15 Mart 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Hasan GÜNEŞ

Hayata minyatür bakmak


A+ | A-

Hayata ve hakikate perspektif mi bakarsınız, yoksa minyatür mü? Çoğunlukla, daha geniş bir perspektiften ve daha geniş bir açıdan bakmak istediğimizi söyleriz. Ancak cevap o kadar kolay olmamalı!

Çünkü bakış ve bakış açısı çok önemli! Mesnevî-i Nuriye’de dikkat çekici bir ifade vardır: “Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört kelime ile dört kelâm öğrendim…” Bu kelimelerden birisi “nazar” yani bakış ya da bakış açısıdır. Konu, diğer kelâm ve kelimelerle birlikte aynı bahiste detaylı olarak anlatılıyor. Bizim konumuz biraz farklı olmakla birlikte nazar ve bakışın ne kadar önemli olduğunu buradan anlamak mümkün.

Aslında minyatür, her ne kadar küçük, minyon mânâsında kullanılsa da tamamıyla doğru değildir. Kelimenin kökeni, nakış veya dikkat çekici kırmızı boya mânâlarına kadar uzanıyor. Son cümleden de anlaşılacağı gibi, minyatür derken resim san’atından bahsediyoruz.

Minyatür, Batıdan, Latinceden gelen bir kelime, bizde nakış ve tasvir denilmiş. Minyatür san’atçısına da nakkaş ya da musavvir deniliyor. Minyatür san’atı her ne kadar modern san’atın karşısında gerilese de, bir zamanlar hem Doğuda hem de Batıda çok yaygın idi. Özellikle kitaplardaki resimli anlatımlarda ve kitap kenarlarının süslemesinde çok kullanılan bir san’at idi. Kökeni de ta Orta Asya ve Çin’e kadar ve milattan önceki dönemlere kadar gidiyor.

Minyatür san’atını diğer perspektif resimden ayıran en önemli husus, resimlenen cisim ve objenin büyüklüğünün, uzaklığa göre değişmemesidir. Modern resimde malûm, uzaktaki bir insan ya da ağaç yakındakine göre daha küçük ifade edilir. Minyatür resimlerde ise, nakkaş uzaktaki insan ile yakındakini aynı büyüklükte çizer. Onun uzakta olması önemsiz olduğunu göstermez. Onu da en ince detayına kadar resmeder.

Perspektifte ressam, büyük göstermek istediği objenin yanına gelir, oradan bakar ve baktırır. İstediğini büyük, istediğini küçük gösterir. Şâir misali mübalâğa san’atıyla istediğini göğe çıkarır, istediğini yere indirir.

İnsan gözü ve ışığın yayılması perspektif resim anlayışına göre çalışır. Etrafımıza bakarken uzaktaki cisimleri uzaklığına göre küçük görürüz. Gözün Sâni-i Basîri olan Cenâb-ı Hak görüntüler dünyasını böyle yaratmış. Şüphesiz koca dağları minicik canlı bir kamera olan göze sığdırmak için en ideal çözüm bu! Ancak koca dağların da göz kadar küçük olduğunu düşünmemek gerekiyor. Gözün bakış tarzını, kalbin ve aklın bakış tarzına uygulamamak gerekiyor. Tabiî bu o kadar kolay değil! Çünkü ilim dünyası bile binlerce sene güneşin, yerküreden daha küçük olduğunu ve yerkürenin merkezde olduğunu düşünmüştür.

Minyatür san’atı ve ondaki objelerin büyüklükleri bize garip gelse de, bu aslında eğitim ve yetişme tarzımızdan ve bakış açımızdan kaynaklanıyor. Meselâ resim yapmaya yeni başlayan bir çocuğa uzaktaki insanların neden küçük çizildiğini anlatmakta zorlanırsınız. Çünkü o sâfi kalbiyle bakar; ona göre, uzakta da olsa yakında da olsa hakikat aynıdır. Ama yıllar geçtikçe, topluma uyum sağladıkça “Gözden ırak olanın gönülden de ırak olduğunu” kabullenmeye ve ırak etmeye başlar. Uzaktaki hakikatleri küçük ve soluk, yakındakileri de büyük ve parlak görmeye başlar.

Hemen yakınındaki bir kardeşinin yaptığı küçücük bir hatayı dağ gibi iyiliklerinden ve vasıflarından büyük görür. Uhuvvet Risâlesinde ifade edildiği gibi, âdi taşlar hükmündeki hata ve kusurları, Kâbe ve Uhud Dağı hükmündeki vasıflardan ve ortak noktalardan büyük görür. Kendisine zararı dokunmadığını düşündüğü uzaktaki bazılarının cinayetlerini ise perspektif resmin bir köşesinde küçücük görür, önemsemez. Halbuki hayata minyatür bakabilsek uzakta da olsa, yakında da olsa; bizim zararımız ya da faydamız ne olursa olsun; gerçek büyüklüğü ile resimlense hayata bakış açımız ve hayatın rengi daha farklı olurdu.

Evet, insanların ekseriyetinin hakikatı kavrayamamalarının ve aldanmalarının en önemli sebeplerinden birisi de bu bakış tarzıdır. Nitekim Sözler’de, ehl-i dalâlete ve şeytana denilir: “Pek uzaktan baktırmakla aldatıyorsun. Yıldızı, yıldız böceği gibi küçük gösteriyorsun.” Evet, onlar gerçeği küçültemezler sadece insanları ondan uzaklaştırarak küçük gösterirler.

Mesafe nasıl yanıltıyorsa, zaman da aynı şekilde insanı yanıltan en önemli faktörlerden ve insanın en önemli zaaflarından birisidir. Kısa vadedeki küçük bir menfaati ve lezzeti, ilerdeki dağlar büyüklüğündeki mükâfata ve cezaya tercih eder. Fakat zaman çabuk geçer! İnsan ne kadar uzaktan bakarsa baksın, hatta deve kuşu gibi kafasını kuma bile gömse; hakikat değişmez. Ölüm var, kabir var, âhiret var! İnsanların ekseriyeti bu bakış tarzıyladır ki, ahireti kaybettiği gibi dünyayı da kazanamaz.

Yine insan kâinatın medar-ı iftiharı ve şu âlemin yaratılış sebebi olan Peygamberimize (asm) bin dört yüz sene uzaktan, akıl ve kalb gözündeki binbir zafiyetle bakar, kavrayamaz. Hâlbuki, kıyamete kadar devam edecek o inkilab-ı azimi, büyük değişim ve dönüşümü görmek ve idrak edebilmek için ayağına gitmek ve içinde bulunduğu şartlarla müşahade etmek gerekiyor. Onun için Bediüzzaman Hazretleri hakikatı arayana, “Gel seninle, Ceziretü’l-Arab’a, Asr-ı Saadete gidelim” der, hakikatı yakından bütün gerçekliğiyle ve azametiyle gösterir.

İslâmî hakikatlara Batının ben-merkezli felsefesiyle bakmak hep yanıltıcı olmuştur. Onlar coğrafyada bile Ortadoğu ve Uzakdoğu gibi tabirlerle kendilerini merkeze alıp dünyayı öyle tarif etmişlerdir. Medeniyetteki tarifleri de aynı şekilde ben-merkezlidir, perspektif bile değildir, derinlikten uzak tek gözlüdür.

Belki de, hayatı ve hakikatı bütünüyle; yakın-uzak; bugün-yarın demeden, olduğu gibi resimlemek ve idrak etmek, bizi diğer canlılardan ayıran en önemli özelliktir.


"HABERDE DOĞRULUK, YORUMDA İSABET"
www.sentezhaber.com

15.03.2010

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Geçim endişesi korkutmasın


A+ | A-

Tamâ denen, “mâişet/geçim” endişesi, kaygısı, fenâ halde işletilmektedir. Bâzı insanlar; rızıklarının kaynağını patronları, âmirleri, iş yerleri sanıyor. Onlara ters düşmemek, işlerini, kârlarını kaçırmamak için asıl görevleri olan “emr-i bi’l-mâ’rûf ve nehy-i a’nil-münker”den (iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak) vazgeçerler. İnsan hak ve hürriyetlerine sahip çıkmaz; üstlerinden, amirlerinden korkar, çekinirler. Meselâ, tamâ damarı ağır basan bir gazeteci, doğruyu yazmaz; patronunun veya para kaynaklarının başında bulunan yetkililerden çekinir; onların arzularına göre yazı döktürür. Tamâ gösteren öğretmen, vaiz; resmi söylemlerin zebunudur; tüccarimân, Kur’ân hizmetlerini desteklemez; başka mercilere yaranmak için çalışır, vs. Oysa, bu tevekkülsüzlüğümüz, semâvî musîbetleri de çekiyor:

İşte, ihtikâr (fazla kâr elde etmek için stokçuluk yapmak) neticesinde, hayat ve yaşamak hissi, din hissine galebe çalıp, insanların çoğu midesini, maîşetini/geçimini dâima düşünüyor. Hattâ ekser fukara kısmından olan, neşir hizmetini bırakmaya mecbur oluyor.1

Acaba bu zaafımızı ortadan nasıl kaldırabiliriz? Tâmâ’nın çaresi “rızkı verenin yalnızca Rezzak-ı Kerîm olan Allah” olduğunu düşünmek ve tevekkül etmektir. “Şüphesiz rızık veren, güç ve kuvvet sahibi olan ancak Allah’tır.”2

Meşrû rızık mukadderdir, takdir edilmiş, programlanmış, planlanmıştır. Hepimiz görüyor ve yaşıyoruz ki, bu rızık irâde ve güç ile değil, İlâhî takdirle gelmektedir. Deniz dibindeki balıklardan, ağaç içindeki kurtlara, toprak altındaki solucanlardan, henüz yeni doğmuş bebeklere kadar... Mükemmel rızıkla besleniyorlar. Onlar, âciz, zayıf, güçsüz oldukları halde...

Evet, hiç endişe etmeye lüzûm yok. Zirâ, rızkı veren Rezzak-ı Kerîm olan Allah. Şâyet, gayr-i meşrû bir yola sapılırsa veya beklenti içine girilirse, Onun Rahmeti, Keremi itham edilip, hafife alınmış olmaz mı? Bu anlayış, gerçek mal sahibi olmayan hizmetçilere, tablacılara yüz suyu döktürür. Bu arada, rızıksızlık, işsizlik korkusu, birçok ibâdet, adâlet, hak arama gibi bâzı mukaddes değerleri rüşvet verdiriyor! Karşılığında ise, “mal-ı haram” alınıyor.

Şu tesbit ve ikaza da kulak vererek, bu noktadan gelen bâdireyi atlatabiliriz: “Ey kardeşlerim! Eğer ehl-i dünyanın dalkavukları ve ehl-i dalâletin münâfıkları, sizi insânın şu zayıf damarı olan tamâ yüzünden yakalasalar, geçen hakikatı düşünün bu fakir kardeşinizi numûne-i imtisâl ediniz. Sizi, bütün kuvvetimle temin ederim ki, kanaat ve iktisat, maaştan ziyade sizin hayatınızı idâme ve rızkınızı temin eder. Bahusus size verilen o gayr-i meşrû para sizden, ona mukábil bin kat fiyat isteyecek...”3

Evet, hiç endişe etmeye lüzûm yok. Zirâ, rızkı veren Rezzak-ı Kerîm olan Allah.

Dipnotlar:

1- Kastamonu Lâhikası, s. 152.

2- Kur’ân, Zâriyat, 58.

3- Mektûbât, s. 407.




"HABERDE DOĞRULUK, YORUMDA İSABET"
www.sentezhaber.com

15.03.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Tekâmülün manileri


A+ | A-

Milletin tekâmülü, ancak hukuk ve kànun dairesinde kalmakla mümkün olur. Aksi halde, sağlıklı ve huzurlu bir gelişmeden söz edilemez. Söz edilse bile, bununla övünülemez.

Gelişmenin, tekâmülün merkezinde "insan" unsuru olacak. Tıpta, teknolojide, kültür ve medeniyet sahasındaki bütün gelişmelerde, öncelik insana ait olacak.

Zira, başka türlü gelişmelerin, yani insanı merkeze almayan, ya da ferdî hakları geri plâna iten arayış ve tekliflerin tadı tuzu olmaz. Bunlarda nur olmadığı gibi, huzur da bulunmaz.

Demek ki, öncelik "insan" unsurunda olmalı. İnsan, her türlü tekâmülün merkezine alınmalı.

İnsanlar arasındaki münasebetler ise, kànun hakimiyetine dayanmalı. Herkes kànun önünde eşit olduğu gibi, aynı zamanda başkasına karşı da hür ve serbest olmalı.

İnsan, kendisine ve başkasına zarar vermemek şartıyla, şahane bir şekilde hür ve serbest hareket edebilmeli.

Kabiliyetlerin gelişimi, istidatların tekemmülü, ancak bu sûretle mümkün olur. Esasında, hayatın haz ve lezzeti de yine bu sûretle alınabilir.

Yaratılıştaki sır ve hikmet, insanda mevcut kabiliyetlerin iradî bir serbestlik içinde inkişaf etmesini gerektirir.

Fıtratın kànunları, "taallüm ile tekemmülü" icap ettirir.

Yaratılışın sırr–ı hikmetini bilmeyen gafiller ise, bu fıtrî tekâmülü engellemeye çalışır. Fıtrî gelişmenin önüne takoz koyar. Sosyal hayat çarklarının uyum içinde dönmesini zorlaştırır. Hatta, bazan bu çarkların dişlilerini kırmaya kadar işi ileri götürür.

Böyle yapmakla, bunlar hem kendilerine, hem de içinde bulundukları topluma büyük zarar verirler.

Hayvanlarla bitkilerin dizginleri Yaratıcı'nın elinde. Bunları serbest bırakmamış.

İnsanlar ise, dizginsiz bırakılmışlar. Bu sebeple, insanın vahşisi, vahşi bir canavardan bile çok daha muzır ve tehlikelidir.

Böyledir insan: Meleklerin de üstüne çıkabilir, hayvandan da yüz derece aşağıya düşebilir.

İşte, sosyal ve toplumsal tekâmülün önündeki bu muzır mahlûkların etkisi, zaman zaman çok ileri boyutlarda olabiliyor. Hatta, tarihin dönüm noktası teşkil edecek kadar da etkili olup ileri gidebiliyor.

Meselâ, 1909 Nisan'ında İstanbul'a girerek darbe yapan, devlet ve hükümet birimlerinin tamamını zapt eden Hareket Ordusunun yaptıkları, yakın tarihimizin bir dönüm noktasını teşkil ediyor.

Bu derme çatma ordu bozuntusunun bir de görünmeyen yüzü vardı ki, inisiyatifin asıl merkezi orasıdır.

Yüzünü açıkça göstermeyen bu "derin odak", kendince hem bahane üretti, hem de fırsatı ganimete çevirerek, hukuk ve kànun hakimiyetine dayalı hakikî tekâmülün dinamiklerini kırdı.

Bu fitne ve fesat odağı, Meşrûtî sistemi kabul etmesine rağmen, Sultan II. Abdulhamid'i devirdi, harem–i ismetine girdi, Yıldız Sarayını yağma ettirdi ve o velî Padişahı Selanik'e sürgün etti.

Keza, vahşî canavarlara rahmet okutan bir ceberrut yönetim kurdular. Muhalif gördükleri herkesi kuvvet ve şiddet yöntemiyle bertaraf etmeye çalıştılar.

Meselâ, İttihad–ı Muhammedî Cemiyeti üyeleri ile ana muhalefetteki Ahrar Fırkasının bütün mensuplarına yönelik olarak bir "toptan cezalandırma" cihetine gittiler. Onlarca kişiyi darağacına gönderirken, yüzlerce masumu da hapishanelere tıktılar.

Üstelik, bütün bunları sözde Meşrûtiyet adına yaptılar.

Oysa, herkesten fazla Meşrûtiyeti isteyen ve savunan Üstad Bediüzzaman'ı bile idam talebiyle yargıladılar.

Şayet, ellerinde bir tek delil, bir tek gerekçe olsaydı, Said Nursî'yi de darağacına göndermekten asla çekinmeyeceklerdi.

Bunlar, Selanik komitacılarıydı...

Şimdi, tam da burada, dikkatinizi bir noktaya çekmek isteriz:

Selanik komitacıları, Said Nursî'yi ömrünün sonuna kadar takip ve tarassut altında tuttular. Hayatının hiçbir döneminde onu rahat bırakmadılar. Üstad'ın kendisi de "Selaniklilerin mutlak istibdadı"ndan söz ederek, şahsına çektirilen "elim sıkıntılar"ın arkasında yine bunların olduğunu beyan eder. (Emirdağ Lâhikası, s. 134)

İşte, bu dehşetli komitanın hedefinde sadece Sultan Abdulhamid ile Üstad Bediüzzaman yoktu. Onların şahsında, bütün Osmanoğulları ile ehl–i İslâmın bütün dinamikleri vardı.

Nitekim, ilerleyen zamanlarda, bu dinamiklere de yöneldiler ve bir bir kırmaya, yıkmaya başladılar.

Meselâ, nazenin Meşrûtiyeti "şiddetli istibdat"a çevirerek, insanlarımızı bu içtimaî nimetten soğutmaya çalıştılar.

Keza, Cumhuriyeti "mutlak istibdad" sûretinde tatbik ederek, bütün bir milletin (cumhurun) Cumhuriyete olan sadâkatini kırmaya ve hatta ona bir nevî düşman hale getirmeye azm û cezm û kast eylediler.

Terakkinin, tekâmülün en kuvvetli, en müşevvik unsuru, haktır, hukuktur, hürriyettir...

Selanik komitacıları, her türlü insanî hürriyeti katledip ortadan kaldırdılar.

Bu durumda, terakki, gelişim, nasıl olacak? Hiç mümkün mü?

Evet, 1909 yılı olayları, tarihimizin bir dönüm noktasını teşkil ediyor.

Saf ve muhakemesiz dindarları oyuna getiren komitacılar, 101 yıldır benzer oyun ve bahanelerle bu vatan ve milletin tekâmülüne mani olmaya çalışıyor.

Ne var ki, artık kuvvetleri azaldı; takattan iyice düşmek üzereler.

Zaman zaman hissedilen sarsıntılı gelişmeler, adeta bu vahşi canavarın can çekişmesi ve sekeratının habercisi gibidir.

Dinde hassas, muhakemesi zayıf kimseler yeniden oyuna getirilmediği takdirde, inşaallah, bu dehşetli komitanın sonu gelecek ve Meşrûtiyetin hakikî cemâli pek yakın bir zamanda meydân–ı zuhûra çıkacaktır.




"HABERDE DOĞRULUK, YORUMDA İSABET"
www.sentezhaber.com

15.03.2010

E-Posta: [email protected]



Abdullah ŞAHİN

Kemâlât-ı insaniye yalanla mahvolur


A+ | A-

Tarih boyunca yalan, başta bizim toplumumuz olmak üzere hiçbir millette tasvip edilen bir metâ, geçen bir akçe olmamış, yalancı ve yalancılık daima reddedilmiştir. Yalan bütün kötülüklerin anasıdır, yalan aşağı ve bayağı insanların silâhıdır, yalancının mumu yatsıya kadar yanar vb. sözler daima kültürümüz ve toplumumuzca seslendirilmiştir.

Yalan ocaklar söndüren, aileleri yıkan ve toplumları mahveden sari bir hastalıktır. Yapılan istatistiklerde ülkemizde ve dünyada bir ahtapot gibi ailelere musallat olan boşanma illetinin en başta gelen sebeplerinden birinin eşlerin birbirine yalan söylemeleri olduğu teyit edilmiştir.

Yüce kitabımız Kur’ân’da “Gerçeği sürekli ters yüz eden, günaha düşkün olan herkesin vay haline” (45/7) ve “İşte böyle; kim Allah’ın haram kıldıklarını (gözetip hükümlerini) yüceltirse Rabbinin katında kendisi için hayırlıdır. Size (haklarında yasaklar) okunanlar dışındaki hayvanlar helâl kılındı. Öyleyse iğrenç bir pislik olan putlardan kaçının, yalan söz söylemekten de kaçının” (22/30) âyetleriyle yalan, yalancılık ve yalan yere şahitlik vb. lânetlenmiş ve büyük günahlardan sayılmıştır. Kulluğun ve doğruluğun şahikası Yüce Resul (asm) mübarek hadislerinde “Ya Zeyd ! Sen iki dudağın ve iki ayağın arası için bana teminat ver, ben de sana Cenneti müjdeleyeyim” ve diğer bir hadislerinde de “Ya hayır söyle, ya da sus!” buyurarak konunun ehemmiyetine işaret etmiştir.

Hayatının en zor zamanlarında bile, yalana hiç tenezzül etmeyen ve talebelerini şiddetle yalandan men eden Bediüzzaman, Lemaat adlı eserinde “Bir dane sıdk, yakar milyonla yalanı. Bir dane-i hakikat, yıkar kasr-ı hayali. Sıdk büyük esastır, bir cevheri ziyalı. Yer verir sükûta–eğer çıksa zararlı. Yalana hiç yer yoktur, eğer olsa faydalı. Her sözün doğru olsun, her hükmün hak olmalı” sözleri ile en geniş mânâda emr-i İlâhiyi bizlere aktararak, faydalı olsa bile yalandan uzak durmanın salih bir kul olmanın şartı olduğunu ifade etmiştir. Söz söyleme adabıyla ilgili olarak ise ”Her söylediğin doğru olmalı, fakat her doğruyu her yerde söylemek doğru değildir” diyerek haddi aşmamak gerektiğini tavsiye etmiştir. Bir diğer eserinde ise “İslâmiyetin esası sıdktır. İmanın hassası, sıdktır. Bütün kemalata isal edici sıdktır. Ahlâk-ı âliyenin hayatı sıdktır. Terakkiyâtın mihveri, sıdktır. Âlem-i İslâmın nizamı sıdktır. Nev-i beşeri Kâbe-i kemâlâta îsâl eden sıdktır. Ashab-ı Kiramı bütün insanlara tefevvuk ettiren sıdktır. Muhammed-i Haşimi Aleyhissalâtü Vesselâmı meratib-i beşeriyenin en yükseğine çıkaran sıdktır” (İşârâtü’l-İ’câz, s. 82) sözleriyle, sıdkın âlem-i insaniyet ve âlem-i İslamiyetçe ne kadar ehemmiyetli olduğunu vurgulamıştır.

Hz. Ebûbekir’i kulluğun zirvesine çıkaran sıdk olduğu gibi, yalancı peygamber Müseylime’yi cihana maskara ve rezil eden kizbdir.

İmanın en büyük hassası olan sıdkın gereği olarak bize düşen ise, yalanın caiz olduğu yerlerde bile hassas olmakla birlikte, şakayla bile olsa yalana tevessül etmemek ve doğruluktan ayrılmamaktır. Cennet yurdunun sâdıkların yurdu, Cehennem yurdunun ise kâziplerin yurdu olduğunu bir an bile hatırdan çıkarmamaktır. Şairin şu güzel sözü bu hakikati ne güzel anlatmaktadır:

“İnsana sadakat yaraşır, görse de ikrah

Yardımcısıdır doğruların Hazret-i Allah”

Cenâb-ı Allah cümlemizi kizbden muhafaza eylesin, dünyada ve ahirette sadıklarla bir kılsın, üç günlük yalan dünyada yalan bizim neyimize....

Bir başka muhaverede buluşmak üzere Allah’a emanet olun.




"HABERDE DOĞRULUK, YORUMDA İSABET"
www.sentezhaber.com

15.03.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

İçkinin haram kılınış süreci ve hikmetler - 2


A+ | A-

Özgür Bey: “İçki nasıl ve niçin haram kılınmıştır?”

İçkinin kademe kademe haram kılınması, nehyin algılanması ve yerleşmesinde müessir olmuş; Müslümanlar o cahiliye devri alışkanlığını bir anda bırakmışlar ve Allah’ın emrine derhal boyun eğmişlerdir.

Peygamber Efendimiz (asm) Medîne’ye teşrif ettiklerinde Medîne’de içki içiliyor ve kumar oynanıyordu. Medîneliler Peygamber Efendimiz’e (asm) içkinin hükmünü sordular. Peygamber Efendimiz (asm) de henüz Cenâb-ı Hak’tan bir hüküm gelmediği için sükût buyurdu. O esnada Hazret-i Ömer, “Yâ Rab! İçki hakkında bize açık ve kesin bir beyanda bulun!” diye duâ etti.

Bir süre sonra Cenâb-ı Hak, “Sana içkiyi ve kumarı soruyorlar. De ki: “İkisinde de hem büyük günah, hem de insanlar için bazı faydalar vardır. Günahları faydasından büyüktür.”1 âyetini nazil buyurdu. Bundan sonra bir kısım Müslümanlar içkiyi bıraktılar. Ne var ki, âyet kesin bir hüküm içermediğinden, bir kısmı içmeye devam etti.

Fakat, içki kullananlar arasında hoş olmayan olaylar oluyor; karşılıklı atışmalar, kavga ve gürültüler eksik olmuyordu. Müslümanlardan birisi akşam namazını kıldırırken, kıraati ters mânâ verilebilecek biçimde yanlış okudu.

Cenâb-ı Hak çok geçmeden şu âyeti nâzil buyurdu: “Ey Îman edenler! Sarhoş olduğunuz zaman ne söylediğinizi bilinceye kadar, cünüp olduğunuz zaman da eğer yolcu değilseniz, gusledinceye kadar namaza yaklaşmayın.”2

Bu âyetin nüzulünden sonra Müslümanlar çoğunlukla içkiyi bıraktılar. Fakat bir kısmı, “Yâ Resûlallah! Biz namaz vakti yaklaşınca içkiyi bırakırız!” dediler ve içmeye devam ettiler. Bu dönemde namazlardan önce Peygamber Efendimiz (asm), “Sarhoş olanlar namaza yaklaşmasın!” diye nidâ ettirirdi.

Buna rağmen, içki kullandıktan sonra sarhoşken namaza gelen Müslüman eksik olmuyordu. Hazret-i Ömer’in (ra) hep duâsı: “Yâ Rabbi! İçki hakkında bize açık ve kesin bir beyanda bulun!” yakarışı idi.

Bir gün bir yemek esnasında içki kullananlar arasında önce atışmalar başladı, sonra yüksek sesle tartışmalar yaşandı, ardından hiç yakışık almayan bir gürültü ve patırtı koptu.

Bu defa Cenâb-ı Hak, içkiyi kesin bir dil ile yasaklayan şu âyeti nazil buyurdu: “Ey Îman edenler! İçki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir. Bunlardan kaçının ki, saadete eresiniz. Şüphesiz şeytan, içki ve kumar yüzünden aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah’ı anmaktan ve namaz kılmaktan alıkoymak ister. Artık bunlardan vazgeçersiniz değil mi? Allah’a itaat edin, Peygambere itaat edin, karşı gelmekten çekinin. Eğer yüz çevirirseniz, bilin ki, elçimize düşen ancak tebliğ etmektir.”3

Böylece içki bütün Müslümanlara haram kılınmış oluyordu. Peygamber Efendimizin (asm) emriyle bir tellâl, “Haberiniz olsun, içki haram kılınmıştır!” diye Medîne sokaklarında yüksek sesle nidâ etti. Nidâyı ve içkinin haram kılınmasını işiten ve hâlâ içkiyi bırakmamış olan Müslümanlar evlerindeki şarap küplerini derhal sokaklara döktüler. Öyle ki, Medîne sokaklarında günlerce sel gibi şarap aktı.

Bu teşrîden sonra Müslümanlar, “Artık içkiden ve kumardan vazgeçtik Rabbimiz!” dediler. İçki ve kumar böylece tamamıyla Müslümanların hayatlarından rafa kalkmış oldu.

Peygamber Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Muhakkak ki Allah içkiye, onu yapana, yapılan yere, onu içene, içirene, taşıyana, taşıtana, satana, satın alana, onun bedelini ve kazancını yiyene lânet etmiştir.”4

Peygamber Efendimiz (asm) başka bir hadislerinde de: “Çoğu sarhoş eden şeyin azı da haramdır.”5 Buyurmak sûretiyle, hangi şeyin içki sayıldığı konusunda kesin İlâhî sınırı çizmiş bulunmaktadır.

DİPNOTLAR:

1. Bakara Sûresi, 2/219.

2. Nisâ Sûresi, 4/43.

3. Mâide Sûresi, 5/90, 91, 92.

4. Ebû Dâvud, Sünen, 2/292.

5. Ebû Dâvud, Sünen, 2/294.




"HABERDE DOĞRULUK, YORUMDA İSABET"
www.sentezhaber.com

15.03.2010

E-Posta: [email protected]



Şükrü BULUT

Kadına dair...


A+ | A-

8 Mart’ın birilerince “kadınlar günü” olarak tahsisini, medyadaki yansımalardan öğrendim. Sakın geciktiğimizi imaya kalkışmayın, zira mevzu hâlâ gündemin önemli meselelerinden biri olarak bütün dünyada tartışılıyor.

Sevdiklerimizi belli günlere mahkûm etmek, galiba bu asrın bir günahı olsa gerek. Hayatını yavrusuna adayan anneye yılın bir gününü vermek, kucak dolusu hediye ve öpücüklerle de olsa onu mutlu edebilir mi? Ya sabahın ilk ışıklarıyla, evdeki çocuklarını mahzun bırakmamak için yollara düşmüş babayı küçücük bir hediye ile teskine kalkışmak... Ne kadar hazin, garip ve trajik bir hal değil mi? Sonra eş midir, yavrularının annesi veya babası mı veya şehevanî arzuları tatmin amacı mıdır belli olmayan “sevgiliye ayrılan günü” düşündükçe, tereddînin dehşeti ürkütüyor bizi. Hadiseye sadece “tüketim yobazlığı” adesesinden bakamayız. Mukaddes insanî mânâların yüklendiği kelimelerin içini boşaltmaya çalışan “insaniyet karşıtlarının” global ortak çalışmalarının neticesine benziyor bu “belli günler.” Anne, baba, sevgili, eş ve kadın gibi mânâların yüceliğine karşın medyadaki pespaye yansımalar, ruhları incitici düzeye gelmiş. Her gün dünyamızda ve her an en derin duygularla kendileriyle alâkadar olduğumuz o aziz şahsiyetleri “belli günler”e hapsetmek elbette hakaret sayılır. Bir başka yazıya konu olacak bu bahsi, şimdilik açmayalım. Aktüalitenin zirvesindeki kadını konuşalım.

BATIDAKİ KADIN ESİR

Teceddüd zihinlerde başlamalı. Teknoloji ve medeniyetin getirdiği şekil ve kutucuklara cismen yerleşip, ruhen vahşet ve bedeviliği yaşamak mümkün olmaz mı acaba? Metrûk kilisenin beton kaldırımlarında sızıp kalmış kadının görüntüsünü bırakıp, eşi ve çocuklarıyla çalıştığı tarladan evine sırtındaki eşyasıyla evine dönerken “modern kameraya” yakalanmış kadına koşan medyanın hali azıcık da olsa “modern kadının” perişanlığını unutturabilir. 8 Mart’ta çıkan renkli gazetelerde “Asya kadınının dramı” çizilmişti. Bu çizgiler meşhur 11 Eylül öncesinde Avrupa basınında çıkan burkalı Afgan, Basra ve Tahran kadınlarının resimlerine de benziyordu. Modernitesini Bağdat’ta bir buçuk milyon, Kabil’de beş yüz bin masumu katlederek gösteren dinsiz komiteler, burka ve çarşafa mağlûp oldular. 8 Mart’ta kadını savunan medyadaki resimlere sizler de arşivlerden bakabilirsiniz. Kadının vicdansızlarca sinsi bir şekilde istismar edildiğine ve kadını kullanarak toplumun dengesini bozmak isteyen kişi ve kuruluşlara siz de şahit olacaksınız.

Haksızlığa, şiddete ve yoksulluğa maruz kalan kadına sahip çıkmak ve onun hukukunu savunmak İslâm şeriatının en önemli meselelerinden biridir. İslâm tarihini incelediğimizde, bu hususun nasıl pratize edildiğini ayrıntılarıyla öğreniyoruz. Feminizm denilen mantıksız hareketin İslâm dünyasında olmayışının sebebi de budur.

Adalet terazisi doğrultulmadığı zaman, elbette ki zulüm ortaya çıkacaktır. Kadınlar gününü ihdas eden Avrupalıların niyeti samimî olabilir. Fakat ellerinde yaratılışa uygun ölçüler bulunmadığından, adalet terazisini doğru tutamıyorlar. Kadını yaratılışa uygun tanımadan, dünyasını keşfetmeden ve ihtiyaçlarını tesbit etmeden, ona yine şikâyet ettiğimiz erkeğin penceresinden bakmak, onu mutlu etmiyor.

Onun tesettürlü halini, hürriyetini ters gören ve onu ezilmiş, hor görülmüş, mutfağa ve çocuğa mahkûm edilmiş olarak gösteren medyadaki “kadın çizgilerini” incelediğinizde; onun maddîleştirilerek belki de erkeğin süflî zevklerine göre dizayn edildiğini görüyorsunuz. Hatta “kadına hürriyet!” sloganının tanımında, onu annelikten, prenseslikten, kardeşlik ve iffetli bir hayat arkadaşlığından koparma harekâtıyla karşılaşıyorsunuz.

Fıtraten güzel ve güzele düşkün ve güzelliğini karşı cinse teşhire meyilli kadının bu duygusundan istifade edenlerin dünyasındaki “kadın hürriyetlerinin” karşılığı sefahettir. Pozitif hürriyetin adaletle çelişmemesi gerekiyor. Feminizmin arkasına sığınmış “hürriyet”çilerin çalışmaları, Avrupa’da “beyaz kadın” ticaretini doğurmuştur. Zira feminizm kadını da sığınağından koparıyor ve korumasız bırakıyor. Kadın hürriyetlerini bayraklaştıranların çoğu semavî dinlere inanmazlar. Belki de tabiata tapıyorlar. Halbuki tabiatı akıllıca incelediklerinde, bütün dişilerin kendi türündeki erkeklerce korunduklarını göreceklerdir. Ama feministlerin koruma ve himaye kelimelerinden dahi rahatsız olduğunu düşünüyoruz.

Kadın meselesine bakışta, Müslümanlar ile semavî dinlere inanmayanlar farklı pencereleri kullanıyorlar. Kur’ân kadına da adaleti hedefleyerek merhametle bakarken, felsefe onu menfaat penceresinden ve materyal olarak değerlendiriyor. Avrupalı kadınların çok şikâyet ettikleri “kas kuvveti” felsefenin taptığı kuvvete aittir. Kadını biyolojik olarak erkekle yarıştıran dinsiz felsefenin kadınlar için güreş takımları, futbol müsabakaları ve diğer kas kuvvetine dayanan faaliyetler tertiplediğini unutmamak lâzım.

Asya’da din dışı gelenek ve cehaletin, Avrupa’da materyalizmin kadına yaptığı zulmü durduracak adaletin temininde, her iki kültürün bir dilde anlaşması gerekiyor. Felsefenin “bireyciliği” kadını mutlu etmedi, kimsesizleştirdi. Nikâhı tahrip eden Freud çizgisinin, gerek Avrupa’da ve gerekse eski Sovyet Rusya’da kadına yaptığı kötülükler ortada iken; Türkiye, Afganistan, İran ve Arabistan’daki kadını tenkit etmek, bilimsellikten de, insaftan da uzak bir davranıştır. Modernitesiyle övünen Avrupa’da kadınlar arasındaki bir araştırma, bu meseleyi daha da netleştirecektir. Avrupa veya Amerika metropollerinde oturanların; Kandahar, Karaçi, Tahran ve Anadolu’daki kadını; kendisi gibi giyinmediği ve yaşamadığı için hürriyetsizlikle suçlaması ya cehaletin veyahut kötü niyetin neticesidir.

Ancak insaniyet ve fıtrat çizgisindeki yakınlaşmalar arttıkça, aradaki uçurumların kapanacağına inanıyoruz.




"HABERDE DOĞRULUK, YORUMDA İSABET"
www.sentezhaber.com

15.03.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

“Soykırım” bühtanına karşı…


A+ | A-

“Ermeni soykırımı” isnadı tasarısının Amerikan Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi’nde “kabulü”nün ardından İsveç Parlamentosu’nda bir oy farkla geçmesi, Ankara’nın komploya karşı tavrını gündeme getirdi.

Zira daha önce 1915-16 olaylarını konu alan “Amerikan tasarısı”nda 1923’e kadar uzatıldı.

Osmanlı Devleti tarafından iki milyon Ermeni’nin evlerinden edildiği, 1.5 milyon kadın, çocuk ve erkeğin öldüğü ve kurtulan beşyüz bin kişinin iki bin beşyüz yıldır yaşadıkları topraklardan sürüldüğü yalanları eklendi.

Türkiye’nin “insanlık suçu” işlediğinin belirtildiği tasarıda, Türk hükûmetinin Ermeni katliâmları zanlılarını yargıladığı ancak bazı idam cezalarını hiç uygulamadığı uydurmasında bulunuldu.

Ayrıca öteden beri Ermenilere kayıtsız ve şartsız destek veren, “Ermeni soykırımı” fitnesini tahrik eden Fransa, İngiltere, Vatikan ve ABD ulusal arşivleri kaynak ve “kanıt” gösterildi. Amerika’nın Osmanlı Büyükelçisi Henry Morgenthau’nun “raporları” referans alındı. Dahası, Hitler’le ve “Yahudi soykırımı” ile “Ermeni soykırımı” ilişkilendirildi; Amerikan Soykırım Müzesi’nin 1981 yılında Ermeni soykırımı müzesini de bünyesine aldığı delil olarak gösterildi.

İsveç Parlamentosu’nda ise iftirada daha da ileri gidildi. Türkiye’deki Ermenilerin, Süryanilerin, Asurilerin, Keldanilerin ve Pontuslu Rumların 1915 yılında soykırıma uğradığı buhtanı eklendi…

“SOYKIRIMI KABUL EDİN

VE KURTULUN!” TAKTİĞİ…

İlginç olan, sözkonusu iddialarla, gittikçe dozu arttırılan ve tamamen bühtanlar amacının Türkiye’yi uluslar arası arenada kıskaca alınması ve meselenin küresel hegemonya ve çıkar hesaplarında istimal edilmesi…

“Amerikan tasarısı”nda, Amerikan Dış politikasının Türkiye’yi “insan hakları ihlâlleri, etnik temizlik ve soykırım”la itham edilip “ABD Başkanı’nın dış politikanın oluşturulması” ve “Obama’nın ‘24 Nisan soykırımı anma günü’nde Ermeni olayları için ‘soykırım’ ifâdesini kullanması” talebi, bunu açık bir biçimde ele veriyor.

Keza Amerika’daki oylamadan etkilenen ve neredeyse Osmanlı’nın-Türkiye’nin bünyesinde yaşayan bütün Hıristiyan kavimlere “soykırım” uyguladığını ileri süren İsveç Parlamentosu’nun oylaması da aynı amaca yönelik…

Amaç, Ermenistan’ın inisiyatifi ele geçirmesini temin etmesi. Daha önce “Türkiye tarihiyle yüzleşmelidir” diyen ve Ankara’da “Ermeni açılımı”nı telkin eden Obama’nın 24 Nisan bildirisinde “katliâm, insanlık trajedisi” gibi tanımlarla yetinmeyip George W. Bush’un 2001’de sarfettiği “soykırım” lâfını kullanmasının çok ötesine geçiyor.

Ve asıl maksadın, başta Amerikan Kongresi ve AB ülkeleri parlamentoları olmak üzere dünya parlamentolarından geçen “soykırım” kararıyla Türkiye’nin köşeye sıkıştırılarak “soykırımı” kabulünün sağlanması.

Zira bunun bir adım ötesi, “suç” olarak isnad edilen bu kararlara “ceza” konulması gelecek. Ardından evvela “tazminat” sonra “toprak” taleplerinin gündeme getirilecek. Diasporanın öteden beri ileri sürdüğü, “Büyük Ermenistan” idealinin gerçekleştirilecek…

Bu plânın, hâlen Ermenistan Anayasası’nda açıkça devletin ana hedefi yer alması ve okullardaki ders kitaplarında ve haritalarında Kars’tan Van’a kadar Türkiye’nin hemen hemen bütün Doğu illerinin “Batı Ermenistan” olarak gösterilmesi, bunun göstergesi.

Amerikalı ünlü Tarih Profesörü Justin McCarthy’in nazara verdiği gibi, “Türkiye’ye, ‘Soykırımı kabul edin ve kurtulun” telkininin arkasındaki temel stratejinin taktiği bu…

TÜRKİYE’NİN HAKLILIĞI ANLATILMALI…

Gerçek şu ki bu durum, bâriz bir biçimde Türkiye’nin kuşatılması olarak karşımıza çıkıyor. Ve “Ermeni açılımı”nın dibine daha baştan dinamit sokuyor. Zira “Ermeni açılımı” için imzalanan “protokoller”in birbirine bağlı iki ana unsurundan biri olan “sınırların açılması” şartı olan “ortak tarih komisyonu”nun kurulmasını peşinen berhava ediyor.

Görünen o ki Erivan, hâlen bir milyon Azeri’yi yurtlarından edip kaçkın (göçmen) hâle getirip perişan eden Karabağ katliâmı ve dramı ile Azerbaycan topraklarının yüzde 20’sinin Ermenistan işgalinin kesinlikle görüşme konusu olmadığını tekrarlayıp müzâkere dışı tutmaya devam ediyor…

Ancak Erivan’ın bu kompasına karşı, Ankara ciddî bir tedbir ve çalışma içinde değil. Erivan’la “normalleşme protokolleri” karşılıklı âdeta dondurmuş. Ermeni diasporasının dünya kamuoyunu etkileme çalışmasına mukabil aktif bir politika izlenmiyor. “Model ortak”-“stratejik müttefik”ten AB’de Türkiye’yi savunan “dost ülkeler”e Türkiye’nin haklılığı güçlü bir biçimde anlatılmıyor.

Tarih siyasallaştırılıp saptırılıyor; uluslar arası ifsad şebekelerince menhus maksatlara istimal ediliyor. “Soykırım”a dair 1965’ten beri Uruguay’dan Vatikan’a, Litvanya’dan Şili’ye kadar 20 ülkenin parlamentosunda 30 karar çıkmış. Ve bu kararların 17’si AKP siyasî iktidarı döneminde alınmış.

Başbakan hâlen oylamaları “komedi” olarak yorumlamakla kalıyor. Sözkonusu ülkelerdeki büyükelçiler geri çekiliyor; Obama’nın 24 Nisan’da “soykırım” tâbirini istimal etmemesi bekleniyor…

Çözüm, Bediüzzaman’ın tesbitiyle, “İzzet-i milliyeyi (milletin izzet ve şerefini, hakkını ve hukukunu) muhâfaza ederek, Ermenilerle ittifak ve dostluk”ta. Türkiye bunu başarmalıdır. (Münâzarât, 67-68)




"HABERDE DOĞRULUK, YORUMDA İSABET"
www.sentezhaber.com

15.03.2010

E-Posta: [email protected]



Recep TAŞCI

Yargı reformu


A+ | A-

Gündemde.

Mülkün temeli adaleti dağıtan yargı sistemi hakkında biz de bir kaç noktada kalem oynatmalıyız.

Önce şunu ifade edelim.

Anayasalar, yasalar kamu düzenini sağlar.

Tartışılamaz.

Ancak uygulanması da önemlidir.

En mükemmel yasaya sahip de olsanız insan hak ve özgürlüklerini içselleştirememiş, demokratik kültürü özümsememiş uygulayıcıların elinde ölü metinlere dönüşür.

Bu hususu vurguladıktan sonra şimdi numaralandırarak kısa kısa açıklayalım.

Birinci nokta:

Yargıyı etkileyebilecek beyan ve ifadelerden kaçınmak.

TV kanalları, gazete köşeleri, meclis kürsüleri, partilerin grup toplantıları mahkeme salonlarına çevrilmemelidir.

Toplumun bir bölümü savcı diğer bölümü avukat rolünü üstlenmemelidir.

Savcılığa soyunanlar masumiyet karinesini unutmamalı, “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz.” anlayışıyla insanları peşinen mahkûm etmemeli, avukatlığı seçenler de, delilleri yok farzederek dâvâyı baştan reddetmemeli.

Siyasî hesaplaşmalar, kin ve intikam gibi duygular asla işin içine karıştırılmamalıdır.

En iyisi susup adaletin tecellesini beklemektir.

İkinci nokta:

Sorgulama ve kovuşturmada usul hukukuna uyulmalıdır.

Telefon dinlemeleri, delillerin toplanması, ev ve işyeri aramalarında kurallar çiğnenmemeli, toplanan bilgiler gazetelere sızdırılmamalıdır.

Üçüncü nokta:

Gözaltı süresi uzatılmamalı, şüpheli bir an önce hakim karşısına çıkarılmalıdır.

Dördüncü nokta:

Tutuklamalar cezaya dönüştürülmemelidir.

Cezaevlerinde bulunanların yarısına yakını tutuklu ise sorun ciddî boyutta demektir.

Aylarca tutuklu kaldıktan sonra dâvânın beraatla sonuçlanması telâfisi imkânsız zararlara yol açmaktadır.

Bir insanın...

Bir gün dahi suçsuz yere hürriyetinden mahrum bırakılması hukuk cinayetidir.

Bunun altını kalınca çizelim.

Sanığın...

Yeni bir suç işleme...

Kaçma...

Delilleri karartma...

İhtimali yoksa tutukluluk halinin sürmemesi gerekir.

Kanun emri böyle.

Uygulama tam aksi yönde.

Beşinci nokta:

Dâvâların yıllarca sonuçlanamamasıdır.

Geciken adaletin adaletsiz olduğunu herkes bilir.

Bazen dosyalar zaman aşımına uğrar, suçlular cezasız kalır.

Süreç idarî düzenlemelerle hızlandırılabilir.

Altıncı nokta:

Çağımızda fikir suçlusu olmamalı. Hakaret ve şiddet içermediği sürece herkes fikirlerini rahatlıkla dile getirebilmelidir.

İfade özgürlüğü demokrasilerde bütün özgürlüklerin anasıdır.

Demokrasilerde yazarlar ve gazeteciler hakkında düşüncelerinden dolayı binlerce dâvâ açılması düşünülemez.

Yedinci nokta:

Yargının bağımsız ve tarafsız olmasıdır.

En ufak bir şüphe yargıya güveni kaybettirir. Özellikle güç sahipleri uzak durmalı.

Aksi halde bu, muhalefeti sindirme ve basını susturma girişimi olarak algılanır, o takdirde yargıçlar ve arkasındaki güç tarih huzurunda û

Maalesef geçmişte bunun acı örnekleri çokça yaşanmıştır.

Yazar, çizer, politikacı zindanlarda çürütüldü, asıldı...

Sonra da isimleri havalimanlarına, caddelere, üniversitelere verildi.

Tarihin tekerrür etmesine üzülürüz.

Bunun içinde...

Siyaset yargıya bulaşmamalı.

Kimse kudretine güvenmemeli.

Adalet herkese lâzım.

Yarınların nelere gebe olduğu bilinemez.

Sonuçta, yargı reformundan önce; insana değer veren, evrensel hukuk ilkelerine saygı duyan bir yaklaşımın benimsenmesi önemli.




"HABERDE DOĞRULUK, YORUMDA İSABET"
www.sentezhaber.com

15.03.2010

E-Posta: [email protected]



Yeni Asyadan Size

Aydınların gözüyle Said Nursî


A+ | A-

Bu seneki 23 Mart ilâvemizde, küçük çapta da olsa yeni bir “Aydınlar konuşuyor” çalışmasının yer alacağını duyurmuştuk.

“Said Nursî ismi, sizde hangi mânâları çağrıştırıyor? Said Nursî’yi nasıl tanıyor ve tanımlıyorsunuz?” diye sorduğumuz yazarlardan şu âna kadar cevap veren isimler şunlar:

A. Turan Alkan (Zaman yazarı)

Adem Yavuz Arslan (Bugün yazarı)

Ahmet Taşgetiren (Bugün yazarı)

Turgut İnal (Avukat)

Cihan Aktaş (Taraf yazarı)

Cüneyt Ülsever (Hürriyet yazarı)

Emre Aköz (Sabah yazarı)

Hüseyin Gülerce (Zaman yazarı)

Mehmet Altan (Star yazarı)

Mustafa Akyol (Star yazarı)

Mustafa Özcan (Vakit-Millî Gazete yazarı)

Necmiye Alpay (Radikal yazarı)

Orhan Miroğlu (Taraf yazarı)

Önder Aytaç (Taraf yazarı)

Özcan Ünlü (Yeni Şafak yazarı)

Resul Tosun (Yeni Şafak yazarı)

Roni Margulies (Taraf yazarı)

Semih İdiz (Milliyet yazarı)

Sevan Nişanyan (Taraf yazarı)

Teodora Doni (Yeni Şafak yazarı)

Taha Akyol (Milliyet yazarı)

Thomas Michel (Georgetown Üniversitesi)

Ian Markham (Hartford Seminary)

Jane Smith (Harvard Üniversitesi)

Söz verip de henüz göndermeyenler var. Onların cevapları da elimize ulaştığı takdirde, 23 Mart ekimizde yer alacak.

Bunların dışında, evvelce gerek Yeni Asya’da çıkan beyanlarında, gerek kendi gazetelerine yazdıkları yazılarda, gerekse başka gazetelere verdikleri röportajlarda Bediüzzaman hakkında değerlendirmelerde bulunmuş bazı aydınların yorumlarından da kısa bir derleme yaptık.

Bunların listesi de şöyle:

Can Dündar (Milliyet yazarı)

Hakan Albayrak (Yeni Şafak yazarı)

Haşim Haşimi (Eski milletvekili)

Hilmi Yavuz (Zaman yazarı)

Muhammed Akar (Şeyh Said’in torunu)

Yusuf Kaplan (Yeni Şafak yazarı)

Keisuke Yamanaka (Japonya’nın Ankara Büyükelçiliği Müsteşarı)

***

İnanıyoruz ki, bütün bu isimlerin Said Nursî hakkındaki görüş ve değerlendirmelerinin derli toplu bir şekilde sunulması, 50. vefat yıldönümünde Üstadı ve Risale-i Nur’u daha güçlü vurgularla gündeme getirme çalışmalarına çok özel bir katkı sağlayacak.

Bilindiği gibi, 70’li yıllarda Necmeddin Şahiner’in yaptığı, önce Yeni Asya’da dizi yazı olarak yayınlanıp sonra kitaplaştırılan “Aydınlar Konuşuyor” çalışması büyük yankı uyandırmış, aydınların dikkatini Üstada ve Risale-i Nur’a çevirme noktasında önemli hizmetlere vesile olmuştu.

Benzer bir çalışmanın 21. yüzyıl Türkiye’sinde ve dünyasında, bugünün aydınları arasında da yapılması ihtiyacını yıllardır seslendiriyorduk. Ama özellikle 28 Şubat ortamının akademik camiada ve medyada meydana getirdiği olumsuz ortam, bu konuda fikir beyan edilmesini bir “cesaret meselesi” haline getirdiği için, bir çekingenlik atmosferi oluşmuştu.

Gerçi Risale-i Nur üzerine yapılan ulusal ve uluslararası kongre ve sempozyumlar, Üstadı hem de dünya genelinde akademik çevrelerin gündemine taşıma açısından çok önemli ve değerli sonuçlar doğurmuştu. Ama Türkiye özelinde bu kongre ve sempozyumlardan çıkan mesajların kamuoyuna duyurulması açısından bakıldığında, tatminkâr olmayan bir tablo ortaya çıkıyordu.

Bu itibarla, 23 Mart ekimizde çıkacak mesajlar, mütevazi de olsa, fikir hayatımızdaki kısırlığın aşılıp Said Nursî ve Risale-i Nur gerçeğine, tazelenmiş bir merak ve tecessüsle eğilme sürecini başlatma noktasında ciddî katkılar sağlayacağını ümit ve temennî ediyoruz.

***

Yine belirtelim: 23 Mart gazetesinde, Üstadın talebeleri Mustafa Sungur’la Abdullah Yeğin’in 50. yıl özel röportajları da yer alacak.

***

Son söz olarak, 23 Mart için ek gazete taleplerinizi en geç Cuma akşamına kadar Abone Servisimize bildirmenizi tekrar hatırlatıyoruz.




"HABERDE DOĞRULUK, YORUMDA İSABET"
www.sentezhaber.com

15.03.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

İsrail’e ‘dur’ de!


A+ | A-

Hür dünyanın sabrını zorlayan işlere imza atmaktan çekinmeyen İsrail, eskiden beri hedefinde olan “Kudüs’ü Yahudileştirme planı”nı yeniden yürürlüğe koyma peşinde. Hür dünya; Irak’la, Afganistan’la ve Afrika’daki dertlerle meşgul olurken; onlar fırsattan istifade ile planlarını uygulamaya çalışıyorlar.

Gariptir, yakın zaman önce İsrail’in Filistin politikalarına karşı “One minute/Bir dakika” diyen ve bu sebeple büyük ödül de alan Türkiye yöneticileri şimdilerde Kudüs’ü, Filistin’i unutmuş görünüyorlar. Aynı şekilde bu konularda hassas olan medya organları da günlük tartışmaların dışına çıkıp ‘değişmeyen gündem’lerimizden olan Filistin ve Kudüs konusuna gereken ilgiyi göstermiyorlar.

Neyse ki İslâm Konferansı Teşkilatı (İKT) Genel Sekreteri Ekmeleddin İhsanoğlu, Kudüs’ün tamamıyla Yahudileştirilmeye çalışıldığına dikkat çekerek hür dünyanın da dikkatini bu konuya çevirdi.

İhsanoğlu, şöyle demiş: “Tarihi şehir etrafında bir sur kuruldu. Kudüs Yahudileştirilmeye çalışılıyor. Kudüs’te yaşayan 250 bin kişinin, Müslüman ve Hıristiyanların şehir dışına çıkmaları ve Kudüslü olma haklarını kaybetmeleri için her türlü yol aranıyor. Sağlık, belediye hizmetleri verilmiyor, herhangi bir maksatla Kudüs dışına çıkanlar bir daha gelme fırsatı bulamıyor. Ve bu arada Doğu Kudüs’te Yahudi yerleşim merkezleri inşa ediliyor. 176 bin dönümlük Kudüs şehri yavaş yavaş Yahudileştiriliyor.” (AA, 13 Mart 2010)

Başta Türkiye ve diğer İslâm ülkeleri olmak üzere hür dünya İKT Genel Sekreteri İhsanoğlu’nun bu çağrısını duymalı ve İsrail’in sinsi planını devreye sokmasına, başka bir ifade ile Kudüs’ü yutmasına izin vermemeli.

Önemle üzerinde durulması gereken bir nokta var: İsrail’in bu konudaki ‘sözler’i değil, ‘fiiller’i dikkatle izlenmeli. Yarın bir gün İsrailli bir yönetici çıkıp, “Hayır bizim öyle bir planımız yok. İddialar doğru değildir” diyebilir. Hatta daha da ileri gidip, “İsterseniz gelip yerinde görün” de diyebilir. Eğer böyle sözler sarfedilirse bunlara değil, yaptıklarına bakmak lâzım. Bundan önce dile getirilen iddialar hakkında da hep inkâra yöneldiler. “Hayır, biz öyle şeyler yapmayız” deyip neredeyse bütün Filistin’i yuttular. Yaptıklarının tamamı unutulsa bile, Gazze’de yaptıkları unutulabilir mi? Dünyanın gözünün içine baka baka resmen ve alenen ‘savaş suçu’ işlediler. Konu ile ilgili olarak hazırlanan rapor bunu açıkça ortaya koymuyor mu?

Hıristiyanlar nezdinde de önemli olan Kudüs’e yapılanlara, Hıristiyan dünyasının sessiz kalması da büyük bir çelişki. Emin olun ki, Hıristiyanlar da İslâm dünyası kadar meseleye sahip çıkmış olsa İsrail bu kadar sorumsuz hareket edemezdi. Ama gelinen noktada İsrail’in Kudüs için uygulamaya koyduğu yeni plan Hıristiyanları da etkiliyor. Belki bu vesile ile Hıristiyan dünyası da harekete geçer ve İsrail’in insafsız uygulamaları sona erer.

Kudüs’te yaşananları anlamak için İKT Genel Sekreteri Ekmeleddin İhsanoğlu’nun şu tesbitine dikkat etmek gerek: “İKT olarak, Kudüs meselesine genel olarak İslâm ülkelerinden ve sivil toplum kuruluşlarından yardımlar istedik. Kudüslülerin eğitim, sağlık hizmetlerinden faydalanmaları ve günlük hayatlarını idame etmelerini sağlamak için çalışıyoruz.”

Şaka değil, Kudüslüler günlük hayatlarını idame edip edememe mücadelesini verir hale gelmiş. Kudüs’ün ve Kudüslülerin bu hale düşmesine nasıl rıza gösterilebilir? İsrail “Bir dakika!” (dur) demekten anlamıyorsa, ona bütün insanlığın ortak diliyle “Bin yıl dur!” demek lâzım...




"HABERDE DOĞRULUK, YORUMDA İSABET"
www.sentezhaber.com

15.03.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim oktay usta yemek tarifleri Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl