24 Nisan 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Yasemin YAŞAR

Şefkat açılımı - 2


A+ | A-

Asr-ı Saadet’in şefkat eğitim metodunun

günümüze yansıması

Pembe bir asır tablosu çizemeyeceğimiz muhakkak, ama ümitsiz değiliz. Kışların içinde baharı yaratan Kudret, asr-ı kıyamette de Asr-ı Saadete benzeyen baharı yaratmaya muktedirdir. Yeter ki doğru manevî beslenmeler yapalım ve insanlığın içine derc edilmiş hisleri doğru kullanalım.

Bugün neredeyse, bütün denge ve değerlerin alt-üst olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Herkes ve herşey yabancılaşmış ve farklılaşmış görünüyor. Sürekli kinle, nefretle, öfkeyle, zulümle dolup taşan bir insanlık manzarası göze çarpıyor. Böyle bir atmosferde sevgi, merhamet, hürmet, şefkat kelimeleri ruh dünyalarımıza yabanileşmiş geliyor. Bütün kinler, nefretler haksızlıklar ve zulümler maalesef en eşref olan insan camiâsında oluşuyor. Melekleri bile imrendirecek donanımlar, istidatlar yok olmaya yüz tutmuş ve insan zalimliğini ve cehaletini bütün mahlûkata ilân eder bir vaziyete girmiş görünüyor.

İşte böyle ortamlar öncelerde de yaşandı. İnsanlık irtifa kaybederken yeniden yükselişe geçti. Bu yüzden ümitsiz değiliz. Yeter ki rahmet cilvesi olan şefkat hislerimizi doğru inkişaf ettirelim. Çünkü şefkat öyle bir iksirdir ki, içinde ihlâsı barındırması hasebiyle toprağı altına, kömürü elmasa çevirebilecek bir hasiyete sahiptir.

İnsanlığı düştüğü çukurdan kurtaracak ulvî his şefkattir. Çünkü şimdiye kadar bu hissi doğru inkişaf ettiren niceleri sayesinde ne şeytanî planlar alt-üst olmuştur. Nice fitnelerin önüne geçilmiş, nice kaybolmaya doğru giden, uçurumlara yuvarlananlara bir el olmuştur.

Şefkat öyle bir güçtür ki, taşı eritir, en katı kalpleri yumuşatır. Kin ve nefretleri çözer. Niceleri Şefkat Peygamberi’ni (asm) sadece görüp İslâmla şereflenmiştir. Peygamber vârislerinin hayatlarında da şefkat yansımaları sayesinde pek çok münkir müslim olmuştur.

Şefkat, insanı enginleştiren bir histir. Bu his sayesinde başkalarının acısını paylaşır, neşesine ortak olur ve insan olarak sorumluluklarının bilincine varır. Bu ise, sosyal bir varlık olan insanın içtimâî hayatı için dayanışma ve yardımlaşma duygularının artmasına sebep olur. Böylelikle sosyal hayatın vazgeçilmez dinamikleri ancak şefkatle tesis edilir. Risâle-i Nur’da Sekizinci Mektub’da bu konu şöyle tesbit edilir: “Şefkat pek geniştir. Bir zat, şefkat ettiği evlâdı münasebetiyle bütün yavrulara, hatta zîruhlara şefkatini ihata eder.”

Şefkat hissini kendi derinliklerinde yaşayan birisinin kâinat algısı da ona göre şekillenecektir. “Hayat bir çarpışma ve savaştır” diyen anlayıştan, “Hayat bir yardımlaşmadır” anlayışına ulaşacaktır. İnsan böyle bir nazarla baktığında, ağaçları cisimleşmiş bir rahmet, meyvelerini cilve-i şefkat olarak okuyacaktır. İnsanı âyine-i rahmet; imanı, nurânî bir şefkat olarak algılayacak ve yaşayacaktır. Dünyayı vesile-i saadet, ahireti meşher-i şefkat olarak düşünecektir.

Şefkat insânî duyguları tetikleyip gönüllere şevk ve heyecan veren bir histir ve terbiyenin bir ayağını oluşturur. Her bir insan bir nevî çobandır ve riâyetinden sorumludur. Çünkü insanın bir ferdi sâir mahlûkatın nevlerine denktir. Bu açıdan bakıldığında sosyal hayatın içerisinde her insanın en küçük daireden en büyük daireye kadar vazifeleri, irşatları vardır. İşte bu vazifelerini ifa edebilmesi için ve tesir etmesi için şefkat hissi şarttır. Çünkü bir anne, baba, komşu, akraba, vatandaş, insan olarak anlattığımız hakikatler ne kadar can alıcı da olsa, anlatan kişinin soğukluğu dinleyenler üzerinde olumsuz tesir edecektir. Bugün İslâm ve terörü yanyaya getirmeye çalışan zihniyete bu fırsatı veren radikal eğilimler büyük veballerin altındadır. Bu yüzden hoşgörü, sevgi, şefkat ve merhamet hislerini kullanmadan insaniyeti yaşamak, bir dâvâyı anlatmak mümkün değildir.

Şefkat, her güzel haslette olduğu gibi yine Allah Resûlü’nde (asm) zirveleşmiştir. Peygamber (asm), “Ben size bir babanın evlâtlarına olduğu gibiyim” demiştir. Yine bir başka hadis-i şerifinde, “Benimle sizin hâliniz, ateş yakan bir adamın misâline benzer. Ateş etrafı aydınlattığı zaman irili ufaklı hayvanlar ateşin içine düşmeye başlarlar o adam da ateşe düşmelerini engellemeye çalışır. Ama hayvanlar baskın gelip sür'atle ateşe düşerler. İşte benimle sizin durumunuzda böyledir. Ben sizi ateşten korumak için eteğinizden tutuyorum. Sizler ise, ellerimden kurtulmaya çalışıp, düşünmeden ateşe atılıyorsunuz.”

Peygamber Efendimiz (asm), Asr-ı Saadet’te kalbî, ruhî, vicdanî bir inkılâp gerçekleştirmiştir. Bu inkılâbı gerçekleştirirken onun (asm) en önemli parolası, “Merhamet ediniz ki merhamet olunasınız” olmuştur. O kılıç kullanarak, şiddet ve baskıyla bir dönüşüm gerçekleştirmemiştir. Tam tersi bu müthiş inkılâp, şefkat temelinde gerçekleşmiştir. Zaten insanlık tarihinde insanlığı etkileyen bütün fikir akımlarına bakıldığında ancak şefkatle gerçekleştirilen ve hak dinden beslenenler kalıcı ve uzun ömürlü olmuştur. Bunun haricindekiler zorbalık, kanunsuzluk ve zulüm temelinde olduğu için ömürleri az olmuş ve insanlığın başına belâ olmuştur. Bu mesele Risâle-i Nur’da İşârâtü’l-İ’câz isimli eserde şöyle geçer: “Tehditlerle, korkularla, hilelerle efkâr-ı âmmeyi başka bir mecraya çevirtmek mümkün olur. Fakat tesiri cüz’idir, sathidir, muvakkat olur. Muhakeme-i akliyeyi az bir zamanda kapatabilir. Amma irşadıyla kalblerin derinliklerine kadar nüfuz etmek, hissiyatın en incelerini heyecana getirmek, istidatların inkişafına yol açmak, ahlâk-ı âliyeyi tesis ve alçak huyları imha ve izale etmek, cevher-i insaniyetten perdeyi kaldırıp hakikati teşhir etmek, hürriyet-i kelama serbesti vermek, ancak şuâ-ı hakikatten muktebes harikulâde bir mu'cizedir.” Yani ancak Resûl-i Ekrem’in getirdiği şeriatle mümkün olmuştur.

Bugün Peygamber Efendimizin şefkat eğitiminden geçmeye ne çok ihtiyaç vardır. Çünkü o öyle bir zamanda insanlığa gönderilmiştir ki, vahşetin, zulmün, cehaletin en koyu zamanlarıdır. Bugün de aynı vahşet, cehalet, zulüm âhir zamanın bir özelliği olarak kol gezmektedir. Peygamber Efendimiz (asm) nasıl cahiliye dönemini Asr-ı Saadet’e çevirmiş ise, bugün onun (asm) getirdiklerini uygulamakla bizler de asrın içinde bir bahar açmaya vesile olabiliriz.

Şefkat hissi iman ile anlam kazanan ve hakikî değerini bulan bir histir. İman ile şiddet hisleri kontrol altına alınabilir. Yine iman ile temizlenen şiddet tohumları yerine şefkat ile tezyin yapılabilir.

Bugün toplumların problemleri üzerinde kafa yoran sosyologlar, siyasiler, eğitimciler vs. şefkat hislerini inkişaf ettirmeden netice alamayacakları muhakkaktır. Fertlerin şefkatleri olduğu gibi kurumların ve hatta devletin de şefkati olmalıdır. Şefkatini adalet manasında, eşitlik, hak ve hürriyetler mânâsında vatandaşlarına hissettirmelidir. Aksi halde anarşi, terör ve her türlü ahlâksızlık yaygınlaşacak, çıkarılan kanunlar da, hapishaneler de bir işe yaramayacaktır.

İnsanın en başta kendisinden başlamak üzere, nefsine şefkat, daha sonra ailesine, akrabalarına, memleketine, insanlığa ve hatta bütün kâinata göstereceği şefkat ve şefkate bağlı himmet ve adalet hisleri olmalıdır. Kendi nefsinde ve küçük dairesinde bu hisleri doğru inkişaf ettirmeyenlerin memleket için, insanlık için yapacakları bir şey de olmayacaktır. Çünkü insan kalbi, ruhu, vicdanı, aklı boşluk kaldırmaz. Siz oralara doğru hisleri ekmezseniz, zehirli hisler büyüyecektir. Dolayısıyla kendi nefislerindeki şefkati, terbiye mânâsında gerçekleştirmeyenlerin küresel anlamda bir davranış tarzı geliştirmeleri mümkün değildir.

Hâsılı, Asr-ı Saadet şefkat eğitimin yaygın verildiği bir asır olmuştur. Ensar, muhacir, ehl-i suffe, hâsılı bütün sahabiler şefkatin zirvesinden şefkatli dersler almışlar ve insanlığa muallim olmuşlardır. İşte Asr-ı Saadet’in şefkat eğitim merkezlerinin bir şubesi de bugün Asr-ı Kıyamet’te nur medreseleridir. Risâle-i Nur’un Kur’ân ve sünnet kaynaklı düsturları sayesinde nice caniler, zalimler teslim-i silâh etmiş, ıslâh olmuş ve karıncayı dahi ezemez bir hale gelmiştir.

Kutlu doğumu idrak ettiğimiz bu mübarek günlerde Peygamber Efendimizin (asm) gerçekleştirdiği o müthiş inkılâbı, ruh, kalp ve vicdanlardaki dönüşümü tekrar hatırlamak gerekecektir. Önce nefislerimizde yapacağımız dönüşümler hâle hâle bütün kâinata yayılacak ve insanlık Resûl-i Ekrem’in terbiye-i tedrisatından geçerek yükselecektir.

24.04.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Bediüzzaman’a göre ‘Levlâke levlâk’ hadisi - 2


A+ | A-

Zeynep Hanım: “Risâle-i Nûr’a göre, ‘Levlâke, levlâke lemâ halaktü’l-eflâk’ (Sen olmasaydın, Sen olmasaydın, Ben âlemleri yaratmazdım) hadis-i kudsîsinin yorumu nasıldır?”

Hazret-i Muhammed’in (asm) nûru ile dünyânın şekli değişmiştir. İnsan ve bütün kâinâtın hakîkî mâhiyetleri ancak o nûr tûfânı ile aydınlanmış ve açıklanmıştır. Onun (asm) getirdiği nûr ile anlaşılmıştır ki; şu kâinâttaki her şey, Allah’ın isimlerini okutan birer değerli mektup, birer vazîfeli memur, kendisini bekâ âlemine hazırlayan birer kıymetli ve mânâlı varlıktırlar. Eğer o nûr olmasa idi, varlıklar tamamıyla mutlak fenâya mahkûm, kıymetsiz, mânâsız, faydasız, abes, boş, karmakarışık ve tesâdüf oyuncağı mâhiyetinde evhâm karanlıkları içinde kalacaktı. İşte bu sırdandır ki, akıl sahibi bütün insanlar ve yerlerden göklere kadar bütün varlıklar onun (asm) nûruyla iftihâr etmektedirler.1

Eğer o nûr olmazsa kâinâtın da, insanın da, hattâ her şeyin de hiçe ineceğini beyan eden Said Nursî Hazretleri, böyle güzel ve eşsiz bir kâinâta, böyle eşsiz bir zâtın (asm) lâzım olduğunu kaydeder. “Yoksa kâinat da, eflâk da olmamalıdır” der.2

Bedîüzzaman Hazretleri, bu hadîs-i kudsî’yi Resûlullah Efendimiz’in (asm) ibâdeti ve duâsı ile de îzah eder. Zamanın ve mekânın tek ferdi sıfatıyla Resûl-i Kibriyâ Efendimiz (asm), öyle yüksek bir namazda, insanı ve bütün mahlûkâtı mutlak fenâya düşmekten, kıymetsizlikten, faydasızlıktan, abesiyetten âlâ-yı illiyyîn olan kıymete, bekâya, Cennete, ulvî vazîfeye ve Allah’ın birer mektubu olma makamına çıkarmak için, öyle umûmî bir duâ etmektedir ki, Hazret-i Âdem’den (as) Kıyâmete kadar gelen bütün peygamberler, bütün kâmil ve nûrânî insanlar kendisine uyarak, duâsına “Âmin!” demektedirler. Öyle umûmî bir ihtiyaç için duâ etmektedir ki, değil dünyâ ehli; semâvât ehli ve bütün kâinât dahî onun (asm) niyâzına iştirâk edip hal diliyle, “Oh! Evet, Yâ Rabbenâ ver! Duâsını kabul et! Biz de istiyoruz!” diyorlar. Duâsına ve niyâzına bütün mevcûdât, semâvât ve hattâ arş vecde gelip, “Âmin! Allâhümme Âmin!” diyorlar.3

Peygamber Efendimiz’in (asm) ibâdet hayatının ve duâsının insanlık âlemi için ebedî saadetin ve Cennetin varlığının sebebi; peygamberliğinin ve hidâyetinin de ebedî saadete ve Cennete kavuşmanın vesîlesi olduğunu önemle vurgulayan4 Bedîüzzaman Hazretleri, diğer yandan Hazret-i Muhammed’in (asm) peygamberliğinin bu imtihân dünyâsının açılmasına sebep olduğunu, onun ibâdet hayatının ve getirdiği ibâdet prensiplerinin de ebedî saadet yurdu olan âhiretin açılmasına vesîle olduğunu kaydeder. Anlaşılıyor ki, Resûlullah Efendimiz’in (asm) peygamberliğinin hürmetine “dünyâ hayatı”, ibâdetinin ve duâsının hürmetine de “ebedî âhiret hayatı” yaratılmıştır.5

Hazret-i Muhammed’in (asm) kâinâtın “ille-i gâiyesi,” yani kâinâtın biricik varlık sebebi olduğunu ve Yaratıcının ona bakıp kâinâtı halk etmiş olduğunu belirten ve buradan “Eğer onu îcad etmeseydi, kâinâtı dahi îcad etmezdi”6 hükmüne ulaşan Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri, Hazret-i Muhammed’in (asm) maddî ve mânevî hayatının, kâinâtın ruh ve hayatından süzülmüş bir özün özü olduğunu; peygamberliğinin de kâinâtın his, şuur ve aklından süzülmüş en sâfî bir öz olduğunu kaydeder. Buna göre, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın hayatı, kâinât hayatının hayatıdır. Peygamberliği, kâinât şuurunun şuurudur ve nûrudur. Kur’ân’ın Vahyi ise, kâinât hayatının rûhudur ve kâinât şuurunun aklıdır.7

Hazret-i Muhammed’in (asm) maddî ve mânevî hayatı ile kâinât hayatı arasında böylesine “ruh-beden” ilişkisi kuran Üstad Saîd Nursî hazretleri, ruhun ayrılışı ile bedenin çökeceği misâlinde olduğu gibi; Hazret-i Muhammed’in (asm) “peygamberlik nûrunun” kâinattan çıkıp gitmesi halinde de kâinâtın vefât edeceğini; Kur’ân’ın gitmesi hâlinde ise kâinâtın dîvâne olacağını, dünyânın da kafasını ve aklını kaybedeceğini; şuursuz kalmış olan başını bir gezegene çarpacağını ve kıyâmeti koparacağını haber verir.8

Bedîüzzaman’ın bu beyanları, hem kıyâmetin kopuşunu haber veren sahih hadislerle örtüşmekte; hem de “Levlâke” hadîsini farklı bir yaklaşımla yorumlayarak, onun (asm) nûru olmadığında kâinâtın nasıl ve niçin dağılacağını ve yıkılacağını açıklar mâhiyettedir. Nitekim Kur’ân bu hikmetleri, “Biz Seni ancak âlemlere rahmet olasın diye gönderdik!” 9 âyeti ile doğruluyor!

Bu durumda, hiç abartısız olarak denilebilir ki: Hazret-i Muhammed (asm) olmasa idi, bütün maksatlar-–bütün insanlığın ve bütün kâinâtın var oluş maksatları—beyhûde olacaktı. Nasıl ki, anlaşılmaz ve muallimsiz bir kitap, mânâsız bir kâğıttan farksız oluyor ise, bu kâinât sarayının da, bu dünyâ menzilinin de, bu mevcûdât kitâbının da ya bir tarif edici ve muallim nezâretinde bulunması, ya da bulunmaması lâzım geldiği anlaşılmalıdır.10 Doğrudan vahye mazhar olan bu tarif edici ve muallim ise, Hazret-i Muhammed’den (asm) başkası değildir.

Dipnotlar:

1- Sözler, S. 71, 2- Sözler, S. 215, 3- Sözler, S. 70, 218, 4- Sözler, S. 70, 217, 5- Sözler, s. 72; Mesnevî-i Nûriye, s. 38, 6- Mektûbât, S. 191, 7- Lem’alar, S. 329, 8- Lem’alar, 329, 9- Enbiyâ Sûresi: 107, 10- Sözler, S. 113.

24.04.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Kapıyı çalan adalet olsun


A+ | A-

Yıllardan beri darbecilerin hazırladığı hukuk sistemiyle idare edilen Türkiye, artık bu boyunduruktan kurtulmak istiyor. 12 Eylül’de temelleri atılan ve 28 Şubat sürecinde yeniden ‘ayar’ yapılan bu sistemde hak ve adaletin tam anlamıyla tecelli etmesi mümkün görünmüyor.

Nitekim, 12 Eylül darbecilerinin millete zorla ve hile ile kabul ettirdikleri mevcut anayasanın tamamen değiştirilmesi gündemde. Şu anda bazı maddelerinin iyileştirilmesi için çalışılan anayasanın ortadan kaldırılıp, sözde değil, özde yeni ve sivil bir anayasanın yapılması milletin en büyük talepleri arasında yer alıyor.

Herkes yaşanan sıkıntıların farkında. Kararlarıyla zamam zaman milleti üzen Anayasa Mahkemesinin başkanı da bu sıkıntıları tesbit etmiş. Mahkemenin 48. kuruluş yıl dönümünde konuşan Başkan Haşim Kılıç, yargıya ve siyasete hitap ederek dikkate alınması gereken mesajlar vermiş.

Başkan Kılıç’ın dile getirdiği tesbitlerin bir kısmı şöyle:

* Yasama, yargı ve yürütme gücünü kim kullanırsa kullansın yasal güvencelerin arkasına saklanarak hukuk dışı yöntem ve yollarla ülkeyi, demokrasiyi ve cumhuriyeti kurtarma düşüncesinden vazgeçmelidir.

* Kamuoyunun dikkatinin yoğunlaştığı önemli dâvâlarda birbiriyle çelişen ve toplum vicdanını ikna edecek hiçbir gerekçeye dayanmayan, gün aşırı farklı kararların ortaya çıkması yargıya olan güveni temelden sarsacak görüntülerdir.

* Halkımızın mutluluğu adına, uygar dünya ile bütünleşmiş, her türlü siyasî ve ideolojik etkiden arındırılmış, hızlı ve etkin bir yargı sistemi kurulması için acil bir yargı reformunun yapılması zorunluluk haline gelmiştir. Nitekim, Avrupa Birliği İlerleme Raporları’nda da bağımsız, tarafsız, etkin ve hızlı bir yargının gerekliliğine işaret edilmiş, Türkiye ise Katılım Ortaklığı Belgeleri’nde bu engelleri ortadan kaldırmak için söz vermiştir.

Anayasa Mahkemesi Başkanı Kılıç’ın dikkat çektiği “yasal güvencelerin arkasına saklanarak” hukuk dışı yöntemler kullananlar kimlerdir?

“Her türlü siyasî ve ideolojik etkiden arındırılmış, hızlı ve etkin bir yargı sistemi” için daha çok bekleyecek miyiz? Yargı sistemindeki sıkıntıların sona ermesi, en az yeni ve sivil bir anayasa kadar öncelikli değil midir?

Hele hele, aynı dâvâda neredeyse gün aşırı farklı kararlar alınmasının meydana getirdiği ‘güven kaybını’ kim ve nasıl telafi edecek? “Türkiye’nin ve dünyanın en büyük adalet saraylarını yapmak”, tartıştığımız ‘hukuk ve adalet’ problemlerine çare olabilecek mi?

Demokrasi tarif edilirken verilen bir misâl var: Sabahın erken saatinde kapınızı çalanın sütçü olduğundan emin olmanızdır, denilir. Ortalama olarak her on yılda bir ‘silâhlı kişiler’in kapımızı çalmasından bıktık. Artık kapımızı ‘hak, hukuk ve adalet’ çalsın.

Acaba ne zaman kanun değil de hukuk ve adalet devleti olacağız?

24.04.2010

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Yeni anayasaya kimin gücü yetecek?


A+ | A-

Hafta başında yazdığımız (19.04.2010) “Meğer ‘güçleri bu kadar’mış” başlıklı yazımıza cevap olarak, AKP Genel Başkan Yardımcısı ve Teşkilât Başkanı Ekrem Erdem’den bir mail aldım. Öncelikle bu cevabî maili aynen aktaralım:

“Sayın Kara; Gazetenizin 19 Nisan 2010 Tarihli Sayısında kaleme aldığınız “Meğer ‘güçleri bu kadar’mış” başlıklı yazınızda, önceki hafta Çorum’da yaptığım konuşmaya atıfta bulunarak bazı çıkarımlarda bulunmuşsunuz. Çorum Programında yaptığım takriben 20 dakikayı bulan konuşmamın çok az bir bölümünün basına yansımış olması, konuşmamın tamamında vermek istediğim mesajın uzağında yer almıştır. Oysaki mesajın tamamında, Ak Parti’nin iktidarda olduğu döneme neleri sığdırdığından, hangi büyük hamleleri gerçekleştirdiğinden, bütün bunlar yapılırken milletimizle kurduğumuz bağın da her geçen gün nasıl güçlendiğinden bahsetmiştim. Ak Parti’nin milletten aldığı güçle neler yaptığını anlatırken, Anayasa değişikliğiyle ilgili de bir tespitte bulundum. Bu tespitin yazınızın başlığına “Meğer güçleri bu kadarmış” diye yansımasına üzüldüğümü belirtirim. Bu vesile ile de çalışmalarınızda başarılar diler, selamlarımı sunarım. Ekrem Erdem (Ak Parti Genel Başkan Yardımcısı, Teşkilat Başkanı).

Peki biz yazımızda ne söylemiştik. Seçimler yaklaşırken, partilerden vaatlerin gelmeye başladığını, bu çerçevede Erdem’in de değerlendirmelerini yazarken, “Şimdilik gücümüz Anayasa’nın sadece 30 maddesini değiştirmeye yetiyor” dediğini aktarmıştık. Bu cümleden de “Güçleri bu kadar”mış başlığını çıkarmıştık.

Bir kez daha hatırlatalım. 2007 genel seçimlerine giderken AKP yeni ve sivil bir anayasa için hazırlık yapmış, bu amaçla bilim kurulu oluşturulmuş ve bir taslak metin ortaya çıkmıştı. Seçimlerden AKP tek başına iktidar olarak çıktı. Ancak 2002 seçimleri gibi anayasayı değiştirecek bir sayıya ulaşamamıştı. Ancak siyasetteki gelişmeler neticesinde AKP bu çalışmasından vazgeçmişti. Yeni anayasadan vazgeçen AKP şu anda Meclis’te görüşülen değişiklikleri içeren bir teklif getirdi.

Bu durumda da şu yorumu yapmak yanlış olmaz. Erdem’in dediği gibi AKP’nin “şimdilik” gücü anayasanın sadece 30 maddesini değiştirmeye yetmiş oldu. Erdem’in bu cümlenin ardından söylediği, “Ama önümüzdeki seçimlerde millet bize bir kez daha yetki verirse İnşallah baştan sona sivil bir anayasa hazırlayacağız” cümlesine bakacak olursak, önümüzdeki seçimde de tıpkı 2007’de olduğu gibi AKP’nin vaadi 2007’de olduğu gibi yeni anayasa vaadi olacak. Bunu başbakan Erdoğan da değişik ortamlarda dillendirmeye başladı bile…

Bakalım o zaman kimin yeni bir anayasa yapmaya gücü yetecek? Bu önemli görevi yapma görevini kim üstlenecek?

Bunun yanı sıra, Erdem’in “Şimdilik gücümüz Anayasa’nın sadece 30 maddesini değiştirmeye yetiyor” cümlesinden, biz “Meğer “güçleri bu kadar’mış” başlığını çıkardığımızı belirtmiştik. Bu cümleden bu başlık çıkmaz mı, bunu da siz okuyucularımıza soralım…

Yoksa hiç kimseye karşı bir art niyetimiz yoktu. Bu vesile ile biz de Sayın Erdem’e çalışmalarında başarılar diliyoruz.

24.04.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

“Anûdane particilik…”


A+ | A-

Bediüzzaman, bir lâhika mektubunda, “Başvekile ve dindar mebuslara verilmek üzere” yazdığı “gâyet ehemmiyetli bir hakikattir” başlıklı mektubunda, fevkalâde önemli içtimâî ve siyasî “büyük bir tehlike”yi haber verir. (Emirdağ Lâhikası, 318-321)

Bu “büyük tehlike”nin, Müslüman millete, memlekete büyük bir zarar vermeye zemin hazırladığını beyân eder. Bu beyânı, “İslâmiyet milliyeti ve hâkimiyeti ve memleketin selâmeti için çalışan ehl-i siyaset ve cemiyet-i beşeriyeye (insanlık cemiyetine) hâmiyetle çalışanlar için mânevî ihtar” olarak vasıflandırır.

İnanç ve mânevî değerlerden mahrum “ikinci Avrupa” anlamındaki maddeci ve inkârcı Batıcılığın bu menfî cereyanı aşılama çalıştığını belirtir. Bu çerçevede “İrtica nâmı verilen hakikî bir terakki ve adaletin esası” olan “dinî hâmiyet ve kuvvet-i imâne”ye karşı, “hakikî irtica” dediği, “siyasî ve içtimaî irtica”a dikkat çeker.

İnsanlığın vahşet ve bedevîlik zamanlarından kalma medeniyet perdesindeki bu çağdaş “içtimaî ve siyasî irtica”ın “vahşiyâne kuralı”yla yeryüzünde ve cemiyette huzur, adâlet, güvenlik ve barışı mahvedildiğini anlatır. Bu “vahşi kural”ı, “garazkârâne ve anûdâne (inadına) particilik” olarak nitelendirir.

“VATANDAŞLIK VE

KARDEŞLİĞİ ZİR-Û ZEBER…”

“Bir tâifeden, bir cereyandan, bir aşiretten bir ferdin hatâsıyla o tâifenin, o cereyanın, o aşiretin bütün fertleri mahkûm ve düşman ve mes’ul tevehhüm ediliyor (sanılıyor). Bir hatâ, binler hatâ hükmüne geçiriliyor. İttifak ve ittihadın temel taşı olan kardeşlik ve vatandaşlık, muhabbet ve uhuvveti (mânevî kardeşliği) zîr ü zeber ediyor” diyen Bediüzzaman, birbirine karşı gelen muannid ve muarız kuvvetlerin kuvvetsiz kaldıklarını ve bu kuvvetsizlikle zayıflandığı için, millete ve memlekete ve vatana âdilâne hizmete muvaffak olunamadığını ikaz eder…

Bediüzzaman bu ikazını, Kur’ân’ın birçok âyetinde tekrar edilen “Hiçbir günahkâr başkasının günâhını yüklenmez” meâlindeki âyete dayandırır. (En’âm Sûresi, 164) “Kardeşi de olsa, aşireti ve taifesi de olsa, partisi de olsa, o cinâyete şerik sayılmaz. Olsa olsa, o cinayete bir nevî tarafgirlikle yalnız mânevî günahkâr olup âhirette mesul olur, dünyada olmaz” uyarısında bulunur.

Aksi halde “ittifak ve ittihadın temel taşı olan kardeşlik ve vatandaşlığı, muhabbet ve uhuvveti zîr-ü zeber edileceğini ve “vahşi bir irticaa” dönüleceğini kaydeder.

Özellikle iktidarın, bu hakikati nazara alması gerektiğini; yoksa üç- dört cereyanın muannidâne muâraza etmeleriyle siyasî irâdenin zayıflayacağını; vatanın ve milletin menfaatine, asâyişe ve emniyeti muhâfazaya kâfi gelmeyeceğini açıklayıp, içte ve dışta maddî ve mânevî rüşvetlere mecbur kalacağı gerçeğini hatırlatır.

Bediüzzaman’ın, siyasî kargaşayı “ittifaksızlıktan gelen zâfiyet ve kuvvetsizlik sebebiyle ecnebînin politikasına âlet olunacağı” ifâdesi, Türkiye’nin siyasî cedelleşme ve inâdına particilikle sürüklendiği siyasî ve sosyal kaosun arka plânındaki vahâmeti ortaya koymakta. Sira “garazkârâne ve anûdâne particilik”le ülke sâdece içte kaybetmemekte, hâriçte de birçok emr-i vakiyle, küresel proje dayatmasıyla karşı karşıya kalmakta.

Gerçek şu ki “Anayasa değişiklik paketi”nin 330 barajını üç-beş oy farkıyla bıçak sırtı geçmesi, uzlaşmanın toplumsal mutâbakat için olduğu kadar Meclis’teki uzlaşma için ne denli önemli olduğunu bir defa daha te’yid ediyor.

SİYASETTE

“MUANNİDÂNE MUÂRAZA”!

Tablo şu ki demokratikleşme adına yapılan değişikliklerin “ya hep ya hiç mantığı”yla hiçbir ciddî müzâkereye açmadan ısrarla bir “hap” olarak sunulması, en basit demokratik düzenlemeleri bile zora sokuyor.

Siyasî inadla “paket”in tefrik edilmemesi, ilgili maddelerin ayrı ayrı “mini paketler” haline getirilmemesi, yalnız Meclis’teki oylamayı değil, referandumu da toplumu ikiye ayıran bir duruma düşürüyor. Siyasî karşıtlığı daha da azdırıyor, gerilimi arttırıyor.

AB’nin her “ilerleme raporu”nda gereğini ilettiği ve hiçbir dış etki altında kalmadan tarafsız ve bağımsız olması gereken yargı reformu bile günübirlik siyasî tartışmaların ve Meclis’teki kavgaların gürültüsüne geliyor.

Birinin “ak” dediğine diğeri “kara” diyor. Demokratikleşmenin birinci şartı olan siyasetin demokratikleşmesi ve demokratik eğitim güme gidiyor. Siyasî tehdit ve mânevralarla akl-ı selimin ve konsensüsün önü tıkanıyor. Sağduyu, siyasetin semtinden uzaklaşıyor.

İnsan haklarının, hak ve hürriyetlerin oylanması ve referanduma sunulması garâbeti bir yana, uzlaşmaz siyasetle sırf politik rant uğruna sürüklenen çıkmazda demokrasi, hak ve özgürlüklerin siyasî polemik malzemesi yapılıyor, millet irâdesi savruluyor.

Keza çatışmacı siyasetle politik beklentiler ve kısa vâdeli hesaplar öne çıkarılıyor, “promosyon siyaset”le siyasî irâde iğdiş ediliyor. Milletin egemenliği zedeleniyor.

Kısacası, milletle devletin ortak mutâbakatı olan “Anayasa paketi”, “anûdane particilik”le siyasî dağınıklığa dönüşüyor. “Demokratik açılım”, uzlaşma stratejisinden mahrum “muannidâne muâraza” ile kapanıyor; demokratik dağınıklığa, gerginliğe, kamplaşma ve kutuplaşmayla demokratikleşmeyi baltalıyor; Türkiye’ye kaybettiriyor…

24.04.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Paketle uğraşırken


A+ | A-

Yedi buçuk yıllık tarihinin istisnaî yoğunluklarından birini daha yaşayan AKP ağırlıklı Meclis, anayasa paketi için sabahlara kadar mesai yapıyor. “Aman ha, sakın fire vermeyelim” telâşındaki Başbakanın olağanüstü sıkı ve yakın markaj ve takibi altında oturum ve oylamalara katılan ve bîtap düşen bakanlar ve AKP’li vekiller, sıralara kapanıp kestiriyorlar.

Buna rağmen ilk oylama sonuçları iktidar partisinin 4-5 fire verdiğini gösteriyor. Bazı bağımsızların desteği olmasa kabul oyları 330’un altında kalacak. Yani kritik bir durum söz konusu.

Çünkü 330’u bulamamak, haftalardır tartışılan referandum seçeneğini, CHP’nin AYM’ye gitmesine mahal bırakmadan gündemden kaldırır. Zira değişiklik Mecliste kabul edilmemiş sayılır.

Onun için Başbakan tam bir alarm halinde.

Bilhassa CHP’nin evvelâ Gül’e “Sadece onları referanduma götür” çağrısı yaptığı, ardından iktidar partisine “Askıya al ve seçim sonrasına ertele” dediği “3 konu ve 14 madde”de, kabul için gerekli sayının altında kalmamayı hedefliyor.

Peki, Meclisin, gündemindeki diğer bütün konuları bir kenara bırakarak günlerdir tamamen ona odaklandığı paket kabul edilirse ne olacak?

Meclisten geçtiği, Anayasa Mahkemesine götürülmediği, oraya gitse bile iptal edilmeyip yürürlüğe girdiği gibi, gerçekleşme ihtimali düşük görünen varsayımları olmuş sayarak sorarsak:

Paketteki düzenlemeler, yargı vesayetini kırıp yüksek yargıdaki kast sistemini ortadan kaldırabilecek mi? AYM ve HSYK’daki üye sayılarını arttırmak ve üye atamalarında cumhurbaşkanını belirleyici hale getirmek, Erdoğan’ın “Ne kadar başarılı düzenlemeler yaparsanız yapın, kararları yine yargıçlar veriyor” beyanıyla ifade ettiği olguyu, yani meselenin temelinde yatan “zihniyet” problemini aşabilmek için yeterli olabilecek mi?

Atama tercihlerinde doğru isimler seçilebilirse, zaman içinde kısmen de olsa bu yol açılabilir.

Bugün HSYK’da en çok problem çıkaran üyelerden birinin, yedi yıl önce AKP iktidarınca ödüllendirilip oraya getirilmiş olduğunu hatırlarsak, bu meselenin önemi daha iyi anlaşılabilir...

Ancak asıl olan, kişilerden öte, sistemi düzeltmek. Ve bunu, bir ideolojik kavga ya da rövanş izlenimi uyandırmadan, mümkün mertebe karşı cephe oluşmasına meydan vermeden ve eğer oluştu ise bu cepheyi olabildiğince küçültmeye çalışarak ve muhalifleri ikna ederek başarmak.

Evvelce TÜSİAD, Barolar Birliği, hattâ CHP tarafından hazırlanan anayasa taslakları, şimdi AKP’nin telâffuza dahi cesaret edemediği ölçüde demokratik açılımlar içeriyorken, şimdi AKP damgalı anayasa değişikliklerine karşı aynı adreslerden niye itirazlar geldiğini iyi tahlil etmek.

İşte burada irdelenmesi gereken noktalar var.

Gündemdeki paketin askerle ilgili maddeleri de, bilhassa komisyonda yapılan değişikliklerden sonra, paketi destekleyen kesimlerce dahi eleştiriliyor. YAŞ’a açılan yargı yolu daraltılırken askere sivil yargı düzenlemesinde askere verilen inisiyatif alanının genişletilmesi gibi “rötuş”lar, söz konusu düzenlemeleri “Dostlar alışverişte görsün” deyişindeki mesaja uygun hale getiriyor.

Bunca emek, enerji ve vakit harcanıp uğruna bu kadar tartışmalar yapılan ve gerginlikler yaşanan bir paket, işleyişte dişe dokunur bir netice getirmezse, bu durumu en iyi tarif edecek deyişlerden biri de “Dağ fare doğurdu” sözü olacak.

Ve iktidar bütün himmet ve gayretini böyle bir pakete yoğunlaştırırken, “gizli anayasa” olarak anılan Millî Güvenlik Siyaset Belgesine dayalı antidemokratik uygulamalar tamgaz devam ediyor.

Kaldırıldığı açıklanan EMASYA protokolündeki sistem, İl İdaresi Kanununa istinaden aynen sürdürülürken, okullardaki Millî Güvenlik dersleri, askerin, öğretmen ve öğrencileriyle birlikte bütün eğitim kurumlarını izleme, denetleme, fişleme, kontrol aracı olarak kullanılıyor.

Anayasa paketi gibi “büyük” işlerle uğraşmaktan, böyle “önemsiz” meselelere sıra gelmiyor...

24.04.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Yeni Asya Gazetesi - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat-Promosyon - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım