24 Ağustos 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Cevher İLHAN

Esas “yol haritası”


A+ | A-

Mübârek Ramazan’ın kudsiyetiyle mânevî atmosferin derunileştiği süreçte günübirlik siyasî ve dünyevî meseleler doğrusu “yavan” kaçıyor.

Ancak bu “uhrevî pazar, İlâhî bayram ve mânevî meşher (sergi)” günlerinde hâdiselerin değerlendirilmesi, tıpkı Bediüzzaman’ın, “Reis-i Cumhura ve Başvekile” başlıklı ve “iki hakîkati beyân”la başlayan mektubunda, “Sizlerin Pâkistan ve Irak’la gâyet muvaffakiyetkarâne ittifâkını, bu millete kemâl-i samimiyetle, sürûr ve ferah ile kazanmanızı bütün rûh-u cânımızla tebrik ediyoruz” adesesiyle bir mânâ kazanabilir. (Emirdağ Lâhikası, 437-440)

“Bağdat Paktı”nın imzalanmasına dair sözkonusu mektupta, “Bu ittifakınızı, inşâallah dörtyüz milyon (şimdi iki milyar) İslâmın sulh-u umûmiyesine (umumî barışına) ve selâmet-i ammenin (dünya barışı, güvenliği ve refahının) teminine katî bir mukaddime (başlangıç) olarak rûhumda hissetim” diyen Bediüzzaman’ın, “bu hakikati namaz tesbihatındaki kuvvetli bir ihtar yazması”, bu anlamın ifâdesidir…

İnsanlığın barış ve huzuru, İslâm dünyasının birlik ve beraberliği, vatanın ve milletin kardeşlik ve bütünlüğü içindir ki “namaz tesbihatında kuvvetle ihtar” ediliyor. İslâm âlemini, Müslümanların ittifak ve kardeşliğini ilgilendirdiğinden, dünyevî ve siyasî bir mesele olmaktan çıkıyor; “siyaset-i âliye-i İslâmiye (İslâmın yüksek siyaseti)” ve “maslahat-ı vâsia-i içtimâye (İslâm dünyasının, toplumun büyük ve geniş faydası)” mâhiyetini kesbediyor. (Sünûhat, 71-73)

Bediüzzaman’ın, “vazife-i hakîkiyeye karşı, vatan ve millet ve din nâmına mükellef olduğum” dediği “büyük bir vazife” sırasına yükseliyor. (Tarihçe-i Hayat, 490)

“VATANA VE MİLLETE BİR SU-İ KAST”

“Irkçılık fikri”nin Emeviler zamanında Müslümanların ittihadına büyük bir tehlike verdiği ve hürriyetin başında “kulüpler” suretinde büyük zararlarının görüldüğünü belirten Bediüzzaman’ın, İslâm dünyasının Osmanlıdan koparılıp parçalandığı ve istilâcılarca bölüşüldüğü Birinci Dünya Savaşı’nda “ırkçılığın istimali”ni nazara vermesi bu bakımdan dikkate değer.

Zira “istimal” ve “istismar”la, “diğer küçük İslâm tâifelerinin (milletlerin- toplumların) menfaati ve saadet-i dünyevîyeleri ve uhrevîyelerinin bağlı olduğu büyük ve muazzam tâife olan Araplarla Türklerin arasına fitne ve tefrika sokulmuş. “Mübârek kardeş Arapların mücâhid Türklere karşı zararları görülmüş.”

Bediüzzaman’ın, “eskidenberi İ’lây-ı kelimettullah (Allah’ın isminin yücelmesi ve İslâmın yayılması) ve bekâ-yı istiklâliyet-i İslâm (İslâm’ın hâkimiyet ve istiklâliyetinin ebed müddet olması) için, farz-ı kifâye-i cihâdı deruhte ile (yerine getirmekle) kendini yekvücut olan âlem-i İslâma fedâya vazifeder ve hilâfete bayraktar görmüş olan bu devlet-i İslâmiye” diye târif ettiği Osmanlının bâkiyesi bu ülkeye karşı kurulan komplolar, aynı menhus mihrakların, “ifsadçı, anarşi hesâbına çalışan komitelerin” tezgâhından türetiliyor. (a.g.e., 56)

Bundandır ki yarım asır önce mevzubahis mektupta, “istirahat-ı umûmiye (insanlığın barış ve huzuru) düşmanları gizli dinsizler, yine ırkçılıkla büyük zarar vermeye çalıştıklarına emâreler görünüyor” diye en üst seviyede idârecileri ikaz eder.

“İslâm kahramanı Adnan Menderes”le “sohbet” ve “sûrî konuşmak yerine” yazdığı mektupta da, “ittifaksızlıktan gelen zafiyet ve kuvvetsizlik sebebiyle ecnebinin politikasına âlet” olma tehlikesine karşı uyarır.

“Hayat-ı içtimaîyeyi tamamen zir ü zeber eden bir zehir ve hâriçteki düşmanların parmak karıştırmalarına tam bir zemin hazırlamak” olarak takbih ettiği, “vatana ve millete ve hâkimiyet-i İslâmiyeye bir su-i kast” olarak nitelendirdiği “pek dehşetli cinâyet”ten sakındırır.

(Emirdağ Lâhikası, 393-394)

ÇÖZÜMÜN TEMEL TAŞI…

Ülkenin Doğusundan Batısına bütün vatandaşların ihtiyaç duyduğu “demokratik açılımlar”ın, terörist başının “kavmiyetçi ayırım”ı ve etnik ayırımcılığı ve kavmiyetçiliği daha da azdıran uyduruk ecnebî taklidi “yol haritası”yla kışkırtmak, bir asır öncesinin “muhtariyeti” talebine benzer “özerklik” ve “iftirak” fitnesiyle çözümü tıkamaktır.

“Yol haritası” maskesinde 40 bin insanın ölümüne sebebiyet veren Marksist terör örgütü başını serâpa ayrılık ve bölünme fitnesine iten projeler, öncelikle demokratikleşmeyi zehirlemektir.

Buna mukabil, Ramazan’ın bahşettiği inanç ve mânevî birlik ve kardeşlik ekseninde neşv-ü nemâ bulan insan hak ve hürriyetlerine “Allah’ın bir hediyesi ve imânın, inancın bir hâsiyeti” ekseninde başarmaya çalışılmalı. (Münâzarât, 42, 33, 58)

Bediüzzaman’ın tam bir asır önce 31 Mart 1909’da Volkan gazetesinde neşrettiği makalesindeki; “Meşrutiyette (demokrasi ve cumhuriyette) hâkimiyet millettedir. Mevcudiyet-i milleti göstermek lâzımdır. Milliyetimiz yalnız İslâmiyettir. Zira Arap, Türk, Kürd, Arnavut, Çerkez ve Lazların en kuvvetli ve hakikatli revâbıt (bağları) ve milliyetleri, İslâmiyetten başka değildir. Az ihmalle tavâif-i mülûk (ülkenin küçük devletlere bölünmesi ve parçalanması) temelleri atılmakta ve on üç asır evvel ölmüş olan asâbiyet-i câhiliyeyi (ırkçılığı) ihya ve fitne ikaz (tahrik) olunmaktadır” dersi esas alınmalıdır. (Eski Said Dönemi Eserleri, 69)

Binbir siyasî desîse ve entrikayla, çeşitli dahilî ve hâricî mihrakların tahrik ettiği “fitne projeleri”ni boşa çıkaracak esas “yol haritası” budur.

Yegâne çâre, “İslâm kardeşliği”ni çözümün temel taşı yapmaktır. Ramazan’ın mânevî ikliminin sunduğu bu fırsat hebâ edilmemelidir…

24.08.2009

E-Posta: [email protected]



Yeni Asyadan Size

Teşekkürler


A+ | A-

Geçtiğimiz Cuma ilk gününü idrak etme saadetine eriştiğimiz Ramazan-ı Şerifle birlikte, bu mübarek ay için özel olarak hazırladığımız üç kitaplık hediye seti kampanyamızın ilk kitabını da okuyucularımıza takdim etme bahtiyarlığını yaşadık.

100 Soruda Ramazan Orucu kitabımız, mutad tirajımızın üç katını aşan sayıdaki okuyuculara, gazetemizle birlikte ulaştı.

Öte yandan, bazı mahallerimizin, ek gazete taleplerini, hediye kitapların verileceği Cuma günlerine yığmayıp, evvelce bu köşede Antalya’daki çalışmalar anlatılırken ayrıntılı şekilde izah edilen tarza uygun olarak, hafta içi diğer günlere de yaymayı tercih etmeleri sonucu, hafta içi günlük ortalamalarımız da, mevcut tirajımızın yüzde 60’ını aşan bir sayıya erişti.

Böylece, gazete tirajlarının ciddî düşüşler kaydettiği yaz mevsiminde, Ramazan bereketiyle böyle bir artışa imza atmış olduk.

Yaz ve tatil demeden, sıkıntılı sonuçları derinleşerek hâlâ devam eden mâlûm krize de meydan okuyarak bu kampanya için canla başla ve şevkle çalışmak suretiyle bu güzel sonuçlara katkıda bulunan bütün okuyucu ve temsilcilerimize tekrar teşekkür ediyor, “Allah razı olsun” diyoruz.

Ve daha nice hizmet hamlelerinde, artan bir şevk ve heyecanla buluşmayı diliyoruz.

«««

Silifke örneği

Bu çalışmanın nasıl bir coşku ve idealizmle gerçekleştirildiğini gözler önüne seren şevk yüklü mesajlardan biri, hafta başında, Ramazan’a dört gün kala Silifke temsilciliğimizden Fatih Ongun imzasıyla geldi. Birlikte okuyalım:

“Ramazan ayı kapsamında yapmış olduğumuz abone çalışmasında ‘1 günde 1000, 2 günde 2000 abone’ hedefiyle, 4 günde 4000 aboneye ulaşmayı diliyoruz. Yaz sıcağında 30-35 derecede çalışmak ve abone bulmak bizleri serinletiyor, şevk veriyor. Bu çalışmalarımızda hizmetlerimize ve neşriyatımızın tanıtılmasına bir nebze de olsa katkıda bulunmak ümidiyle duâlarınızı bekliyoruz.”

Silifke belki sayı olarak bu hedefe ulaşamadı, ama böyle çalışarak çıtayı yükseltmek suretiyle, 1500 gibi bir sayıyı yakalamayı başardı.

Tebrik ediyor, başarılarının artarak devamını diliyoruz.

«««

Elif’e Ramazan tatili

Ramazan öncesi hedefimiz ve niyetimiz, Ramazan sayfasını da, Cuma günleri verdiğimiz Elif ilâvesi gibi, ayrıca saklanıp ciltlenebilecek tarzda tabloid boyda sekiz sayfa olarak vermek ve hattâ bunu yaparken Elif’i de fasılasız devam ettirmekti. Ama ekonomik ve teknik şartlar buna imkân vermedi. Ramazan yazılarını dört tabloid sayfaya sığdırmak ve Elif’e de Ramazan boyunca ara vermek zorunda kaldık.

Bu çeşit kısıtlamalara takılmadan, okurlarımıza her yönüyle tatminkâr ve doyurucu bir gazete sunabileceğimiz günlere bir an önce erişebilmek dileğiyle.

«««

Seri ilânlar

Önceki haftadan itibaren duyurularını yaptığımız ve geçen hafta da bu köşede yazdığımız “seri ilânlar” hizmetimiz, Ramazan’la birlikte başladı. Bir hafta boyunca verilecek eleman, emlâk, oto, zayi, v.s. ilânları ücretsiz yayınlanacak. Sonra da mâkul ücretlerle devam edecek.

Bu hizmeti daha önce bir-iki defa başlatmış, ama çeşitli sebeplerle arkasını getirememiştik.

İnşaallah bu defa gelişerek devam eder diyor, hayırlı olmasını diliyoruz.

«««

Haber editörümüz Lübnan’da

Haber sayfaları editörlerimizden Ahmet Turan Söyler, İHH’nın davetlisi olarak Lübnan’a gitti. Ramazan’ın ilk haftasını orada geçirecek olan Söyler, İsrail vahşetine maruz kalmış Lübnanlı aileler ve Filistinli mültecilere vakıf tarafından yapılan yardımları yerinde izleyecek. Söyler gezi dönüşü izlenimlerini bizlerle paylaşacak.

24.08.2009

E-Posta: [email protected]



Recep TAŞCI

Ne bekleniyor?


A+ | A-

Yaşadığımız küresel krizden çıkmanın mu’cizevî bir reçetesi yok. İzlenecek yol belli.

Kamu harcamaları arttırılır.

Vergiler indirilir.

Faizler düşürülür.

Maksat tüketimi teşviktir.

Paradoksa bakın:

Tüketim çılgınlığından patlak veren krizden kurtulmak için tüketim alabildiğine kamçılanı-yor.

Kamçılanıyor da kantarın topuzu kaçmamalı.

Enflasyon nöbette, her an kapıyı çalabilir.

Bütçedeki delik de büyümemeli.

ABD’nin ilk 9 ayındaki bütçe açığı bir trilyon doları aştı.

Diğer ülkelerde de durum aynı.

Bizde de 2009 yılı bütçesinde öngörülen açık 10 milyar TL iken ilk 6 ayda 23 milyar olarak gerçekleşti, yıl sonu tahmini açık 48 milyar TL.

Öngörülenin 5 katı, daha da yükselebilir.

Harcamalar artar, vergiler de inince bu sonuç normal, eleştirilerde insaflı olmak lâzım.

Ancak şu soru da cevapsız kalmamalı:

Açık nasıl kapatılacak?

Hükümet bu darboğazı hangi yolla aşacağını samimî ve inandırıcı bir dille kamuoyunu bilgilendirerek piyasalara güven vermelidir.

Ne var ki hükümet cephesinden ne bir ses, ne bir nefes.

Açık borçla mı, vergilerle mi karşılanacak bilinmiyor.

Bilinen şu:

Hükümet torba bir yasa ile borçlanma yetkisini sessiz sedasız beş kat arttırarak 14,8 milyar TL’den yaklaşık 75 milyar TL’ye çıkardı.

Son dönemde akaryakıtta ÖTV ve bazı sektörlerde KDV oranlarındaki artışlarla bütçe açığını kapatma gayretinde.

Bir yandan da İşsizlik Fonunda birikmiş 41 milyar TL’nin nema gelirlerinin 4’te 3’üne göz dikmiş durumda, yasası geçen hafta çıkarıldı. İşçi ve işverenlerin parasıyla bütçenin yamanması doğru mu değil mi tartışmasına girmeden “2009 yılı bütçesinden umut yok, kayıp yıldır, bari 2010 yılı bütçesini kurtaralım” diyoruz.

Diyoruz da...

Bütçe hazırlık süreci işletilmiyor.

Makro ekonomik göstergeleri kapsayan Orta Vadeli Program Mayıs ayı sonuna kadar, üç yıla ilişkin gelir-gider, açık tahminleri ve borçlanma durumunu içeren Orta Vadeli Malî Plan Haziran sonuna kadar Resmî Gazete’de yayınlanmalıydı.

Ağustos ayının son haftasına girilmesine rağmen kamu ve özel kesim için yol haritası niteliğindeki bu plan ve program yayınlanmadı. Bu yüzden 2010 bütçe hazırlık çalışmaları başlayamıyor. Yatırımcı kararsız.

Ne bekleniyor, niye yasal prosedüre uyulmuyor?

Sebep IMF’mi?

Açıklayın.

Açıklayın da, 2010 yılı:

Enflasyon, döviz kuru, faiz oranı...

Büyüme...

Bütçe açığı...

Hedeflerinizi görsek.

Küçülmeden büyümeye nasıl geçileceğini, açıkların ne şekilde kapatılacağını, dış kaynağın nereden temin edileceğini öğrensek. Ekonomi, bu haliyle meçhule giden rotasız bir gemiye benziyor, her an kazaya uğrayabilir.

Böyle belirsizlik ve gecikmeler güven ortamının oluşmasını engeller, büyük çapta psikolojik kaynaklı olan krizin sürecini uzatır, istikrarı bozar, pusuda bekleyen enflasyon ve faiz hastalığının nüksetmesine sebep olur.

Bizden uyarması.

24.08.2009

E-Posta: [email protected]



Vehbi HORASANLI

Jet imamlar yerine


A+ | A-

Mübarek Ramazan ayını idrak ediyoruz. Bu nurlu ayda gönüller huzur bulup kalplerimiz ferahlıyor. Bu arada şeytan boş duracak değil ya her ne kadar eli kolu bağlanmış olsa da o da yine boş durmuyor.

Ramazan ayının en önemli meyvesi oruçtur. Orucun faydaları saymakla bitmez. Lâkin Ramazan ayının bir başka güzelliği de teravih namazlarıdır. Camilerimiz boş yer kalmayacak kadar dolar. Dillerimiz Kur’ân’la, namaz tesbih ve duâları ile hatta teravih namazı aralarında okunan ilâhilerle coşar. Oruçlu insanlar adeta bir melek vaziyetine girerler.

Namazlarını kılamayan bazen ancak Cuma’lara gidebilen kardeşlerimiz, bu ayda teravih namazlarını kaçırmazlar. Özellikle jet imamların bulunduğu cami ve mescidler bir başka şenlik görüntüsü içine girer. Bu camilerde adım atacak, secde edecek yer bulamazsınız.

Bu durum size ilginç geldi mi? Sizi bilmem, ama ben çok şaşırıyorum. Burada büyük bir yanlışlık var. Ama nedense kimsenin dikkatini çekmiyor. Yıllarca benim de dikkatimi çekmemişti. Lâkin bir Arap ülkesinde birkaç defa teravih namazı kılınca bende jeton düştü. Bazı yanlışlıkların farkına vardım. Becerebilir miyim? Bilmiyorum lâkin dilim döndüğünce bu yanlışlıkları anlatmaya çalışayım.

Her şeyden önce namaz dinin direğidir. En az oruç kadar hatta ondan bile daha önemli bir farzdır. Kur’ân’da yüzden fazla âyette namaza emredilmektedir. Sağlık durumu elverişli olmayanlar fidye verip oruç farzından kurtulabilir, ama namazın yerine fidye falan da verilmez. Her insana kadın olsun erkek olsun farz-ı ayn’dır.

Ben bugün kılmayayım veya akşama hepsini birden kılarım gibi bir düşüncesi de yanlıştır. Hangi hoca veya kim böyle söylüyor, bilmiyorum ama bu tarz alışkanlıkları olan çok insan tanıyorum.

Namaz, vakti girilince kılınır, bu kadar. Eğer uyumuş kalmış isen işte o zaman kaza edebilirsin. Ama “Dur şu işi bitireyim sonra kılarım” diye düşünmek büyük bir aldanıştır. Eğer hayatî derecede önemli bir sebep varsa veya seferî durumlarda bazı kolaylıklar vardır. Meselâ öğle-ikindi ile akşam-yatsı namazlarını birleştirmek gibi. Gerçi Hanefi mezhebinde, buna dahi cevaz yoktur. Lâkin diğer hak mezhepleri taklit ederek mesuliyetten kurtulabiliriz.

Şimdi, “Dinde zorlama yoktur, biz insanlara namaza başlamaları için böyle kolaylıklar gösteriyoruz” diye söyleyenlere birkaç sözüm var.

Evet, “Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız” sözü Peygamberimize (a.s.m.) aittir. Baş göz üstüne aynen kabul ediyoruz lâkin bu şekilde yaklaşanlar namazı kolaylaştırdıklarını zannederken aslında zorlaştırdıklarının farkında değiller.

İnsan beş vakit namazını kılmaya başladı mı, tövbe billah bir daha kolay kolay bırakamaz. Namazın içindeki büyük ruhanî lezzetten başka öyle büyük bir güç ve iman vardır ki, insanı namaz kılmaya adeta zorlar. Düzenli namaz kılan bir insana yapılabilecek en büyük işkence onu namazdan alıkoymaktır. Namazını kılamayan insan neredeyse boğulacak gibi olur. Bunun detayına girmeyelim, zira hemen hemen herkes aynı konuda hemfikirdir. Biz sadece yanlışlığa değinelim.

Evet yanlışlık, namazın önemini kavrayamamaktan doğuyor. Namaz dinin direğidir. Dolayısı ile namazın önemini anlatan başta Risâle-i Nur’lar olmak üzere kitapları bol bol okumalıyız.

İkincisi teravih namazı gibi sünnet namazları kolaylaştırmamız gerekiyor. Teravih namazını 20 rekât kılmak mecburi değildir. İsterseniz 8 rekât olarak da kılabilirsiniz. 20 rekât kılmak ile 8 rekât kılmak arasında sadece daha fazla sevap alma farkı vardır. Fakat yine de teravih namazından elde edilecek huzur kazanılmış olur.

Sözü uzatmayayım. Bizde de en azından bazı cami ve mescitlerde böyle jet imamların kıldırdığı teravih yerine Arapların çoğunda olduğu gibi 8 rekât namaz kılmanın çok daha isabetli olacağını düşünüyorum. Zira benim de çocukluğumda yaşadığım gibi camiye ilk defa gelen çocuklar 33 rekât gibi genç ve çocuklara ağır gelebilecek bir ibadet ile karşılaşıyorlar. Bu durum namaz kılmanın çok zor olduğu düşüncesini doğuruyor.

Hiç unutmam, bir askerî gemide komutanım bana “Namaz kılmak güzel de fakat çok zor geliyor” demişti. Belli ki namazı sevdirmek yerine bu şekilde camilerimizde yaptığımız gibi güçleştiriyoruz, zorlaştırıyoruz. Aslında bu davranışımızla sünneti uygulamıyor bilâkis zorlaştırdığımız için karşı geliyoruz.

Hem de yapılması gereken sadece 20 rekât değil, bazı camilerimizde 8 rekât teravih kılınmasıdır. Özellikle de jet imamların camilerinde. İsteyen gitsin hatimle kılınan teravihleri kaçırmasın. Neticede bir sünnet sevabı kazanacaktır.

Amma, unutmamak gerekir ki 5 vakit farz namazın yerini hiçbir sünnet dolduramaz.

Biz istediğimiz kadar teravih kılalım, bir vakit namazımızı kılmadı isek büyük bir zimmet suçu işlemiş oluruz. (Zimmet, bir çeşit hırsızlık demektir)

İmanlı insanlar için bu durum büyük bir günahtır. Çocuklarımızı namaza alıştırmak, hatta onu sevdirmek en büyük görevlerimizden birisi olmalıdır. Kaldı ki çocuk ruhlu o kadar yetişkin insan var ve namazın kıymetini bildiği halde onu eda edemeyen o kadar gafiller var ki, bu halden hepimizin utanması lâzım.

Elbette bu büyük yanlışta Diyanet camiasının büyük payı vardır. Kaş yapayım derken göz çıkarmaya benzeyen bu teravih konusuna dikkat edilmesi lâzım. Yahu, bu imam efendiler hiç mi yurt dışında nasıl kılındığını bilmiyor? Orada nasıl teravih kılınır? Bu işin farzı nedir? Sünneti nedir? Namazı nasıl sevdiririz?

İnşallah, bu yazı bazılarını düşündürür. Eften püften konular ile meselâ çevreyi temiz tutalım diyerek başka bir farz olan Cuma hutbelerini zayi etmemeliyiz. Namaz gibi çok önemli bir konuda gerçekten önemli vazifeler dururken siyasetten politikadan bahsetmek en hafif ifadesiyle dini hafife almaktır, vesselâm…

24.08.2009

E-Posta: [email protected]



Şükrü BULUT

Doğudan batıya imsak…


A+ | A-

Almanya’ya işçi olarak giden bir Bektaşi’den duymuştum. Almanların her sene Aralık ayı sonunda noeli kutlamalarına o kadar özenmişti ki..

Muharrem oruçlarının da belli bir mevsim ve tarihte yapılması için kendince epeyce uğraşmıştı. Muharrem orucu Kuzeyin kısa ve soğuk günlerine tahsis edilseydi Ramazan orucu için de aynı çareyi düşünenler olur muydu? Hıristiyanların kar manzaralı noellerine özenenlerin cehaleti, Brezilya, Arjantin, Güney Afrika ve Avustralya İsevîlerinin noeli Aralık sonu da olsa “sıcak yaz günlerinde” yaşadıklarını bilmelerine mani olmuştu.

Yaklaşık on beş sene önce Avustralya’da iken, Köln ile Melbourne Ramazanlarını karşılaştırmıştım. Yılın en kısa ve serin günlerinde oruç tutan Avrupa’ya karşın Melbourne yazın en hararetli zamanını yaşıyordu. Şu Ramazan'da ise aksini yaşıyoruz. Ramazan’ın Sahibi, kullarının onu yılın dört mevsiminde ve her ikliminde karşılayıp hemhal olmasını istedikten sonra, kullara itaatten öte ne düşebilir ki...

O kadar lâtif ve merhametli geçişlerle insanı oruçla mevsimlerle kucaklaştıran Rabbimizi, iftar sofralarımızı sırasıyla dört mevsimin yiyecekleriyle süslüyor. Yazın karpuzunu, güzün ayvasını, kışın portakalını ve ilkbaharın madımağını bin bir hikmetle kullarına yediren Rabbimizin hikmetini, adalet ve rahmetini Ramazan-ı Şerif daha da ortaya çıkarmıyor mu?

İmsak doğudan mı başlar? Hangi doğu ve kime göre? Medinet’in Nebi’yi esas alırsanız, Cebel-i Nur doğu mu olur? Doğu mefhumu da değişti. Yalnızca İran ve Pakistan kalmadı doğumuzda. İndo-Malaya coğrafyası kadar Avustralya da doğu değil mi? Öyle ise imsak doğudan başlar. Doğudan batıya Ramazan-ı Şerif, tek tek şeytanları zincire vurur, kötü yolları tutar ve meleklere “ruhların bayramını fısıldar… Sakın batı bu tesbitimize incinmesin.. En batıda dahi bir “doğu” yok mu? Yerküremizde imsakın bir salise bile boş kalmadığını düşündüğümüzde, doğusuz diyar olmadığını söyleyebiliyoruz.

Bediüzzaman Hazretleri Ramazan-ı Şerifin İslâmın en büyük şeairlerinden olduğunu söylüyor. Ramazan orucunun hikmetlerinin en tatlı, doyurucu ve karşıtlarını susturucu şekilde anlatıldığı risâledeki nüktelerin sonlarında yapılan ikaz, beni hep endişelendirmiştir. İslâm milletini temsil eden şeaire hürmetsizliğin cezasını hep dinin Sahibi verdiğine göre, Ramazan-ı Şerife yapılacak hürmetsizliğin bizi tedirgin etmemesi mümkün değildir.

Mevsimin yaz olması, çeşitli geçersiz korku ve komplekslerle Müslümanların “Ramazan şeairini” yeterlice dalgalandıramamaları bu cephede zaafiyet oluşturursa, insafsız din ve insaniyet düşmanları cemiyeti kolayca tahrip edebilecekler. Bayrağa, vatana ve temel insanî hürriyetlere gösterilen saygının Ramazan-ı Şerife gösterilmesi, cemiyetin iç barışına katkı sağlayacaktır. Bu hususta inandığını yaşayan Müslümanların müteyakkız ve mutedil olmaları gerekiyor. Cehaletten, vahşilikten veya adavetten doğan “Ramazan-ı Şerif hürmetsizliklerine” karşı ikaz ve savunma vazifelerini yapmaları onların imanlarının bir neticesidir.

Avrupa’da Hıristiyanlığın değerlerine, Hindistan’da Hindu veya kıt’a Çin’de Budizm değerlerine saygısızlık gösteren, toplumun genel düzenini bozmakla suçlanır. Müslüman Türkiye’deki mü’minlerin Avrupa İsevîleri kadar inançlarından dolayı hassasiyet göstermemeleri, milletçe bir ayıp olarak değerlendirilmelidir.

Cemiyetin iç barışı için temel hak ve insanî değerler noktasında dikkat edeceğimiz kırmızı çizgilerimiz arasında “din” önde geliyor. Oruç tutmamak ile oruçlunun gözüne baka baka yiyip-içmek farklı şeylerdir. Bırakınız Müslümanlığı, insan olarak düşündüğümüzde bile ikincisinin bir ahlâksızlık olduğunu göreceksiniz. İnsanî şefkat, merhamet ve hürmet oruçluların arasında yiyip-içmeyi kabul etmez.

Doğudan batıya gecelerimizin aydınlandığı ve günlerimizin huzur ve sükûna büründüğü bu mevsimin mahiyetini bilmeyenlere anlatmak en önemli vazifemiz. 29. Mektubun ikinci kısmını milletlere, coğrafyalara ve sınıflara göre şerh ederek izah etmenin, en az Ramazan'da bütün zamanını Kur’ân okuyarak geçirmek kader manevî ecirlere vesile olacağını siz de düşünmüyor musunuz? Dünyanın küçücük bir mescide dönüştüğü şu zamanda, insanlığa Ramazan'ın güzelliğini anlatmaktan öte ne olabilir ki...

24.08.2009

E-Posta: [email protected]



H. İbrahim CAN

41 yıl sonra gelen özür


A+ | A-

Vietnam Savaşı Yirminci Yüzyılın en adaletsiz ve kanlı savaşlarından birisiydi. Amerika’nın şimdi Afganistan’da sürdürdüğü savaşa benzer bu haksız savaşta bir milyondan fazla Vietnamlı sivil öldü. 500 bin ABD askerinin katıldığı ve 1956’da askerî yığınakla başlayıp 1975’te ABD’nin, ordusunu yenilgiyi kabul ederek çekmesiyle sonuçlanan savaşın yaralarının sarılması çok uzun yıllar aldı.

İşte o savaş esnasındaki en utanç verici kat- liâmlardan birini gerçekleştiren Amerikalı Teğmen William Calley’in My Lai Köyündeki kat- liâm dolayısıyla özür dilemesi bu acıları tekrar gündeme taşıdı.

16 Mart 1968’de 28 kayıp vermiş 105 askeri kalmış Charlie Bölüğü, ‘bul ve yoket’ emriyle Vietkonglu gerillaları bulmak üzere My Lai köyünü kuşattılar. Köyde hiçbir gerilla yoktu. Zaten tek bir el ateş bile açılmamıştı Amerikalılara. Yalnızca kadınlar ve çocuklarla yaşlı erkekler vardı. Askerler rastgele ateş açıp çoluk çocuk demeden herkesi öldürmeye başladılar. Bir ara teğmen Calley, iki adamına topladıkları 60 sivilin üstüne ateş açma emri verdi. Birisi reddedince kendisi silâhını çekti ve yaylım ateşine tuttu. Hepsi öldü. O sırada Amerikan birliğine yardım için gelen helikopter pilotlarından Hugh Thompson, bu katliâmı görünce dayanamadı. Yere inerek kendi askerlerinin önüne geçip on sivili kurtardı. Birisi Amerikalıların doldurduğu çukurda katlettiği insanlar arasındaki kanlar içinde kıpırdayan bebekti. Ölen yetişkinler ona siper olmuştu. Bu katliâmda 504'den fazla kadın, çocuk ve yaşlı öldü. Sadece öldürülmediler; tecavüz ve işkenceye maruz kalanlar oldu. Bazılarının göğsüne “C Bölüğü” imzası kazındı.

İşte olaydan 41 yıl sonra şimdi Teğmen William Calley, “Gün yok ki o gün My Lai’de olanlar için pişmanlık duymayayım” diyordu; “Öldürülen Vietnamlılar ve aileleri için pişmanlık duyuyorum.”

Bir yıl sonra ortaya çıktığında Amerikan kamuoyunda savaşa desteğin büyük ölçüde azalmasına sebep olan bu katliâmdan dolayı yargılanan Teğmen Calley önce ömür boyu hapse mahkûm edildi. Ancak Başkan Nixon–büyük ihtimalle aslında emri verenin yüksek makamlar olduğunun ortaya çıkmasından endişe ederek— bu cezayı üç yıllık ev hapsine çevirdi.

Ancak Calley’in vicdanı cezalandırmada Nixon kadar adaletsiz değil. O öldürdüğü masumların ruhları, onu her gün cezalandırmaya devam ediyor.

Aslında My Lai katliâmı, kendi topraklarında özgürlükçü ve adil, diğer ülkelerde acımasız ve zalim ABD’nin ne ilk ne de son cinayeti. Yakın geçmişte Irak’ta ve halen Afganistan’da gün yüzüne çıkmayan nice örnekleri sürüyor.

İslâm âlemine zeytin dalı uzatan Obama, Afganistan’daki savaşı şiddetlendirmek için, müttefiklerini daha fazla asker göndermeye zorluyor. Bu gün şu satırlar yazılırken kimbilir kaç oruçlu masum Afganlı can çekişiyor ya da çile çekiyor.

Bu adaletsiz savaşların, masumlara yönelik katliâmların durdurulması için teğmen Calleylerin vicdanlarının harekete geçmesini beklemeyelim. İnsanlık adına bu savaşların durması için hepimiz çaba gösterelim. Bu konuda ISAF’ın komutanlığını yakında üçüncü kez devralacak Türk askerine de önemli görevler düşüyor.

My Lai ve dünyanın her yerinde ölen masumlara Allah’tan rahmet, öldürenlere de Calley’in vicdanı gibi vicdan diliyoruz.

24.08.2009

E-Posta: [email protected]



Şaban DÖĞEN

Şerefli bir günah


A+ | A-

Günahın şereflisi de olur mu?

Ebu’l-Hasen-i Şazelî, “Ne şerefli bir günahtır ki işleyeni halifelik makamına eriştirmiş, Kıyamete kadar gelecek insanlar için tevbe kapısını açık tutmuştur” 1 der.

Ebu’l-Hasen-i Şazelî bu ifadeleri Hz. Âdem’le Havva anamızın yasak meyveden yiyip Cennetten çıkarılışları için kullanıyor.

Bilindiği gibi Hz. Âdem’le Havva anamız şeytana uymuş, yasak meyveden yemiş, bu yüzden Cennetten çıkarılmışlardı.

Ancak yasak meyveden yediklerinde hata yaptıklarını anlayıp pişmanlık duymuş, Allah’tan af dilemiş, “Ey Rabbimiz, biz kendimize zulmettik. Eğer Sen bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen biz elbette hüsrana düşenlerden oluruz” 2 demişlerdi.

Peygamberler için genelde zelle ve hata olarak nitelendirilen günah işleme aslında insanın yapısında var. İnsan mânevî eğitimle, imanını kuvvetlendirmekle günaha dalmaktan kendini kurtarmaya çalışır. Hata işlediğinde de tevbe eder.

İçerisine kötülüğü emreden bir nefis yerleştirilen Âdemoğlu nefisle ve onu Cehenneme sürüklemek için didinen baş düşman şeytanla mücadele ederek melekleri dahi geçebilecek dereceye yükselmek, nefis ve şeytana uyarak kötülüklere daldığında hayvanları dahi geride bırakabilecek bir özellikte yaratılmıştır.

Yükselebilmek için görevini hakkıyla yapmakla başbaşadır insan. Bu görev onun mânen ilerlemesini, insanî değer ve faziletlerle donanıp yükselmesini, yeteneklerini geliştirmesini, Allah’ın güzel isimlerine ayna olmasını gerektirmektedir.

Evet, insan Allah’ın güzel isimlerine ayna olacak, yeryüzünde O’nun vekili olup güzel isimlerini tatbik edecek, tasarrufta bulunacak; adaletli davranmakla Adl, faydalı işler yapmakla Hakim; şefkatli, merhametli davranmakla Rahman ve Rahim, ilmiyle Alîm, sevmek ve sevilmekle Vedud, cömert davranmakla Kerîm isimlerine, işlediği günahlardan silkinmek, arınmakla da Cenâb-ı Hakk’ın Afüvv, Gafur, Tevvâb gibi isimlerine ayna olacaktır.

İşte melekleri geçebilecek insanlığın ayı ve güneşi olmuş insanlarla Firavun, Nemrud, Ebû Cehil gibi haddini aşıp zulüm ve isyanda ilerleyen insanlar dünya imtihan salonunda birbirlerinden ayrılmaktadırlar. Cennette kalınsaydı bu mümkün olur muydu? Elmas hükmündeki Ebû Bekirlerle kömür hükmündeki Ebû Cehiller nasıl aynı kefeye konulabilir, nasıl birlikte Cennette olabilirler?

Demek Cennet ucuz olmadığı gibi Cehennem de lüzumsuz değildir.

Dipnotlar:

1- H. Cisrî, Risâle-i Hamidiye, Müt. Manastırlı İsmail Hakkı, İstanbul: Bahar yayınları, 1973, s. 611.

2- A’raf Sûresi: 23.

24.08.2009

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Ramazan orucu gönülleri birleştiriyor


A+ | A-

Salih Bey: “Ramazan orucunun toplum fertleri arasında kaybolmakla yüz yüze gelen barışa ve kardeşliğe katkısı nedir?”

Ramazan-ı Şerif orucunun hikmetlerinden birinin de toplum fertleri arasında yardımlaşmayı gerçekten sağlaması ve topluma barış ve huzur getirmesi olduğunu beyan eden Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri, çünkü tokun ancak aç kalmakla açın halinden anladığını kaydediyor.

Bedîüzzaman, Ramazan Risâlesinin Üçüncü Nükte’sinde insanların maişet cihetinde birbirinden farklı yaratıldığını vurgulayarak, bu çeşitlilik sonucunda kimi insanın fakir, kiminin de zengin kılındığını, her bir durumda ise her sınıf insanın imtihanda bulunduğunu nazara verir. Öyle ki, zengin elindeki Allah vergisi malı doğru ve faydalı yerlere harcayıp harcamadığından ve bu mal ile etrafındaki ihtiyaç sahiplerine yardımcı olup olmadığından sorumludur. Şüphesiz fakir de her şeye rağmen Allah’a isyan etmemekten, hâline râzı olmaktan, sabırlı olmaktan ve her türlü dünya sıkıntısından Allah’a sığınarak, sıkıntısını aşmak için mümkün mertebe çaba sarf etmekten sorumludur.

Şüphesiz fakirin böyle çaba sarf etme hakkı ve görevi saklıdır. Fakat bazen olur ki, fakirin dermanı tükenmiş, elindeki avucundaki bitmiştir. Belki de kendi mahallemizdeki, çoğu zaman tanıdığımız, selâmlaştığımız birisi türlü sebeplerle düşmüş ve yardıma muhtaç hale gelmiştir. İnsanın her hali bir olmaz! Yarın belki bugün zengin geçinen kişi de aynı duruma düşebilir. Hiç kimse yarınını garanti edebilir mi? Kader herkese örgüsünü örmüş, yazgısını yazmıştır. Peygamber Efendimiz’in (asm) ifâdesiyle, “Kalemler kurumuştur.”

Fakat halkın yardımseverlik duygularını sû-i istimal eden kötü niyetli kimseler yok mu, dediğinizi duyar gibiyim. Oysa biz kötü örneklerle uğraşmıyoruz. Biz, gerçekten aç olup, gerçek sebeplerle fakr u zarûrete düşmüş, yardım almaya muhtaç bulunan ve hattâ varlığı bile bilinmeyen, kendisini insanlardan gizleyen, Kur’ân’ın “Onların hallerini bilmeyen kimse, istemekten çekindikleri için, onları zengin sanır. Ey Habibim! Sen onları yüzlerinden tanırsın! Yoksa onlar insanlardan ısrarla bir şey istemezler” 1 buyurarak övdüğü, fakir oldukları halde insanlar içinde zengin gibi dolaşan ve hallerini bildirmeyen insanların hallerinden anlamayı burada söz konusu etmek istiyoruz.

İşte böyle aç, muhtaç, fakat insanlardan bir şey istemeyen, gözü ve gönlü tok fakirleri ve yoksulları bulmalı ve onlara el uzatmalı. Allah’ın emri bu. Cenâb-ı Allah bir çok âyetinde zenginleri böyle fakirlerin yardımına dâvet ediyor. Fakat insan kendisi tok olunca çoğu zaman herkesi tok zannediyor, açın halinden anlamıyor, yokluğu bilmiyor, yoksulluğu bilmiyor. Açlığın ne çekilmez, ne dayanılmaz, ne tahammül edilmez şey olduğunu bilmiyor.

İşte zenginler, fukarânın acınacak acı hallerini ve açlıklarını ancak oruç münâsebetiyle aç kalınca tam hissedebiliyorlar. Şöyle on-on beş saatten beri aç olmalı ki insan, gözü kararmalı ki açlıktan, başı dönmeli ki, açlığın ne zor şey olduğunu kavrasın, yaşayarak görsün de, kanatlarını yere indirsin. Yoksa, eğer oruç olmazsa, nefsine ve zevkine düşkün çok zenginler, açlığın ve fakirliğin ne kadar elem ve ıztırap verici şey olduğunu bilmedikleri gibi, aç ve yoksul olanların ne kadar şefkate muhtaç olduklarını da anlamıyor.

Oysa, insanın hemcinsine karşı duyduğu şefkat, gösterdiği ilgi ve yaptığı yardımlar hakîkî şükrün esasıdır. Elinde varken başkasına yardımcı olmamış bir insan, kendinden aşağılara el uzatmamış, elinden tutmamış, omuz vurmamış sıkıntılarına, açın ve yoksulun haliyle hallenmemiş, hallerini bilmemiş; diliyle şükretmesinin bir kıymeti yok! Allah’ın verdiklerine karşı hakîkî şükür, başkasına vermektir. Esasen başkasına vermek, Allah’ın bize daha çok vermesi için bir duâ niteliği de taşıyor. Nitekim Peygamber Efendimiz (asm) bildiriyor ki, Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur: “Sen başkasına ver ki, Ben de sana vereyim!”2

Hangi fert olursa olsun, toplumda kendisinden daha fakîrini bulabilir. Ona karşı şefkat etmekle mükelleftir. Eğer Ramazan-ı Şerif orucu vesilesiyle nefsine açlık çektirmek mecbûriyeti olmazsa, şefkat kanalları işlemiyor, zayıf kalıyor. Bu durumda mükellef olduğu yardımı ve ihsanı yapmıyor. Yapsa da, gerçek açlığı görmediğinden, tam yapmıyor, içinden yapmıyor, yaptığında minnetle yapıyor, belki de yaptığını burnundan getiriyor.

Oysa açlığı tanıdığı zaman, fakirin fukaranın halini anlıyor, elinden geldiğince yardım etmenin mühim bir insanlık görevi olduğunu hissediyor, buna kendini mecbur biliyor, yaptığını içinden, özünden, hâlisâne ve sırf Allah için yapıyor. İşte insan bu ihlâsı Ramazan-ı Şerifteki oruçla kazanıyor. 3

Dipnotlar:

1- Bakara Sûresi: 273

2- Câmiü’s-Sağîr, 3/1275

3- Mektûbât, s. 389

24.08.2009

E-Posta: [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Misafirim kaplumbağa


A+ | A-

Bu seneki tatil notlarımızı sizlerle yeterince paylaşamadık. Araya çeşitli maniler girdi, tehir ettirdi.

Şimdi fırsat bulmuşken, o hatıralardan bir "lâtif nükte"yi daha sizinle paylaşmak istiyorum.

Bazılarınızın bildiği gibi, yaz–bahar aylarında emanet küçük bir bahçe işiyle de meşgul olmaya çalışıyorum. Küçüklüğümden beri meşgul olduğum bu san'atı icra etmekte herhangi bir zorluk çekmiyorum.

Çalı ve fundalıklar arasındaki bu küçük bahçemin misafirleri hiç eksik olmuyor. İnsan taifesi dışında, ayrıca boz ayıdan ardıç kuşuna, sincaptan porsuka, gelincikten kaplumbağaya, yengeçten çeşit çeşit minik kuşlara varıncaya kadar hemen her çeşit mahlûkat gelir, bahçemizi ziyaret eder, gider.

Bunlardan bazıları ufak tefek zarar–ziyan verse de, önemi yok. Gördüğüm kadarıyla, bir hayli berekete vesile oluyorlar.

İşte, bu dâvetsiz misafirlerden biri de kaplumbağa ile yavrularıdır.

Orta büyüklükteki bir kaplumbağa, hemen hergün gelir, özellikle taze fasulyeden bir tutam yer, karnını doyurduktan sonra tekrar yuvasına döner, gider.

Bazen de onun küçücük yavruları gelir. Farklı zamanlarda ve tek başına gelen bu yavruların büyüklüğü, şimdilik ancak bir ördek yumurtası kadar.

Öylesine hoş, güzel ve şirindirler ki, bakmaya doyamazsınız. Hele, kıtır kıtır öyle bir fasulye yiyişleri var ki, aman Allah'ım seyretmekten kendinizi alıkoyamazsınız. O anda sizin de canınız daha çok istiyor, iştahınız daha bir açılıyor.

Ne kadar yeseler de onlara hiç karışmıyor, müdahale etmiyoruz.

Değil mi ki Üstad'ımız demiş: "...Bu bağdan çıkan mahsülâttan kim yese—insan olsun hayvan olsun, inek olsun sinek olsun...—sana bir sadaka hükmüne geçer." (21. Söz'ün 1. Makamı)

Üstad burada gerçi doğrudan kaplumbağa dememiş, ama olsun. Kaplumbağa da inek ile sinek arası bir mahlûk nasıl olsa. Dolayısıyla, bilmânâ o da aynı listeye dahildir.

Bu arada, bahçe içinde ressam Osman Hamdi Beyin tasvir ettiği "Kaplumbağa Terbiyecisi" rolünü üstlenmeye de çalıştık; ancak, bunda şimdilik muvaffak olamadık.

Hem anne, hem yavru kaplumbağayı ara ara yanımıza aldık, sırtlarını okşadık, tatlı sözlerle sevdik, yiyebilecekleri hemen her şeyi önlerine serdik, ancak onlar yine de birşey yemeyip bir an evvel gitmek ve bizden uzaklaşmak istediler.

Ne yapalım, bu sene diyalogtan ümidimizi kestik, fakat seneye Allah kerim. Belki onlarla daha yakından, daha samimî bir dostluk ve köprüsü kurmaya muvaffak oluruz.

Bu işin sırrını Sefer Abimiz bilir mi acaba? Ona sorup danışmakta fayda var.

Tarihin yorumu 24 Ağustos 1517

Silâhlı elçiyi bir uyuz eşeğe bindirdi

Sultan Selim'in iki yıldan fazla süren meşhûr "Mısır Seferi"nin (1516–18) en mühim safhalarından birini Suriye'de yaşanan Mercidabık Meydan Savaşı teşkil ediyor.

24 Ağustos 1516'da yaşanan bu kanlı savaş, Halep şehri yakınlarındaki "Merc–i Dâbık/Dâbıkçayırı" denilen bir ovada vuku buldu.

Bu tarihlerde, Mısır ve Suriye topraklarının da dahil olduğu geniş bölge Kölemenlerin hakimiyeti altında bulunuyordu.

Bu tarihten tam iki sene evvel (23 Ağustos 1514) yaşanan Osmanlı–İran Çaldıran Savaşından sonra, Osmanlı ile Kölemenler sınırdaş olmuşlardı.

Bu sebeple, iki ülke arasında hem bazı sınır anlaşmazlıkları yaşanmaya, hem de aralarında hakimiyete dayalı ciddî bir rekabet hali zuhur etmeye başlamıştı.

Bir de, Kahire'de bulunan ve Abbasî hanedanında bulunan Hilâfet makamı, gayet sönük ve aciz bir durumda bırakılmış durumdaydı.

İslâmın ittihad ve inkişâfını hedef alarak sefere çıkan Osmanlı tahtında 46 yaşındaki Yavuz Sultan Selim, Kölemen Devletinin başında ise 86 yaşındaki Kansu Gavri bulunuyordu.

Kölemenler, ekseriyetle Sünnî Müslüman olmasına rağmen, Osmanlıya karşı—her nedense—İran'daki Şiî Safevilerle müşterek politikalar yürütmeye başlamıştı.

Bu durum, Yavuz Selim açısından harbi meşrû kılan önemli bir başka sebepti.

Savaşa tutuşmadan evvel, iki taraf arasında diplomatik münasebetler başladı. Ne var ki, bu diplomatik münasebetlerde yaşanan bazı münasebetsizlikler, savaşı daha da kızıştırıp çabuklaştırmış oldu.

Kansu Gavri, Sultan Selim'e on kişilik bir elçi heyeti göndererek ona savaşmak yerine sulh teklifinde bulunur.

Ne var ki, Sultan'ın huzuruna gelen bu heyetin—karşı tarafa gözdağı verircesine—pür silâh şekilde olduğu görülür.

Onların bu tarz silâh kuşanmış vaziyetlerine sinirlenen Yavuz Selim, heyetin başındaki şahsın (Moğolbay'ın) sakalını ve bıyığını traş ettirdikten sonra, ayrıca onu uyuz ve topal bir eşeğe bindirerek geri gönderir.

Bu durum, o zamanki telâkiye göre savaşın kaçınılmaz olduğunu gösterir.

24 Ağustos'ta başlayan ve iki gün kadar devam eden savaşta, Kölemenler kesin bir mağlûbiyete düşer. Üstelik, asker sayısı daha fazla olan Sultan Gavri bile canını kurtaramaz.

Ordusuyla birlikte iki gün sonra büyük bir zafer edasıyla Halep'e giren Sultan Selim, şehri teslim alır ve burada iki hafta kaldıktan sonra Şâm–ı Şerif'e doğru yoluna devam eder.

24.08.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Eş seçiminde ebeveynin rolü ne olmalı?


A+ | A-

Hemen her meselede aile bireyleriyle, özellikle anne-baba ile istişare etmek çok önemli. Meselâ, meseleleri birlikte müzakere, istişare etmek hayatî ehemmiyet arz eder.

Unutmayalım ki, anne-babalar çocuklarını kıskanmaz; kendilerinden üstün olmasını, huzurlu ve mutlu olmalarını isterler. Bunun için güçleri ölçüsünde her çabayı harcarlar.

Eğer düşüncelerinizi, aile değerlerini onlarla paylaşırsanız, size her türlü desteği verirler. Hayata atılma (iş yapma, çalışma, evlenme ve aile hayatı kurma) konularında onlarla konuşup müzakere edin. Herkes düşüncelerini, beklentilerini ortaya koysun. Bunlara uyup-uymama, yani karar, size aittir.

Eğer bir aile iseniz ve eğer “aile”, dayanışma, yardımlaşma, birbirine destek verme, birbirine saygı ve sevgi paylaşımı ise; birlikte karar vermelisiniz.

Evlilik ve eş seçimi meselesinde hep birlikte adaylar üzerinde dikkatli, uzun, tatmin edici araştırmalar, tahliller, değerlendirmeler yapıp, ailenin ortak kararını almalısınız. Çünkü, bu karar tamamen çocuğa bırakılamaz veya anne-babalar kendi isteklerini dayatamaz.

Zira, evlilik yalnız evlenenleri ilgilendirmiyor ve bu süreç yalnız başına devam etmeyecek. Aile ile birlikte, diğer aile de işin içine girecek. Ve her türlü ilişki ve iletişim hayat boyu devam edecek. Öyle ise, eş seçimi, ailenin ortak kararı olmalı.

Bu süreçte aile zaten çocuğun yanındadır ve yanında olmak zorundadır. Ancak, sonuçta son karar çocuğun kendisine bırakılmalı. Çünkü, bu hayatı yaşayacak olan da odur.

Araştırma ve tahliller iki koldan yürütülmeli. Mesele ailece masaya yatırılmalı; sentezler yapılmalı. Adayların kişilikleri, yetiştiği çevre, ailenin yapısı bütün detaylarıyla konuşulmalı ve ortaya konmalı.

Sonuca birlikte varılmalıdır. Ama, en son karar, evlenecek kişiye bırakılmalıdır. Çünkü, hayat onun hayatıdır.

24.08.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Selim GÜNDÜZALP

Rahmet bize yerden yağar


A+ | A-

Öyle diyor Yunus Emre. Toprağın, hak kapısı, rahmet kapısı olduğunu söylüyor. “Rahmet bize yerden yağar” diyor.

Kara kuru bir tohum, toprağın gecesine girmeden gün yüzüne çıkmıyor, çıkamıyor. O simsiyah toprak perdesinin arkasında, bembeyaz bir rahmetin ışıltısı var. Yüce Yaratan rahmetine en geniş bir tecelli yeri yapmış toprağı.

Toprakta bir sır var.

Çocuklar niye sever, niye düşer kalkar toprağa? Bir beden niye girer oraya? Ölenler toprağı yorgan gibi niye çeker üstüne? Sorular çok, sorular zor. Bir sır bu. Koca Ömer Ağabey de hakka yürüdü. O sırra, o da büründü.

Şimdi elimde yakın zamanda çekilmiş bir fotoğrafımız var. Bakıp bakıp duruyorum o gülümseyen yüzüne. Allah için yaşamayı, Allah için sevmeyi bilen biriydi. Dergide ve gazetede yazdıklarımızın en hararetli okuyucusu, en takdir edici yoldaşıydı. Dudaklarına ne de güzel yakışırdı o dolu dolu söylediği ‘Allah’ sadâsı.

Bir vuslat demi olmuştur İnşallah ölüm onun için…

***

Bir gün kuru kahve sattığı dükkânında, müşterilerine karşı cömertçe davranışı, bol kepçeden verişi dikkatimi çekmişti. Biraz takılayım dedim:

“Ağabey, sen böyle bol bol vermekle ne kazanıyorsun?” diye sormuştum.

Gülümseyen bir yüzle:

“Dost kazanıyorum kardeş, dost!” demişti.

Cenazesinde gördük işte ne kadar dostu olduğunu... Camiler almadı cemaati, sokaklara taştı dostlar. Cenaze namazı Serdivan Kabristanı’nın geniş meydanında kılınabildi ancak. Ne kadar seveni, dostu varmış bildik, öğrendik Ömer Toçoğlu Ağabey’in.

Ölümü hiç bu kadar yakın bulmamıştım, duymamıştım kendime. İnsanın candan bir yakını ölünce, ölümü kendine daha yakın hissediyormuş meğer. Aslında en yakın ölüm, kendi ölümüdür insanın yine kendisine... Ama kendimizle dost ve yakın olamadığımız için, ölümü çok uzaklarda bir şey zannediyoruz.

En yakın ölüm, bir başkasının değil, kendi ölümüdür insanın yine kendisine.

Bin can öldü, bin can göçtü sanki o gün. Ruhumdan bir parça, sanki onunla beraber gitti o gün.

Ömer Ağabey de ölümün ve sonsuzluğun pınarından bir yudum tattı. Burada öldü, ötede doğmak üzere... Bir evden diğer eve taşındı. Her iki evin de sahibi Allah’tı (cc).

Mülkün sahibi olan Mevlâm, getirip götürüyor. Ecel gelince gitmemek olmuyor. Geride kalan biz fâniler, ölmedik diye avunmayalım boşuna. Her ölüm biraz da kendi ölümümüzdür. Bir kuş kanatlandı, uçtu gitti ötelere. Ağlasın geride kalan ten kafesi. Kuş kavuştu ormanına. Şimdi düşünsün her insan alıp verdiği her nefesi. Çok uzun zannederiz ama bir nefestir hayat. O nefes, bir gün son nefes oluverir. Ve beden toprağa giriverir.

Rahmet bize yerden yağar.

Toprağa karıştı nazik beden, geldiği yere döndü. Ruh ise uçtu gitti semâvî ülkelere. Karıştı İnşallah iyilere, güzellere. Yoldaşı iman olsun, melekler olsun İnşallah. Işığın peşinden gitti. 63 yaşında ve nurlar içinde.

Ölümün gölgesi üstüne düşen gidiyor. Vakti gelince bedenini toprağa bırakıyor. Ruhlar, 124 bin enbiyanın, 124 milyon evliyanın peşi sıra bir bir gidiyor. Yok oluş, sönüş, mahvoluş değil ölüm. Işık; kaynağına dönüyor, geldiği yere. Mumun ışığı sönmekle yok olmuyor.

Ölümü kalbimize kazıma ve yazma zamanıdır. Ölümü kalbimize yerleştirme vaktidir.

Yaşlılık, hastalık, kaza, belâ, musîbet ne varsa, binbir perdeleri bir bir açmadan ve aşmadan ölümün güzel yüzü görünmüyor. Ölümün siyah peçesi, korkunç görünen o zahirî yüzü açılmadan, arkasındaki güzellikler görünmüyor.

Hem orada kimler yok ki… Nur yüzlü dedeler, nineler, anneler, babalar, hepsi orada… Hem orada o (asm) olduktan sonra, burada bırakılmayacak ne var? Hem Allah çağırdıktan sonra kalan kim ki? Dost çağırdıktan sonra gitmemek olmaz. Hem gitmeyecek kim var ki? Şükürler olsun Allah’a; ümidin, duânın ve sevincin sesi gökleri dolduruyor.

Rahmet bize yerden yağıyor.

Kuruyan dalları yeşerten Rabbim, yeryüzünü çiçeklerle, meyvelerle dolduran Rabbim, kapkara kupkuru toprağı bir mahşer yerine çeviriyor her baharda. Dirilişin meydanı yapıyor. Rahmetinin en geniş tecellisini toprakta gösteriyor.

“Toprağa girip yatmaktan korkmamalı insan. Çünkü bedenin sükûnet bulacağı yer orasıdır.”

Toprağa giren bir tane ve bir tohum, tohum olarak değil, bir ağaç olarak çıktığı gibi; mahşer günü de bir beden, o topraktan ebedî bir hayatın ve cennetin meyvesini vermek üzere çıkacak.

Ey yüce Allah’ım! Senin emrin olmadan bir insan değil, bir yaprak bile düşmez o toprağa.

Kâinat, dünya ve biz, beklemedeyiz. Nefesimizi tutmuşuz; vaktin, saatin gelmesini bekliyoruz.

Olan ve olacak olan ne varsa, Sen ‘ol’ dediğinde olur ancak.

Ey yüce Rabbim! Mülk senin, beden senin, kalbim senin. Yıldız yıldız, zerre zerre, sonsuz hamdler ve şükürler ediyor bendeki Sen’in her bir emanetin…

***

Son kahramanlardan, son hizmet erlerinden biriydi Ömer Ağabey. Kolları genişti, herkesi açar, kucaklardı. İsmi gibi cismi de koca bir Ömer’di. Asr-ı Saadet’in yıldızlarının izindeydi. Son nefes öncesi içeceği suyu bile hak etmediğini düşünecek kadar yiğitti.

Sevdiğin en güzel duâlarla, münâcâtlarla, cevşenlerle, Risâle-i Nûr’larla… Okuduğun, bellediğin ve ezberlediğin o kitapların her bir harfinin diliyle, binler duâlar olsun senin ruhuna İnşallah. Efendimizin (asm) şefaatine nâil olasın. Mekânın Cennet olsun İnşallah. O kadar yürekten söylediğin o sözün sahibinin, ‘Allah’ deyişinin hatırına, maşukunun cemâliyle müşerref olasın ey koca âşık İnşallah.

Rahmet bize yerden yağar.

Toprakta çok sırlar var.

O sırları daha yakından bilmeye, görmeye gittin İnşallah.

Ömer Ağabey’de bir çocuk saflığı vardı. Güzel bir insandı, hep gülümseyen bir insandı... O yüzde, herkese gülen ve güven veren bir hâl vardı. Dâvâsını yaşamaya azmedene kucak açarak, kollardı. Yiğitti, heybetliydi. Ama günahlardan çekinmekte bir güvercin ürkekliğindeydi.

Şimdi bize düşen yeni insanlar katmak bu kervana. Onlarca, yüzlerce Ömer’ler bulmak. Her daim karanlıklara bir ışık olacak, güneş gibi doğacak, her daim gülen bir yüz, vefalı dostlar katmalıyız bu kervana. Duâsını yapmalıyız onların, aramalı, bulmalıyız.

İman anahtarının nice kapılar açtığını biliyoruz. ‘Ölüm’ denen o sırlı kapıyı da ‘Bismillah’ diyerek açanlardan olmasını diliyoruz Ömer Ağabeyimizin İnşallah. Anne topraktan sürekli geliyor o rahmetin dâveti. Toprak çağırınca gitmemek olmaz. Çünkü rahmet bize yerden yağar.

Evet, bir parça koptu ruhumdan. Bir yanım onunla beraber gitti. Duâlarımız da İnşallah…

Çocukların ve ihtiyarların yüzü toprağa dönüktür neden? Neden toprağa düşer, kalkar çocuklar, neden? Toprakta bir sır var. Bir sır var ki; Rahmet bize oradan yağar. Rahmet bize yerden yağar.

Toprağa giren kaybolmaz, yok olmaz. Şefkatli annemizdir toprak, bağrına basar, bağrında saklar emanetini, tâ mahşere kadar.

63 yaşında vefat eden Ömer Ağabey’e Hz. Peygamber’in (asm) şefaatini niyaz ediyoruz. Rabbim rahmetini yâr eylesin. Günahlarımızı, taksirâtımızı affeylesin. Yüce ve mübarek ayın hürmetine, cennetiyle, cemâliyle müşerref eylesin İnşaallah.

NOT: Ömer Ağabey’in vasiyeti üzerine defninden hemen sonra kabrinin başında 17. Lem’a’nın 12. noktası okundu. Sevgili Üstad’ının diliyle bir ders verip gitti son anda o muhteşem kalabalığa. Dersleri çok sevenin, son dersi de muhteşem oldu. “İnsan nasıl yaşarsa, öyle ölür” hakikati bir kere daha tecelli etti.

24.08.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.