da içinde bulunduğu bazı yerlerde şarap ikramının yasaklanmasını isteyen siyasîler, şarap üretiminin yapıldığı bölgedeki vekillerle karşı karşıya geldi.” (Sabah, 21 Şubat 2009)

İngiltere’de yayınlanan ve gerçekleri ortaya koyan broşüre elbette karşı çıkanlar da olmuş: Şarap üreticileri... Ama güneşi balçıkla ve ‘yanlış’la sıvamak mümkün değil ki?

Türkiye’de yıllardan beri binlerce değil, onbinlerce insan bu ‘yalan’la oyalandı. Diğer alkollü içkileri savunamayanlar, ilk fırsatta ‘bir kadeh şarap zararlı değil, aksine kalbe iyi gelir’ deyip durdu. Bazı safdiller de yalana inandı ve bir kadeh şarapla başlayan yolculuk çoğu zaman ‘ölüm’le bitti.

Ülkeleri ve insanlığı, hem de ilim adına kandıranlara ne demeli? İnsanlık istese de istemese de ‘Sarhoş eden içkilerin azı da çoğu da haramdır, zararlıdır’ hakikatini tasdik etmeye mecburdur. ‘İlâhî emir’lere kulak tıkayıp, ‘akıl feneri’ ile yol bulmaya çalışanlar ancak buraya kadar gelebilir...

25.02.2009

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Siyasette gündem kayması…



Siyaset garip bir gündem kayması içinde. Âdeta bir orta oyunu oynanıyor. Seçmene karşı gündelik manevralarla gözboyama politikalarla “atışma siyaseti” yapılıyor.

Seçime bir ay kala meydanlarda “tencere dibin kara, seninki benden kara” söylemlerinin ötesinde hâlâ ortaya bir şey konulmuş değil. Türkiye’nin gerçek gündemi değil, siyasetin kirlilikleri konuşuluyor.

Türkiye’nin birinci meselesi olan “demokratikleşme”, “yeni anayasa” ve “ekonomik krize karşı tedbir” gündemde yok. Başbakan ve anamuhalefet lideri, “yolsuzluk dosyaları” üzerinden kamuoyunun önünde kapışıyorlar. Milletin taleplerini yerine getirmeyen siyasî iktidar, “atışma siyaseti”yle halkı birbirinin yegâne alternatifi gösterilen AKP ile CHP arasında tercih cenderesine sokmakta. Her iki cephe de siyasî kamplaşma ve kutuplaşmayla seçmeni paylaşıp kendine mecbur etme stratejisi gütmekte.

Ne binlerce işyerinin kapanması, ne işsizler ordusuna yüzbinlerin eklenerek milyonları aşmasıyla vâhim boyutlara ulaşan ekonomik kriz, ne esnafın siftah yapamaması, ne dibe vuran ve köylüyü çiftçiyi perişan eden tarım politikaları… Başbakan, miting meydanlarında “Bakın Amerika’da bile işsizlik artıyor” diyerek âdeta “bu işin çâresi yok” dercesine, garip duruma düşmekte…

Ne siyasetin demokratikleşmesi için söz verilen siyasî partiler ve seçim yasasının düzeltilmesi, ne Türkiye’nin eğitim konusu, ne sağlık meselesi… Hepsi gündem dışı.

TÜRKİYE’NİN ASIL

GÜNDEMİ DEVRE DIŞI…

Belli ki iktidar ve Meclis’teki muhalefet, Türkiye’nin asıl gündeminden sapmada bir nevi örtülü bir işbirliği içinde. Kayıkçı kavgasına dönüşen asimetrik tahrikle karşılıklı siyasî beslenmeden memnun…

Meclis’te grubu bulunan partilerin ortaklaşa hazırladığı, parlamentonun hantallığını ortadan kaldırıp daha modern bir çalışma sistemine kavuşması adına demokratik denetimi devre dışı bıraktıran ve yürütmeden hesap sorma müessesini daha da zayıflatan, olağanüstü görüşmeler dışında Meclis televizyonunun canlı yayınlarını kaldıran yeni “Meclis İçtüzüğü” taslağındaki işbirliği bunun açık bir örneği…

Oysa Türkiye’nin önünde bir yığın iç ve dış hayatî konu duruyor. Güneydoğu meselesinde hiçbir gelişme yok. Irak’ın parçalanması projesi ve “Kuzey Irak kukla devleti” adım adım devreye sokuluyor.

“Terör kartı” bölgedeki ecnebi işgalcilerin elinde. Ankara, “stratejik müttefiki” ABD, “derin stratejik ilişkileri” sürdürdüğü İsrail ve her yıl milyonlarca dolar verdiği Amerika’daki Yahudi lobisince “Ermeni soykırımı” şantajı ile karşı karşıya…

Bu arada her yıl üniversiteyi hak kazanan yüzbinleri mağdur eden kanunsuz başörtüsü yasağı ve antidemokratik dayatmalar devam ediyor. “Anayasa değişikliği”nin Anayasa Mahkemesi’ne takılmasıyla bu konudan peşinen vazgeçilmiş. Özellikle inanç ve mânevî değerlere dair meselelerde, din eğitimi ve öğretiminde, özgürlüklerin kısıtlanması, demokratik eğitimdeki problemler hâlâ sürünecemede.

YÖK yasasından başörtüsü yasağına, imam hatiplerin katsayı mağduriyetinden Kur’ân kurslarındaki “yaş yasağı”na, YAŞ’ta yargısız ihraçların önünün açık bırakılmasından ceza yasasında inanç ve ifâde özgürlüğünü kısıtlayan, düşünceyi “suç” sayan maddelere kadar hâlen bir yığın antidemokratik tortu olduğu gibi durmakta…

AB müzâkereleri tıkandığı yerde kalmış. Yeni Başmüzâkereci atandı, lâkin AB ile ilişkileri canlandırmaya yönelik çabalar siyasî şovun ötesine geçmedi, geçemedi. Keza Kıbrıs konusu da hâlâ çözümsüzlük içinde, hiçbir olumlu adım atılmış değil. IMF ile varılan kredi anlaşmasının açıklanması bile seçim sonrasına öteleniyor. Özetle seçimler yaklaştıkça kızışan “dosya savaşları” ve siyasî atışmalar için bunların hiçbirine çözüm getirme irâdesi ortaya konulamamakta. Demokratikleşme ertelenmekte…

“DÜELLO SİYASETİ”YLE

BASİT OY HESAPLARI…

Sadece meydanlarda bol bol karşılıklı suçlamalar var; ama demokratikleşme, yapısal reformlar, AB uyum yasalarına dair projeler yok.

O denli ki “çözüm”ün muhalefetin değil, iktidarın işi olduğu çarpıtmasına başvurulmakta. Başbakan seçim kürsülerinde diğer partileri görmezden gelip özellikle CHP ve MHP’yi muhatap alarak “İşsizlik için bir projeleri varsa getirsinler, uygulamazsam siyaseti bırakırım!” türü garip sözler sarfetmesi, siyasetin içine girdiği çarpıklığın bir göstergesi.

Başbakan’ın Almanya’dan beşbuçuk ayda ancak getirtilen “Deniz Feneri dosyası”nı kastederek “Kırtasiyecide kırmızı bir dosya eline vermişler” cümlesiyle meseleyi kamuoyunun en hassas olduğu konuları hafife alması, bunun bir başka örneği…

Adalet Bakanı’nın, seçim bölgesinde bir sandalye üstüne çıkıp, “Hükûmetle zıtlaşan, kavga eden yerel yönetimler her projelerini Ankara’dan geçiremiyorlar” çıkışı, iktidar partisinden olmayan belediyelerin işlerinin Ankara’da zorlaştırılacağının açık itirafı.

“Ankara’daki iktidar partisi”ne atıfta bulunan Bakan, “parti ismi vermedim” diyor; ardından da “Bana gelen belediye başkanını bir işi için başka bakan arkadaşlara gönderdiğimde ‘Hangi partiden?’ sorusuna ‘bizim partiden’ demezsem mahcup olurum” açıklamasıyla “özrü kabahatinden büyük” vartaya düşüyor. Kısacası mahallî seçimler yaklaştıkça kömürden, erzaktan, buzdolabına varan siyasî rüşvetlerle “biz ve ötekiler” ayırımı üzerinde yozlaşan siyaset, yakın siyasî tarihte görülmemiş ucuz şantaj ve tahditlerle, komplolarla daha da çürümekte.

Günübirlik tartışmalarla kamplaşma ve kutuplaşmadan ciddiyetsiz, sinik, vesâyet altında hiçbir ülke meselesini ele almayan, projesiz, faydasız, rakibini tahrikle karşılıklı oy devşirme oyunu içinde fütûrsuz ve anlamsız politikalara dönüşmekte…

Türkiye biran evvel bu anafordan kurtulmalı. Aksi halde halka hizmetten yoksun basit oy hesapları üzerinde dönen “düello siyaseti”yle yalnız siyasetin değil, Türkiye’nin gündemi kayıyor…

25.02.2009

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Asker ve Ergenekon



Genelkurmay İletişim Daire Başkanı Tuğg. Metin Gürak’ın, “Ergenekon soruşturması kapsamında Genelkurmay tarafından geniş çaplı soruşturmaların açıldığı haberi doğru değildir” şeklindeki beyanına temas etmiştik.

Bu açıklamanın ne anlama geldiği çok iyi irdelenmeli ve sorgulanmalı. Özellikle Ergenekon adı verilen yapılanmanın esas olarak asker içindeki uzantılarının merak edildiği bir ortamda.

İşin bu cihetine vurgu yapan son değerlendirmelerden biri, resmî görüşü rahatsız eden çıkışları sebebiyle görevden ayrılmak zorunda kalan eski savcı Gültekin Avcı’dan geldi. Şu anda avukatlık yapan Avcı Yeni Asya’da yayınlanan röportajında Ergenekon’un esrarengiz “bir numara”sının muvazzaf olduğu iddiasını seslendirdi.

Aslında bu iddia sadece Avcı’nın değil, Ergenekon süreci başladıktan bu yana başka pek çok kişinin de dile getirdiği hayli yaygın bir kanaat.

Yakın zamanlarda ordunun en üst düzeylerinde görev yapmış bazı emekli orgenerallerin operasyon kapsamında gözaltına alınması, hattâ bir kısmının tutuklanıp aylarca içeride tutulması, örgütün “askerî çekirdeği”nin deşifre edilip üzerine gidileceği beklentisine yol açmıştı.

Ancak daha sonraki gelişmeler, özellikle GATA sevkleri ve bunları izleyen tahliyeler, bu yöndeki beklentilerin zayıflamasına sebep oldu.

Evinde külliyetli miktarda bomba ve cephane bulunduktan sonra kayıplara karışan ve beş günlük firarın ardından askerî makamlara teslim olup tutuklanarak askerî cezaevine konulan yarbay hakkında, askerî tutuklamayı müteakip bir de Ergenekon kapsamında tutuklama kararı verildi, ancak yarbay yine Hasdal’a gönderildi.

Geçtiğimiz günlerde askerî savcılığın başlattığı karargâh evleri operasyonu ilk bakışta “Hah, nihayet asker de Ergenekon için düğmeye bastı” gibi anlaşıldıysa da işin aslının öyle olmadığı, gözaltına alınanların asker değil, İP’li siviller olduğu anlaşıldı ve onlar da bilâhare serbest kaldı.

Bu operasyonun dikkat çeken bir başka ciheti, amacın, gizli bilgileri kimin sızdırdığını tesbit olarak açıklanmasıydı. Ki, Genelkurmay sözcüsü de “Bilgi güvenliğiyle ilgili olarak gereken tedbirler alınmaktadır ve alınmaya devam edilecektir” diyerek, bu noktayı ifade etti. Yani askerin üzerinde durduğu şey, Ergenekon’un TSK içinde var olduğu söylenen uzantılarını belirleyip bertaraf etmek değil, bilgi sızmalarını önlemek.

Tabiî ki, askerî makamların, ülke güvenliği açısından gizli kalması gereken bilgileri, sırları olabilir. Ama darbe girişimleriyle de anılan birtakım illegal oluşumların, iddia edildiği gibi TSK içinde irtibatları varsa, bunların askerî sır mantığıyla örtbas edilmek istendiğini düşündüren tavırlar kamuoyundaki kuşkuları derinleştirir.

Esasen bunlar, kapalı devlet yapılanmasının tipik reflekslerinden birini yansıtıyor. Ve bunun ilginç bir örneği, geçen sene 21 Şubat’ta verdiğimiz “Ses getiren manşetler” ilâvemizde mevcut.

1994’te, Millî Savunma Bakanlığı Askere Alma Dairesi Başkanlığı tarafından Askerlik Şubelerine gönderilen bir yazıyla, şubelerde görev yapan personele namaz izni verilmesinin yasaklandığını “Namaza asker yasağı” manşetiyle duyurduğumuzda, İstanbul Askerlik Şubesi Başkanı bizi arayıp şunu sormuştu: “Haberinizde bahsedilen yazı gizliydi, nereden sizin elinize geçti?”

Bu örnekte de görüldüğü gibi, askeri birinci derecede ilgilendiren nokta, “namaz yasağı”nın yol açtığı tepkilerden çok, gizli bir yazının nasıl olup da açığa çıktığı ve basına konu olduğu idi.

Asker çıkışlı ve bağlantılı olduğu öne sürülen Ergenekon belgeleri ile karargâh evleri meselesinde yaşananlar, aynı refleksin yeni örnekleri.

“Ergenekon’la ilgili bir soruşturmamız yok” diyen Genelkurmay, buna karşılık “bilgi güvenliği” ve “belge sızdırmaları” konusunda son derece hassas. Bu durumu nasıl yorumlamak lâzım?

Askerin Ergenekon tavrı, “TSK’nın yasadışı örgütlerle işi olmaz” açıklamasıyla bağdaşıyor mu?

25.02.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır