30 Ekim 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Süleyman KÖSMENE

Mevlânâ Celâleddin (ra) üzerine


A+ | A-

Zübeyir Yürekli: “Mevlânâ’yı kısaca tanıtır mısınız? Üstad Hazretleri, ‘Mevlânâ benim zamanımda gelseydi Risâle-i Nur’u, ben onun zamanında gelseydim Mesnevîyi yazardım’ ifadesini kullanıyor. Ben buradan Mevlânâ’nın da müceddid olduğunu çıkarıyorum. Ama Mesnevîde bir kısım hikâyelerin İslâm edebine uymadığı söyleniyor. Bunların doğruluk payı nedir? Mevlânâ hakkında söylenen bir takım sözlere ne cevap vereceğiz?”

1207’de Belh’te doğan Hazret-i Mevlânâ, 1273’te Konya’da ebediyete göçtü. Soyu baba tarafından Hazret-i Ebû Bekir-i Sıddîk’a (ra) dayanır. Anne tarafından da seyittir ve hiç şüphesiz müceddid-i dindir. İlk tahsilini babası Sultanu’l-Ulemâ Muhammed Bahaüddin Veled’den aldı.

Belh’ten babasıyla birlikte ayrıldığında beş yaşındaydı. Âilesiyle birlikte Nişâbûr, Bağdat, Hicaz, Şam ve Anadolu’nun muhtelif şehirlerine gitti. Nişâbur’da bulundukları sırada Feridüddin-i Attar Hazretleri iltifat etti ve “bu çocukta bir nûr-u İlâhî var. İstidâdı fevkalâde.” diyerek meşhur eseri Mantıku’t-Tayr’ın bir nüshasını kendisine hediye etti. Şam’da bulunduğu sırada Muhyiddîn-i Arabî ile, Şeyh Sadeddin-i Hamevî ile, Osman Rûmî ile, Mevlânâ Kemâleddin bin Adîm ile görüştü ve onlardan ders aldı.

Hazret-i Mevlânâ âilesiyle birlikte yedi sene Karaman’da ikamet etti. Fakat sonradan Konya hükümdârı Alaüddin Selçukî’nin dâveti üzerine Konya’ya gitti ve buraya yerleşti.

Tefsîr, Hadîs, Fıkıh, Mantık, Usûl, Meânî, Edebiyat, Matematik, Fen, Tıp gibi zamanının bütün ilimlerini okudu ve her birinde uzmanlaştı. Babasının ölümünden sonra ders okutmaya başladıysa da, mânevî ve ledünnî ilimleri almak üzere babasının işâretiyle Seyyit Burhânetttin Tirmizî’nin nezdinde riyâzete ve enfüsi dairede mücâhedeye başladı. Seyyit Burhanettin Tirmizî’den dokuz sene mânevî ilimler tahsil etti. Tasavvufta yüksek makamlara ulaştı. Kalben yükseldi; fakat akıl ayağını da bırakmadı.

Hocasının Kayseri’ye gitmesi üzerine Konya’da talebe yetiştirmeye başladı. Binlerce talebe yetiştirdi.

Bu sıralarda Tebrîz’de “Uçan Güneş” olarak anılan ve sahip olduğu yüksek ve ledünni mânevî ilimleri vermek üzere bir yüksek istidât arayışına çıkan büyük mutasavvıf Şems-i Tebrizî, gördüğü bir rüya üzerine Konya’ya gelmişti. Peşinde binlerce talebesiyle Celâleddin-i Rûmî’yi burada gören Şems-i Tebrizî, aradığı zatın bu olup olmadığını anlamak üzere ona bir soru yöneltti:

“Peygamber Efendimiz (asm), “Ben Allah’a her gün yetmiş defa tevbe ediyorum.” derken; onun ümmetinden bazıları, “O ridâmın içindedir” diyor. Bu nasıl olur? Ne demektir?”

Hazret-i Mevlânâ:

“Hazret-i Peygamber’in (asm) istidadı sonsuza doğru durmadan yükseliş içindedir. Allah katında her gün yetmiş kat yükseliyor ve her yükselişinde Allah’a tevbe ediyordu. Onu ridâsının içinde görenlerse kâbiliyetlerinin “sınırlılığını” ve artık yükseliş kaydetmediklerini ilan ediyorlar. Yükselişin anahtarı tevbedir.” diyor.

Aradığı istidadı bulduğundan emin olan Şems-i Tebrizî artık Hazret-i Mevlânâ’dan ayrılmıyor. Aylarca “manevî sohbet” asansöründe birlikte yükseliyorlar. Hazret-i Mevlânâ’nın ledün ilmi böylece kemale eriyor.

Hazret-i Mevlânâ tekkesinde Şeyh Feridüddin Attar’ın Mantıku’t-Tayr’ı ile Hakîm Senâî’nin Hadîka’sını okutur ve bu eserleri takdir ederdi. Bir gün talebelerinden Hüsâmettin Çelebi, bu iki kitap tarzında çağdaş bir kitaba ihtiyaç olduğunu söyledi. Hazret-i Mevlânâ da:

“Bana da böyle bir fikir ilham olunmuştu!” diyerek sarığının arasından çıkardığı bir kâğıdı Hüsamettin Çelebi’ye uzattı. Bu kâğıtta Mesnevî’nin baş tarafındaki ilk on sekiz beyit yer alıyordu. Sonra Hazret-i Mevlânâ söyledi, Hüsâmettin Çelebi yazdı. Artık ilhamlar gelmeye başlamıştı. Yazdılar, yazdılar, yazdılar.

Mesnevî’deki hikâyeler o zamanın fehmine uygun, ama teşbih, temsil ve mecazın da bolca kullanıldığı fıkralardır. Mesnevî edebe aykırı unsurlar ihtiva etmez. Bunu görmek için hikâyelerdeki temsil, teşbih ve mecazi ifadelerin insafla ve doğru değerlendirilmesi yeterli olacaktır.

Hazret-i Mevlânâ’nın âlemi baştanbaşa akıl ve kalp gözüyle gören bir makamda bulunduğuna işâret eden Bedîüzzaman Hazretleri, “Fikren arşa çıkan, Celâleddîn-i Rûmî gibi diyebilir: “Kulağını aç! Herkesten işittiğin sözleri, fıtrî fonoğraflar gibi Cenâb-ı Haktan işitebilirsin.” yoksa, Celâleddîn gibi, bu derece yükseğe çıkamayan ve ferşten arşa kadar mevcûdâtı âyine şeklinde görmeyen adama, “Kulak ver! Herkesten Kelâmullah’ı işitirsin.” desen, mânen arştan ferşe sukut eder gibi, hilâf-ı hakîkat tasavvurât-ı bâtılaya giriftar olur.”1 der.

Üstad Saîd Nursî, Mesnevî’nin bir hizmet tarzı olarak yazıldığı çağdaki makbûliyetine ve Risâle-i Nûr ile arasındaki âhenge şöyle işâret eder: “Hazret-i Mevlânâ benim zamanımda gelseydi, Risâle-i Nûr’u yazardı. Ben de Hazret-i Mevlânâ zamanında gelseydim, Mesnevî’yi yazardım. O zaman hizmet Mesnevî tarzındaydı. Şimdi Risâle-i Nûr tarzındadır.” 2

Dipnotlar:

1 - Lem’alar, s. 272.

2 - Son Şahitler, 1/318.

30.10.2009

E-Posta: [email protected]



Şaban DÖĞEN

“Elinden geliyorsa Cennete koy”


A+ | A-

Dünkü makalemizde Süleyman bin Abdülmelik’in büyük İslâm âlimi Ebû Hazim’le olan sohbetleri üzerinde durmuş, bugün de devam edeceğimizi belirtmiştik.

Her şeyin daha iyiye, mükemmele, güzele, tekâmüle âdetâ koştuğu kâinatta insanın vurdumduymaz, umursamaz olması kabullenilebilir mi?

Emevî hükümdarı Süleyman bin Abdülmelik sohbeti o noktaya vardırır ki “Ey Ebû Hazim, kendimizi nasıl düzelteceğiz?“ demekten kendini alamaz.

O büyük insan ise şu cevabı verir: “Adi işleri bırakıp kişilik ve karakter sahibi olmakla.”

Süleyman bin Abdülmelik bununla da kalmamış, peşpeşe sorular sormuş, sonunda o kadar memnun kalmıştı ki, yakınlarından olmasını, kendisinin ondan, onun da kendisinden faydalanmasını istemiş, o ise kesinlikle reddetmiş ”Size azıcık olsun meyletmekten korkarım! Sonra Allah bana, hayatın ve ölümün ziletini tattırır da elimden tutacak kimse olmaz“ demişti.

Hükümdar “Dile benden ne dilersen” dediğinde de, “Elinden geliyorsa Cennete koy, Cehennemden uzaklaştır” demişti.

“Bu benim yapabileceğim bir şey değil!”

“Bunu yapamadıktan sonra senden başka ne isteyebilirim ki!”

Sonra Süleyman bin Abdülmelik duâ istemiş, o da şu duâyı yapmıştı: “Allah’ım, Süleyman eğer senin salih kullarından ve dostlarından ise işlerini kolaylaştır ve hayırla sonuçlandır. Eğer Süleyman senin düşmanlarından ise onu perçeminden tut ve istediğin yere çek.”

Daha sonra Süleyman bin Abdülmelik yaşadıkları hayatın ne durumda olduğunu sordu.

Ebû Hazim, atalarının insanların hak ve hukuklarını çiğnediklerini, yönetimi zorla ele geçirdiklerini, bu uğurda korkunç katliâmlara girdiklerini söyledi. “Onların neler söylediğini, haklarında neler söylendiğini biliyor musun, hiç düşündün mü?” diye sormayı da ihmal etmedi.

Bu yenilir yutulur cinsten olmayan sözler Süleyman bin Abdülmelik’i değil çileden çıkarmak, aksine büyük bir soğukkanlılıkla karşılamasına sebep olmuştu. Elinde yüz dinar bulunduğunu, bunları dağıtacağını, bir o kadarını da kendisine vermesini düşündüğünü belirttiğinde kesinlikle reddetti.

Süleyman bin Abdülmelik ne kızdı Ebû Hazim’e, ne de kırıldı. Tatlılıkla ayrıldılar. Zaman zaman ihtiyaçlarını sormak için adam bile gönderdiği olurdu.1

Dipnot:

1. Hilyetü’l-Evliya, 3:229.

30.10.2009

E-Posta: [email protected]



Nejat EREN

RİSÂLE-İ NURLAR’IN DİLİ Mİ AĞIR, BİRİLERİNİN İDRAKİ Mİ HAFİF?


A+ | A-

Son günlerde “Bediüzzaman Said Nursî” ismi kuvvetli ve etkili bir şekilde gündeme girdiği için Üstad’a ve Risâle-i Nur’lara sataşmak ve çatmak sanki moda oldu. Bazı muhteremlerin muhalefet şerhleri depreşti. Ama bu kulvarda fazla yol alacaklarını zannetmiyoruz. Zira: “eski çamlar bardak oldu!”

Neymiş efendim! Bu eserlerin dili ağırmış, anlaşılması zormuş, ifadeleri arasında insicam yokmuş.

İlmiliği, geçerliliği yokmuş!

Sevsinler sizi! Ağırlık ve hafiflik ölçünüz ve kıstasınız nedir? Size göre olan değerler demode oldu maalesef!

Biz bu senaryoları çok seyrettik, duyduk ve yaşadık.

Yirmi yıl önceye kadar da bu muhteşem eserler “yasaktı!” efendim. Nasıl yani?

2000'e yakın tapu gibi mahkeme kararına rağmen yasaktı!

Gerçekte eserler yasak ve kaçak değildi. Ama “şartlanmış ve yasakçı” bir kafa hadiseyi böyle görüp göstermek istiyordu nitekim!

Hukuk ve adâlet açısından değildi olay! Bakış açısı ve defolu, yasakçı, darbeci, fitneci kafa ve düşünce yüzündendi.

O basmakalıp, ısmarlama, sahibinin sesi kafalar var ya! İşte onlara göre yasaktı!

Elhamdülillâh o badireler ve devirler anlatıldı. Nasıl oldu peki bu iş? İşte o bazı kafaların anlayamadığı, böyle gittikleri takdirde dünya durdukça anlayamayacakları o eserleri okuyup anlayan her kademedeki insanın üstün sağduyusu, idraki, anlayışı, basireti, sabrı, müsbet hareketi ve metanetiyle anlayarak ve tatbik ederek aşıldı o karanlık devirler.

Şimdi Türkiye’de ve dünyanın birçok ülkesinde de Kur’ân’dan sonra en çok basılan, satılan eserler arasına girdi elhamdülillâh.

Toplumun her kademesinde görev almış ve toplumla bütünleşmiş sabırlı insanların üstün himmet ve gayreti ile bu şahane eserler Üstadın sağlığında 54 ülkeye ulaşmıştı. Şimdi ise hemen hemen dünyanın her ülkesine ulaştı. Elliden fazla dile tercüme edildi. Hem yeni ihtida eden değişik dinlerdeki Müslümanların, hem de İslâm âlemindeki bütün fertlerin, milyonların gönül, kalp ve his dünyasını aydınlatıp hidayete gelmelerine ve istikametli bir hayat yaşamalarına vesile oldu. İşte böyle muhteşem külliyata hürmet yerine hafife alma ve görmezden gelme gayretleriniz çağ atlayan bu devirde ve dünyada artık taraftar bulamayacaktır. Dikta ve doğma fikirleriniz sadece kendinizle sınırlı kalacaktır.

Ulvî hakikatlere muhatap olmak, onları anlamak, iman vadilerinde gezip, manevî sahillerde kulaç atmak her şeyden önce Yaratanın takdiri ve insanlara bir lütfudur. Nasipsizliğin verdiği bir halet-i ruhiye ile dünyanın hayranlıkla takdir edip sahip çıktığı bu muhteşem eserlere arka dönüp iftiraya varan tezviratlı bir yola girmenin size ve insanlığa getireceği çareyi söyleyin o zaman! İflâs etmiş dar görüş ve fikirlerinizin sığ sularında depreşmenin anlamı ne ki!

İbret almak ve insaf düsturuna hürmetiniz varsa size örnek olarak yetmiş yıl “ateizmin” kıskacında kıvranan “komünist” dünyanın baş aktörü Sovyet Rusya’nın devlet başkanı ve başbakanın bu eserlere karşı tutumları bir nebze ders verebilir. O insanların kabullenmek zorunda kaldığı bu emsalsiz eserleri anlama özürlü olduğunuzun ilânatını yapmaktan öteye geçmeyen iddia ve hezeyanlarınızla artık sadece kendinizi ve sabit fikirlerinizle bazı safdilleri ve işin aslını bilmeyen kesin taraflı ve cahil kimseleri kandırabilirsiniz.

Şimdilerde bu güzel ülkenin her gün ve gece binlerce yerinde aşk ve şevkle rektö e, medya çalışanından siyasetçesine kadar her kademedeki insanın aşk ve şevkle okuduğu, adına binlerce konferans, seminer, sempozyum ve toplantılar yapılan;

Yurt dışında ise Cambridge gibi dünyanın sayılı üniversitelerinin de aralarında bulunduğu bir o kadar kurum ve kuruluş ve ilim yuvasının aralarında bulunduğu;

Ve de akıl tarlası hükmündeki binlerce ilim adamının gündemini teşkil edip uğruna mesai harcadığı;

Şu ana kadar da Amerika’dan Avustralya’ya kadar her kıt'ada ve dünyanın bir çok ülkesinde bine yakın konferans, seminer, sempozyum ve toplantılar türü kültürel ve sosyal faaliyetler düzenlenen başka böyle bir eser ve böyle bir müellifiniz var mı? Varsa çıkarın önümüze koyun.

Yoksa boşu boşuna gündemi meşgul etmeyin. “Gelen neslin kapısından çekilin! Mezar sizi bekliyor! Ta bu hakikatleri kâinat üzeride temevvücsâz edecek nesl-i cedid gelsin!” diyen o büyük âlime, Üstada saygı gösterin.

Çağın ve insanlığın bütün dertlerine Allah kelâmı Kur’ân’dan ve onun tatbikçisi Hz. Muhammed’den çare getirip hazır halde sunan, insanlığın şahsî, ailevî, sosyal, siyasî ve ictimaî her derdine yorumlarıyla ufuk açıp reçete takdim eden tespitlerine bir itirazınız var mı? Onu söyleyin!

“Defolu düşünce” sahibiyseniz, insanlığın gerçek dertlerine çare üretecek basiret ve idrak kanallarınız kapalıysa biz ne yapalım? Bu eserler ne yapsın?

Resmî ağız ve bürokrasinin en katı yaşandığı tek ülke maalesef bu güzel ülkem oldu. Sadece tarif için söylemek zorundayım–bir ayırım yapmak için değil—belli bir kesimin temsilcisi durumundaki Hürriyet gazetesinin başyazarı Ertuğrul Özkök bir kaç yıl önce gazetesinde şöyle yazmıştı: “Türkiye’de en az altı yedi milyon insan ciddî mânâda Risâle-i Nur okuyor ve bu eserlerden etkileniyor. Gün geçtikçe de bu sayı giderek artıyor” Bu tesbite rağmen siz bu kervanda geri iseniz bu sadece sizi bağlar. Kendi halet-i ruhiyenizi bu millete kabullendiremezsiniz vesselâm.

“Risâle-i Nur’u okuyorum

ama anlamıyorum!”diyenlere

Bu mânâda yaşanan bir olayı değerli eğitimci dostum ve yazarımız Baki Çimiç’in hatırasından nakletmek istiyorum. İşte Baki Çimiç kardeşimin kendi kaleminden hatırası:

“Yıl 1999, gazetenin (Yeni Asya Gazetesi) verdiği Küçük Sözler'le başlayan Nur Serisi kitaplarını tanıdığım insanlara ulaştırmak istiyorum. Belki muhtaç bir gönül bu vesile ile Risâle-i Nurları tanır diye vazifemizi yapmaya gayret ediyoruz. Bu arada Nejat Eren Ağabeyimizin bizleri ziyareti oldu. Tabi bu ziyaret esnasında ilçenin ileri gelen bir şahsiyeti olan ve çok sosyal mizaca da sahip olan bir eczacı ile de tanışmışlar. ‘Bana bu eczacı ile mutlaka ilgilenin’ diye uyarı yaptı Nejat Ağabeyimiz. Ben de bir fırsatını bularak kendisi ile tanıştım ve gazetenin Risâle-i Nur kitapları verdiğinden bahsettim, ‘Almak isterseniz sizlere ulaştırabilirim’ dedim. Kendisi, ‘Tabi alırım, ne yapmam gerekir?’ dedi. Bizler de her gün gazeteyi kendisine vererek her hafta verilen Risâleleri kendisine ulaştırmaya başladık. İlk kitabı teslim ettiğimde bana ‘Bu nedir?’ diye sordu. Biz de ‘Bu kitaplar Kur’ân'ın sırlarını anlatan bir tefsirdir’ dedik. Bize ‘Tamam öyleyse ben okuyup bakacağım’ dedi. Aradan bir hafta geçti, beni yoldan eczaneye çağırarak 'Hocam siz bana bu kitaplar için ne dediniz?' dedi. Ben de ‘Kur’ân'ın sırlarını açan kitaplardır dedim’ dedim. ‘Bence bu kitaplar Kur’ân'ın sırlarını kapatır’ diye karşılık verdi. ‘Niçin?’ dedim. ‘Çünkü ben okudum, hiçbir şey anlamadım’ dedi. Ben de ‘Sizin anlamamanız, Kur’ân'ın sırlarının kapanması mı olur?’ dedim. ‘Şu eczanenizdeki ilâç reçetelerini ben okusam hiçbir şey anlamasam acaba bu ilâçlar hiçbir işe yaramaz desem nasıl karşılarsınız?’ dedim. Sonra ‘Sizler eczacı olmak için yıllarca ilim gördünüz ve okudunuz, ben şimdi hemen eczacı olmak istesem, o ilmi almadan ve yıllarımı vermeden nasıl eczacı olabilirim?’ dedim. Bu kitaplarda da ebedî hayatımızı kurtaracak iman ilmi olduğunu ve bu ilim için de çok çok gayret etmemiz gerektiğinden bahsettim. ‘O zaman ne yapacağız?’ dedi. Ben de bu kitapları birlikte okuduğumuzu söyleyip ‘Teşrif ederseniz sizi de bekleriz’ dedim. Allah razı olsun dâvetimize icabet etti. İlk derste o kadar etkilendi ki bir daha dersleri bırakmadı. Şu an bizlere dairelerinde bir de ders yeri düzenledi ve burada hizmetlerimize devam ediyoruz. Bizlere dediği şu: ‘Sizden dâvâcıyım. Benim yirmi yılımı çaldınız, niçin daha önce gelmediniz?’ Bu serzenişini Şaban Döğen Ağabeye de yaptığı için Şaban Ağabeyin ‘Hayat Nasıl Güzelleşir?’ kitabının 107. sayfasına ve devamına bakarsanız, Eczacı İsmet Beyin serzenişlerini ve Şaban Döğen Ağabeye yansımalarını okuyabilirsiniz.”

“Ben diyorum ki, Risâle-i Nurların dili kesinlikle engel değil. Yeter ki insanlar kalbini ve yönünü bu hakikatlere yöneltsin yetiyor. Zaten kimse tek başına ben bu eserleri tam anladım diye iddia da edemez. Onun için de cemaate dahil olarak o âb-ı kevser olan Kur’ân havuzuna girip erimek gerekiyor. Bu sır da ihlâs ile olur inancındayım. Anlamayanların bir iddiası da aklen her şeyi anlamak istemeleridir. Halbuki Risâle-i Nurlar akla, kalbe, ruha ve bütün lâtifelere sirayet eden Kur’ân hakikatleridir. Belki aklen anlamasak da, diğer duygularımız hisselerini alıyor. Anlamıyoruz diyenler sanırım bu ciheti kaçırıyor olmalılar.” (www.risaleforum.com dan alıntıdır.)

Son sözümüz şudur: Siz mi hafifsiniz, bu eser külliyatı ve kitaplar mı? Buna tarih ve insanlık çoktan karar verdi bile. Darısı sizin başınıza! Adalet, sıdk, hidayet ve gerçek ilim vadilerinde dolaşabilmek için idrak, basiret, feraset, anlayış gibi çok “özel ve hususî kanallara” ihtiyaç olduğunu da hiçbir zaman unutmayın. Materyalist ve subjektif, diktatörlük, doğma fikirlerle bu bantta yol alınmaz vesselâm!

30.10.2009

E-Posta: [email protected]



Halil USLU

Liseli gençler ve zararlı alışkanlıklar


A+ | A-

Hadisât-ı âlemdeki zararlı alışkanlıkların gençlerimizi nasıl tarümâr ettiğini gördükçe, bu hususta azamî çalışmanın ve her kapıyı çalmanın lüzûmiyetini hissetmemek mümkün değil. Uzun zaman diliminde birçok konferansımızı bu mânâda vermeye çalıştık. Zararlı alışkanlıklar, zararlı sineklerin bataklığıdır. Zararlı alışkanlıklardan uzaklaştıkça veya başta gençler olarak insanlık kurtuldukça, bataklık kurur ve kuruyacaktır.

Geçtiğimiz hafta içinde Van’da valilik kanalı ile ve vefakâr kardeşim Ramazan Çelik, Millî Eğitim Müdürümüz A. İ. Sayılır ve eğitimci İ. Öngel Beylerin büyük gayretleriyle “Vali Haydar Bey, Anadolu Öğretmen ve Abdurrahman Gazi” liselerindeki konferans salonlarında liseli kardeşlerimize verdiğim bu mânâdaki konferanslarımın birinde, sorulan suâle verdiğim cevapta dediğim gibi: “Bu okulunuza talebeler kayıt yapmaz ve gelmezlerse burada tedrisat ve eğitim biter. İşte aynen bunun gibi, Türkiye’de sigara içen 25 milyon ve alkolle ilgisi olanlar, Tekel ürünlerini almaz iseler, o vakit Tekel tesisleri ve imalathaneleri kendiliğinden kapanacaktır.”

Büyük insanlar, yaşadığı vatan parçasında, ailesinin, milletinin ve vatanın her ferdinin büyük tehlikelerden azade olması ve emin kalması için, fikirler sunan, projeler yapan ve tedbirler alandır. Bu vasıfta büyük insanlardan ve münevver şahsiyetlerden Bediüzzaman Said Nursî, Prof. Mazhar Osman, Prof. Fahreddin Kerim Gökay, Prof. Süheyl Ünver, Prof. İsmail Hakkı İzmirli, Dr. Şükrü Hazım, Gazeteci Eşref Edip Fergan, Hamidullah Suphi Tanrıöver, Dr. Tevfik Rüştü Aras, Dr. Hacı Emin Paşa, Şeyhülislâm Haydarizade İbrahim Efendi, 1920 yıllarında İstanbul’un İngilizler tarafından muhasarasında onlarla mücadele ederken, ayrı bir büyük tehlike için biraraya gelir ve 5 Mart 1920 tarihinde “Hilâl-ı Ahdar” adı altında bugünkü anlamda Yeşilay Cemiyeti’ni kurar ve icraata geçerler.

Rahmet-i Rahman’a kavuşan bu büyük zatların, zaman seyli içinde ne kadar haklı olduklarını, her gün mantar gibi ortaya çıkan belgeler, gelişmeler, müthiş anketler ve polisiye hadiseler ortaya koymaktadır. Üniversitelerin, bakanlıkların, sağlık kuruluşlarının ve medyanın ardı ardına yaptığı anketler “büyük tehlike”yi ortaya koymaktadır. Bir anket sonuçlarına göre, Türkiye “sigara, alkol ve her nev'î uyuşturucu”dan dolayı yılda, Çanakkale Savaşında şehit olan 250 bin küsur mübarek ecdadımızdan fazla zayiat veriyor.

Ayrıca israf yükünün önü açık. Çok belediyelerin tek ekmek fiyatı, 20 kuruş. Ortalama bir paket sigara 2 lira. Günde bir paket sigara karşılığı, 10 ekmek, ayda 300 ekmek yapıyor, yani sokağa ve havaya atılıyor. Türkiye’de tesbitlere göre 25 milyon kişi sigara içiyor. En düşük fiyatlı bir paket sigara 10 ekmek; 25 milyon kişinin sigara tutarı karşılığı asgarî 9 milyar ekmek tutuyor. 4 milyon yoksulun yaşadığı Türkiye’de...

Ayrı bir ankette, bundan önceki Sağlık Bakanlığı’nca 24 ilde yapılan bir anketin sonucunda; lise 2. sınıf 18.500 kız ve erkek talebenin yüzde 22’si devamlı sigara içmekte, yüzde 17’si alkol kullanmakta ve yüzde 3 ilâ 4 civarı uyuşturucu haplar kullanmakta olduğu tesbit edilmiştir. Okuyan 20 milyon gencimiz var, hesabını siz yapın…

TBMM’nin 7.11.1996 tarihinde çıkardığı 4207 sayılı yasa (tütün mamulleriyle mücadele) alkışlanacak karar. TBMM tarafından 2008 yılı itibarıyla bu kanuna yeni ilâveler yapılarak AB standartlarına göre 5727 sayılı yasa yapıldı ve yapanlardan da Allah razı olsun. Çünkü Temmuz 2009 itibarıyla kapalı yerlerin tamamında yasaklandı. Beklentimiz; çıkarılan ve israf âyetinin ışığı altında hayata geçen bu yasaya hepimizin bütün himmetimizle sahip çıkmamızdır.

Türkiye’de 90 bini aşkın dernek, 2 bin STK, 10 bin vakıf, 70 bin ilköğretim, lise ve dengi okullarda, 600 bin öğretmen, 94 devlet ve 17 vakıf üniversitesinde 70 bin öğretim üyesi ve yazılı, görsel basın, bahsi geçen “zararlı alışkanlıklar” için mücadele etmeleri elzemdir. Van’daki liseli gençlere “belge ve dokümanlarla” muhatap olmamızda bize çok yardımları dokunan bütün zevâta, en kalbî duâlarımı ve tebriklerimi sunuyorum. Keşke bütün okullarda ve 524 cezaevinde on binlere bu nev'î konferanslar verse idik!

30.10.2009

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Milletle barışan devlet


A+ | A-

Kuruluşunun 86. yılı törenlerle kutlanan cumhuriyetimizin ‘devlet-millet kaynaşması’ noktasında problemler yaşadığına herkes şahit. Bazı müsbet adımlar atılmış olsa da bu kaynaşmanın ideal mânâda gerçekleşmediği görülüyor.

Bu kaynaşmanın temin edilememesinde asıl sorumlu olanlar da, halka tepeden bakan idarecilerdir. Bunlar hem milletin ‘kültürlü’ olmasını istememiş, hem de onları ‘cahil halk çoğunluğu’ diyerek adeta yanından uzaklaştırmıştır.

Cumruriyetin ilân edilişinin 86. yılı kutlanırken geçmişte bu konuda bazı arkadaşlarımızla birlikte yaptığımız bir çalışmayı hatırladık. Cumhuriyetin 70. yılında, aydınlara çeşitli sorular yöneltmiş ve cevaplarını o günkü Yeni Asya’da ‘dizi’ olarak yayınlamıştık. Daha sonra “Cumhuriyetin 70. yılı: Aydınlar Konuşuyor” adıyla kitap haline gelen bu çalışma, (Yeni Asya Neşriyat, 1995) bugün de dikkat çekici.

Aradan yıllar geçtiği halde devlet-millet kaynaşması noktasında yeterli adımlar atılmadığı ap açık görülüyor. Aynı sorular bugün de aynı kişilere sorulsa muhtemelen benzer cevaplar verilecek. Çünkü hastalık da, çare de değişmiş değil... O gün yapılan röportajların bir kısmı kitapta şu başlıklarla yer alıyor:

*Devrimler devlet terörü ile gerçekleştirildi.

*Millete kurulan tuzağın en hassas noktası laikliktir.

*Dinin yerine milliyet ikame edilemez.

*Devlet-millet kaynaşmasının istenen mânâda gerçekleşitiğini söylemek zordur.

*İhtilâller demokratik hukuk devletini yaraladı.

*1000 yıllık tarihini 70 yıla indiren bir millet tarihte yoktur.

*Cumhuriyet öz mirasını reddetti.

*Yetmiş yıl öncesinin metodları bugün geçerli değildir.

*Devletin temsil ettiği düşünce toplumun değer yargılarına ters düşüyor.

*Cumhuriyet gerçek sahiplerine, yani halka iade edilmelidir.

*Cumhuriet yapılanırken Millî Mücadele unutuldu.

*Laiklik, dine karşı olmanın esas formülüdür.

*Acımasız dayatmalarla devlet kan kaybetti.

*Türkiye Cumhuriyetinin temelleri mâzi düşmanlığı üzerine kuruldu.

*İlkeler adına cumhuriyet tahrip edildi.

*Osmanlı parlamenter düzeninin hâlâ gerisindeyiz.

*Cumhuriyetle birlikte oluşan tabuları yıkmalıyız.

*Cumhuriyetin içi demokrasi ile doldurulmalı.

*Yetmiş yılın muhasebesi mutlaka yapılmalıdır.

*Birinci Meclis kapatıldı; devlet-millet kaynaşması bitti.

*Devlet jakoben tavırlarını terk etmeli.

Bir kısmını aktardığımız bu ‘röportaj başlık’ları bugünkü tartışmaları da özetlemiyor mu? Devlet-millet kaynaşmasının temin edilememesinin ülkemize; ‘ekonomik kriz’lerden daha fazla zarar verdiğini ne zaman kabul edeceğiz? Hiç değilse “100. yıl”da bu tartışmaları geride bırakabilecek miyiz?

30.10.2009

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Demokratikleşmeye ve “açılım”a komplo…


A+ | A-

Cumhuriyetin 86. yılı kutlamalarına “irtica ile mücâdele eylem plânı” belgesi tartışmaları damgasını vurdu.

Aslında “belge” tartışması, Cumhuriyetin demokrasi zâfiyetinin açık alâmeti. Hâlen yargıda olan “belge”nin “ıslak imzalı” ya da “uydurma” olduğu hararetli iddiaları, 86 yıl sonra Cumhuriyetin hâlâ demokratikleşemediğinin açık belgesi.

Demokrasiye komplo olduğu açık olan “belge”nin bir yığın istifhamlar taşıyan haliyle tam da “açılım”ın “dönüşler”in askıya alınmasıyla resmen ertelendiğinin Başbakan’ın ağzından açıklandığı günde “isimsiz ve imzasız” bir “ihbar mektubu”yla dört buçuk ay sonra yeniden piyasaya sürülmesi, diğer yönüyle de “açılıma komplo” olarak karşımıza çıkmakta.

Ve âlây-ı vâlâ ile ve “bedeli ne olursa olsun” iddialarıyla ortaya atılan “millî birlik projesi”nin “fiyasko”yla sonuçlanacağı sinyalleri vermesi, milletin nazarında kaçırılmakta.

Kritik süreçte ilginç bir zamanlama ile yeniden alevlendirilen “belge tartışmaları”, doğrusu “demokratikleşme”ye bir tuzak olarak tezâhür etmekte. Dahası, Başbakan’ın ifâdesiyle “güven bunalımı”yla askıya alınan “açılım”ın üstüne kurumlar arası güven bunalımını eklemekte…

DEMOKRASİ, DARBE SUİKASTLARIYLA MUALLEL…

Siyasî ve fikrî muhaliflerini ezen, itiraz edenleri İstiklâl Mahkemeleri’yle sorgusuz sualsiz sürgüne gönderen, cezâlandıran, asan demokrasiden ve dinden tecrid “tek parti” jakoben uygulamaları bir yana…

Çok partili siyasî hayatta demokrasiye kurulan komplolar; başarılı- başarısız darbeler, demokrasi inkıtaları da bir yana. 27 Mayıs kanlı darbesinden 12 Mart muhtırasına, 12 Eylül ihtilâlinden 28 Şubat “postmodern darbesi”ne, demokrasiyi katleden suikastlar da bir yana…

Hâlâ, darbelerin kalıntıları Anayasada, yasalarda, yasaklarla hükümferma. 12 Eylül’ün darbeleri ve darbecileri koruyan ve kollayan, sorgusuz-sualsiz YAŞ kararlarını yargı dışı bıraktıran, din eğitiminin dahi “ilke ve inkılâplara göre yapılması”nı hükmeden antidemokratik hükümler hükümferma.

Hâlâ, 28 Şubat “irtica ile mücadele” sürecinden kalma, Kur’ân kurslarındaki “yaş yasağı”ndan kanunsuz keyfî yasadışı başörtüsü yasağına kadar bir yığın yasak yürürlükte.

Hâlâ, tumturaklı cümlelerle Anayasanın dibâcesinden metnine kadar, “ilke ve inkılâpların korunması ve kollanması” duruyor.

Hâlâ, okul kitaplarında “ruhu öldüren ideoloji”yi tâlim eden eğitim sistemi tedâvülde. Son dönemde ortaöğretim müfredatında Kemalizm yüzde 40 arttırılmış.

Hâlâ, bütün erkek memur ve müstahdemlerin şapka giymeleri, tekke ve zâviyelerin kapatılması ve “bey, paşa, efendi” gibi lâkapları yasaklayan “devrim kanunları”, “darbe anayasası”nda yer alıyor.

Hâlâ, millet irâdesinin temsilcisi Meclis’i kapatan, meşrû hükûmetleri deviren, devleti işgal ve ilga eden darbecilerin “her türlü karar ve tasarruflarından dolayı haklarında cezaî, malî veya hukukî sorumluluk iddiası ileri sürülemeyeceği ve haklarından herhangi bir yargı merciine başvurulmayacağı” hükmü duruyor.

Ve hâlâ millete ve demokrasiye karşı bir “psikolojik harekât”la demokrasiye komplo kuran “ıslak” ya da “kuru” imzalı “belgeler” elden ele dolaşıyor…

“DEMOKRATİKLEŞME”Yİ SABOTE SENARYOSU…

Neticede ne olursa olsun bu karmaşa, 86 yıllık Cumhuriyetin demokratikleşmeme illetiyle muallel olduğunu ele veriyor. Demokrasi ârızaları, hastalıkları buradan türüyor.

Türkiye’nin bütün bu tartışmaları aşarak, öncelikle demokrasi açığını kapatması gerekiyor. Yalnız mevcut siyasî iktidarı devirmeyi tasarlayan “belge”yi ya da “cunta”yı yargılamakla kalınmamalı. Bütün cunta ayıplarından kurtulmalı. Bir “belge”ye odaklanmanın ötesinde, başarılmış-“başarılamamış” bütün darbe denemeleri, demokrasiyi tahrip plânları hesâba çekilmeli.

Türkiye, öncelikle “darbe Anayasası”ndan kurtulmalı; demokratik sivil bir anayasaya sahip olmalı. Bu çerçevede müzâkere sürecinde AB’ye taahhüd edilen siyaseti demokratikleştirip vesâyetten kurtaracak siyasî partiler ve seçim kanununu âcilen çıkarmalı. Yargı reformunu yapmalı. Hukukun üstünlüğünü, inanç ve ifâde hürriyeti sağlanmalı…

Meclis’in ve demokratik mekânizmanın dışında, askerin “koruma ve kollama görevi”nde kullanılan “TSK İçhizmet Kanunu 35. maddesi” gibi istismar edilen ucûbeleri ayıklamalı.

Demokrasiyi yıkma teşebbüslerinin yanı sıra, özellikle dayatılmış, yüzbinlerce insana işkence etmiş, hapse atmış, mağdur etmiş, “irtica ile mücadele konsepti”yle fişlemiş bütün darbeler ve darbeciler yargılanmalı.

“Belge”ye karşı demokrasi mücadelesi samîmiyeti bunu gerektiriyor…

Aksi halde salt “belge” atışmalarıyla”demokratik açılım” başarılamaz. Dahası, bu tartışmalar, “demokratikleşme”yi sabotede istimal edilir. Gündem karartılarak, yine “demokratikleşmeyi” öteleyen tehlikeli, vâhim ve sinsî bir senaryonun malzemesi olarak kullanılır. Bir süre sonra da gündemin hayhuyunda unutulur…

30.10.2009

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Islak imzalı “vahim” belge


A+ | A-

‘İrtİca ile Mücadele Eylem Planı’nın orijinalinin Ergenekon soruşturmasını yürüten savcılara ulaşması ve Adlî Tıp’ın raporuyla belgenin altındaki imzanın Genelkurmay Harekât Başkanlığı, Bilgi Destek Dairesi, 3. Bilgi Destek Şube Müdürü Deniz Kurmay kıdemli Albay Dursun Çiçek’e ait olduğunun doğrulandığı haberleri Türkiye’nin gündemini belirlemeye devam ediyor.

Albay Çiçek’in “ıslak imzası”nı taşıyan orijinal belgenin eki olarak savcılara gönderilen ihbar mektubundaki iddiaların gazetelerde yayınlanmasından sonra ortaya çıkan manzara “demokrasi ile yönetilen bir ülke”ye yakışmıyor. Bunun yanına bir de ihbar mektubunda gönderildiği söylenen Eylül 2007 tarihli “Bilgi Destek Plânı” gibi metinlerdeki iddiaları da koyarsak bu vahamet durumu iyice perçinleştiriyor.

“Vahim belge” meselesini özetlemek gerekirse… 12 Haziran 2009 tarihinde belgenin yayınlanmasının ardından Genelkurmay Başkanlığından yapılan açıklamada “kanaat” belirtilmesi, net bir ifade de bulunmaması üzerine yapılan yorumlarından ardından Genelkurmay bu açıklamanın üzerinden birkaç saat geçtikten sonra tekrar bir açıklama yapıp “belgenin gerçek olduğu ispatlanırsa, sorumlusunu veya sorumlularını bünyesinde barındırmama” taahhüdünde bulunmuştu. Genelkurmay Başkanı Başbuğ’un tartışmaların devam ettiği günlerde yaptığı basın bilgilendirme toplantısında Genelkurmay Askerî Başsavcılığının “takipsizlik” kararına dikkat çekerek belgeden “kâğıt parçası” diye bahsetmesi, belgenin gerçek çıkması halinde de “gereken”in yapılacağını açıklaması hâlâ hafızalarda. Sonrasında 30 Haziran günü Albay Dursun Çiçek soruşturma kapsamında sivil mahkemece tutuklanmış, ancak 19 saat sonra serbest bırakılmıştı.

Ancak 16 Ekim’de Ergenekon savcılarına ulaşan bir belge yeniden “plânın” gündeme gelmesine neden oldu. Belgenin Adlî Tıp’a gönderilerek orijinal olduğunun 22 Ekim’de bu kurum tarafından doğrulandığı söylendi. İhbar mektubunu gönderen şahıs, kendisini kuşaklar boyu TSK’ya hizmet eden bir aileye mensup bir kişi olarak tanıtırken, “çağırırsanız tanık olurum” dedikten sonra belgenin gazetelerde yayınlanmasının ardından Genelkurmay Karargâhı’nda yaşananları ve ordu içindeki cuntacı yapılanmayı anlattığı gazetelerde yer aldı. Aynı kişi, karargâhta yaşanan karışıklığın ardından “erken davranarak sözkonusu evrakının aslını gizlice dosyadan aldığını ve plânın basında yer almasından sonra belgenin hazırlanmasında kullanılan bütün bilgisayarların geri getirilmeyecek şekilde 35’er kez silindiğini, hukukî açıdan sıkıntıya yol açacak 40 torba evrakın da kâğıt imha makineleri ile kırpılarak delillerin yok edildiğini” söylediği bildirildi.

* * *

Bu arada, ihbar mektubu İstanbul’da bulunan sivil yargıya gitti. Genelkurmay Askerî Savcılığı belgeyi istedi. Islak imzalı belgenin Ankara’ya gönderildiği de, belgenin aslı yerine gerçek olduğunu gösteren Adlî Tıp raporunun gönderildiği de söyleniyor. Ama bu konuda da tam bir netlik yok.

Önümüzdeki günlerin tartışma konusu “yargıdaki iki başlılık” olacağı görülüyor. Şimdiden yargılamanın nerede yapılacağı konusu hukukçular ikiye bölünmüş durumda. Bu dâvânın sivil mi, askerî yargıda mı görüleceği konusunda çeşitli görüşler var. Ağırlıklı görüş, soruşturmanın sivil yargının işi olduğu yönünde. Ancak CMK’nın 250. Maddesinde yaz aylarında yapılan değişikliğin anayasaya aykırı olduğunu söyleyenler de var.

Yani, iş dönüp dolaşıyor yine 1982 ihtilâl anayasasında düğümleniyor.

* * *

Öyle görülüyor ki, bu belge ne bir “kâğıt parçası,” ne yabana atılacak iddiaların olduğu bir belge. Vahim ifadeler, iddialar var. Demokrasiye darbe vuracak plânlar var. Bu yüzden de belgeye tam bir “demokrasiye müdahale plânı” denilebilir. Bu aşamada birilerinin yaptığı gibi belgeyi kimin sızdırdığından, beş ay beklettikten sonra savcılara ulaştırmasını tartışmaktan öte içeriğinin dikkate alınması gerekir. Özellikle de halkın oyuyla seçilip siyaset yapanların…

Belgenin gerçek olduğunun açıklamasından sonra birçok yazar, bilim adamı, siyasetçi, belgeyi hazırlayanların ve hazırlatanların istifa etmesi gerektiğini söylüyor. Peki, sadece istifa etmekle mesele kapanır mı? Çünkü bu belge 2009 Türkiye’sine, demokrasiye yakışmıyor. Demokrasiye yakışmayan bu ifadeleri kaleme alanların da bu belgeyi “hazırla” emrini verenler de varsa hesabını yargıya vermeleri gerekir. Başbuğ’dan kamuoyuna söz verdiği gibi gereğini yapması da beklenir.

Türkiye’nin hâlâ darbeleri, cuntaları, darbe plânlarını konuşması büyük bir ayıptır. Bu ayıptan kurtulmak için de herkes görevini yapmalı. Demokrasinin gereği olan “milletin seçtiğini yine millet indirmeli” prensibini artık herkes benimsemeli. Ümit ederiz ki, bu gelişmelerin sonucu demokrasinin olgunlaşması açısından önemli neticeler verir. Olay bir şekilde kapatılmaz.

30.10.2009

E-Posta: [email protected]



H. İbrahim CAN

13 milyar yaşındaki yıldızın düşündürdükleri!


A+ | A-

Eski Amerikan başkanlarından birisinin toplantı odasının tam ortasındaki masada cam fanus içinde bir ay taşı bulundurduğu söylenir. Toplantılar hararetlenip küçücük meseleler içinden çıkılmaz hale getirildiğinde, ‘Durun beyler’ dermiş başkan, ‘şu gördüğünüz ay taşı milyonlarca yıldır yaşıyor. Kâinatı bu büyüklüğü ve uzun ömrü karşısında şu küçücük meselede bu kadar şiddetli ihtilâfa düşmenizin bir anlamı var mı?’

NASA’nın 13 milyar yıl önce patlayan en uzak yıldızı keşfettiğini okuyunca bu anekdot aklıma geldi. Kâinatın yaratılmasından hemen sonraki bir tarihe denk geldiğini sanıyor bilim adamları. İnsanlığın yaratılmasından ise çok önce. Öbür yandan dün akşam kâinatın yapısı ve sistemine dair bir programda bilim adamlarının fizik kurallarına göre kâinatın çoktan çökmesi gerektiğini hesapladıklarını, çökmemesini engelleyen bir güç olduğu için bunun olmadığını anlatan bir program izledim. Dilleri bir türlü bu gücün kâinatın Yaratıcısı Rabbimizin gücü olduğunu söylemeye varmadı.

Bazen günlük olaylara o kadar dalıyoruz ki, etrafımızdaki muhteşem kâinat aynasına yansıyan Esma-i İlâhî’yi göremiyoruz ya da ünsiyet perdesi gözlerimizi kapatıyor, bakıyor, ama görmüyoruz. Bu muhteşem kâinat karşısında bir nokta bile olmayan insanın kendisine Yaratıcısının verdiği makam ile âlemin en önemli varlığına dönüşmesi bile bizi heyecanlandırmaz olabiliyor. İşte o zaman yolda yürürken bir tanıdığın selâm vermemesi, birisinin sözündeki ima, işe geç kalma, bir sınavı geçememe, istediğin bir şeyi alamama kocaman meselelere dönüşüyor. Bütün kâinatı çökmekten alıkoyan muhteşem kudretin bizim bütün hayatımızı bir anda bitirebileceği ya da güzelleştirebileceğini fark edemez oluyoruz.

İnsanın bu özelliği yüzündendir ki Rabbimiz Kur’ân’da sürekli olarak bizi uyarıyor, ‘bakın, görün, düşünün, tefekkür edin’ diye emrediyor. Yani etrafınızdaki aynalara yansıyanların, geliş amacınızın ve asıl hayata hazırlık görevinin ‘farkında’ olarak yaşayın deniliyor.

Bu ‘farkındalık’ aslında bütün sırların anahtarı. Farkında olanlar, etrafında olup bitenlerin gerçek anlamını kavrayabilenler, Cenâb-ı Hakk’ın onlarda aslında ne istediğini anlayıp ona göre yaşayanlardan olabilmek ne güzel! Rabbimiz onlardan eylesin.

Bir de tabiî etraftaki bu ihtişama, san'ata bilim gözüyle bakıp da iman nurundan mahrum oldukları için ardındaki hikmetleri göremeyenler var. Bunun tek sebebi iman nuruyla bakmamaları ya da akıllarının gözlerine indirgenmesi.

Nobel adayı fiziksi William D. Phillips; ‘"Tabiata belli bir perspektiften bakıyorum. İçinde hemen hemen bütün fiziksel fenomenlerin basit birkaç matematiksel denklemle anlaşılabileceği düzenli, güzel bir kâinat görüyorum. Azıcık farklı inşa edilmiş olması halinde, bırakın insanlar ve bakterileri, yıldızlar ve gezegenlerin bile var olamayacağı bir kâinat görüyorum. Ve kâinatın farklı olmaması için iyi bir bilimsel neden göremiyorum. Bir çok iyi bilim adamı bu gözlemlerden kâinatı böylesine güzel, basit ve hayat sağlayıcı özelliklerle yaratmayı seçmiş maksadını bilen bir Tanrı bulunduğu sonucuna varıyor”.

Rabbimiz bizi dünyanın küçücük ve asıl maksat karşısında önemsiz kalan işlerine dalıp, etrafımızdaki Kitab-ı Kâinatı okuyamayan ümmîler olmaktan korusun ve ‘farkında’ olarak yaşayanlardan eylesin.

30.10.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

TSK ve imaj


A+ | A-

22 Temmuz seçiminin sonuçlarını değerlendirmek üzere, dönemin Genelkurmay Başkanı Org. Büyükanıt’ın talimatıyla, 2. Başkan Org. Saygun’un nezaretinde Kurmay Başkanı Korg. Nusret Taşdeler’e bağlı bir ekip tarafından hazırlandığı belirtilen Eylül-2007 tarihli Bilgi Destek Notu da gündemde.

Rapordaki tesbitler içinde en çok dikkat çekenlerden biri, “TSK’yı destekleyebilecek kesimlerin son derece azaldığı” yönündeki ifadelerde.

Ve devamında, basın, iş dünyası, ticaret odaları, sendikalar, üniversite camiasının bir kısmı için “TSK’nın karşısında” hükmünün verilmekte.

Yine aynı bağlamda, TSK’nın işbirliği yapabileceği kurum ve kuruluşların azaldığı ifade edilirken, benzer bir değerlendirmeye yer veriliyor:

“Basın, iş dünyası, sendikalar, üniversitelerin bir kısmı, sivil toplum kuruluşları, hattâ kamuoyunun bir kısmı artık TSK’nın yanında değildir.”

Aslında bu tesbit, Genelkurmay açısından yeni değil. 28 Şubat brifinglerinde dahi, cumhurbaşkanından başlayarak neredeyse bütün devlet kurumları ve kamuoyunda ağırlığı olan kesimler, “irtica” meselesinde “TSK adına” ortaya konulan “duyarlılığı” paylaşmamakla suçlanmıştı.

28 Şubat tahribatının çok daha ileri boyutlara ulaşmasına hayli önemli katkılarda bulunan Org. Kıvrıkoğlu da, “masanın dört ayağı” örneğini verip, Genelkurmay’ı ayaklardan biri olarak nitelerken, “Tek ayaklı masa olmaz” demiş; dolayısıyla diğer ayaklar olarak gördüğü kurum ve kesimlere “Bizi yalnız bırakmayın” mesajı göndermişti.

TSK komutasındaki “yalnızlaşma” duygusunun, demokraside kat edilen mesafe ve derinleşme ile paralel bir seyir izlemesi, önemle üzerinde durulması gereken bir paradoks oluşturuyor.

Çünkü bir taraftan Genelkurmay her vesileyle “bağrından çıktığı ve her kesimini temsil ettiği milletin ‘öz’ü olduğu”nu tekrarlıyor, ama diğer taraftan böyle bir yalnızlık duygusuna kapılıyor.

O zaman, ya son Bilgi Destek Notunda tek tek sayılan kesimleri de içine alan toplumda ve kamuoyunda bir “problem” var, ya da “TSK adına” ortaya konulduğu ifade edilen “duyarlılıklar”da.

Halkı “cahil çoğunluk” diye aşağılayan kafa yapısı açısından bu ikilemin izahı son derece basit:

Türkiye’nin asıl sorunu halk, seçmen!

Bu kafaya kalsa, demokrasi bu ülke için lüks.

Elinden gelse, 1923-50 arasında ve ihtilâl dönemlerinde yaptığı gibi, bu cahil halkı hep demir yumrukla yönetecek, bu “sürü”yü sopayla güdecek. Ama bu çağda, ülkenin ve dünyanın geldiği bu noktada böyle birşey mümkün değil.

O kafanın sıkıntısı da buradan kaynaklanıyor.

Çünkü demokrasilerin evrensel kuralı şu:

Son sözü halk söyler, millet ne derse o olur.

Böyle olunca, devlet ve kurumları başta olmak üzere herkes, halkın iradesine göre kendisini şekillendirmek ve tanzim etmek mecburiyetinde.

Bu, TSK adına sergilenen duyarlılıklar için de geçerli. Eğer bunlar milletin genel kanaat ve temayülleriyle örtüşüyorsa mesele yok. Ama aksi durumda sıkıntı var demektir. Ki, bahsimizde bu sıkıntı olanca derinliğiyle önümüzde duruyor.

Bu durumda yapılması gereken, o duyarlılıkları gözden geçirip, milletle uyumlu hale getirmek.

Bunun için, adı geçen bilgi notunda ifade edildiği gibi, “imaj düzeltme” amaçlı palyatif girişimler çözüm noktasında yeterli olmaz. Bu meyanda, meselâ bir taraftan TSK’nın dine karşı olmadığını işlerken, diğer taraftan “türban” yasakçılığındaki ısrarı sürdürmek de inandırıcı olmaz.

“Başörtüsü başka, türban başka” gibi, artık iyice bayatlamış mâlûm teviller de sonuç vermez.

Keza, tarifi yapılıp sınırları çizilmemiş irtica ithamlarının ve bu dayalı haksız uygulamaların devamı da “yalnızlaşma” olgusunu derinleştirir.

Cunta iddiaları, siyasete müdahale hevesleri, toplum mühendisliği projeleri, psikolojik savaş operasyonları, “terörle mücadele” görüntüsü altındaki “başka işler” de, olayın diğer boyutları...

Yani, imaj düzeltmek için yapılacak çok iş var.

30.10.2009

E-Posta: [email protected]



Şükrü BULUT

Talim ve Terbiyecilere birkaç söz


A+ | A-

Aşağıdaki yazıyı yazmaya bizi mecbur eden fevkalâde önemli hadiselerin çeşitliliğini ve mahiyetlerini yine talim ve terbiye ile ilgilenenlerimiz daha iyi bilirler.

Avrupa’da; ahlâkı ve ahlâkın dayandığı direkleri yıkmak için yapılan mücadelenin tarihçesini bilmeden elbette ki talim terbiyeye intisap olunmaz. Zira bizimle materyalist Avrupa arasındaki iki asrı aşkın “değerler savaşını” duymayanımız veya bilmeyenimiz yoktur. Hakikî Avrupalıların kabullenemedikleri ve mütemadiyen ülkenin dört bir yanında boğuştukları “saldırgan dinsizliğin” bizde de kabul görmeyeceği bir vakıa.

Ama bazen bu “dinsizlik ve ahlâksızlık” cereyanı, “masum Avrupa” keyfiyetine bürünerek ülkemize nüfûz ediyor ve münafıkâne bir şekilde dehşetli fikrî, ahlâkî ve siyasî tahribatlara sebep oluyor. Mücerret görünen şu cümlelerin, ellerimizde müşahhas binlerce örneğinin bulunduğunu sizler de biliyorsunuz. Şayet birileri Avrupalı olarak veya Avrupa adına “millî ve tarihî değerlerimize” zıt bir şekilde icraatta bulunuyor ve buna da “Avrupa veya AB kriterleri” diyorsa, biliniz ki onlar yalnızca cehaletimizden istifade ediyorlar. Bizim; Avrupa'nın üzerinde mutabakata varmış olduğu genel çerçeveyi bilmediğimizi, Avrupa'daki uygulamalardan haberdar olmadığımızı ve buradaki mahkemelerin bu hususta verdikleri kararları duymadığımızı bildiklerinden, kaşla göz arasında bizi kandırmaya çalışıyorlar.

Otuz seneye yakındır içinde bulunduğumuz Avrupa eğitiminin çerçeve prensipleri vardır. Avrupa içinde farklı “millî çizgilerin” bulunduğunu; İtalya, Portekiz, İspanya ve diğer ülkelerin eğitim müfredat ve tatbikat detaylarını inceleyenler, AB'nin; tarihî, coğrafî, millî ve dinî farkların ortadan kaldırılması mânâsına gelmediğini göreceklerdir.

Bin seneden beri âlem-i İslâmın bayraktarlığını yapan Türkiye'den, dinî, millî ve fıtrî değerlerini AB uğruna veya Kopenhaag kriterleri adına terk etmesini hiç kimse isteyemez ve bekleyemez. AB'nin tarihçesini, hedeflerini ve genel çerçevesini bilenler; burada din, kültür, dil, ırk, hayat tarzı, kıyafet, zevk, coğrafya ve sınıf meselelerinin söz konusu olmayacağını da bilmelidirler. Buna rağmen dinî ve ahlâkî değerlerimize gelecek itirazlara, cehaletimizin veya komplekslerimizin sebep olduğunu ayrıca belirtmeliyiz. Avrupalıların dinsiz kısmından veya onlarla işbirliği içindeki bizdeki sefih ve münafıklardan bazılarının AB'yi sefahethane veya her türlü gayri ahlâkî fiilin mübah olduğu bir coğrafya olarak propagandaları karşısında; talim ve terbiyecilerimiz ilim, marifet, ahlâk ve insaniyet adına buna karşı durmazlarsa; Avrupa'nın meşhur dinsiz ve sefih cereyanı talim ve terbiyecilerimizin en küçük hücrelerine de nüfûz edip, yavrularımızı zehirleyerek öldürecektir.

Avrupa'daki Müslümanların buradaki hayatları, mücadeleleri ve yaşayışları mevzumuza azıcık da olsa müşahhas örnekler sunabilir. Meselâ, ortaokullara müfredat gereği konan, insanî ahlâkın boyutlarını aşan cinsellik derslerini, birçok Müslüman ve Hıristiyan aileler çocuklarını göndermeyerek protesto ediyorlar. Varsın din ve ahlâk karşıtı olanlar söylenip dursunlar. Avrupa hukuku ve mahkemeleri hem bu derslerde, hem de spor, yüzme ve din yerine “din karşıtı felsefenin ders verildiği” branşlarda ailenin yanında yer aldılar ve alıyorlar. Yetkililerin söz konusu dersleri; ahlâksızlık ve dinsizlik boyutundan ilim ve hikmet boyutuna yükseltmeleri için mücadele veriyorlar.

Avrupa'daki aileler fen ve biyoloji altında da olsa, kız erkek karışık ortamlarda yapılan dersleri boykot ederken, Müslüman Türkiye'nin Millî Eğitiminin bu uygulamayı “talim ve terbiye” boyutlarına çocuklarımıza servis etmekte olduğunu, maalesef hüzünle takip ediyoruz. AB normları, çocuklarımızı yakın geçmişin diktatörlük, cehalet ve kısır döngüsünden kurtarmaya bir fırsat iken; birilerinin cehalet, korkaklık ve komplekslerinden istifade ile Kopenhag kriterlerini dinsizlik ve sefahetlerine alet etmeleri, eğitimimizin yüzünü kızartacak bir hadise olsa gerek…

Her milletin Talim ve Terbiye Kurulu, o milletin millî, dinî, fıtrî, coğrafî ve tarihî karakterlerini nazarda tutarak müfredatları hazırlar. Ders kitaplarının muhtevalarını tetkik ederek karar verir. Marifetin tarih boyunca millî imbiklerden geçerek halkların kâselerine dolduğunu dünyaca yaşıyoruz. Milletlerin dinlerini, dillerini, coğrafya ve tarihlerini “birlemek” imkânı olmadığına göre, Talim Terbiyemizin dört elle bin senelik değerlerimize sarılması gerekir. Bulunduğumuz “kültür coğrafyasını” hesaba katarak, doğu ile batı arasında “insanî köprüler” kurarak, en büyük insâniyet olan İslâmiyetin sınırlarına riayet ederek çocuklarımıza programlar hazırlanması lâzım. Bu arada sefaheti, dinsizliği ve ahlâksızlığı isteyenler de çıkacaktır. AB hürriyetleri, onların hürriyetlerine, yani sefahet ve dinsizlikteki serbestiyetlerine karışmamamızı istiyor. Biz de zaten onlara ses çıkarmıyoruz. Ta ki hürriyetlerimizin sınırlarına tecavüz etmesinler.

Bu haliyle Talim ve Terbiyecilerimizin halkımızdan geniş tepki ve büyük tenkitler alacakları kanaatindeyiz. Dindar birkaç bürokrat “çıngar kopmasın” diye ses çıkarmazken, din karşıtı ve ahlâkî değerlere duyarsız Millî Eğitim bürokratları, millete rağmen iş kotarmakta gayet azimli görülüyorlar. Bizden hatırlatması… Henüz 11-12 yaşındaki kız ve erkek çocuklarına karışık bir şekilde cinsellik dersi verilmesi, fen dersi adı altında çocukların karakterlerininin erkence tahribi Talim Terbiye'nin de problemi olmalı değil mi?

30.10.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.