"Gerçekten" haber verir 13 Nisan 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Hakan YALMAN

Kutlu Doğumla doğuşumuz



Darlık ancak Yaratıcı ile anlam buluyor. Varlığın Âlemlerin Rabbi ile buluşmasının vesilesi olan zat, kâinatın nurlanmasının ve anlam bulmasının vesilesidir. Güneş ve ay onun (a.s.m.) yeryüzünü şereflendirdiği pozisyona her geldiklerinde manevî atmosfer güller açmakta ve kâinatın bütün zerreleri muhtemelen aynı heyecanı tekrar hissetmektedir. Rabbimiz’e sonsuz şükürler olsun ki insanlık âleminden bizlerden birini Âlemlere Rahmet olarak göndermiş ve gerçek muhabbetle bizi buluşturmuştur. O ahir zaman peygamberi bütün insanlığın ve bütün âlemlerin peygamberidir.

Ahir zamanın özellikleri ile ilgili pek çok tanım yapılıyor ve genel anlamda içinde yaşadığımız dönemle ilgili kanaatle bu dönemin ahir zaman olmaya namzet olduğu noktasında ittifak ediyor. Olumsuzlukların nefis ve hevanın çok zorladığı şu dönemde manevî yığınağa çok ihtiyaç var. Karpuzun içindeki çok sayıda çekirdekle adeta esma-i İlâhiyeyi bütün zeminde duyurmaya lisan-ı hal ile niyet etmesi gibi bizler de havadaki zerreler ve bu zerreleri mânâlara dönüştüren kulaklar ve idrakler adedince aynı mânâyı yaşatmak istiyoruz. Bütün insanlar âlemlerindeki bu nurun kaynağı olan Hazret-i Muhammed (a.s.m.) algısını ve muhabbetini çok güçlendirmelidirler.

Batı kendi hayat standartlarını bütün dünyaya yaymaya ve kendi değer yargılarını dayatarak tek tip global bir kültür oluşturmaya yönelirken, hedef kitle olarak çoğunlukla gençleri ön plana çıkarmakta ve onların nefis mücadelesinin merkezinde yer alan hazlara yönelik ruhunu istismar edebilmektedir. Oluşturulan eğlence ortamları, şehevî arzuları galeyana getiren her türlü aracın kullanılması, düşünceden uzaklaştıran bütün oyalayıcı araçların kullanılması gençlikte var olan güçlü bir benlik, acz ve fakrını hatırlatacak hastalık, sıkıntılar ve ölümlerle nisbeten seyrek olarak yüzleşmesi ve kendinden uzak bilmesi, bunları unutturma amacına yöneliktir. Gençlik ruh hali ise buna çok yatkın ve bu yönden aldatılmaya fazlası ile müsaittir. “Cazibedar bir fitne” terimi bu mânâyı karşılıyor olmalıdır. Bediüzzaman bu probleme vurucu darbeyi Hazret-i Muhammed’den (a.s.m.) aldığı dersle ölümü ve gençliğin geçici olduğunu hatırlatmakla vurmaktadır.

Varlığı anlamlandırmak için öncelikle sağlam bir duruş ve pozisyonu iyi belirlemiş olmak şarttır. Bu benlik tanımının ilk ve belki de en önemli basamağıdır. Kimlik oluşturmak ve bu kimliği sağlam esaslar üzerine oturtmak her alanda dalgalanmaların ve fırtınaların sahnesi olan dünyada fert için bir tutamak, ayakta tutacak bir dayanak olacaktır.

Bediüzzaman’ın “beşerin nefs-i emmaresi” olarak adlandırdığı, ben merkezli şekillenmiş modern hayat, cazibeli ancak geçici ve günü birlik bütünü kuşatmayan sadece algıların alanına sınırlı, dar bakışlı çözümler sunabilir. Bunlar birer çözüm olmaktan çok göz boyama ve aldatmacadır. Duygular köreltilerek, belirli noktalardaki hassasiyetler kırılarak bu noktaya ulaşılır. Bu aldatmaca karşısında özellikle genç nesil risk altındadır. Dâvâmıza gönül vermiş gençler aynen Üstad gibi “karşılarında büyük bir yangın var içinde arkadaşları kalmış”casına imanlarını ve dostlarını kurtarma gayreti içinde olmalı ve bu koşturmaca esnasında ayaklarına dolaşanlara ehemmiyet vermemelidirler.

Farklı tanımlanmış bu hayat içinde Hazret-i Muhammed (a.s.m.) doğru zemininde tanımlanmalı ve yetimliği ve bize göre çektiği acılarla değil, nur-u Muhammedi (a.s.m.) tanımı ile ve insanlığın aydınlatıcısı ve esmanın açığa çıkarıcısı olma boyutu ile anılmalıdır. O kâinatın doğru tanımı, varlığın mürekkebi, yeryüzü bahçesinin gülü ve bülbülüdür. Onun varlığı bizleri anlamlı kılmış ve âlemimizi aydınlatmıştır. Şu âlemin karmakarışık ve dolambaçlı yollarında bir Mihmandar-ı Kerim, bütün zerrelerin yollarını aydınlatan bir nurdur.

Âlemin dünya hevesatı ile kararmaya başladığı şu dönemlerde her tarafın onun (a.s.m.) nuru ile aydınlanmasına ve kararan ruhların kuşatıcı muhabbet ile aydınlanmasına ihtiyaç var. Asırlardır beklenen Nurun saadet asrına doğması gibi mânâ âleminde asrımıza doğması için duâ ediyor ve kalplerimizi hasretle onun (a.s.m.) nuruna açıyoruz. Kalbimizin ferahlığını ve nefsimizin esaretinden kurtuluşu o Nura gönül penceremizi açmakta buluyoruz. Bu yıl da İnşaallah “Kutlu Doğum” mânâ âleminde doğuşumuzun ve yeryüzünün kutluluğunun vesilesi olur.

13.04.2009

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Bir Asr-ı Saadet hayali



Bugün hayalen Asr-ı Saadet’e gitmek, doğrularla yalanların birbirinden çok uzakta olduğu pazarlarında gezinmek istedim. Medine’nin sokaklarında yürümek, gelen gidenlere selâm vermek, selâm almak istedim. Çok özlediğim Peygamberimin (asm) mübarek meclisine uğrayıp, sahabilerinin ayaklarının tozlarıyla arkadaş olmak istedim. Yirminci asrın medenîsi yerine, o saadet asrının bedevîsi olmaya, onlar gibi meleklerle arkadaş olmaya heveslendim.

Hane-i Saadete gidip o mütevazi hasıra yüz sürmek, dünya debdebesinin olmadığı o hanenin misafiri olma şerefine nail olmak kim bilir ne kadar büyük bir saadet olurdu benim için? O Yüce Resûl (asm) gibi aç kalmak, susuz kalmak ne büyük bahtiyarlık olurdu benim için? Hele, o taşlara zikirhâne olan, susuzlara âb-ı hayat gibi su akıtan, işaretiyle ayı ikiye ayıran, hastalara şifâ olan, değen yerleri nurlandıran mübarek eller yok mu? Ellerimle dokunabilseydim, doya doya öpebilseydim, doyasıya mahçup yüzüme sürebilseydim o mübarek nurlu elleri. O zaman insanların en bahtiyarları arasında yer alırdım. O zaman sevincimden tâkatim kesilir ayakta duramaz hâle gelir, yığılıp kalırdım o mübarek ayakların altında. Uyanınca da ayağa kalkmaz, yüzümü sürer, öperdim o ayakları ve bastığı toprakları...

İstedim ki, ben de arzî olmaktan çıkıp, semâvî olanlarla arkadaş olayım. Yalan ve dolanlardan, kin ve hasetlerden, karanlık ve zulmetlerden uzaklaşmak istedim. Yürüyen nurlu ayakların gölgesine sığınmak istedim. Bilâl-i Habeşî’nin semalara yükselen ezan-ı Muhammedîsini huşu ile dinlemek, o melek misâl insanlarla Mescid-i Nebevî’ye sığınmak istedim. Orada Rabbimin huzuruna çıkıp huzurla dolmak istedim...

Hz. Ebûbekir’in sıddıkiyetinin, Hz. Ömer’in (ra) küfre ve münafıklığa karşı olan buğzunun, Hz. Osman’ın (ra) haya ve hilminin, Hz. Ali’nin (ra) iman ve ilminin yaşandığı o zamanlara hayalen bile gitmek ne güzel Ya Rabbi! Hele, Resûl-i Kibriya’nın meclisinde Rabb-i Rahime teslim olan sahabiler meclisini nasıl ifade edebilirim ki?

Orada Ensar ve Muhacirinin kardeşliğini yaşamak isterdim. Orada bir Selman-ı Fârisî gibi Resûlullah’ın “Selman bendendir” hitabına mazhar olsaydım, bir Suheyb-i Rûmî gibi hem Ensardan hem de Muhacirden olmak şerefine nâil olsaydım ne güzel olurdu Ya Rabbi? Dünyanın en büyük makamlarından çok daha büyük olurdu makamım o zaman şüphesiz...

Anlatılamaz güzelliklerden bahsetmek istiyorum. Ulaşılamaz makamları satırlarımın arasına sığıştırmaya gayret ediyorum. İyiliklerin, güzelliklerin, doğrulukların taşlara bile sindiği nurlu asırdı o zamanlar... Kötülüklerin, çirkinliklerin, yalanların yok olduğu, şeytanların kandıracak insan bulmakta zorluk çektikleri ve bunun için de kahroldukları bir zamandan söz etmek istiyorum dostlarım...

Utanıyorum, eziliyorum, büzülüyorum, Peygamberimi (asm) ve sahabilerini hatırlayınca... Çünkü onlara lâyık olamadım, olamıyorum. Hayatlarına geçirdikleri nurlara kavuşmak için yeterince çaba gösteremedim. Yirminci asrın, ahirzamanın karanlıkları beni boğmaya çalışırken Peygamberime (asm yönelemedim, onun yolunun tozu bile olamadım. Ama o Resûl-i Zîşân’ı düşünebiliyorum. Bu bana Rabbimin büyük bir ikramıdır şüphesiz. Onun ümmeti olmayı şereflerin en büyüğü olarak kabul ediyorum. Bunun bile az olmadığını düşünüyorum. Rabbimin rahmetiyle bunu bile değerlendireceğini ümit edi- yorum...

Hayali bile ruhları huzura kavuşturan ne güzel bir zamandı o asır ya Rabbi! Sıkıntıların, acıların huzur verdiği bir zamandı o yıllar. Cennet hayatından kokular vardı o yaşantılarda. Allah’ın Resûlü’nün (asm) âleme nasıl rahmet olarak gönderildiğini anlamak için, zamanın dimağımızda bıraktığı bütün kirleri atıp, hayalen oralara gitmek yeterlidir aslında.

Ya Rabbim, Habibini düşünmek, onun yolunun yolcusu olmak, ona gönül vermek, onu bütün fanilerden daha çok sevmek ne kadar güzeldir? Ey Âlemlerin Rabbi, biz âciz kullarını o Asr-ı Saadet nurlarından mahrum bırakma. Habibinin sevgisini bizim kalbimize yerleştir. Bizi ona lâyık bir ümmet eyle. Onun müfessiri olduğu Kur’ân’ın hakikatlerini anlamamızı, onun yaşantısı gibi bir hayat yaşamamızı bize nasip et Rabbim!

13.04.2009

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Şevk bineğine binince



Hayatın bir faaliyet ve hareket, şevkin ise bineği olduğunu, bu suretle insanın mübareze meydanına atıldığını bildiren Bediüzzaman Hazretleri, onun nice düşmanla karşı karşıya kalacağını ve bu düşmanların nasıl mağlûp edileceğini bir bir anlatır.1

Demek meselenin kökeninde şevk bineğine binmek var.

İmana, Kur’ân’a hizmet söz konusu olduğunda da bu binekten istifade edilecektir. Geçmişte, günümüzde bu hizmet yüceliği, büyüklüğü ölçüsünde okumuşu, okumamışıyla, genciyle ihtiyarıyla toplumun her kesimini harekete geçirmiştir. Gece gündüz demeden herbiri birer hizmet fedâîsi olmuşlardır. Risâle-i Nurların elle yazıldığı dönemlerde, sadece bir köyde bin kalem birden faaliyetteydi. Üç yüz hanelik bir köyde kadın erkek, çoluk çocuk demeden, hatta ümmîleri de dahil birkaç kişi dışında herkes risâle yazıyordu. Çocuklar da bu gönüllü yazı kadrosunda yer almışlardı. Hadisenin çocuklarla ilgili yönünü değerlendirirken Hz. Üstad, bunu “Risâle-i Nur’un mânevî zevk ve câzibedar nuru”na bağlıyor ve şöyle diyordu: “Mekteplerdeki çocukları okumaya şevkle sevk etmek için îcad ettikleri bir nev'î eğlence ve teşviklere galebe edecek bir lezzet, bir sürûr, bir şevk Risâletü’n-Nur veriyor ki, çocuklar böyle hareket ediyorlar.”2

Demek ki hizmetin bizzât kendisi insanı heyecanlandıracak, coşturacak çapta ve büyüklüktedir. Aslında şevklenmek için daha başka sebeplere bile gerek yok.

Geçtiğimiz Cuma ve Cumartesi günü dostların dâveti üzerine Karadeniz Ereğli’sindeydik. Cuma günü gençlerle, Cumartesi günü de tıklım tıklım dolu salondaki arkadaşlarla sohbetler ettik. Orada gerçek şevkin, heyecanın, sürurun en güzel örneklerini gördük. İman ve Kur’ân hakikatlerine kavuşmanın, onlarla mutmain olmanın zevk ve hazzı vardı onlarda. İnsanı insan, üstelik sultan yapan hakikatler onları meleklerin dahi gıpta ettiği insanlar hâline getirmişti. İmanın verdiği Allah sevgisinin kalplere nakşolmasıyla kendilerini kötülükten çekip çeviren bu insanlar insanlığın aradığı model kimselerdi.

Toplumun düzelmesi, kenetleşmesi, bir vücudun azaları gibi tek vücut olması için bu hakikatlerin önemi bir kere daha kendini gösterdi. Bu model insanlara toplumumuzun ne kadar ihtiyacı var.

Dipnotlar:

1. Münâzarât, s. 136.

2. Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 142.

13.04.2009

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Bursa’da mânidar tevâfuklar



Bursa, bugünlerde maddî ve mânevî baharını yaşıyor. Peşpeşe gelen mevlid, fetih ve sempozyum halkaları, Bursa'da çok hoş tevâfuklar zincirini teşkil etti.

Nisan yağmurları, bu yıl bir başka berekete sebebiyet veriyor, Bursa'da.

Evet, bahar mevsiminin bir tezâhürü olarak, düzlük ve yamaçları bütünüyle yeşil örtüye bürünen Bursa, bir yandan da mânevî atmosferin ruh ve kalpleri okşayarak tatmin eden meltemlerine sahne oldu; olmaya devam ediyor.

* * *

Geçtiğimiz Pazar günü (5 Nisan), Ulucami'de muazzam bir mevlid programı icra edildi. Bu mevlid organizasyonu vesilesiyle, Türkiye'nin kalbi o gün Bursa'da attı.

* * *

Hemen ertesi gün, yani 6 Nisan günü ise, Bursa'nın Osmanlılar tarafından fethedilişinin 683. yıldönümüydü. (Bu konuyla alâkalı geniş bilgi aşağıda.)

* * *

Ve bugün... Bugün, yani 13 Nisan'dan itibaren başlayıp hafta boyu devam edecek yeni bir mânâ atmosferinin tesiri altına giriyor, bizim Bursa...

Yazılışının 600. yıldönümü vesilesiyle, Bursa'da bu hafta "Mevlid Sempozyumu" düzenleniyor. Uludağ Üniversitesi İlâhiyat Fakültesinin organize ettiği sempozyuma çok sayıda ilim ve fikir adamının da iştirak etmesi bekleniyor.

Sempozyumun yanı sıra, Bursa'da hafta boyunca geniş katılımlı daha başka faaliyetler de sergilenerek, vatandaşlara unutulmaz günler yaşatılacak.

* * *

1350 senesinde Bursa'da dünyaya gelen Mevlid yazarı Süleyman Çelebi, 1422'de yine aynı şehrimizde vefat etmiştir. Mevlid'i ise, 60 senesinin içinde iken, yani 1409'da tamamlamış olduğu rivâyet edilmektedir.

Bursa'nın fethi

Bursa, 1326 senesinin 6 Nisan'ında Osman Beyin oğlu Orhan Bey tarafından fethedildi.

Uzun ve meşakkatli bir kuşatma devresinin ardından Bizans'tan alınan Bursa, bu tarihten itibaren Osmanlı'nın yeni devlet merkezi oldu.

Baba Osman Gazi, ölüm döşeğinde iken, yerine geçen oğlunu çağırmış ve ona şu arzusunu ifade etmişti: "Oğul Orhan! Bursa'yı aç; gülzâr eyle."

Orhan Gazi de, babasının bu sözünü vasiyet şeklinde kabul ederek şehri muhasara altına aldı ve nihayet maddî–mânevî dinamik kuvvetler sâyesinde Bursa'yı fethedip gülzâr eyledi.

1365'e kadar devletin merkezi durumunda olan Bursa, bu tarihten sonra merkezlik vasifesini Edirne'ye devretti.

Buna rağmen Bursa, İstanbul'un fethine (1453) kadar da Osmanlı'nın en gözde şehri olma özelliğini muhafaza etti.

Bugün itibariyle nüfusu bir buçuk milyonu aşan Bursa, Türkiye'nin de dördüncü büyük kenti olma konumuna yükselmiş bulunuyor.

Vefatlar

Yaşıtlarım ve aziz dâvâ arkadaşlarımdan Ahmet Battal'ın babası ile Aziz Kavan'ın ise annesi vefat etmişler.

Merhum ve merhumeye Cenâb–ı Hak'tan rahmet ve mağfiret dilerken, evlâtlarına ve sâir yakınlarına taziyetlerimi sunarım.

Biz de validemizi yakın tarihlerde kaybedenleniz. Tessürümüz, herbir vesileyle tazelenmiş oluyor. Dolayısıyla, dünyada annesiz kalmanın ne demek olduğunu en iyi bilenlerdeniz.

Şüphesiz, babanın da yeri ayrıdır. Hiçbir şekilde yeri doldurulamaz. Ancak, bilhassa validenin vefatı, aynen Üstad Bediüzzaman'ın ifadesiyle, "insanın yarı hayatının yıkılması" anlamına geliyor.

Zira, şu fâni dünyada sizi "anne şefkatiyle" sevebilecek bir başka insanın varlığı söz konusu değil.

Mazeret

Geçtiğimiz hafta boyunca, yazılarımızla sizlerden uzak kaldık. Sebebi, geçirmiş olduğumuz ağır gribal enfeksiyon ve şiddetli bronşit.

Yazılarımız, inşaallah normal periyodu içinde devam edecek. Sizlerin müstecap duâlarını bekliyoruz. Bunu da, sırf bedenî sıhhatimiz için değil; bilhassa fikrî sıhhat ve neşriyattaki hizmetimizi kesintisiz şekilde idame ettirebilmek için...

Bu vesileyle, bizleri arayan, soran veya mesaj bırakan muhterem ağabey ve kardeşlerimize teşekkürlerimizi arz ediyoruz.

Örnek hizmetler

Bazı beldelerde 29 Mart seçimlerinden önce sergilenen tebrike şâyân hizmetlerden bahsetmiştik: Tire, Yalova, Simav ve Kırıkkale gibi...

Oysa, örnek faaliyetlere ve başarılı hizmetlere imza atan daha başka beldeler, merkezler de vardır ki, onları da tebrik etmeden geçmemeli. Meselâ, Karabük, Yalvaç, Gelendost, Taşköprü, Karamürsel, Edincik ve İskenderun gibi...

Simav ve Edincik'teki duruma baktığımızda, tıpkı Tire'deki duruma benzer bir neticenin hasıl olduğunu görmekteyiz. Meşverete istinad eden Nur Talebelerinin müşterek hareketi, neticeyi doğrudan etkilemiş görünüyor.

İskenderun'da ise, takdir edilecek bir başka hizmete imza atıldı. Yeni Asya, İskenderun için özel baskı yaptı. Bir gün içinde tam on bin adet gazete, İskenderun'daki arkadaşlarımız tarafından alınıp dağıtımı yapıldı.

Bunlar, cidden tebrik ve takdire değer muvaffakiyetli örnek hizmetlerdir.

13.04.2009

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Avrupa’da boşanmalar



Avrupa’yı saran bir başka tehlike de, âile hayatının dağılmasıdır. İnsanın dünyadaki en müşfik ve sağlam sığınağı ailedir. Batılılar o kaleyi de yerlebir etti! Avrupa’da son 10 yıl içinde boşanmalarda büyük artış kaydedildiği görülüyor.

Avrupalıların eskisi gibi “tabular ve sorumluluklar uğruna ömürlerini ziyan etmediklerini” ve “bilinçsizce evli kalmayı reddettiklerini” bildiren uzmanlar, AB vatandaşlarının yüzde 57’sinin, “huzursuz bir çiftin boşanması gerektiğine inandığını” vurguladı!

Araştırmada, 10 yıl öncesine kadar, daha az çalışan ve maddî açıdan daha bağımlı olan Avrupalı kadının artık ‘boyun eğmek’ alışkanlığını da kaybettiği ve “özgürlükten yana olduğu” belirtiliyor.

“Evlilik meselesinin itibarını yitirdiğini ve bir tabu olmaktan çıktığını” savunan toplumbilimciler, eskiden genellikle zengin ve varlıklı ailelerde kaydedilen yüksek boşanma oranının, bugün fakir kesimde de aynı düzeye eriştiğini not ediyorlar.

Araştırmaya göre, Avrupa’da yüksek oranda boşanmalar sırasıyla Fransa, İngiltere, Almanya ve Danimarka gibi ülkelerde gerçekleşiyor. Evlenme oranının ise bütün AB ülkelerinde düştüğü, çiftlerin birlikte yaşamak ve nikâh defterini imzalamaktan kaçındıkları dikkat çekiyor.

İngiltere’de boşanma oranı her bin kişide 2.9 olarak verilirken, ikinci sıradaki Danimarka ile üçüncü Belçika’da bu oranların 2.5 ve 2.2 olduğu belirtildi. En az boşanma ise 0.6 oranıyla Yunanistan ve İspanya’da görülüyor.

Gayr-i meşrû çocuk oranı sıralamasında Danimarka başı çekiyor. Buna göre, Danimarka’da doğumların yüzde 45.5’u evlilik dışı ilişkilerden meydana geliyor. Danimarka’yı yüzde 31.8 oranıyla Fransa ve yüzde 30.8’le İngiltere izliyor.

Hemen hemen bütün Avrupa ülkelerini bu salgın hastalık sarmış durumda. Çiftlerden herhangi biri, fiilen “Boş ol!” diyor ve eşini boşuyor. İşte size, Avrupa’nın küçük bir nümûnesi olan Yunanistan’daki istatistikî rakamlar:

Atina’da yapılan evliliklerin üçte birinin boşanma ile sonuçlandığı belirlendi. Atina Başpiskoposluğu tarafından verilen rakamlarda ülkede son 12 yıl içinde kiliselerde yapılan düğün törenlerinin sayısının da 13.350’den 6.469’a düştüğü belirtildi. 1980 yılından bu yana sadece Atina’da 37 bin çiftin boşandığı belirtilen bir araştırmaya bakılırsa, 1992 yılında gerçekleştirilen 6.469 evlilikten 2.127’si boşanma ile sonuçlandı.

Devlet İstatistik Enstitüsü tarafından verilen rakamlara göre de, 1991 yılında ülke çapında kıyılan nikâhın 6.500’ü boşanma ile sonuçlandı. Bu rakamlara göre, Yunanistan’da boşanma oranı ülke çapında yüzde 10’a, başşehir Atina’da ise yüzde 20’ye ulaştı. Aynı istatistiklere göre, son 12 yıl içinde boşanma oranındaki artışla ters orantılı olarak evlenme sayısında da hissedilir bir azalma meydana geldi. 1981 yılında 71.178 çiftin evlendiği belirtilen istatistiklerde 1991 yılı içinde evlenenlerin sayısı ise 65.568 olarak verildi.

İngiliz ilim adamlarından Sir Michael Rutter ile Prof. David Smith’in, Mayıs 1995 tarihinde yaptığı araştırmaya göre, gelişmiş ülkelerin gençleri arasında suç işleme, depresyon, intihar, uyuşturucu ve alkol bağımlılığı da giderek artıyor...

Yine ABD’de yapılan bir araştırmada, zengin ülkeler kadar, gelişmekte olan ülkelerde de geleneksel aile yapısının bozulduğu ve bunun en önemli etkenlerinin, “boşanmaların ve kadınların maddî gücünün artması” olduğu ortaya çıktı... Geleneksel aile yapısına karşı olan çevrelerin örnek gösterdikleri Batı toplumlarının içine düştükleri sosyal çıkmaz, rakamlarla şöyle ifâde ediliyor: ABD’de her 100 çiftten 60’ı bugün boşanmış durumda... Fransa ve Danimarka’da da 1990’ın sonuna doğru evli olan her yüz çiftten 35’i ya da 45’i bugün artık ayrı yaşıyorlar...

Bu arada bir başka problem de evlilik dışı çocukların durumu... Kuzey Avrupa ve ABD’deki çocukların üçte biri evlilik dışı... “The Population Council” adlı kurum tarafından yapılan ve New York’ta yayınlanan araştırmada, boşanmaların ve evlilik dışı çocukların, “tek ebeveynli” âilelerin artmasına sebep olduğu da belirtiliyor... Bunun sonucu da, yarım aileler, sahipsiz gençler, eğitimsiz çocuklar ve bunalımlar...

Boşanmaların artması, gençliğin sahipsiz kalması, mânevî bir boşluk içinde bulunması, eğitilmemesi ve problemlerin kucağına itilmesiyle eşanlamlı. İlim adamlarının bu problemlere gösterdikleri gerekçeler, “bireycilik, hayattan beklenenlerin çok fazla artması, evlilik dışı hayat, aşırı cinsel özgürlük” şeklinde özetleniyor... Bunun açıklaması şudur: Batı felsefesinin unsurları, nefsî arzuların, hevâ ve hevesin tatmini, alkol ve uyuşturucu dahil kötü alışkanlıklar; müstehcenlik, kıskançlık ve benzeri menfî hasletlerin dizginlenememesi...

13.04.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]




Mehmet C. GÖKÇE

En sevgili



İnsanoğlu, -yapısı gereği- en çok sevdiğini korumak kollamak, izlemek ve beraberinde bulunmak ister. Bu sevgi bazen bir kişiye, bazen bir eşyaya, bazen de bir düşünce ve mefkûreye yöneltilir. Hatta bazen sevginin karşılıksız kalması kişiyi mutsuzluğa dûçâr eder. Öyle ya şairin deyimiyle:

Kişi, her dilediğini elde edemez;

Bazen rüzgâr gemicilerin istemediği yönden esebilir.

Bu noktada asıl önemli olan, sevgide samimî olmak ve içten esen bir sevgi şuuruna sahip bulunmaktır. Kuşkusuz kontrollü sevgi, kişiyi sıkıntıya sokmaz; neyi/kimi, neden ve niçin sevdiğini ya da sevmesi gerektiğini bilmek bu mantığın ana unsurunu teşkil eder.

Sevmek de sevilmek de “karşılık” gördüğü takdirde daha anlamlı hâle gelir. Meselâ, Hz. Peygamber’in (asm) bizi ne kadar sevdiğini biliyor muyuz, bize ne kadar bağlı ve bağımlı olduğunun farkında mıyız?

Dilerseniz bu sorunun bir cevabını Allah kelâmı Kur’ân-ı Kerim’den birlikte dinleyelim:

“Size kendi aranızdan öyle bir Peygamber geldi ki zahmete uğramanız ona ağır gelir. Kalbi üstünüze titrer, mü’minlere karşı pek şefkatli ve merhametlidir.” (Tevbe 9/128)

Şu sevgiye bakın ki:

a) Her şeyden önce o, bizden biri; aramızdan çıkmış bulunmakta ve Yüce Allah kendisini çok üstün kıldığı halde seviyemize inerek bizi muhatap kabul etmekte ve Rabbinin emirlerini bizimle paylaşmaktadır. Görevini tam anlamıyla yerine getirmekte ve tebliğ vazifesini ihmal etmemektedir.

b) Bizim zahmete uğramamız ve sıkıntı çekmemiz onu çok üzmekte; ona ağır gelmekte ve son derece üzülmektedir. Kendi sıkıntısına önem vermez ama bizim sıkıntıda olmamıza tahammül edememektedir. Bizim rahatımız için pek çok sıkıntıyı göğüslemekte ve adeta kendisini bizim için feda etmektedir.

c) Bizim uğrumuzda çektiği sıkıntılar sadece fizikî sıkıntılardan ibaret değil; içten ve kalben üzülmekte ve adeta kalbi bizim için titremektedir.

d) Bizim hatalarımızla değil; engin hoşgörü ve müsamahasıyla bize muâmele etmekte şefkat ve merhametin zirvesini bizim için kullanmaktadır. Yanlış yapmamıza rağmen o; bize acımakta, üzerimize titremekte ve bizi sevgiyle kucaklamaktadır. Hatta bu dünyada bizim için çektiği cefalarla yetinmemekte; kendisine tanınacak imkânların en güzelini âhiret yurdunda da bizim için kullanacağını beyan buyurmaktadır.

Kendisine kulak verelim:

“Her Peygamberin, mutlaka kabul edilen müstesna bir duâsı vardır. Ben, bu istisnai duâmı, Allah kısmet ederse, mahşer günü ümmetim nâmına şefaat olarak kullanmak üzere saklamaktayım.”

Hatta Yüce Allah, kendi zatını sevmemizin Resûlüne uymakla ispatlanabileceğini belirtmektedir. Yani, Allah’ı sevdiğimizi iddiâ ediyorsak, bunun ispatı Resûlüne uymaktan ibarettir. Nitekim Yüce Allah buyuruyor ki:

“Ey Resulüm! De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.’ Allah son derece bağışlayıcı ve merhamet edicidir.” (Al-i İmran 3/31)

Evet, görüldüğü gibi; Allah’ı sevdiğini ileri süren mü’min, O’nun peygamberine uymak ve emirlerini yerine getirmek durumundadır. Böylece Allah’ın sevgisi ile birlikte af ve mağfiretini de hak eder.

Bizi çokça seven ve içtenlikle üzerimize titreyen Hz. Peygamber’i (asm) sevmemiz, her an onun hayaliyle yaşamamız ve ona karşı olan görev ve sorumluklarımızı yerine getirmemiz gerekmez mi?

Çünkü Kur’ân’ın deyimiyle:

“Peygamber, mü’minlere kendi canlarından daha yakındır.” (Ahzab 33/6)

Bize bu kadar düşkün olan Peygamber’in (asm) bize bizden daha yakın ve öncelikli olmasından daha tabiî ne olabilir ki!

Kur’ân, onun için yapmak durumunda olduğumuz bir başka görevi de şöyle hatırlatmaktadır: “Muhakkak ki, Peygambere Allah rahmet eder, melekler de duâ eder. Ey iman edenler, siz de ona teslimiyetle salât ve selâm getirin.” (Ahzab 33/56)

Bu sevgideki ciddiyetimiz başka sevgilerimiz için de örnek teşkil eder.

Sevgilerimizde samimî olmamız niyazı ile…

13.04.2009

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Transatlantik “derin tertip”



Bush döneminden kalma kamuoyundaki nefreti “sempatiye” dönüştürme amaçlı Amerikan Başkanı’nın ziyaretiyle “Türkiye’nin AB üyeliği” üzerindeki tartışmaların arka plânı oldukça enteresan…

AKP iktidarının AB’yi âdeta rafa kaldırdığı bir süreçte TBMM’de “Türkiye Avrupa’nın önemli bir parçasıdır; AB üyeliğini şiddetle destekliyoruz” diyen Obama’nın Avrupa gezisinin son ayağı Prag’da Brüksel’e “Türkiye’yi AB’ye alın” çağrısına bazı “Amerikancı Avrupalı liderler”den gelen cevaplar, “derin tertib”in alâmetleri…

G-20 zirvesinde ve NATO toplantısında açığa çıkan çetrefilli “çatallaşma”nın amacı açık. Ankara’nın “AB’den soğuduğu” sırada, “Bush hayranı” Selânikli Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin “Buna biz karar veririz, Türkiye imtiyazlı bir ortak olarak kalmalı” terslemesi; diğer “Bush dostu” Almanya Başbakanı Merkel’in “imtiyazlı ortaklık’la ‘tam üyeliğin’ henüz çözümlenmemiş” olduğunu açıklaması, bunun bir başka göstergesi…

TÜRKİYE’Yİ AB’DEN KOPARMA OYUNU

Olup-bitenler, zaman zaman AB’nin değil, “ABD’nin ‘genişlemesinden sorumlu üyesi’ olduğu” intibâını veren Olli Rehn gibi “AB içindeki ABD’ciler”in körüklemesiyle Türkiye’nin AB’den koparılması; ABD’nin bölgedeki hegemonyasının hizmetçisi ve payandası yapılması kumpasının kurulduğunu bir defa daha ortaya çıkarmakta.

Bütün İslâm âlemini infiâle sevk eden iğrenç karikatürleri “fikir özgürlüğü” diye savunan “Amerikalı kovboy” Danimarka Başbakanı Rasmussen’in NATO’nun genel sekreterliğine getirilmesi için, Obama’nın yanı sıra Sarkozy ve Merkel’in Erdoğan ve Gül’ü “markaja” alması; içi boş “güvencelerle” ve tutulmayan “vaadlerle” Ankara’nın “vize” vermesi de bu maksada yönelik. Keza taze Başbakan “yeni Rasmussen”le menhus karikatürlerin yeniden piyasaya sürülmesinin hedefi de bu… Belli ki “AB içindeki Türkiye karşıtları”nca, “imtiyazlı ortaklık” benzerî ucubelerle topyekûn Avrupa’ya tepkiyle Türkiye’nin “AB’nin dışına itilmesi” projesi devrede…

Neoconları tahrik edip Irak’ı, Afganistan’ı işgal, kargaşa ve kaosla milyonlarca mâsum insanı katlettiren, son Gazze katliâmında olduğu gibi Filistin’e karşı İsrail’i şımartıp soykırıma arka çıkan başta Yahudi lobisi olmak üzere küresel güç ve uluslar arası bozguncu odakların tâlimatıyla, politik parlak ve süslü söylemlerin aksine Türkiye’nin “AB’den uzaklaştırılması” tezgâhı işletilmekte. Anlaşılan o ki Türkiye’nin, temel hak ve özgürlüklerin yaşandığı sağlam bir demokrasiye sahip olması istenmemekte…

“AB’DEN VAZGEÇ, ABD’YE YÖNEL” TELKİNİ

Görünen o ki Birinci Dünya Savaşında Osmanlıdan ayırdığı Ortadoğu’yu cetvellerle çizip dağıtan, Bediüzzaman’ın tesbitiyle “siyasetinin hassa-i mümeyyizesi (en bâriz özelliği), fitnekârlık, ihtilâftan istifade, menfaat yolunda her alçaklığı irtikâb etmek, yalancılık, tahripkârlık, hâriçte menfilik” olan “zamanın insî şeytanı” İngiltere’nin işlevini ve “alçak siyaseti”ni bugün Amerika ve Avrupa’daki ifsad şebekeleri üstlenmiş. (Sünûhat, Tulûat, işârât, 64)

“Deccal gibi tek gözü taşıyan kör dehâsı”yla insanlığı felâketlere duçar eden, her şeyi fedâ ettiği menfaatinden başka bir şeyi görmeyen “bozulmuş ikinci Avrupa” mihrakları, ABD ve AB’deki karar mekanizmalarını etkileyerek Türkiye’nin AB yolunu kapatma peşindeler.

Bu plânla “Transatlantik bağların kuvvetlendirilmesi” perdesinde “AB içindeki ABD’ciler” Avrupa’da “ABD’nin Truva atı” olarak elbirliğiyle Ankara’yı AB’den vazgeçirip “sempatik siyahî” Obama ile “sevimli” gösterilen ABD’nin kucağına atmakta. Amerikan egemenliğinin, enerji ve petrol çıkarlarının “bekçiliği”ne lâyık görmekte.

Türkiye, uyduruk yakıştırmalarla “stratejik müttefiklik”ten “model ortaklığa” dönüştürülen Türkiye’nin ve bölgenin menfaatlerine taban tabana zıt ve aykırı Amerikan politikaları eksenine zorlamakta.

Bundandır ki her Amerikan başkanı gibi Obama da çelişkiye düşmekte; bir yandan “Türkiye’nin AB üyeliği”nden dem vururken, diğer yandan Türkiye’yi ABD’ye çekme hesâbına, “Bakın AB sizi almıyor, en iyisi ABD’ye yanaşın” makyajlı mesajını vermekte.

İçkamuoyunun Sarkozy gibilerin mızıkçılıklarına verdiği tepkiyi kullanan propagandalarla Ankara, AB’den vazgeçirilerek “ABD’ye sığınma”ya sürüklenmekte. AB üyesi Cengiz Aktar’ın ifâdesiyle “AB’yi bırak, ABD’ye bak” oyunu oynanmakta.

Ve ne yazık ki ABD’nin en olmadık dayatmalarına suskun kalıp her fırsatta AB’ye rest çekip meydan okuyan Başbakan ve AKP siyasî iktidarı, bu “transatlantik tertibe” teşne; en ufak bir krizde AB’den cayıp ABD kulvarına balıklama atlama hevesinde…

Peki neden?

13.04.2009

E-Posta: [email protected]




Recep TAŞCI

Her yerde kriz var!



Mazeretine sığınıp vicdanınızı rahatlatamazsınız. Doğrudur. 1929’dan beri dünyamız ilk defa bu kadar derin bir iktisadî kriz yaşıyor. Elbette bize de yansıması olacaktı. Bunu anlayışla karşılıyoruz. İtirazımız; Makro ekonomik göstergelerde diğer ülkelere göre neden hep “En” kötü durumdayız? noktasında düğümlenmektedir. Bu “En”ler neler mi? Bir ülkede krizin varlığını gösteren en önemli delil işsizlik rakamlarıdır. İşsizlik artıyorsa ülkede kriz var demektir. Türkiye İstatistik Kurumu’nun işsizlikle ilgili her açıklaması bir öncekine göre daha kötü bir tablo ortaya koyuyor.

Ekim 2008’de dünyada işsizlikte 6. sırada iken Kasım 2008’de yüzde 12,3 oranla ve 3 milyona yakın işsiz sayısı ile 4. sıraya yükseldik.

Son açıklanan Aralık verilerine göre ise işsizlik oranı yüzde 13,6’ya; işsiz sayısı da 3 milyon 274 bin kişiye çıkmış. Ve birincilik kürsüsüne doğru tırmandık. Şimdi sormaya hakkımız yok mu? Türkiye neden işsizlikte “En” ön saflarda yer alıyor? Bunun cevabını bekliyoruz.

Krizin en belirgin göstergelerinden biri de büyüme rakamlarıdır. Yine Türkiye İstatistik Kurumu’nun verilerine göre, 2008’in son çeyreğinde Gayri Safi Yurtiçi Hasılamız (GSYH) yüzde 6,2 küçüldü. Yani fakirleştik. Ne var bunda, bu krizde her ülke fakirleşiyor diyemezsiniz. Çünkü bu fakirleşme hızıyla Türkiye dünya ülkeleri sıralamasında yine “En” önleri işgal ediyor. Bunun bir izahı olmalı. “En”ler saymakla bitmez...

TL, dolar karşısında “En” fazla değer kaybeden para birimleri arasındadır. Borsa, son 52 ayın “En” düşük seviyesini görerek dünya borsaları içerisinde “En” çok kaybettirenlerdendir. İhracatı “En” çok gerileyen ülkelerden biridir. İndirimlere rağmen yine de “En” yüksek faiz ödeyen ülkelerin başında gelmekteyiz. Bütün bu olumsuz “En”lere rağmen Başbakan mealen şöyle buyurmuş: “Bu kriz “En” az bizi etkileyecek. Bir sürtünme yapacak. Bir aşındırma olacak ama “En” az bizi etkileyecek. İşsizlik, işsizlik, işsizlik...bu sürekli söyleniyor. İşsizliğin vurmadığı ülke kalmadı.” Ne demeli? İşsizliğin vurmadığı ülke tabiî ki kalmadı. Ama şu sorumuzu tekrarlayalım; İşsizlik, neden “En” öldürücü darbeyi ülkemize vuruyor? Lütfen krizin varlığını hafife almaktan vazgeçiniz. Halının altına süpürmekle sorunlardan kurtulamayız. Bakınız, 2009 Bütçesi henüz üç ayını doldurmadan fiilen ortadan kalktı. İlk iki ayda gelirler azaldı, harcamalar arttı. Sonuç: 2009 yılının tamamı için öngörülen 10,3 milyar TL açık, ilk iki ayda gerçekleşti. Bu tempo ile yıllık açığın 50 milyarı aşması süpriz olmamalı. Bütün bu rakamlar krizin 2009 yılında da derinleşerek süreceğini gösteriyor. Krizden çıkılması hem dış hem de iç faktörlerin harekete geçmesine bağlı. Bu bağlamda dünyanın en gelişmiş 20 ekonomisinin liderleri küresel krizden çıkma yollarını bulmak için 2 Nisan’da İngiltere’de bir araya geldi. G-20 diye adlandırılan bu ülkeler dünya üretiminin yüzde 80’ini gerçekleştiriyor. Zirveden IMF’ye 750 milyar dolar, ticaretin canlandırılması finansmanına 250 milyar dolar ve yoksul ülkelere kredi verilmesi için 100 milyar dolar olmak üzere toplam 1,1 trilyon dolarlık destek kararı çıktı. Bu desteğin hem ihracatımıza hem de dış kaynak ihtiyacımıza olumlu etkisi olacağını umut ediyoruz. Şüphesiz IMF ile anlaşmak kaydıyla. Kamu kaynaklarını herhangi bir kısıtlama olmaksızın, istediği gibi harcayabilmek için, IMF ile anlaşmayı seçim sonrasına bırakan hükümet, bugünlerde imzayı atacak. Oy için zaman kaybedilmiş, piyasalar boşuna belirsizliğe sokulmuştur. Esasen krizi şiddetlendiren sebeplerden biri “krizi küçümseme” ise diğeri, belirsiz ve güvensiz ortamın oluşmasıdır. Yangın belki birkaç kova suyla söndürülebilecekken şimdi tonlarca su heba ediliyor. Yananlara mı yanarsın, boşa harcanan suya mı?

13.04.2009

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Faizciler baş aşağı!



İlk bakışta ‘musibet’ gibi görünen bazı hadiselerin, çoğu zaman neticeleri itibarıyla ‘hayırlı’ olduğu görülür. Bu sebeple “Olanda hayır vardır” ya da “Her işte bir hayır vardır” denilmiştir. Dünyayı ve dolayısı ile Türkiye’yi etkileyen finansal/ ekonomik krizin böyle ‘hayırlı’ bir yönü de var.

Meselâ, 11 Eylül 2001 ‘İkiz Kule saldırısı’nı planlayanların hedefi ve maksadı İslâmı terörle eşdeğer göstermekti. Fakat neticeleri itibariyle bu saldırı, İslâmın daha geniş kitlelerce tanınmasına vesile oldu. “İslâm nedir?” diye merak edenler çoğaldı ve araştırıp inceleyince de “fıtrat dini” olduğunu anlayıp ona teslim oldular.

Dünyayı sarsan ekonomik kriz de bazı neticeleri itibariyle hayırlara vesile olacak. Bu krizin belki de en büyük ‘faydası’ dünyanın faiz belâsının zararlarını görmüş olması olacak. Yakın zamana kadar “Faiz olmadan ekonomi işlemez” diyenler, krizlerin sebebinin de faiz olduğunu yaşayarak ve bizzat gördüler. Öyle olmasa, Vatikan bile “Dünya ekonomisini faiz batırdı. İslâmın faizsiz sistemini inceleyelim” anlamına gelecek beyanlarda bulunur muydu?

Uluslararası Teknolojik Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Vakfı’nın (UTESAV) düzenlediği “Faizsiz Finansman Sertifikası: Sûkûk” konulu toplantıda faizin krizlerin sebebi olduğu bir defa daha ortaya konuldu. Konuşmacı Prof. Dr. İsmail Özsoy, faizin bütün dinler tarafından yasaklandığını hatırlatarak “Yahudiler faizin ‘kötü’lüğünü kabul eder, kendi aralarında faizsiz iş yaparlar. Ama başkalarını zarara uğratmak için de faiz uygularlar. Dünya faiz sistemini yönetenlerin de ağırlıklı olarak Yahudiler olduğu unutulmamalı” hatırlatması da dikkat çekiciydi.

Eğitim hayatı boyunca faiz ve faizsiz sistem üzerine çalıştığını da hatırlatan Fatih Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. İsmail Özsoy, “Türkiye’de ve dünyada ‘faiz’ aleyhinde konuşmak bile tehlikeliydi. Üniversitelerde bu konuda araştırma yapmak tek başına üniversiteden ihraç sebebiydi. Ama şartlar değişti, faizin kriz sebebi olduğu anlaşıldı. Başta İngiltere ve Hollanda olmak üzere faizsiz sistemi araştırıyorlar. Hatta Rusya’da bile bu sistem uygulanmaya başladı. Dünya hızla faizsiz sisteme doğru yol alıyor” dedi.

Akla şu soru gelebilir: “Madem faizsiz sistem dertlere çaredir. O halde insanlar niçin gönüllü olarak ‘faiz’ tuzağına düşüyorlar?”

Bu problemin de onlarca makul cevabı var, ama mevcut sistemin “faiz sistemine hayat hakkı tanımamak” üzerine kurulduğunu hatırlamak lâzım. Bu bakımdan mevcut ‘faizsiz bankalar’ın hatalarını ‘faizsiz sistemin hataları’ olarak görmek doğru olmaz. Toplantıda da dile getirildiği üzere, ortada makul ve uygulanabilir güzel bir ‘sistem’ var, ama uygulama esnasında insanlardan kaynaklanan problemler çıkabiliyor. Bu bakımdan faizsiz sistemle çalışan bankalara çok daha fazla görev düşüyor. Onların yaptığı hatalar kendileriyle sınırlı kalmayıp, ‘faizsiz sistem’in kötülenmesine eleştirilmesine sebep oluyor.

Böyle önemli ve istifadeli bir toplantı düzenlediği için UTESAV’a teşekkür etmek gerek. Fakat bu konunun bir iki toplantı ile halledilmesinin kolay olmadığı da görülmeli. Daha geniş toplantılarla bu konu hem millete anlatılmalı, hem de dünyaya güzel bir örnek sunulmalı.

Yaşanan kriz, faizcilerin foyasının ortaya çıkmasına vesile oldu. İnşallah ‘faizsiz sistem’in çare olduğu da geniş kitlelerce anlaşılır...

13.04.2009

E-Posta: [email protected]




Şükrü BULUT

Haşir mevsimi olarak bahar...



Yazımızın dibacesini mantıkî bulmayanlar da haklıdır. Bediüzzaman Hazretlerinin “haşir ve neşir” dediğimiz “öldükten sonraki dirilişi” genişçe anlatan Onuncu Söz’ünü okumayanlar, haşir mevsimini fantazi bulabilirler. Mevzu olarak Kur’ân-ı Kerîm’in dörtte birisini teşkil eden “haşir” hakkında şu yazı çerçevesinde söyleyebileceğimiz fazla bir şey yok. Belki bir tahattur, belki bir paylaşma veyahut “bahara” dikkat çekme sadedinde olan şu yazılar, haşir gibi bir ummanın sahilinde bile dolaşamazlar.

Gurbete, menfaya, sürgüne ve tecride mahkûm Bediüzzaman Hazretleri, gönderildiği Barla nahiyesinin eteklerini okşayan Eğirdir Gölünün sahillerinde, yalnızlığını baharla paylaşırken Rûm Sûresinin 50. âyetini mütemadiyen tekrarlıyor: “Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine! Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor. Bunu yapan ölüleri de öylece diriltecektir. O her şeye hakkıyla kadirdir.”

Bazen bu âyetin Risâle-i Nur’un önemli bir anahtarı olduğunu da düşünüyoruz. Bu âyetin Barla baharında, Bediüzzaman’ın kalbine verdiği tazyikle adeta dağlar yarılmış, ta kıyamete kadar teşnelere ulaşacak rahmet deryası dalgalanmaya başlamış… Yedi yaşından yetmiş yaşına imana her muhtacın, ihtiyacını bir anne şefkatiyle giderecek Risâle-i Nur’un en önemli eserleri hep bu baharı takip etmişler. Tevhidî bahisler, Mû’cizat-ı Enbiya, Mû’cizat-i Kur’âniye ve Mû’cizat-ı Ahmediye, Melaike–Ruh ve daha yüzlerce nice imanî bahisler, hep Barla baharlarının arkası sıra yürürler.

Barla sürgününün bahar günlerinde, ahirzaman dinsizliği inkâr-ı Ulûhiyette Avrupa dinsizleri tahşidata başlarlar. Allah’ın varlığıyla birlikte Hıristiyanlığın zayıf “ahirete iman inancı” bombardımanına tutulur. Dinsiz Avrupa’nın Türkiye’deki takipçileri engerek sürüleri halinde Ankara, İzmir ve İstanbul gibi merkezlerden Anadolu sathına yayılmaya başlıyorlar. Eğirdir Denizi’nin sahillerinden dünyanın hâl-i pürmelâlini temaşa ederken “Haşir Risâlesi”ni Kur’ân’dan kaleme alan Bediüzzaman, kelimenin öz mânâsıyla, münafıkların perde altında yürüttükleri inançsızlık savaşını açık ve büyük bir meydan savaşına dönüştürür. Tıpkı İmam-ı Ali gibi küfrün ileri gelen Avrupalı feylesoflarını ceng meydanına dâvet eder.

Bu yazının niyeti “baharı okumaktı”... Haşir Risâlesinin yazılış tarihçesini arz etmek değildi. Fakat siz de bilirsiniz ki, derdin dehşeti nisbetinde şifabahş devanın kıymeti ortaya çıkıyor.

Bahara meftun olmayan bir fıtrat olur mu? Baharın güzelliğine herkes müştaktır. Ve baharı keyfince durdurmak ve yakalamak ister. Va hasreta va esefa… Ama zamanın üzerimize boca ettiği kesret yığınları arasından başımızı kaldırarak baharın muhteşem gelişini seyretmek galiba mümkündür. Yükünün verdiği ağırlıkla yürüyen koyun veya keçinin duruşundaki mânâ, en fazla çobanı sevindirir. Budakta şişmiş tomurcuğun doğumunu kuzuların doğumuna benzetenler de aynı heyecanı ve sevinci duyabilirler. Bahar bazen olur bir doğum, bazen olur bir fetih, onunla kapılar, goncalar ve kalpler açılır. Peşpeşe inen cemreleri doğum sancılarına bezetenler doğumlar arasındaki muhteşem münasebeti de yakalamış olurlar. Rabbimizin güzel isimlerinin tecellîlerini ardarda levhalaştıran baharın doğum veya açılışlarını seyrederken, sevincimizi bu denli yükselten unsurların başında, bize veda eden “kış mevsimi” olduğunu unutmak gaflet olsa gerek… Kuru iken yaş olmak… Yerde iken baş olmak… Ölü iken dirilmek… Çırıl çıplak iken gelinliklerle, fistan ve kaftanlarla süslenmek… Yani elemleri kovalayan lezzetlerle uyanmak değil mi, bahar…

Bahar yalnızca, tabiatın ve tabiattaki hayvanatın yıllık diriliş mevsimi değil. Onlardan önce bizim dirilişimiz olmalı, kanaatindeyiz. Dinsiz Avrupa felsefesinin müfsit aletlerle dondurduğu dünyamıza, ışığın, hararetin, hayatın ve neticesiyle dirilişin geliş mevsimi olması cihetiyle, her bir bahar kendimizin manevî bir dirilişi kabul edilmelidir. Kalbimizin, gözümüzün ve penceremizin önüne çekilmiş perdeleri, ancak ve ancak “Haşir Risâlesiyle” kaldırabileceğimizi düşünüyoruz. Madem ki bahar geldi, madem ki bahar “yeniden diriliş mevsimidir”, öyle ise bizi kesretin dondurucu dehlizlerine hapseden ülfet, gaflet ve sebepler perdelerini gidermek için bu bahardan “Haşir Risâlesi” vasıtasıyla yararlanmalıyız. Bu baharı bir fırsata dönüştürerek biz de yeniden manen dirilmeliyiz.

Dirilmek öyle zor ki… Kalbin, ruhun, duyguların ve tenvime maruz hissiyatımızın dirilmesini kastediyoruz. İlim olmadan, dikkat kesilmeden ve Kur’ân’dan nebean eden kaynağa dört elle sarılmadan dirilme olmuyor. Karşı fırtına çok şiddetli. Bürûdet genellikle tahtesıfır. Yaşadığımız hadiseler her gün başımıza yeni bir kesret tabakası örüyor. Haşir Risâlesi’nin eteklerine yapışamazsak, buzlar altında kalan nevruz çiçeğine dönüşebiliriz. Allah korusun…

13.04.2009

E-Posta: [email protected]




H. İbrahim CAN

Azerilerle aramıza giren kara kedi!



Obama kucağımıza birkaç bombayı bırakıp gitti. Bunlar arasında ilk patlayanı da Ermenistan sınır kapısının açılacağı haberleri oldu. Ortada somut bir adım olmadığı halde herkes sınır kapısının 24 Nisan’dan önce açılacağını konuşmaya başladı. Sonra bu tarih 7 Ekim’e alındı. Azeriler aşırı duygusal tepkiler vermeye başladılar.

Başbakanın “Biz Azerbaycan-Ermenistan arasında mutabakat sağlanmadığı sürece Dağlık Karabağ konusunda, Türkiye-Ermenistan olarak nihaî bir sözleşmeyi imzalamayız. Alt çalışmasını yaparız, ön çalışmasını yaparız. Ancak, bu kesinlikle Azerbeycan-Ermenistan arasındaki Dağlık Karabağ sorununun çözümüne bağlıdır” diye Türkiye’nin resmî görüşünü açıkça belirtmesine rağmen tepkiler yavaşlamadı.

O kadar ki Dünya Türk Girişimleri Kurultayına katılan bir Türk iş adamı; “30 Azeri çalışanım var. ‘Bizi sattınız’ demeye başladılar” diyor. Azerbaycan Türklere vize vermede sıkıntı çıkarmaya, vize süresini 1 yıldan 3 aya indirmeye başladı.

Azerilerin bu kadar duygusal tepkiler vermesinin sebebi ne?

Azerbaycan’daki Ermenistan algılaması, Türkiye’dekinden çok farklı. Son ikiyüz yıldır sürekli olarak Ermeni saldırılarına şahit oldular. En son 1988-1994 yılları arasında Rusya’nın açık desteği ile iyice saldırganlaşan Ermenistan, Azerbaycan topraklarının yüzde 20’sini işgal ederken 30 bin Azeri’yi şehit etti. 1000 Azeri yerleşim yeri işgal edildi. Çarmıha gerilen bir Türk çocuğunun ağlamaması için gözleri önünde öldürdükleri annesinin kestikleri göğsünü ağzına vermelerini, 1992 gibi çok yakın bir tarihte 613 kişi şehit edilirken, esir edilenlerin çoğunun işkencelerle öldürülmesini unutmak imkânsızdır. Bu savaşta binlerce Azeri esir alınırken, 1 milyondan fazlası topraklarını terk edip iç bölgelere sığındı. Binlerce çoluk çocuk, kış soğuğunda yollara döküldü. Yaşlılar ve çocuklardan soğuğa dayanamayanlar yollarda öldü. Soğuk dağlarda ağaç kabuklarıyla hayatta kalmaya çalıştılar. Bunların büyük çoğunluğu halen çadırlarda yaşıyor.

Ağıtlar yakıyorlar:

“Neslimiz Karabağlıdır

Sinemiz vatan dağlıdır

Ne gelen var, ne giden

Vatanın yolu bağlıdır.”

Rusya kendi çıkarları icabı 1. Petro’dan bu yana güneye inebilmek için Ermenilerin yanında yer aldı. Ayrıca Azeriler-Türkler-İranlılar’ın arasını açmak için fitne ve fesat peşinde koştu. Bu amaçla Rusya’nın diğer bölgelerinde bulunan Ermeniler, XIX. Yüzyılın başlarında özellikle Karabağ’a yerleştirildi. O günden 1994 yılına kadar Ermeni saldırılarının ardı arkası kesilmedi.

Böyle bir durumda Azerilerin bu kadar aşırı bir tepki vermeleri anormal değil. Türkiye’nin Dağlık Karabağ çözülmeden açılmaz demesine rağmen, bu konuda hiçbir adım atmamış olan Ermenistan Devlet Başkanı Sarkisyan’ın 7 Ekim’e kadar sınırın açılacağını söylemesinde de bizi birbirimize düşürme çabası seziliyor. Elbette bu devirde düşmanlıkların sürmemesi gerekir. Ama uluslar arası ilişkilerde mütekabiliyet esastır. Bir tarafın bütün düşmanlığını göstermeye devam etmesine rağmen, diğer tarafın iyi niyet adı altında, Müslüman kardeşlerini küstürecek adımlar atması düşünülemez.

Türkiye, dost ve kardeş Azerilerle aramıza kara kedilerin girmesine fırsat vermemelidir. Dışişleri Bakanımızın gidip Azerbaycan’da bizzat durumu anlatması çok mu zordur?

13.04.2009

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

Yine Yeni Asya farkı



Geride bıraktığımız haftaya damgasını vuran kayda değer olaylardan biri, NATO Genel Sekreterliğine yapılan tayindi. Daha doğrusu, bu tayinin Türkiye’ye takdim biçimiydi. Hükümet ve Cumhurbaşkanı, Danimarka Başbakanı Rasmussen’in bu göreve getirilmesine karşı çıktılar, ama sonuçta Rasmussen yine NATO Genel Sekreteri oldu. Bu kararın kabulü için Türkiye tarafından NATO’ya dikte ettirildiği söylenen şartlar ise, Obama’nın garantör olduğu yönündeki açıklamalara rağmen pek işlerlik kazanmış gibi görünmüyor. Nitekim Rasmussen İstanbul’daki konuşmalarında ne karikatür krizindeki tutumu için özür diledi, ne de Roj TV’nin kapatılacağı yönünde kesin bir açıklamada bulundu. Buna rağmen, bütün bunlar hiç yaşanmamış gibi, Rasmussen’le Erdoğan kahkahalarla gülerken görüntülendi.

NATO zirvesinin asıl üzerinde durulması gereken sonuçlarından biri ise, Fransa’nın 1966’da ayrıldığı ittifakın askerî kanadına sessiz sedasız geri dönmesiydi. Türkiye veto hakkını, AB yolunda kendisine en çok engel çıkaran Fransa’ya karşı kullanması gerekirken bu yola gitmedi ve Sarkozy Fransa’sının dönüşüne onay verdi. Tıpkı 12 Eylül yönetiminin, aynı şeyi Yunanistan için yaptığı gibi.

Medyanın ağırlıklı bir kesimi Rasmussen skandalını, “Türkiye dik durdu, bilek güreşini kazandı, dediğini yaptırdı, AB’ye boyun eğdirdi” havasında parlatarak ve asıl meseleyi örtbas ederek sunarken, Yeni Asya, 6 Nisan’da attığı “Rasmussen krizi Sarkozy’ye yaradı” manşetiyle hedefi bir kez daha 12’den vurdu.

Sonraki günlerin gündemini belirleyen bir manşet oldu bu. Hem Rasmussen olayının gerçekte hükümet ve bir kısım medya tarafından yansıtılmak istendiği gibi olmadığına, hem de işin gözden kaçırılmak istenen Fransa boyutuna ilişkin yorumlar, medyada ve siyasette bu manşetten sonra öne çıkarılmaya başlandı.

Ve hükümet de Rasmussen olayını “ikinci bir Davos” haline getirip kullanamadı. Tam tersine, estirmek istediği havanın hilâfına oluşan atmosfer karşısında büyük sıkıntıya girdi.

Böylece, Yeni Asya farkı bir kez daha kendisini gösterdi. Dolduruşa gelmeyen; olayların arkaplanındaki gerçekleri görüp sezebilen bir feraset ve bakış açısıyla gündemin akışında ve şekillenmesinde etkili olabildiğini bu vesileyle yine gözler önüne serdi.

Tahdis-i nimet olarak kayda geçiriyoruz.

***

Aşağıdaki mesaj, genç okurlarımızdan Merve İriyarı’nın imzasını taşıyor:

“En büyük dâvâsı Risale-i Nur, önderi büyük Üstad Bediüzzaman Said Nursî’dir Yeni Asya’mızın. Tüm gazetelerden farklıdır. Nuru yayar çevresine. Tüm yazarlardan farklıdır yazarları. Nur’un askeridir onlar.

“Yeni Asya yanında oldu hep başörtülü bacılarının, destek verdi her zaman. ‘Taviz vermeyin, bu Allah’ın emri’ dedi.

“Risaleleri tanıtmayı en büyük görev bildi kendisine. Tanıttı, yaydı tüm dünyaya. Birçok kişinin yaralarına merhem oldu.

“Hiçbir haberinde yalan koymadı gazeteye. En doğruyu en temiz şekilde sundu bizlere. Allah’tan korktu bir tek. Onun dışında kimsenin yaptıklarından korkmadı. Allah en büyük gücü verdi ona. Peygamber sabrından bir parça verdi Yaradan, Yeni Asya gönüllülerine.

“Yeni Asya hiçbir zorluğa başını eğmeyip dik tuttu. Ne bir korkusu, ne bir endişesi oldu.

“Üstadı kötülemek isteyenlere her zaman en güzel cevabı verdi. Onu ezmek ve silmek isteyenlerin kötü niyetli planlarını bozdu.

“Ey Üstadım! Bu devirde yaşamak zor. Dışarısı fitne kazanı, kimse göründüğü gibi değil. Sen bizi talebelerin say. Bizler olamayız senin dönemindeki talebelerin gibi. Ama eğer Yeni Asya’mız olmasaydı şu an işimiz çok daha zor olurdu. Sen gazetede emeği geçen herkesten razı ol Allah’ım, Sen gazetemizde emeği geçen herkesi cennetine koy. Nice uzun yıllar Yeni Asya, Allah seni başımızdan eksik etmesin.”

13.04.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır

Kurumsal Linkler:
Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl

Reklam Linkleri:
Risale Yorum- Risale Çocuk- Oktay Usta - Euro Nur - Fıkıh İnfo- Ahmet Maranki- Cevşen - Yeni Asya Barla - Makdis