02 Mayıs 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Selim GÜNDÜZALP

Ölüler konuşuyor


A+ | A-

Siz dirileri çok dinlediniz. Biraz da bizi dinleyin. Ömrünüz zaten dirilerle geçiyor. Gününüzün yirmi dört saati hep onlarla beraber. Biraz da bizi dinleyin. Kulak verin sesimize. Aklınızda tutun söylediklerimizi. Can kulağıyla dinleyin... Söylemediler demeyin.

Biz bu kabristanın sakinleriyiz. Bir şairin dediği gibi:

“Dışı sükûn ile zâhir, derûnu mahşer”

Burası işte böyle bir yer.

İzin verilince görüşürüz, bazen rüya yoluyla konuşur, görüşürüz sizlerle. Rüyaya mahsus özel bir dil ile. Çok da meçhûl değil, erbabına mâlûm.

Rüyada yaşadıklarınız, bir bakıma bizim buradaki hayatımıza çok benziyor. Rüya da olsa, sizinki hayal meyal bir şey. Benzer dediğimiz hâl, yani bizimki ise hakikat. Siz bir rüyadan uyanıp başka bir rüyaya dalıyorsunuz, yani dünyaya koşuyorsunuz, uyandığınızı sanıyorsunuz. Bir gün, ölümle, dünyanın bu ağır uykusundan uyanıp, gerçeğine koşacaksınız. Yanımıza geleceksiniz.

Gerçi bunu zaman zaman yaşıyorsunuz. Meselâ o büyük zelzelenin sabahında ya da ne bileyim, çok sevdiğiniz birinin vefatında. Bir yakınınızın hastalığında az da olsa yaşamışsınızdır bu hâli. Şöyle bir silkinip uyanmışsınızdır. “Yahu biz nasıl bir dünyada yaşıyormuşuz meğer… Ne kadar da boş şeylerle meşgulmüşüz…” diye sorgulamışsınızdır her halde yaşadıklarınızı. Belki birkaç gün, belki birkaç hafta sürmüştür bu hâliniz. Ruh gibi hafiflemişsinizdir. İşte o an bahsettiğim gerçeğe yaklaşmışsınızdır. Ama hepsi o kadar. Dünya tatlı ve çekici. Yine kaldığınız yerden yaşamaya, uykuya devam… Tâ ki, bir musîbetin tahrikiyle kımıldanıncaya kadar.

Malınız mülkünüz geride kalacak hepsi... Yaşadıklarınız ve içtenlikle inandıklarınız… Gerçek malınız, ancak onlar olacak. Şan şöhretin sökmediği, paranın, iltimasın geçmediği, dünyada kıymet verdiğiniz birçok şeyin, Allah rızası için değilse eğer, zerre miktar değer bulamayacağı bir âlemde olacaksınız. Burası ne dünyaya benzer, ne ahirete… Her ölenin ruhu burada kontrol altında, görevli melekler tarafından tutuklu.

Ben buraya yeni gelenlerden biriyim. Dünyanın tozu, izi de henüz üzerimde. Buradan dünyaya baktığımda, yapmamanız gereken pek çok şeyi sizin yaptığınızı görüyorum; yapmanız gereken pek çok şeyi de maalesef yapmadığınızı... En kıymetli sermayeniz olan ömrünüzü nerede, hangi işlerde sarf ettiğinize bir bakar mısınız? Benim şimdi pişmanlık duyduğum işler için, siz orada doludizgin koşturuyorsunuz.

Doğruyu gösteren pusula, yani vicdan her yerde. Kabirde de yanımda. Aklımız, kalbimiz gibi, dünyadayken sesini kıstığımız ya da kulak vermediğimiz vicdanımız da burada, yanı başımızda. Uyarayım dedim, uyandırayım dedim sizi bir türlü uyanmak istemediğiniz o tatlı dünya uykularınızdan. Biliyorum, birçoğunuza bu söylediklerim belki bir masal gibi gelecek. Nefsinize yenik düşeceksiniz. Belki de şeytan sizi dürtecek, “Aldırma, boş ver” diyecek size. Olsun! Ben uyarımı yapayım da, içinizden hiç olmazsa birinin olsun, hayatında küçük bir değişikliğe, hayırlı bir başlangıca sebep olabilirsem İnşallah, ne mutlu bana...

Burasını size tarif etmek çok zor. Ne desem, hayalini kuramayacaksınız, asla tasavvur edemeyeceksiniz. “Aman, boş ver, adam sen de…” deyip geçeceksiniz belki de. Oysa gerçeğin gerçeği bir yer burası. Aldanmanın yeri ise sizin orası. Uyarayım, uyandırayım dedim. Sakın ola ki, Allah’ın rahmetinden uzakta kalmayın, ümitsizliğe düşmeyin. Yine sakın ola ki, affı geniştir diye günahlara dalmayın, şeytana aldanmayın. Fırsat eldeyken hatalarınıza, günahlarınıza bol bol tövbeler edin. Sadık kalın tövbelerinize, sabır, sebat gösterin. Sabrın sonu zaferdir. İman çok güçlü bir nimet. Aman ha, onu ganimet bilin. Dünyada neye sahip olursanız olun, iman dediğimiz bu nimetin bir zerresine değmiyor hiçbiri.

Burada ve bundan sonrasında artık hep o nimet geçerli. İman, ille de iman. Başka çare yok, başka deva yok.

Kabri aydınlatan bir nurdur iman.

Dünyada olduğu gibi, buradaki korkulu hâllerden de bizi koruyan ve bizi hep seven, sevdiğini de bildiren ve rahmetiyle gösteren, bir an olsun bizi hiç yalnız bırakmayan, nazlı bir bebek gibi ahımızı, nazımızı çeken, dinleyen, niyazımızı ve her nevî duamızı, ihtiyacımızı gören, sonsuz merhameti ve şefkatiyle bir an olsun ihmal etmeden veren Rabbimizle irtibatı koparmayın. Güneşe arkanızı dönmeyin. Yoksa gölgede kalır ruhunuz, üşürsünüz.

Bir küçük ışık, kibrit başı kadar bir ışık, nasıl koskoca bir karanlığı yutuyorsa, şimdi burada o nur, o ışık lâzım, o iman lâzım. Gayretinizi, faaliyetinizi iman nimetini çoğaltmakta harcayınız. Söylemedi demeyiniz. Biz kabristanın sakinleriyiz. İçimizden biri bir şeyler söylemeli size, uyandırmalı. Ben buraya yeni geldim. Yaşadığınız hayatın aynısını yaşayan biri, buranın yenilerinden biriyim. Bir şeyler söyleyip uyandırmaya çalışmalı içimizden biri sizi. Uyarıp uyandırmalı.

Bu da bir nimet… Bazen rüyada görüşürüz, konuşuruz sizinle. Dualarınız ulaşır nurdan tabaklar içinde bize. İsim isim dağıtılır. “Bu filandan, bu falandan” diye, seviniriz. Karanlık dünyamız, birden nurlarla dolar. Ruhumuz gıdalanır, doyar. Dünyada olduğu gibi, burada da rızka muhtacız. Rezzak orda da birdir, burda da bir. Rabbimize ihtiyacımız her yerde bir… Allah bir, Rezzak bir. Dünyada da, kabirde de, mahşerde de Rezzak bir, Allah bir.

Hayırlarınızı çoğaltınız, iyiliklerinizi arttırınız. Mümkünse, bir çocuk safiyeti içinde kalmaya bakınız. Kalbinizi dersle, sohbetle cilâlayınız. Kalbiniz ki, en güçlü yanınız. Ne olur, onu ihmal etmeyiniz. Tövbe ile yıkayınız. İmanla koruyunuz. Ne yapıyorsanız, Allah için yapınız. Desinler, bilsinler, görsünler diye sakın ola ki hiçbir şeyi yapmayınız. Niyetinizi bozmayınız. Eksiltirsiniz her şeyin değerini ve hiçe indirebilirsiniz. Bizden demesi... Nasıl olsa buraya geleceksiniz. Söylediklerimizi burada bir bir yaşayıp göreceksiniz. İyisi mi daha ölmeden ve fırsat eldeyken hayat gözünüzü dört açınız da, bu uyanıklığınız kabirde bir işe yarasın bari…

Son bir tavsiyem olacak sizlere. Her şeyi özetlemeye yetecek bir tavsiye:

“Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı İmân ile hayatlandırınız ve ferâizle zînetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhâfaza ediniz.” (Sözler, 134)

Şimdilik, Allahaısmarladık deyip ayrılalım. En kısa zamanda buluşmak üzere. Dilimizi salâvatlara alıştıralım. Hayatınızı dualı ve salâvatlı kılın, bizleri de dualardan unutmayın. Hoşça kalın.

Rabbim izin verirse görüşmeye ve konuşmaya devam edeceğiz İnşallah.

02.05.2010

E-Posta: [email protected]



Yasemin GÜLEÇYÜZ

Şefkat kahramanları (14)


A+ | A-

Kastamonulu Ulviye Hanım

Kastamonu ve Emirdağ Lâhikalarında adı sıklıkla geçen Risâle-i Nur’un çalışkan hanım talebelerinden bir tanesi Ulviye Hanım. Soyadına, doğum ve ölüm tarihlerine bütün çabalarıma rağmen ulaşamamakla beraber ümidimi de kesmiş değilim.

Görüşmelerimde, kendisini tanıyanlar ondan büyük bir hürmetle bahsettiler…

Kastamonu’da “erkeklerden ziyade” Risâle-i Nurlara “fedakârane” sarılan hanımlardan bir tanesiydi o.

Ankara’da bulunduğu yıllarda kızının arkadaşları olan milletvekili hanımlarına Risâle-i Nur’dan sohbetler yapan da o.

İstanbul’da ilk hanımlar dersinin kurulmasında emek sarf eden de o.

1960 İhtilâlinin gerçekleşmesinden kısa bir zaman sonra Ankara’da katıldığı bir mevlidde Nurculuk yapmaktan dolayı tutuklanan da yine o.

ULVİYE HANIMI

TANIYANLAR

ANLATIYOR

Saniye Çolakgil:

Geçtiğimiz bölümlerde tanıttığımız Kastamonulu hanım Nur Talebelerinden Saniye Çolakgil, Ulviye Hanımı hatıralarında bize şöyle anlatmıştı: “Biz en zor zamanlarda Ulviye, Lütfiye, Aliye ve Aşık Zehra ile biraraya gelir, Risâle okurduk. Lütfiye ile ben eskimez yazı ile Risâleleri hem çoğaltıp, hem de hanımlara ders yapardık.

“Kastamonu hanımlarının en kıymetli eşyası bindallıdır. Değerli kumaşlardan altın ve gümüşle işlenerek yaptırılır. Evlâdlara, torunlara miras kalır. Önemli günlerde bindallısı olmayanlar, olanlardan ödünç alırlar. Ulviye ve Lütfiye çeyizlerinden çıkardıkları bindallıyı, yazmış oldukları Risâlelere cilt yapmışlardı. ‘Bu risâlenin kıymetini en iyi sen bilirsin’ diye bana emanet etmişlerdi. Son zamanlara kadar hep ondan okur, ders yapardım. Fakat ‘emanet’ diye alan bir hanım kitabı getirmedi. Hâlâ üzülüyorum.(...)”

Asiye Mülazımoğlu:

Bir önceki asrın müceddidi olan Mevlânâ Halid Bağdadî’nin, talebesi Küçük Aşık’a bir cübbe verir. Kıymetli bir aile hatırası olarak saklanan cübbeyi Bediüzzaman Hazretlerine emanet eden Asiye Mülazımoğlu da, Ulviye Hanım vesilesiyle Bediüzzaman ve Risâle-i Nur’larla tanışmıştır. Asiye Hanımı, Bediüzzaman Hazretleri hanım Nur Talebeleri arasında çalışkanlığı ile “başta” zikreder. (Kaynak: Bediüzzaman’ı Gören Hanımlar, s. 70, Nuriye Çeleğen)

Fatma Aydoğdu Ural:

Dizinin önceki bölümlerinde tanıttığımız, Bediüzzaman Hazretlerinin Kastamonu hayatında küçük bir kız çocuğu olan Fatma Aydoğdu, Ulviye Hanımı, annesi ile sıkça görüşen ve Risâle-i Nur’dan güzel sohbetler yapan bir hanım olarak hatırlıyor: “Ulviye Anne, Kastamonu’da iken annemle sık sık görüşürlerdi. Risâlelerden bazı kısımları bize anlatırdı. Sonra Ankara’ya taşındılar.”

Şükran Demirel:

Daha önceki bölümlerde hatıralarını paylaştığımız Şükran Demirel, eşi Ali Demirel ile Risâle-i Nur’a beraberce hizmet eden şefkat kahramanlarından bir tanesi. Ulviye Hanımla Ankara’da iken tanışmış. İstanbul hanım derslerinin nasıl yapılacağı noktasında da Ulviye Hanımdan destek istemiş. Şükran ve Ali Demirel’in hatıralarında konu ile ilgili bölümler şöyle:

“Ankara’da iken Kastamonulu Ulviye Anne ile tanıştık. Osmanlıca bilen çok mübarek bir hanımdı. Haftada bir gün ders yapardık. 1930 doğumlu olduğuma göre 26 yaşımda genceciktim o zamanlar. Ulviye Hanım tatlı tatlı Risâle-i Nur’dan anlatırdı. Bir gün bana şu hatırasını anlattı: Ankara’da kızının arkadaşlarına—ki içinde milletvekili eşleri de var—sohbet ediyor, zaman zaman da risâle okuyormuş. Ama kitabın ne olduğunu açıklamıyormuş. Hanımlar bir gün dayanamayıp hep birlikte: ‘Sen bu kadar güzel bilgileri nereden öğreniyorsun? Okuduğun o kitabın adı nedir?’ diye soruyorlar. Ulviye Hanım da, Üstaddan ‘Kitapları açığa çıkarayım mı?’ diye izin istiyor. İzin aldıktan sonra kitapların ne olduğunu, kime ait olduğunu açıklıyor hanımlara.

İstanbul’da düzenli

ilk hanım Nur sohbetleri

“İstanbul’a tâyinimiz çıktığında Yenikapı’daki evin hanımı Ümmü Gülsüm ve kızlarıyla tanıştık. Onlara gidip gelmeye başladım. Sonra Galip Gigin’in annesi katıldı aramıza: ‘Oğlum, arkadaşlarının hanımları, anneleri, kızları, kardeşleri yok mu? Bir tanıştır beni onlarla’ demiş. Böylece Yenikapı’daki evin hanımları, ben, birkaç hanım daha bir araya geldik. Sonra, ‘Ders yapsak ya, biz de erkekler gibi’ dediler yeni gelen hanımlar. O zamana kadar okuyoruz, ama kalabalıkla nasıl olacak? Hemen aklıma Ulviye Hanım geldi. Ulaştık kendisine, kızıyla birlikte Pendik taraflarında yazlığa gelmişler. Mehmet Birinci ve Fırıncı gidip alıp geldiler. On kişilik bir hanım grubu olduk. ‘Haftanın hangi günü ders yapalım?’ diye konuştuk. Ulviye Anne ‘Cuma günü mübarektir. O gün yapalım’ dedi. Bir ay boyunca her Cuma günü onunla birlikte ders yaptık. Bize Risâle-i Nur dersi nasıl yapılacağını göstererek anlattı. Ulviye Hanım çok zeki, gayretli bir hanımdı. Bizi uyarırdı ‘Şöyle yapın, böyle okuyun’ diye… Anlattığım tarih 1959’un Temmuz’u.”

Ali Demirel Ağabey anlatıyor:

“Ulviye Hanımı tanırım elbette. Ankara’da bulunduğumuz yıllarda Şükran Hanımla görüşmek için evimize gelirdi. Nazar-ı dikkatimi çekmişti. Son derece medenî ve Risâle-i Nurları kavrayışı mükemmeldi. Eşimden sorduğum kadarıyla çok güzel Nur dersleri yapardı.

“İstanbul’a gelince hanım dersleri için ihtiyaç hâsıl oldu, Şükran Hanım ‘Ulviye Ablayı çağıralım’ deyince Ankara’ya telefon ettik. Meğer zaten İstanbul’da Cevizli taraflarında bir yerde yazlıktaymış. Oraya vardık, bulduk, derdimizi anlattık. ‘Peki yapalım. Cuma günü olsun. Yeni Cami’ye gelirim. Beni oradan alırsınız’ dedi. Hanımlar onu Yeni Cami’de karşıladılar. Türkiye’de ilk hanım dersleri böylece İstanbul’da başlamış oldu. Sonra İstanbul’u örnek alıp başka şehirlerde de hanımlar dersler yapmaya başladılar.

“Ulviye Hanımla bir de ihtilâl hatıramız var: Ben 1960 İhtilâlinden kısa bir süre sonra risâle dersinde Ankara’da tutuklandım. 2 gece tutuklu kaldım. Mahkemelerim devam etti. Ulviye Hanım da 1960’ın Temmuz ya da Ağustos’u olsa gerek Ankara’da bir mevlide iştirak etmiş. Onu da mevlidde Nurculuk yapmaktan dolayı tutuklamışlar. O dönemde ‘malûm’ gazetelere haber olmuştu mevlid olayı. İkimizin mahkemesi de iki seneden fazla sürdü. Dâvâlarımıza Bekir Berk Ağabey girdi. İsmet Paşa 1963’te başvekil olduğunda af çıktı. Böylece beraberce kurtulduk.”

Mehmet Fırıncı Ağabey

anlatıyor:

Mehmet Fırıncı Ağabey’den telefonda İstanbul’daki ilk hanımlar dersi ile ilgili hatıralarını sorduğumda şunları söyledi:

“Ulviye Hanım o yıllarda aslında Ankara’da oturuyordu. Biz kendisine ulaşmaya çalıştığımızda İstanbul Kartal’da Dragos Tepesinde kızının yanında yazlıktaydı. Damadı savcıydı. Ali Demirel ile birlikte gittik, ziyaret ettik. Hanımlar arasında Risâle-i Nur sohbeti konusunda kendisine ihtiyaç duyulduğunu ifade ettik. Kabul etti. Ali Ağabeylerin evinde İstanbul’da ilk hanımlar dersi böylece başlamış oldu. On kişilik bir hanım gurubuydu. Ablam Halime Hanım da katılanlar arasındaydı…”

ÖNEMLİ NOT: Okuyucularımız arasında Kastamonulu Ulviye Hanım ile ilgili bilgisi olan varsa paylaşmaları, bu çalışmayı ilerideki aşamalarda daha da zenginleştirecektir. Bilgilerinizi, varsa fotoğrafları “[email protected]” ya da “[email protected]” adresine gönderebilirsiniz. Destekleriniz için şimdiden teşekkürler… RİSÂLE-İ NURLARDA ULVİYE HANIM… * Kastamonu’nun Zehraları, Hacerleri, Lütfiyeleri, Ulviyeleri, Necmiyeleri başka bir sahada (hanımlar âleminde) Nur hizmetinde Feyzi’ye arkadaşlık ediyorlar. (Emirdağ Lâhikası, Bediüzzaman Said Nursî) * Hem lâtif, hem güzel, zarif bir hadiseyi söyleyeceğim. Bu memlekette Risâle-i Nur’a erkeklerden ziyade fedakârane yapışan ihtiyar hanımlar ve ihtiyare hükmünde masume genç hanımlar, eski zaman sırmalı ve yaldızlı gelinlik cihâzâtının içinde kıymettar parçaları Risâle-i Nur’un eczalarının ciltleri üstüne çekip, bütün risâleler altın yaldızıyla ciltlenmiş gibi bir tarza girdi. Risâle-i Nur’un manen güzelliğine ve Hüsrev ve Tahiri ve Ali’lerin ve Hasan ve Atıf ve Asım gibi kardeşlerimizin yaldızlı yazılarının cemaline, cildi üstünde de şirin bir güzellik daha ilâve ettiler. Hafız Ali’nin mektubunda yazdığı Ümmühan ve Şahide değerinde, burada Risâle-i Nur’a bütün kuvvetiyle çalışan çok hemşirelerimiz var. Meselâ, Asiye, Saniye, Ulviye, Lütfiye, Aliye gibi Risâle-i Nur’un şakirtleri, oradaki hemşirelerine ve kardeşlerine selâm ve duâ ediyorlar.” (Kastamonu Lâhikası, Bediüzzaman Said Nursî, s. 115) * Burada başta Âsiye olarak Ulviye, Lütfiye gibi çok çalışkan hanım şakirdler, Medrese-i Nuriye’deki hemşirelerine ve selâm gönderen Sabri’nin refikasına hem kardeşlerine arz-ı hürmet ve selâm ve duâ ederler. (Kastamonu Lâhikası, Bediüzzaman Said Nursî) * Ramazanınızı, Leyle-i Kadrinizi, hem bayramınızı tebrik ederim. Kastamonu’da iken nasıl her gün duâlarımda ve manevî kazançlarımda Nur’un has şakirdlerinden Âsiye, Ulviye, Lütfiye’ler, Zehra’lar, Şerife’ler, Hacer’ler, Necmiye’ler, Nimet’ler, Aliye’ler hissedar olmak için manen yanımda bulunuyordular; aynen şimdi de öyledirler. (Emirdağ Lâhikası, Bediüzzaman Said Nursî) * Ben sizleri unutmuyorum. Hatta bugünlerde birden Ulviye, Lütfiye’yi merak ettim. İkinci gün ikisinin de mektuplarını hediyelerini aldım, bunların sadakatlarına bir emâre oldu. Eskiden beri âdetim hediyeleri kabul etmemek ile beraber, sizin cübbe ve yeleğinizi bu geceki Leyle-i Kadir’de giyip Asiye ile beraber Kastamonu’daki bütün Nur Şakirdleri namına kabul ettim. Fakat kaideme muhalif olmamak için ona mukabil, Emin’de bulunan risâlelerimden Lütfiye, Ulviye istediklerini alsınlar veyahut benim hesabıma Mehmet Feyzi ve arkadaşları onların beğendiklerini yazsınlar. (Emirdağ Lâhikası, Bediüzzaman Said Nursî)

02.05.2010

E-Posta: [email protected]



Hüseyin GÜLTEKİN

İzzet ve iffet timsâli Bediüzzaman


A+ | A-

Efendimizin (asm) “Azîmeti uygulayın; ruhsatı kabul edin” tavsiyesini yerine getirme noktasında, bize bakan yönü itibarıyla, dînî yaşantımızda, azimetin de ruhsatında, bir başka ifade ile takvanın da, fetvanın da geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Yani her ehl-i din için azimet de, ruhsat da makul olan bir uygulamadır.

Yalnız burada Resûlullah’ın (asm) tavsiyede bulunarak önümüze koyduğu “azimeti uygulayın” ve “ruhsatı kabullenin” emir ve tavsiyelerinin muhatapları—elbette genelde bütün mü’minler olmakla birlikte—özel olarak kimler olmalı diye kafa yormakta fayda var. Anlayabildiğim kadarıyla dinî yaşantımızdaki tercihimiz “takva” olmalı; haricimizdeki sâir ehl-i dinin “fetva” ile amellerine nazar-ı müsamaha ile bakmalı ve onları o şekilde kabullenmeliyiz. Yani kendimiz mükemmel bir dinî yaşantı içinde olmanın gayretinde olurken; diğer mü’minlerden de aynı takvayı, aynı hassasiyeti beklememeli, onların ruhsatla olan dinî yaşantılarını da hoş görmeliyiz diye düşünüyorum.

Bu hadis-i şerifin her tabakadan ehl-i dine bakan bir tarafı olduğu gibi; Nur Talebelerine de bakan bir yönünün bulunduğu muhakkaktır. Bu yönüyle baktığımızda, hadis-i şerifte geçen “azimeti uygulayın”, “ruhsatı kabullenin” tavsiyesinde Nur Talebelerinin yeri neresidir? Yani Bediüzzaman’ın talebeleri dinî yaşantılarında “takva”yı mı, “fetva”yı mı tercih edecekler?

Bu konuda Nur Talebeleri için en inandırıcı, en geçerli delil elbette Bediüzzaman’ın hayatı ve onun bu yöndeki tavsiyeleridir. Bediüzzaman’ın hayatındaki tercihin baştan sona “azimet” olduğu, dost veya düşmanın tasdikiyle sabittir. Büyük günahlar bir tarafa; onun küçük günahları işlememekteki hassasiyetini; ayrıca farzlar, vacipler bir tarafa, onun sünnet-i seniyyeyi yaşamaktaki dikkat ve titizliğini herkes biliyor.

Meselâ bu meyanda onun izzet ve iffeti muhafaza yolunda sergilediği tavır ve davranışa bir bakalım isterseniz. Bir çok dikkat ve hassasiyetin zedelendiği günümüzde maalesef bir çok ehl-i dinin de gerekli duyarlılığı göstermekte lâkayt kaldığı kadın-erkek münasebetlerinde, Bediüzzaman’ın bilhassa Nur Talebeleri açısından örnek alınacak duruş ve tavırları calib-i dikkattir.

Bu meyanda onun, Bitlis Valisi Ömer Paşa’nın ilme olan hürmeti sebebiyle iki yıl evinde kaldığı halde, valinin altı adet kızından üç büyükleri hiç görmediği, tanımadığı Bediüzzaman’ın hayatını bilenlerin malûmudur.

Ayrıca Kâğıthane şenlikleri esnasında, Köprüden Kâğıthane’ye kadar Haliç’in iki tarafında, binlerce Rum, Ermeni açık-saçık kadın, kız bulunduğu halde, Bediüzzaman’ın dönüp hiç bakmadığı, yanındaki iki mebusun şehadetiyle sabittir. Üstad’ın bu hâlini gıpta ile seyreden o mebusların “Niçin bakmadın?” suâllerine Üstad; “Lüzumsuz, geçici, günahlı zevklerin akibeti elemler, teessüfler olmasından, istemiyorum.” (Tarihçe-i Hayat, s. 792) cevabını vermiştir.

Yine Sungur Ağabey’in nakline göre, Üstad’ın; “Kardeşlerim; ben gençliğimde İstanbul’da on sene kaldığım halde, hiçbir kadına bakmadım, bakamadım. Çünkü bana âlem-i misâl açılmıştı” dediğini öğreniyoruz.

Yine Molla Hamid Ağabeyin anlattığına göre, Üstadın; “Nasıl küçük bir ateş ormana yayıldığında, yavaş yavaş o ormanı yakar, mahveder, bitirir. Nazara tenezzül edip harama bakan bir mü’min, amelini gün be gün yer, mahveder. Sonra korkarım ki, o adamın akıbeti elim ola” dediğini öğrenmiş oluyoruz.

Bu ve benzeri hatıra ve tavsiyelerinden de anlaşılıyor ki, Bediüzzaman, taife-i nisâ ile olan münasebetlerinde takvayı ve bu ölçüleri esas almıştır. Meselâ, Isparta’daki hizmet ehli hanımların Üstad’dan vaaz-u nasihat şeklindeki arzu ve isteklerine karşılık; “Madem on beş sene evvel gençlerin istemeleriyle Gençlik Rehberi’ni onlar için yazdın ve pek çok istifade edildi. Halbuki hanımlar taifesi, gençlerden daha ziyade bu zamanda öyle bir rehbere muhtaçtırlar” (Lem’alar, s. 259) diyerek onları Nurlara havale etmiştir.

NOT: Dâvâ adamı, hizmet erbabı, samimi dostum ve arkadaşım Ömer Pektaş'ın ağabeyi Mehmet Pektaş'ın dar-ı bekaya irtihalini öğrendim. Merhuma Cenab-ı Hak'tan rahmet ve mağfiret; yakınlarına sabr-ı cemil temenni ederim.

02.05.2010

E-Posta: [email protected]



S. Bahattin YAŞAR

Pozitif Pencere’den merhabalar…


A+ | A-

Hayat, her gün yeni bir pencere açılarak başlar. Ve her pencere de ‘kişiye özel’dir. Gün içinde yaşananlar aynı gibi gözükse de, o günü yaşayan insan sayısı kadar, farklı pencereler açılır.

Yaşananların kişi üzerinde pozitif bir etki bırakabilmesi, kişinin yaşananlara bakış açısı ile ilgili bir durumdur.

O zaman pozitiflik denen şeyi, dışarıda aramak, yaşananlarda aramak değil; yaşayanın kendi dünyasında aramak, içinde aramak, özünde aramak daha sağlıklıdır.

On yıllardır, ‘Bir Başka Açıdan’ köşemizden size sesleniyorduk.

Doğrusu, çok da alışmıştık. Ama zaten o bir başka açı, pozitif bakış açısı idi. İsimlerin değişmesiyle hakikatin değişmeyeceğini ifade ederek, penceremizden size seslenmeye devam ediyoruz.

Asır, artık pozitif söylemlerin ön plana geçtiği bir asır.

Olumlu, müsbet, yapıcı, faydalı, sağlıklı düşüncelerin bütününe pozitif düşünce diyebilmekteyiz. Bu da ancak pozitif bir pencerenin ürünü olabilecektir. Pozitif pencereden bakıldığında, çirkinlik bile bir anlam kazanacaktır. Güzelliğin meratibini göstermesi bakımından çirkinlik dahi bir güzellik olarak ele alındığında, insanın pozitif düşünce içerisinde olmaması için hakikaten çok ciddî bir zorlanma içerisinde olması gerekmektedir.

Hemen belirtmek gerekir ki, pozitif düşünce oluşumu öylesine oluşan bir sonuç değildir. Pozitif düşünmek ve pozitif bir algı içerisinde yaşamak, uzunca bir altyapı sonucu ortaya çıkabilen bir sonuçtur.

İnsanda beslenme kaynakları olarak görülen, okumak, görmek ve dinlemek kanallarının insana ne taşıdığı önemlidir. Bunlar bir havuza akan çeşmeler gibidir. Çeşmeler havuza ne taşıyorsa, havuzun bu taşınanlardan oluşmaması düşünülemez.

O zaman zihin dünyamıza nelerin girdiğine ve ne gibi bir etki meydana getirdiğine dikkat etmemiz gerekmektedir.

Kitaplar, insanların yaşadıklarının tahlillerinden oluşan davranışlar topluluğudur. Bu topluluğun içinde her şey vardır. Ancak onlardan seçerek yararlanabiliriz.

Gözlemlerimiz, yaşananlardan ciddî anlamda dersler çıkardığımız hayat fotoğraflarımızdır. O hayattan kesitler içerisinde bazen öyle kareler vardır ki, hayat onlarla hayattır. Gözlemler, insandaki farkındalığı besler. Tabiî olarak farkındalık da insanı besler. Çünkü hayat, farkındalıktır.

Dinlemek ise, başlı başına bir kazanım penceresidir. Öyle dinlediklerimiz vardır ki, hayatımız onlarla şekillenmiştir. Okuma yazması olmasa da, insan eğer dinleme melekesine sahipse, anlam okuryazarı olmak için gerekli donanıma sahip demektir. Çünkü zaman zaman pek çok diploma sahiplerinin, anlam okuryazarı olmadığı dikkatlerden kaçmıyor.

En güzeli, elbette her üç pencerenin de açık kalmasıdır. Çünkü bir bilgi kaç farklı duyu organımıza dokunursa, o nispette kalıcı olur.

Onun için biz, pozitif pencereyi, tefekkür penceresi olarak görüyoruz.

Pozitif penceremiz de İnşallah, Nur penceresinden görülenleri taşıma noktasında hizmetler etsin. Kur’ân’ın hakikatlerini, edebi bir gözle anlama ve anlatma konusunda, pencere olsun.

Pozitif pencereye sahip olmak, öncelikle okuyucu dostların dualarıyla mümkün olacak bir şeydir.

Not: Bu akşam (Pazar) , Saat 18.45'te uydu yayınlı Kanalurfa televizyonu Pozitif Pencere programımızda, Artuklu Üniversitesi Öğretim üyelerinden Dr Zübeyir Akçe ile 'KİTAP' ı konuşuyoruz. Kitap okuma alışkanlığı nasıl kazanılır, kitaplar nasıl seçilmeli, nasıl okumalı, neden okumalı, kitaplarla kurulmuş tuzaklar var mı? kabilinden pek çok soruların cevapları ele alındı.

Dua ile, istifadenize...

02.05.2010

E-Posta: [email protected]



Banu YAŞAR

Takıntı hastalığı


A+ | A-

Çevremizde gördüğümüz sürekli elini yıkayan, banyodan saatlerce çıkamayan insanlar çok mu titizdir, yoksa hasta mıdır? Fişleri, prizleri sürekli kontrol eden, hatta emin olamayıp, tekrar tekrar kontrol eden, bu yüzden de işine geç kalan insanlar çok mu kontrollüdür, yoksa ruhsal bir rahatsızlıkları mı vardır?

Obsesif-kompülsif bozukluk, yani takıntı hastalığı, oldukça sık görülen bir rahatsızlıktır. Kadınlarda daha sık rastlanıyor gibi dursa da, aslında görülme oranı her iki cinste de yaklaşık olarak aynıdır.

Takıntılı kişilikle, takıntı hastalığını ayırt etmek gerekiyor. Temizlik konusunda takıntılı kişilik sahibi olan biri titizdir, evini çok temiz tutmak için uğraşır, ama takıntı hastalığındaki kişi banyodan iki saatten önce çıkamaz, ellerini en az yüz kere yıkar, hatta bu yüzden ellerinin derisi yıpranır. Saatlerce lavabonun başında ellerinin yeterince temizlenmediğini düşünüp, sürekli yıkar. Elini musluğa dokunduğu için tekrar tekrar yıkar. Bu süreç insanın hayat kalitesini de düşürür. Takıntıları yüzünden kendi görev ve sorumluluklarını yapmakta iki kat zorlanır. Daha fazla enerji sarf eder.

Birçok takıntı çeşidinden bahsetmek mümkündür. Meselâ; şüphe ve kontrol takıntılarında kişi sürekli olarak yapıp, yapmadığını kontrol etmekten kendini alıkoyamaz. Ütüyü prizden çektim mi, musluğu kapattım mı diye düşünmekten ve gidip bakmaktan başka bir şey yapamaz olur. Diğer bir takıntı çeşidi de sayma takıntılarıdır. Kişi her şeyi sayar, evleri, arabaları, araba plâkalarını, masanın köşelerini, gömlek düğmelerini ve daha birçok şeyi. Bunu yapmadığı zaman, içinde huzursuzluk yaşar, sanki kötü bir şeyler olacakmış gibi hisseder.

Pislik ve hastalık bulaşma takıntıları, birine zarar vereceğinden, saldıracağından korkma takıntıları da verebileceğimiz diğer örnekler arasındadır. Kişi kontrolünü kaybedip bunları yapacağından korkar.

Kişi takıntılı düşünceden kurtulabilmek için, belli davranışları ritüel olarak tekrarlar. Yeterince iyi olmadığını düşünüp tekrar tekrar aynı davranışları yapmaya devam eder. Meselâ, kendini kirli hissetme takıntılı düşüncesinden kurtulabilmek için, sürekli ellerini yıkar ya da saatlerce (3-5 saat) banyo yapar. Ama yeterince olmadığını düşünüp bu davranışları yineler. Bu durum kişiyi oldukça yorar ve enerjisini alır. Kendi sorumluluklarını yapacak gücü kendinde bulamaz. Bu ritüelli davranışları yapmaktan okula veya işe gidecek zamanı ve enerjiyi de kendinde bulamaz.

Takıntı hastası olanların kişilik yapıları da belirgindir. Çok dürüsttürler, verdikleri sözü mutlaka tutmaya çalışırlar. Hayatları siyah ve beyazdan ibarettir, grilere yer yoktur. Bir şey ya doğrudur ya da yanlıştır. Olayların belli noktalarına takıldıkları için, çoğunlukla bütünü kaçırırlar. Olaylara duygusal yönden bakamazlar. İnsanların başına gelen olaylarda kendi kabahatlerinin olduğunu düşünürler. Meselâ; bir trafik kazası için, acımak, üzülmek yerine, dikkat etseydi olmazdı diye yorumlar ve olayları duygudan arınmış bir mantıkla değerlendirirler.

Takıntı hastalığının günümüzde tedavisi mümkündür. Diğer tıbbî rahatsızlıklarımız için nasıl doktora gidiyorsak, psikolojik sorunlarımız için de mutlaka profesyonel yardım almalıyız. Hastalığın kişinin hayat kalitesini düşürdüğü durumlarda, ilâç tedavisiyle birlikte terapi alınması daha kısa sürede sonuç alınmasına sebep olacaktır.

02.05.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Krizde işçi bayramı


A+ | A-

Dün bir ‘yasak’ daha sona erdi ve Taksim meydanı yıllar sonra ‘işçiler’in gösteri ve yürüyüş yapmasına açıldı. Hemen ifade edelim ki, 32 yıl öncesinde olduğu gibi bu yıl da Taksim’de yürüyenler sadece ‘işçi’ler değildi. Bir kısım işçiler belki ön sıradaydı, ama bu yürüyüş ve ‘bayram’ı fırsat bilip de mesajlarını kamuoyuna mal etmek isteyen kişi ve gruplar da oradaydı.

Taksim meydanının işçi ve sendikalara açılması ya da kapatılması tek başına bir anlam ifade etmez. Yani ne meydanı kapamak işçilerin problemlerini çözmeye yeter, ne de ‘Buyurun, rahatça mitinginizi yapın!” demek sıkıntıları sona erdirir. Görebildiğimiz kadarıyla Taksim’de taşınan pankart ya da flamalarda işçilerin derin problemlerine çare olacak çağrı ve tesbitler de yoktu. 32 yıllık gecikme ile Taksim’e çıkanların söylemleriyle yeni bir mesaj dikkat çekmedi.

Dikkat edilmesi gereken noktalardan biri şu olsa gerek: İşçi ve işsizlik konusu Türkiye’nin halletmesi gereken ciddî konulardan biridir. Her 4 kişiden 1’inin işsiz olduğu ve bu işsizlik kervanına her gün yenilerinin katıldığı bir Türkiye’de huzurun ve sükûnun uzun müddet devam etmesi mümkün olmaz. Bu bakımdan iş ve işçi konusunda daha temel meselelerin tartışılması, gündemi meşgul etmesi gerekir.

“1 Mayıs işçi bayramı” geçmiş yıllarda da işçiler tarafından çok ilgi gösterilen bir gün değildi. Daha çok ideolojik sebeplerle bu gösteri ve yürüyüşler tertiplendiği için geniş kitleler ‘uzaktan seyretmeyi’ tercih etmiştir. Bazı sendikaların bu günü ‘bayram’ hâline getirmek için işçilere ‘baskı’ yaptığı da iddia edilmiştir ki bu iddialar da yabana atılmamalı. Dünkü 1 Mayıs için de, bazı belediyelere iş yapan ‘taşeron firmalar’ın aynı şekilde işçilerine Taksim’e gitmeleri yönünde ‘baskı’ yaptığı şikâyetleri duyuldu ki bunların doğru hareketler olmadığı bilinmelidir.

Nasıl ki Taksim’i kapatmak, mitingleri yasaklamak çare olmadıysa; işçileri zorlayarak Taksim’e ya da başka illerdeki meydanlara toplamaya çalışmak netice vermez. İsteyen işçilerin içlerinden gelerek bu toplantılara katılması ancak bir anlam kazanabilir.

Şu da var ki, hâl ve gidiş işçilerin ‘bayram’ yapmasına pek de uygun görünmüyor. Gününde maaş alamayan, alsa bile ihtiyaçlarını karşılamakta sıkıntı çeken, her an işsiz kalmak korkusuyla uyuyan ve uyanan bir işçi için “1 Mayıs işçi bayramı” bir anlam ifade eder mi? 1 Mayıs ya da benzeri faaliyetler, işçilerin temel haklarına yeni haklar katabiliyor mu? Türkiye’deki kronik işsizliğe çare sunabiliyor mu? Ya da faaliyetler bu hedefe ulaşmak için vesile ve vasıta olabiliyor mu?

İşçilerin hakları için çalıştığını söyleyen sendika ve kuruluşlar bu konuları gündemlerinin birinci maddesi haline getirmedikçe sıkıntıların aşılması mümkün olmaz. Sadece ‘işveren’i suçlamak da çare değil. Çünkü bazı sendikalar, ‘işveren’ler gibi kasa, masa ve arsalarını büyütürken üye işçiler “Bu akşam eve ekmek götürebilecek miyim?” diye düşünüyor. ‘Ekmek’ten maksadın, ‘ihtiyaçların karşılanması’ olduğu düşünülmeli...

Hem işçilerin hem de işverenlerin birlikte aynı meydanlarda ‘bayram’ yapabileceği günlere de ulaşırız İnşâallah...

02.05.2010

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

İkinci tur başlarken, ilk turdan kalanlar


A+ | A-

Anayasa değişikliğinin ilk turu tamamlandı, ikinci tur bugün başlıyor. İlk turdaki görüşmelerde bazı kavgalar yaşandı. Tarihe not düşmek adına bu tartışmalardan bir kaçını sıralamak istiyoruz.

Meclis görüşmelerinde öyle sert tartışmalar yaşandı ki, eski bir bakan muhalefet partili bir vekili kulise düelloya dahi çağırdı… Kamer Genç’i AKP’li vekillerin elinden MHP’liler aralarına alarak kurtardılar. Bir milletvekili başka bir milletvekilinin boğazına sarıldı…

AKP’li yetkililer CHP ve BDP’nin oylamalara katılmamasını her ortamda eleştirdi. Eleştirdikçe de sert tartışmalar yaşandı.

Bir örnek verelim. Anayasayı kimin ihlâl ettiği tartışma konusu olunca yıllar önce vefat eden sinema san'atçısı Erol Taş’ın da tartışmalarda isminin geçmesine kadar işi götürdü. AKP Grup Başkanvekili Mustafa Elitaş’ın, “Hani Erol Taş falan vardı ya, onun rollerinden bir şahıs. Nerede kavga, nerede gürültü, o şahıs” demesine muhalefet sıralarından, “Başbakanın sevdiği filmler yani! Sizin gibi soygun filmlerinde oynamıyor hiç olmazsa…” türü ince eleştirilerle cevaplar geldi. Bu tartışma o kadar uzun sürdü ki, iş başka konulara kaydıkça, sataşmaya cevap vermek için kürsüye birbiri ardına milletvekilleri sırayla çıktılar. Bu ve benzeri görüntüler sıkça yaşandı.

En sert tartışma da 12 Eylül ihtilâlini yapanlara dokunulmazlık sağlayan geçici 15. maddenin kaldırılmasını içeren tasarının 25. maddesinin görüşülmesi sırasında yaşandı. Geçmişte CHP’nin yöneticiliğini de yapan Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın konuşması sırasında en sert tepki eski partisinden geldi. CHP Adıyaman Milletvekili Şevket Köse’nin “Dönek deyince ne anlıyorsunuz” şeklindeki sorusuna, “Ben sosyal demokrasi, sosyal adalet, millî irade gibi kavramları kullanıp da sonra millî iradenin seçtikleriyle baş edemeyeceklerini gördükleri zaman postal sesinden umut bekleyen demokrasi düşmanlarını anlıyorum” cevabını alan CHP’liler sırtlarını dönerek bakanın konuşmasını dinlediler.

Millete kötü örnek olmasın diye eleştirimizi sıralarken başka kötü örnekleri burada yazmamak adına bu küçük ve “masum” örnekleri vermekle yetinelim.

* * *

Görüşmelerin diğer boyutuna da bir bakalım:

Aslında siz bakmayın genel kurulda kavga dövüşe… Kulislerde milletvekilleri aralarında şakalaşıyorlar, neşeli sohbetler yapıyorlar. Görüşmeler içeride gergin geçmesine rağmen, kulisler tamamen farklı.

Görüşmelerde milletvekillerinin en büyük sıkıntısı uykusuzluk oldu. Bunun için de kahvelerin biri gidip birisi geldi. Dondurma yiyerek uykusunu kaçırmak isteyenler de oldu. Bunlara rağmen sıralarda uyuyan milletvekilleri de oldu. Kulislerde her an için yiyecek bir şey bulunabiliyordu.

Görüşmelerde renkli görüntüler de vardı. AKP Şanlıurfa milletvekili Zülfikar İzol’un, Meclis lokantasında bin kişilik çiğköfte yaptırarak ikram etmesi ile CHP’li Kahramanmaraş Milletvekili Durdu Özpolat’ın işkembe çorbası ikramları etmesi bunlardan birkaçıydı. Kulislerde doğum gününü kutlayan milletvekili dahi oldu.

Görüşmeleri Meclis’ten izleyen iki lider vardı. Birisi Tayyip Erdoğan’dı. Meclis’teki makam odasından milletvekillerini kontrol ederek fire verilmesinin önüne geçmeye çalıştı.

Diğer lider de Devlet Bahçeli oldu. Bahçeli ise genel kurul salonunda görüşmeleri sessiz, sedasız bir şekilde takip etti. Ayrıca, Kayseri’de saldırıya uğradıktan sonra burnu kırılan ve bu haliyle oylamalara katılan, yaşadıklarını yattığı kanepeden başbakana anlatmaya çalışan ve bu görüntünün de ajans tarafından servis edilmesine müsaade edilen, ertesi gün de gazetelerde boy boy resmi çıkan Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın, durumu da akıllarda kalan ilginç görüntülerdendi.

** *

Özetle, milletimiz, vekillerinden ikinci durumdaki gibi davranmaları, görüşlerini karşılıklı saygı, sevgi içinde aktarmalarını bekliyor. Elbette, herkes aynı düşünmek zorunda değil. Zaten herkes aynı düşüncede olsa parlamentoda tek parti olurdu. Ancak ağza alınmayacak, tutanaklara girse de burada yazılamayacak sözler sarf edilmesi millete kötü örnek oluyor.

Yerimizin müsaade ettiği kadar anlatabildiğimiz ilk turdaki bu görüntüler milletin vekillerine ders olsun temennisiyle…

02.05.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

“E-muhtıra” geçiştiriliyor!


A+ | A-

“Anayasa değişikliği paketi” polemiklerine “27 Nisan e-muhtırası” damgasını vurdu.

İşin ilginç yanı, tam da 12 Eylül ihtilâli dönemi tasarruflarından dolayı haklarında hiçbir hukukî, mâlî ve idârî soruşturma açılamayacağı ve yargı merciine başvurulamayacağı hükmüyle darbecileri koruyup kollayan Anayasa’nın Geçici 15. maddesinin 28 yıl sonra kaldırılmasının Meclis’te görüşüldüğü günde, “27 Nisan muhtırası” tartışması alevlendi.

Bütün parti gruplarınca, “27 Nisan bildirisi”nin demokrasiye ve millet irâdesinin temsilcisi Meclis’e açık bir müdahâle olduğu bir defa daha te’yid edildi.

Bilindiği gibi AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik, e-muhtırayı bizzat kaleme alan zamanın Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’ın, “27 Nisan bildirisi muhtıra değildi, sadece hassasiyetlerimizi ortaya koyduk” sözlerine, “Ama biz hükûmet olarak 27 Nisan’ı muhtıra gibi algıladık” cevabını vermişti. (Vatan, 12.4.2010)

27 Nisan 2007’deki “e-muhtıra”dan bir gün sonra 28 Nisan’da Büyükanıt ile yaptığı görüşmenin detaylarını açıklayan Çelik, katıldığı bir tv programında, Büyükanıt’ın kendisine de benzer şeyler söylediğini, “Muhtıra verdiğimizi söylüyorlar, bunun neresi muhtıra? Sadece hassasiyetlerimizi ortaya koyduk, farklı noktalara çekiliyor” dediğini anlatmış; “2 saat 10 dakika oturduk, konuştuk; bol çaylı, kahveli, ikramlı bir görüşme oldu. Ben iddiaların ne kadar mesnetsiz, gerçekten uzak olduğunu anlattım. Netice itibarıyla sitemimi ilettim” diye konuşmuştu.

Çelik, “muhtıra’ gibi algıladıkları ‘e-muhtıra”nın “hükûmetin açıklaması”yla “muhtıra” olmaktan çıktığını belirtmiş; “Hükümet bunu sineye çekseydi, bildiri muhtıra olarak kalmaya devam ederdi” yorumunu yapmıştı. Ardından da “Sayın Büyükanıt’ta gördüğüm şuydu: Muhtıra verilse asker muhtıraya sahip çıkardı. Orada, ‘iyi ki bunu yaptık’ diye bir hava sezmedim” değerlendirmesinde bulunmuştu…

YALNIZ “ŞIK OLMAYAN BİR ŞEY” Mİ?

Başbakan Erdoğan da üçüncü yıldönümünde “e-muhtıra”nın sorulması üzerine, ilk kez açıklamada bulundu. “27 Nisan 23:25 farklı bir şeydi. Ekranda görünce şaşırdım, şaşkınlık meydana getirdi” diye yorumladı. Açık ifâdesiyle “Bu kadar uyumlu olduğumuz süreçte Türkiye ekonomik gelişmeyi yaşarken nasıl olur da böyle bir yaklaşım olur diye şaşkınlık meydana getirmişti” diye hatırlattı…

Görünen o ki Başbakan da “hükûmet açıklaması”nı “e-muhtıra”ya karşı yeterli buluyor.

Oysa kamuoyu, iktidarın başta “muhtıra” olarak algıladığı bu “e-bildiri”nin açıklamayla geçiştirilmesini değil, hesabının sorulmasını istiyor. Darbe hazırlıklarının ve darbeye ortam hazırlama plânlarının sorgulandığı safhada, demokrasiye su-i kast olduğu açığa çıkan “e-muhtıra”nın da en azıdan soruşturulmasını bekliyor…

Gerçekten, AKP’nin hemen peşinden gittiği seçimlerde “Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesini engelleme” tepkisi olarak “mağduriyet” propagandasıyla meydanlarda bol bol istimal ettiği ve Başbakan Yardımcısı Arınç’ın ikrarıyla en az yüzde 10-15 oy sağlayarak demokratik yarışı baştan engelli hale getiren “e-bildiri”ye karşı neden hiçbir şey yapılmadı, yapılmıyor? Neden hâlâ üzerine gitmeyerek sineye çekiliyor?

Askerlerin “e-muhtarıa”ya sahip çıkmaması ve muhtırayı bizzat kaleme aldığını belirten Büyükanıt’tan, “iyi ki bunu yaptık” havasının sezilmemesi, demokrasiyi katle azmeden bir darbe teşebbüsüne “tâkipsizlik” olur mu? Cumhurbaşkanı seçimine doğrudan müdahâle olan “e-muhtıra”yı basite indirger mi? Hangi darbeci-muhtıracı, sonradan “iyi ki yaptık” der? Başbakan’ın ifâdesiyle, “e-muhtıra” yalnız “şık olmayan bir şey” mi?

Bu durumda peşinden Başbakan’ın Büyükanıt’la başbaşa yaptığı ve “sır olarak mezara girecek” dediği görüşmede “Dolmabahçe mutâbakatı” var mı? Yoksa bu süreçte diğer darbe teşebbüsçülerinden farklı olarak “e-muhtıra”yı verene trilyonluk zırhlı araba tahsis edilmesinin ve görüşmenin “sır” olarak kalmasının anlamı nedir?

SADECE “SİTEM”LE KALINIYOR…

Başbakan “Kimse bize laiklik dersi vermesin” diyor; lâkin Kutlu Doğum haftasını, çocukların ilâhî okumasını, dinî bir piyesi ve hatta mescitleri “laikliğe aykırı” ve “irticaî tehdit” sayan, bunun üzerinden hükûmete ve millet irâdesine tezyifte bulunan mâlum “muhtıra”ya karşı en ufak bir şey yapılmıyor?

Arınç, “Parlamentoları ve siyasî partileri kapatan, hükûmetleri deviren darbeler Patagonya’da bile suç” demişti. Erdoğan’ın daha önce “Bırakın bu sulu şakaları!” diye tepki gösterdiği, 12 Eylül’ün koruyup kollayan madde kaldırılıyor. Ne var ki yüzbinlerce vatandaşı “irticacı” diye fişleyen 28 postmodern darbesinin yargılanmasına yanaşılmıyor! “Demokrasiye balans ayarı vermek için” tankları sokaklarda yürütenler neden ıskalanıyor!

2003-2007 arası, düşünülen, plânlanan, “darbe ortamına zemin hazırlamalar” tek tek soruşturuluyor. Binlerce sayfalık iddianâmeler hazırlanıyor, “darbe teşebbüsü”nde bulunanlar tutuklanıyor. Fakat millet irâdesinin temsilcisi Meclislerin kapısına kilit vuran, hükûmetleri alaşağı eden, demokrasiyi katleden darbelere ve muhtıralara sıra gelmiyor! Niçin?

“Darbe günlükleri”ni yazan darbeciler, emekli paşalar ve hatta not alan gazeteciler soruşturuluyor; “darbe metni”ni yazıp yayınlayarak darbeye teşebbüse yeltenenlere dokunulmuyor! Bâriz bir “darbe bildirisi” olan 27 Nisan e-muhtırasını kaleme alan “emekli paşalar” hakkında hiçbir işlem yapılmıyor! Neden?

Sahi neden AKP iktidarı, 27 Nisan e-muhtırasına sâdece “sitem”le kalıyor, geçiştiriyor?

Samimiyet bu soruların cevabında…

02.05.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Beş vakit


A+ | A-

Bediüzzaman, Dokuzuncu Söz’de, namazın beş vakte tahsis edilmesinin hikmetlerini açıklarken, her bir günümüzü ve günün her bir namaz vaktine isabet eden bölümlerini nasıl bir tefekkür ve tahassüsle yaşamamız gerektiğinin de ufuk açıcı ipuçlarını sunuyor.

Her bir vakitle, insan hayatındaki merhaleler, dünyanın bir yılda dönüşümlü olarak geçirdiği mevsimler ve kâinatın ömür safahatı arasında irtibatlar kurup, adeta zamanımızı “genişletiyor.”

Bu izahlara göre, sabah namazının kılınacağı zaman dilimi olan imsak ve fecirle güneşin doğuşu arasındaki vakit, baharın ilk devrelerine, insanın ana rahmine düştüğü anlara ve semavatla arzın altı günlük yaratılış sürecinin ilk gününe işaret edip, onlardaki “İlâhî icraat”ı hatırlatıyor.

Öğle vakti, yaz mevsiminin ortasına, insanın gençlik dönemine ve dünyanın ömründe insanın yaratılış safhasına benziyor, onlara işaret ediyor.

İkindi vakti, güz mevsimine, ihtiyarlık zamanına ve ahirzaman Peygamberinin (a.s.m.) Asr-ı Saadetine tekabül ediyor, onları düşündürüyor.

Akşam vakti, güneşin batışıyla beraber, yaz mevsimini şenlendiren bitki ve hayvanların çoğunun da ya vefat, ya göç veya korunaklı yerlere sığınma yoluyla “gurub”unu ve güz mevsiminin bitimini; insanın vefatını ve dünyanın kıyamet ânındaki harabiyetini hatırlatıp insanı ikaz ediyor.

Yatsı vakti, karanlık âleminin gündüz âlemini, bütün yaşanmış halleriyle birlikte siyah kefeniyle, kışın da ölmüş yerin yüzünü beyaz kefeniyle örtmesini; vefat eden insanın geride bıraktıklarının da unutulup silinmesini ve imtihan yeri olan dünyanın bütün bütün kapanmasını ihtar ediyor.

Yatsıdan sonraki gecenin ilerleyen vakitleri ise kışın ortasını, kabri, berzah âlemini hatırlatıyor.

Ve bu vakitlerdeki namazlar kılınırken bütün bu mânâların da tefekkür edilmesi, hem namazlara ayrı bir huşû ve huzur katıyor, hem de her gün beş defa tekrarlanıp tazelenen bu tefekkürlerin sonucu, gaflet halindeyken boşa akıp giden zamanları çok ayrı bir dikkat, itina ve şuurla değerlendirme hassasiyetini insana kazandırıyor.

Her güne, fecir vakti güneş doğmadan uyanıp, dünya yeni kuruluyormuş ve kendisi de hayata yeni başlıyormuş gibi bir bahar coşkusuyla başlayan insanın şevk ve dinamizmi tarife sığar mı?

Sabah namazıyla başlayan bir günün öğleye kadarki saatlerine bu şevkle gelen motivasyonun yerini hangi “kişisel gelişim” programı tutabilir?

Gün ortasına gelindiğinde, gençlik enerjisiyle o vakte kadar sarf edilen mesaiye verilen molanın, yapılanları hatası ve sevabıyla gözden geçirerek, nimet ve başarılar için şükür, günah ve kusurlar için tevbe vesilesi olarak değerlendirilip güne öyle devam edilmesi ne kadar hikmetli...

Öğleyin yapılan özeleştiri ve istikameti düzeltme ameliyesinin ardından, müteakip saatleri de dolu dolu yaşayarak ulaşılan ve günün hasılatının ortaya çıktığı ikindi, aynı zamanda o günle birlikte insanın da ihtiyarlık dönemini hatırlatarak, hem “Dünya fânidir” gerçeğini her gün aynı vakitlerde tazelerken, ahirzamanı çağrıştırması cihetiyle “Kıyamete de hazırlanın” mesajını veriyor.

İkindiyle verilen bu mesaj, günün vefatıyla birlikte ölüm gerçeğini son derece net ve sarsıcı bir şekilde ihtar eden akşam vaktiyle tamamlanıyor.

Herşeyin ve herkesin karanlığa gömüldüğü; gündüzki telâşlı ve gürültülü koşuşturmaların, yerini derin bir sükûnete terk ettiği yatsı vakti ve ardından gecenin ilerleyen saatleri, insana kabir ve berzah âlemlerini derinden düşünerek hissetmenin ve kendisini o hayata hazırlamanın, eriştiği geceler sayısınca tekrarlanan fırsatlarını sunuyor.

İnsana verilen ömür sermayesinin 24 saatlik her bir taksitini, gaflet tuzaklarına düşmeden en güzel şekilde değerlendirme şuurunu kazanmak açısından bu derin yorumlar son derece önemli.

Beş vakit namazı, tahsis edildikleri vakitlerde bu mânâları düşünerek kılmak ise, insanı, geride kalan geçmişle, ulaşılacağı meçhul gelecek arasında sıkışmaktan kurtarıp, âlemini genişletiyor.

02.05.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Yeni Asya Gazetesi - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat-Promosyon - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım