02 Haziran 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Saliha FERŞADOĞLU

Polyannacılık


A+ | A-

Birbirine benzer ânlarımın sıkıcılığıyla kendi kendimi yiyip bitiriyordum bugünlerde. Okul tatile girdi; bir anda dipsiz bir boşlukta son hızla yuvarlanırken buldum benliğimi. Kafamda cirit atan birçok sorun, belirlenmemiş tez konusu, yeknesak hayat şartları… Derken masum ve hakperest amaçlarla yola çıkan Mavi Marmara gemisinin çirkeflikte sınır tanımayan İsrail tarafından işgal edildiği haberi geliyor. Canım iyiden iyiye sıkılıyor, keyfim kaçıyor. Birkaç arkadaşla konuşuyoruz durumu, sonra sosyal paylaşım sitelerine bakıyorum; herkes tepkisini belli etmek üzere iletilerine İsrail’i yeren, hicveden, söven ibareler yazmış. Kimi gönül duaya durmak üzere sözleşirken kimisi de sokaklara çıkıp protesto etmek için anlaşıyor.

İsrail’in zulmü tekdüze hayatımı bir bıçakla acıta kanata bölerken, o an aklıma bir söz geliyor. Ayakkabım yok diye üzülürdüm, ayakları olmayan bir genç gördüğüm güne kadar… Yıllar öncesi… Lise sıraları. Dünyayı kendimizden ibaret gördüğümüz vakitlerde çok sevdiğim bir arkadaşım, kendisine uzattığım hatıra defterime bu satırları nakşediyor. Sorun sanıp kafaya taktıklarımızın aslında ne kadar önemsiz olduğunu anlatan bir dizi cümle yığıyor zihnime. Eğer bizler hayatımızın her ânında, soluk aldığımız müddetçe “Polyannacılık” oynamayı bilirsek, küçük dertlerimizin önünde diz çöküp ağlamak yerine, kendimize büyük dertler edinip hakikat yolu için mefkûreler üretebiliriz. Bencilce, küstahça, ukalaca isteyen, ama sadece isteyen, istediği olmayınca isyan eden, olduğunda ise şükür nedir bilmeyen bizlerin boşluk girdaplarından çıkıp büyük dirilişi omuzlaması, bir an evvel bu yolda emin adımlarla yürümesi gerekiyor.

Biliyorum; yazması, anlatması kolay bu söylediklerimin. Uygulamaya gelince iş, zorlaşıyor hepsi. Belki sıkıntıyla bırakacaksınız bu yazıyı okumayı. Bir ihtimal bana kızacaksınız, sen ne anlarsın ki derdin büyüğünden küçüğünden diyerek.

Ben kendi küçük sorunlarımı devasa zannederken, bir mücadele uğruna yola çıkan, o yolda aşkla savaşan ve bunun sonucunda yaralanan yahut şehadet şerbetini içen Filistinlileri hatırladım. Düşünsenize bir, onların sıkılmaya bile vakitleri olmuyor. Bugün canım savaşmak istemiyor İsrail, otur oturduğun yerde, diyemiyor kimse. Sapanla taş atmaktan yoruldum artık, ellerim yara oldu diyebilme lüksüne sahip değil hiçbir çocuk. Sokaklarda ellerini kollarını sallayarak rahatça yürüyemiyor, özgürlüğün kokusunu alamıyorlar. Her gece yatağa yattıklarında, yarına çıkıp çıkamayacakları endişesi taşıyarak uyumaya çalışırken misket bombalarıyla aydınlanan gökyüzüne bakıp, aslında karanlıklar içinde kaybolduklarını anlıyorlar.

Oysa bizler, sabahleyin yatağımızda dört dönerken; bugün çok uykum var, derse gitmeyeceğim diyebiliyor, kolayca okulu ekiyoruz. Başımız ağrıyıp hastalanınca rapor alıyor, işe gitmeme hakkımızı kullanıyoruz. Yemeği yapmayıp, dışarıda yiyebiliyoruz. İşte bütün bunları hatırlayıp, halimize memnun olmamız ve şükrü ihmal etmememiz gerek. Böylece nimet şükür ile ziyadeleşir, gaflet ise onu kaçırtır. Unutmayalım ki, “Veren” elbette almayı da “Bilendir”.

02.06.2010

E-Posta: [email protected]



Banu YAŞAR

İçimdeki ben


A+ | A-

Ey içimdeki ben,

Bu yaşlarda tanışmak varmış seninle

Bu kadar gecikmeli miydi, inan bilmiyorum

Belki de şimdi anlayabilirdim seni

Yaşamam gereken her şeyi yaşadıktan sonra

Ne bir eksik, ne bir fazla

Ne bir ileri, ne bir geri

Her yaşadığın yaralar açsa da sende

Neler öğretti,

Ne kadar güçlendin aslında

Kimsenin bağışıklığı yoktur acılara

Yalayıp geçmez, yakar geçer

Yeniden ayağa kalktın, bin türlü yeminle

Bir daha tanıyacağım seni uzaktan diye

Her gelen aynı mı gelir sandın

Yoruldun biliyorum, ama inan bana artık birlikteyiz

Artık önce içimdeki seni dinleyeceğim

Affet beni

Seni hep başkalarının gözüyle gördüm

Başkalarının sesiyle duydum

Seni olduğun gibi hiç kabul etmedim ki

Hep istediğim şekillere sokmaya çalıştım

Oysa sen, hep olduğun gibi sevilmeyi

Olduğun gibi kabul edilmeyi istedin.

Ben seni yaramaz bir çocuğun sesi gibi duydum

Belki de kulaklarımı tıkadım sesine

Ama artık önce seni dinleyeceğim

Sen bana hiç yalan söylemedin ki…

Ben seni duymak istemedim,

İstemediğin tercihler yaşattım sana

Bilmediğin yerlerde bıraktım seni

Oysa sen ne kadar da vefalıydın

Ne kadar masumdun

Kaybolmadın, tekrar buldun geldin bana

Ey içimdeki ben affet beni

Seni inkârlarıma rağmen, yeniden konuş benimle

Yeniden sev beni

Hatalarımla tanıştım, helâlleştim

Tekrar kaldırdım raflarına

Döktüm bütün eteğimdekileri, sana öyle geldim.

Ey içimdeki ben affet beni

Yeni öğrendim dilini, yeni duydum sesini

Bütün duygularım artık sadece sana açık

Halini hatırını da sorabilirim, sözünü de dinleyebilirim

İnan sen gitmedikçe, ben hep sana geleceğim

Birlikte koşacağız yalınayak

Seni mükemmelin kalıplarına dökmeyeceğim artık

Sadece yeterince iyi olmak yeterli olacak bana

Bütün eksikliklerimle seveceğim kendimi

Artık daha çok dalga geçeceğim

Daha çok affedeceğim

Ve daha çok hayal kuracağım

Çünkü ben unutsam da

Hayallerimi ve dualarımı unutmayanın hatırına

İnan seni daha çok dinleyeceğim

Daha çok konuşacağım seninle….

02.06.2010

E-Posta: [email protected]



Osman ZENGİN

Ha Somali korsanları, ha İsrail korsanları!


A+ | A-

Dün sabah kalktığımda haber verdiler alçak saldırıyı. TV’yi açtığımda, ilk bilgilere ulaşınca gördüklerime şaşırdım ve ağzımdan “Ha Somali korsanları, ha İsrail korsanları” cümlesi döküldü. Aslında Somali korsanları, o devleti ve milleti tamamen bağlamayan çapulcu bazı zavallılardan meydana geliyor. Ama, ya İsrailli korsanlar? Onlar, devlet olarak, millet olarak; alçak, hain, nankördürler. Kendi peygamberlerine yapmadıkları kalmayan bu hainler, zulüm altında inleyen atalarına merhamet edip, alıp getirip Selânik’e yerleştiren Osmanlı’ya en büyük ihaneti yapmadı mı? Her türlü fitnenin kaynağı olan Selanik Yahudileri ile koca Osmanlı’nın yıkılması sağlanmadı mı?

Hadisenin seyrine bakıp, İsraillilerin söylediğini duyunca, babamızın bize çocukken sık sık anlattığı Yahudi taktiği olduğunu anlıyoruz tabi. Hani Yahudi adamı dövüyormuş, etraftan görenler olunca ağlamaya başlıyor ve avazı çıktığı kadar da bağırıyormuş “Ne vuruyorsun be!” diye. Aynı taktik hiç değişmemiş. Sen tut, her türlü nizam ve usûle aykırı olarak uluslar arası sulardaki sivil ve savunmasız insanların bulunduğu gemiye silâhla saldırıda bulun, masum insanları öldür, yarala. Can havliyle oradakilerin de, ellerine geçirdikleri bir-iki sopayla karşılık vermelerini dünya kamuoyuna “Onlar bize saldırdı da, biz ondan hücum ettik” de.

Diğer taraftan, o gemilerin o şekilde sevk edilmesinin de yanlışlığı malûm. İsrail tehdit ediyor “Gelirsen vururum” diye, sen de elini kolunu sallayarak o gemileri, masum insanları yolluyorsun. Halbuki uluslar arası alınacak tedbir neyse onu alarak yollamak lâzımdı o gemileri. Nasıl Somalili korsanların—ki açıkça ortada her zaman görünmemesine rağmen— tedbir olarak birkaç kruvazör yolluyorsun. Niye burada aynı şeyi yapmıyorsun ki?

Alçaklığın ve hainliğin her türlüsünü işleyen tescilli katil İsrail, bunların hesabını verecektir elbette. Çok korktukları ölüm, bugün veya yarın başlarına gelince anlayacaklardır zulmün cezasının nasıl verildiğini. Hani sık sık tekrarlanır ya “İsrail 1967 öncesi sınırlarına çekilmedikçe huzur gelmez” diye, ben de diyorum ki, aslında tarih boyunca zillet içinde yaşamaya alışmış olan Yahudilerin, geçmiş peygamberlerinin hürmetine şimdilik muvaffak olmuş gibi gözüktükleri o işgal edilmiş topraklardan, 1948 öncesine dönmesiyle ancak, huzur gelir, barış gelir.

02.06.2010

E-Posta: [email protected]



Sami CEBECİ

Kaderin adalet ve merhameti


A+ | A-

Ezelden ebede kadar olmuş ve olacak her şeyi sonsuz ilmiyle bilen ve kuşatan Cenâb-ı Hak, İlâhî ilmin bir unvanı olan Levh-i Mahfuz-u A’zam’da onları kaydetmiştir.

Levh-i Ezelî olarak da bilinen bu sabit kaderin, dünya semasında Levh-i Mahv ve İspat denilen ve şarta bağlı olan değişmeye müsait bir yansıması da vardır. Hadis-i şerife göre hikmetli işlerin tefrik edildiği Berat Gecesi’nde bir senede vukua gelecek olan rızıklar, eceller, doğumlar, ölümler, savaşlar ve barışlar gibi her şey o gece yazılır. Bağlı olduğu şartlar yerine gelirse, değişmeye müsait kaderdeki takdir edilenler gerçekleşir, şartlar yerine gelmezse onlar da gerçekleşmez. Onun için ehl-i velâyet tarafından haber verilen bir kısım müjdeli olaylar vukua gelmez, bu durum, haber verenleri tekzip etmez. Çünkü bağlı olduğu şartlar yerine gelmemiştir. Sabit kader olan Levh-i Ezelîye ise, ehl-i velâyetin nazarı nâdiren ulaşır.

Kader, sebep ile neticelere bir taallûk eder. Sebepler basit bir bahanedir. Neticeleri yaratan Allah’tır. Bir şey vukua gelmeden neticeler hakkında ehl-i sünnet hüküm vermez. Vukua geldikten sonra, Allah’ın takdirine râzı olmak gerekir. Kadere itiraz etmek, kırılmış el ile intikam almak gibidir. Üstadın ifade ettiği gibi “Kadere itiraz eden başını örse vurur, kırar. Rahmete itiraz eden rahmetten mahrum kalır.”

Kader, neticeler itibariyle de zulümden münezzehtir. Beşer zulmü içinde kaderin adaleti gerçekleşir. Üstadın verdiği misâlde olduğu gibi “Meselâ, hâkim seni hırsızlıkla mahkûm etti. Halbuki sen hırsız değilsin. Fakat kimse bilmez gizli bir cinayetin var. Hâkim, mâsum olduğun hırsızlıktan mahkûm edip bilmeyerek zulmetti. Kader ise, gizli cinayetten dolayı mahkûm edip adalet etti.” İşte, bir olayda beşer zulmü içindeki kaderin adaleti böyle ortaya çıkıyor. Onun için, başa gelen olaylara kader nokta-i nazarından bakmak ve yükünü kader gemisine bırakıp rahat etmek ehl-i tevekkülün ahlâkıdır. Kader, adalet eder ve günahlara kefaret yaparak kulu rahatlatır. İnsanlar ise, zulmetmenin bedelini bir başka ceza ile öderler.

“Umulur ki, sizin kerih görüp beğenmediğiniz şeyde sizin için hayır vardır, sevdiğiniz şeyde de şer vardır. Lâkin siz bilmezsiniz” âyeti, kader cihetinde rehberimiz olmalıdır. Başa gelen olaylardaki olumsuz olaylar için “Elbette bunda da vardır bir hayır” diyerek sabretmek; hoşumuza giden sonuçlar olduğunda da “Ya Rabbi! Bu durumu hakkımda hayra tebdil eyle” diyerek dua ve Allah’a iltica etmek, kâmil bir mü'min olmanın göstergesidir.

Tam ihlâs da bunu gerektirir. Zira, kendimizi insanlara beğendirmek ve şirin göstermek değil, her halimizle ve her ânımızla Allah’ın rızâsını kazanmak asıl hedefimiz ve nirengi noktamız olmalıdır. Üstadın dediği gibi “O râzı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. O râzı olduktan ve kabul ettikten sonra halklara da kabul ettirir, onları da râzı eder.” (İhlâs Risâlesi)

Bu noktayı yakalayanlara, insanların hile ve tuzakları en küçük bir zarar veremez. Çünkü onlara Allah vekildir. O ne güzel dost ve ne güzel yardımcıdır. “Siz Allah’ın dinine yardım ederseniz, Allah da size yardım eder” âyeti bu taahhüdü vermektedir. Başta, Kâinatın Efendisi (asm) olmak üzere, onun yolunda yürüyen salih âlimler ve evliyalar ve bu asırda son müceddid Bediüzzaman Hazretlerinin yaşadığı bütün olaylar bahsettiğimiz hakikatin binlerce örnekleriyle doludur.

Evet, Allah (cc) Âdil-i Mutlak’tır. Kader hükmü içinde adalet ve rahmet-i İlâhî tecellileri parlak bir tarzda kendini gösterir. Görebilenlere ne mutlu!..

02.06.2010

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Cemaatin ferdî ve sosyal kazanımları


A+ | A-

Birden fazla insanın bir araya gelip, sağlıklı iletişim kurup, etkileşim sağladığı sosyal topluluğun adı; grup/cemaattir. Hepimiz, günlük hayatın fıtrî seyri içinde oluşan âile, arkadaş, komşuluk gibi küçük gruplar içinde yer alırız. Diğer taraftan, dernek, şirket, san'at, spor, cemaat, ekol, tarikat gibi çeşitli gruplara yazılı veya gönüllü üye oluruz.

Sivil toplulukların üyeleri, mensup oldukları grup/cemaatin değer yargılarını, davranış biçimlerini, tutumlarını benimser ve ona göre hareket ederler. Aslında bir grupta/cemaatte yer almamız, sosyal varlık olmamızın da bir sonucudur.

Acaba, yapımıza uygun, düşüncelerimizle örtüşen bir gruba/cemaate dahil olmak bize neler kazandırır?

- Rûhî ve sosyal vasıflarımızı geliştiririz.

- Ortak değerleri oluşturur ve tekâmül ettirir/olgunlaştırırız.

- Var olan düşünce ve davranışları, cemaat/grup içinde pekiştirir, arttırırız.

- Yeni tutum ve davranışlar kazanırız.

- Cemaatin değer ve davranışları istikametinde ve etkisi altında birlikte veya tek başına yeni faaliyetler, girişimler, hareketler sergileriz.

- Hepimiz hayatın dağdağalarından, ağır şartlarından bunalırız. Nefes almak, dinlenmek, tesellî bulmak, mânevî gücümüzü takviye etmek, hemcinslerimizle kaynaşmak isteriz. İşte cemaate girerek bu teselliyi buluruz. 1

- Asrımızın yakıcı hastalıklarından olan “yalnızlık” bizi vahşete, sıkıntıya, strese sokar. Sosyal hayata aktif şekilde katılarak yalnızlığımızı gideririz.

- Merak duyduğumuz işleri ve hobilerimizi cemaat içinde gerçekleştirme imkânı buluruz.

- Kimlik bunalımlarını grupla özdeşleşerek atlatırız.

- İstidad (potansiyel halindeki yeteneklerimizi) ve kabiliyetlerimizi geliştirerek maddî veya kültürel üretimde bulunarak rahatlarız.

- Hareket ve heyecan üzere yaratıldığımızdan faaliyetten lezzet alırız. Yeknesaklık sıkıntı verir. İşte, grup/cemaat aktivitelerine katılarak onları atlatırız.

- Aciz ve zayıf varlıklar olduğumuzdan, dayanışma, yardımlaşmaya muhtaç ve mecburuz. Problemlerimizi de, içinde yer aldığımız grupla çok daha kolay hallederiz.

- Cemaatin bireylerinden ve şahs-ı mânevîden enerji, elektrik, feyiz alırız. (Cemaatle namazda safları sık tutmamız ve omuz omuza gelmememizin istenmesinin sırlarından birisi bu olsa gerek.)

- Grup/cemaatten enerji ve güç kazanırız. Evliyalığın kerâmeti (olağanüstü, harika hâli, gücü) olduğu gibi, hâlis niyetin dahi kerâmeti vardır. Samimiyetin dahi kerâmeti vardır. Özellikle, Allah için olan bir uhuvvet dairesindeki kardeşlerin içinde, ciddî, samimî tesanüdün çok kerâmetleri olabilir. Hattâ şöyle bir cemaatin şahs-ı mânevîsi (hepsinin oluşturduğu kişilik, güç, kuvvet) kâmil bir veli hükmüne geçebilir, inayetlere mazhar olur.2

Dipnotlar:

1-Mektûbât, s. 429

2-BarlaLahikası, s. 15

02.06.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Kısa kısa


A+ | A-

Nadir Bey: “‘Kendisine şu beş nimet verilen kimsenin âhiret için çalışmama noktasında mazereti kabul edilmez: 1- Dindar ve sâliha bir hanım, 2- Hayırlı çocuklar, 3- İnsanlarla güzel geçinme, 4- Geçim kaynağının memleketinde olması, 5- Muhammed’in (asm) ehl-i beytine sevgi’1 hadisinde geçen, ‘geçim kaynağının memleketinde olması’ nasıl bir nimettir? Bunu açıklar mısınız?”

Geçim kaynağının memlekette oluşunun nimetlik derecesini gurbette çalışanlara sormalıyız. Bir gözü arkada, memleketinde, kendi doğduğu topraklarda, yurdunda, vatanında; hep haber bekliyor; yakınlarının zor gününde yanında bulunamadığı için bir dalı kırık... Gidip gelme imkânları kısıtlı. Ama aklı orada, gözü orada, duyguları orada, duâsı orada, memleketinde, annesinde, babasında, kardeşinde, yakınlarında, eşinde veya çocuklarında... İçinden defalarca, “keşke bu işi memleketimde yapsaydım!” duâsı yükseliyor.

Dünyevî gam ve keder, kişiyi âhiret amelinden alı koyabilir. Geçim kaynağının memleketinden uzak diyarlarda bulunuşu ve çalışmak için sevdiklerinden ve yakınlarından ayrılmak zorunda kalışı kişi için âhiret ameline zarar verecek derecede gam ve keder konusu teşkil edebilir. Fakat memleketinde ve sevdikleriyle birlikte çalışan bir insanın, âhiret hazırlığını engelleyecek bir mazereti daha ortadan kalkmış olur.

***

Muhammed Bey: “Akıl ile nakil çatışırsa hangisi tercih edilmelidir?”

Üstad Bedîüzzaman der ki, “Akıl ile nakil tearuz ettikleri vakitte, akıl asıl itibar ve nakil tevil olunur. Fakat o akıl, akıl olsa gerektir.” 2

Yani, akıl ile nakil çatışırlarsa akıl esas alınır. Fakat o akıl, cerbezeden uzak, hikmet dolu ve selim bir akıl olmalıdır. Aksi takdirde “uydurmacılık” nakil için ne kadar handikap ise, “cerbeze ve üstün körü bakış” da akıl için o kadar handikaptır. Doğrulara ulaşmak için nakil de, akıl da birer araçtırlar. Fakat her ikisinin de hem handikapları, hem de doğruları vardır. Doğrular ne uydurmacılığa kurban edilmeli, ne de cerbezeye ve üstün körü bakışlara rüşvet verilmelidir.

***

Diyarbakır’dan okuyucumuz: “İnsan evlendiği eşiyle farklı mezheplerde ise ikisinden birinin diğerine uyması gerekir mi? Kadının erkeğe uyması daha efdal midir? Her iki eş kendi mezhebi üzere amel etmeye devam edebilir mi? Erkek bu konuda eşini kendisine uydurmak ehliyetine sahip midir?”

Mezhep seçimini genelde aile ocağında yaparız. Ailemizde bize hangi mezhebin ilmihali öğretilmişse, onunla amel yapmaya başlarız. Böylece o mezhebi seçmiş oluruz. Sonradan bir diğer hak mezhebe geçmek istersek şayet, geçmek istediğimiz mezhebin ilmihalini öğrenmemiz ve amelimizi bu mezhebe göre düzenlememiz, bu mezhebe geçmemiz için yeterlidir. Böylece mezhebimizi değiştirmiş, yeni bir mezhebe geçmiş oluruz.

Karı kocadan her biri farklı mezheplerde iseler ve her birisi kendi mezhebinin ilmihalini gerektiği kadar ve doğru biçimde biliyorsa, her birisi bulunduğu mezhepte kalabilir ve kendi mezhebinin hükümleri ile amel edebilir. Karı kocanın aynı mezhepte olmaları veya birbirlerinin mezheplerine uymaları şart değildir. Bu konuda yekdiğerine baskı veya telkin yapmaları doğru da değildir. Her birisinin hak bir mezhepte bulunması kâfidir.

Fakat karı kocanın farklı mezheplerde olmaları, kendilerine bazı amelî zorluklar getirebilir şüphesiz. Bunların başlıcaları:

ı) Bir âilede farklı mezhep görüşleri amelde bir takım yanılmalara ve yanlış anlamalara sebep olabilir.

ıı) Bir âilede farklı mezhep salikleri bilmedikleri hususlarda daha yalnızdırlar.

ııı) Aynı mezhepte oluşun getirdiği uygulama birliğinden doğan kolaylıklardan da mahrum olurlar.

Bununla beraber mezhep seçiminde eşlerin birbirlerine karşı herhangi bir sorumlulukları yoktur. Kadın mezhep seçimini müstakil yapar. Bu konuda kocasına uyması daha efdal değildir. Daha efdal olan, hangi mezhebi daha iyi biliyor ise o mezhebi uygulamasıdır. Koca da böyledir. Yani eşlerin birbirlerinin mezheplerini seçmeleri zorunluluğu yoktur. Bu konuda erkek de, kadın da, çocuklar da bağımsızdırlar, bağımsız hareket edebilirler.

Yalnız, unutulmamalıdır ki, bir zorunluluk olarak değil; aynı çatı altında bulunmalarından dolayı uygulama kolaylığı sağlaması gerekçesiyle, tercihen, evde en rahat uygulama imkânı bulunan, veya en çok tercih edilen, ya da en çok bilinme ve öğrenilme imkânı bulunan bir mezhep ortak olarak seçilebilir. Bu konuda mezhep taassubuna gitmeden, en iyi uygulama imkânı bulunduğu düşünülen bir mezhepte karar kılınabilir.

Dipnotlar:

1- Câmiü’s-Sağîr, 3/959. 2- Muhâkemât, s. 10.

02.06.2010

E-Posta: [email protected]



H.İbrahim CAN

Obama’nın İran mektubu


A+ | A-

Başbakan Erdoğan’ın Güney Amerika turu sürerken, İran’la yapılan takas anlaşması konusundaki tartışmalar da büyüyor. Amerika’nın Türkiye ve Brezilya’yı eleştirerek, takas anlaşmasından önceden haberinin olmadığını iddia etmesine karşın, Brezilya dayanamadı, Obama’nın anlaşmadan bir ay öncesinde kendilerine bizzat Obama tarafından gönderilen mektubun imzalı orijinalini basına sızdırdı. Başbakan Erdoğan’ın açıklamalarından, aynı mahiyette bir mektubun kendisine de gönderildiği anlaşılıyor.

Mektuba göre; Nükleer Güvenlik Zirvesi esnasında Obama, Erdoğan ve da Silva ile bir araya gelerek, Türkiye ve Brezilya’nın kabul edilebilir bir çözüm bulma çabalarının ayrıntılarını konuşmuşlar. Bu görüşmede konuşulanlar konusunda ABD’nin ayrıntılı görüşünü aktarmak üzere yazılan mektupta, Amerika’nın İran’ın takas teklifini “açık ev somut bir fırsat” olarak gördüklerini belirten Amerikan tarafı, bu konuda eski Uluslar arası Atom Enerjisi Ajansı Direktörü Baradey’in bu konudaki teklifini desteklediklerini anlatıyor.

Şimdi takas anlaşmasının muhtevasını, ancak iki ülke liderinin İran’a gidip basına açıklaması üzerine öğrendiklerini söyleyen Amerika’nın bu mektubu, bu açıklamanın doğru olmadığını, aslında söz konusu mektupta belirtilen bütün şartların takas anlaşmasında yer aldığını gösteriyor. Yani ABD tarafı arsız bir iki yüzlülük gösterisi yapıyor.

Mektupta ABD’nin takas anlaşması için öngördüğü şartlar sıralanıyor. Buna göre; ilk şart İran’ın düşük oranda zenginleştirilmiş 1,200 kg uranyumu ülke dışına çıkarması. Bunun karşılığında İran’ın istediği nükleer yakıtın verilmesi kabul ediliyor.

İkinci şartlar grubunda; ABD’nin destek şartı, anlaşmaya doğrudan imza koyması ve ayrıca Rusya’ya önemli bir rol verilmesi, nükleer materyalin yakıt üretim sürecinin kontrol edilmesi yer alıyor.

Üçüncü şart; İran’ın 1,200 kg uranyumla takas edilecek nükleer yakıtın üretimi için gerekli bir yıllık süre boyunca, bu uranyumu üçüncü bir ülkede—burada özellikle Türkiye’nin adından söz ediliyor—emanete bırakması isteniyor.

Bütün bu şartlar, Türkiye ile Brezilya’nın İran’la yaptığı anlaşmada yer alıyor. Yani takas anlaşması tam da ABD’nin istediği şartlara haiz ve dolayısıyla Obama’yı memnun edip, BM Güvenlik Konseyi’nden yaptırım kararı çıkarma çabalarını durdurmasını gerektirecek güvenceleri taşıyor.

Ama buna rağmen Amerika her fırsatta anlaşmadan rahatsızlığını dile getiriyor ve dolaylı yollarla Brezilya ve Türkiye’ye “Bırakın bu işleri, işimize taş koymayın” diyor. En son gerekçeleri de “Efendim bizim onayımızı almadan Tahran’a gidip anlaşmayı yaptılar” oldu. Galiba ABD, uzun süredir tek süper güç olmanın havasına iyice kendisini kaptırdığından, Brezilya ve Türkiye’nin bağımsız devletler olduğunu, kendi inisiyatifleriyle hareket etmelerinin gayet tabiî olduğunu unuttu.

Uluslar arası arenada Türkiye ve Brezilya’nın bu konudaki adımları, ezber bozan türde. Başbakan Erdoğan da bu adımlarını sonuna kadar savunmaya kararlı görünüyor. Umarız bu konudaki ABD’ye rağmen görüntüsü içindeki adımlarına, içerideki bu adımlarla hiç alâkasız gibi görünen kaset-Kılıçdaroğlu-Anayasa Mahkemesi-Referandum çoklu denklemleriyle çelme takılmaz.

02.06.2010

E-Posta: [email protected]



Umut YAVUZ

Başbakan sert çıktı!


A+ | A-

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Şili ziyaretini yarıda keserek yurda dönmesinden sonra, İsrail’in önceki gün yaptığı sivil katliâmına cevap vereceği grup toplantısı beklenenden bir buçuk saat sonra başlayabildi. Grup toplantısı için AKP Meclis Grubunda hazır bulunan milletvekilleri, medya ordusu ve ziyaretçiler ile televizyonları başında bu konuşmayı takip eden milyonlarca Türkiye vatandaşı, İslâm dünyası ile dünya kamuoyu da Başbakan’ın ağzından çıkacak kelimelere odaklanmıştı. Grup toplantısının gecikmeli başlaması herkeste bir heyecan uyandırdı. “Acaba sert yaptırımları içeren bir takım kararlar alındı da, bu sebeple mi konuşma gecikti?” diye sorular ortalarda dolaşıyordu. Klâsik grup toplantılarının aksine, sadece Türkiye medyası değil, özellikle Arap medyası olmak üzere bütün dünya medyası da konuşmayı dinlemek için bekliyordu. Biz de Başbakan’ın konuşmasını, grup toplantısının yapıldığı salondan, Arap basın mensuplarının arasından izledik. İki yanımızda da simultane çeviri için hazırlanmış kabinler bulunmaktaydı. Zira, Başbakanın bu önemli konuşması, salonda bulunan yabancı ülke temsilcileri için simultane olarak tercüme ediliyordu.

Dediğimiz gibi beklenti üst düzeydi. Dünkü yazımızda da vurguladığımız üzere, Başbakan’ın bugüne kadar İsrail’e karşı takındığı tavır ve kullandığı üslûp sebebiyle, herkes çok ağır ve somut yaptırımlar içeren bir konuşma duymayı umuyordu. Ancak beklenen olmadı. Başbakan en iyi yaptığı şeyi, yani sert ve etkili konuşmayı dahi tam anlamıyla gerçekleştiremedi. Konuşmanın, İsrail’e ne gibi yaptırımlar yapılacağı konusunda bir fikir vermesi bir yana, sertlik unsurunu bile yeterince karşılamadığı görüldü. Nitekim Arap gazeteciler birbirlerine bakarak, “uf, puf” ederek konuşmayı dinlediler. Gazetecilerden bir tanesi diğerine dönerek, “çerez gibi konuşma” sözleriyle olayı özetledi.

Peki ne olmuştu da Başbakan böyle somut bir şeyler içermeyen, ancak bilinen bazı şeylerin tekrarından ibaret olan bir konuşma yapmıştı. Kulislerde dolaşan bir takım görüşlere göre bu fırtınadan önceki sessizlikti. Zira Başbakan, Türkiye’ye iner inmez, “Aldığımız karar Türkiye’ye hayırlı olsun” gibi enteresan bir açıklama yapmıştı. Dolayısıyla Türkiye’nin aldığı bir takım kararlar olmalıydı. Bunlar sadece uluslar arası hukukun bütün imkânlarını kullanmak ve kınama kararları aldırmaktan öteye geçen şeyler olmalıydı. Yani Başbakan, dökülen kanların ve esir alınan insanlarımızın hesabını böyle mi soracaktı? Hayır, tabiî ki, hiç kimse böyle bir ihtimali düşünmek bile istemiyor. Tam da bu sebeple şu teoriler geliştiriliyor: Esasında hükümet olarak çok ciddî kararlar alındı. Ancak önce BM Genel Sekreteri Ban Ki-Moon, Başbakan’ı arayarak bu kararından vazgeçirmek istedi. Bu etkili olmayınca daha sonra ABD Başkanı Barack Obama, akşam saat sekiz sularında bir görüşme yapmayı talep etti. Belki burada da, Obama’nın ikna çabaları olacaktı. İşte bu hengâmda yine akşam saatlerinde çok önemli bir toplantı yapılacaktı. Başbakan Erdoğan, İsrail’in Türk gemisine saldırısı ile ilgili Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ ve Millî Güvenlik Kurulu üyesi bakanlar ile görüşecekti. Bu yazı yazıldığı sıralarda henüz Obama görüşmesi de, “kriz zirvesi” de gerçekleşmemişti. Dolayısıyla buradan çıkacak kararlar hakkında net bir şey ifade etmek şu an itibariyle imkânsız. Ancak görünen o ki, eğer Türkiye Cumhuriyeti olarak, İsrail Devleti’nin yaptığı bu alçakça saldırıya gereken karşılık verilmezse, Başbakan Erdoğan sadece Türk halkını değil bütün bir İslâm dünyasını da hayal kırıklığına uğratacaktır.

Eğer Türkiye Cumhuriyeti’nin bu olaya tepkisi bilinen bu tedbirlerin ötesine geçemezse, bu aynı zamanda Türkiye’nin Ortadoğu’da bölgesel aktör olma yolunda soyunduğu ve esasında reel bir altyapısı olmayan politik duruş ve açılımının fiilen sonu anlamına gelecektir. Bakalım hükümet bu imtihanda başarılı olabilecek mi? Bakalım Türkiye Cumhuriyeti verdiği bu haysiyet ve onur mücadelesini kazanabilecek mi? İzleyip göreceğiz…

02.06.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Korsanlar kaybetmeye mahkûm


A+ | A-

Bilhassa günümüzde ‘korsan’lıkla hiçbir yere varılamayacağını, kuruluşundan beri ‘korsan’lık yapan İsrail de elbet anlayacak. Geçmiş asırlarda geçim kapısı olabilen korsanlık; insanlığın hak, hukuk ve adalet anlayışının ‘ilâhî-tabiî hukuk’a yaklaşmasıyla birlikte sona ermiş ya da sona ermeye mahkûmdur.

Zaman ve tarih göstermiştir ki ‘güç sarhoşu’ olanlar en güçlü göründükleri yer ve zamanda mahvolmuş, biriken ‘ah’lar kralları ve imparatorları yerlebir etmiştir. İsrail’in günümüzde sergilediği tavır da farklı şekilde yorumlanamaz. Dünya insanlarını ve temelde ‘insanlığı’ karşısına alıp ‘Ben ne dersem o olur, ben hiç kimseyi dinlemem, kabul görmüş hukuk kuralları beni bağlamaz’ anlayışı ile devam etmenin mümkün olmadığı o da er ya da geç görecek ve görmeli.

Bakınız, içimizdeki ya da dışımızdaki ‘İsrail muhibleri’ bile Gazze’ye yardım götüren gemilerin terörist bir anlayışla basılmasını, bazı yolcuların öldürülmesini izah edemiyor, ‘kılıf’ dahi bulamıyor. Apaçık olan nokta şudur ki, gemilere yapılan baskın, ‘uluslar arası sular’da olmuştur ve böyle bir şey hiçbir devletin yapmayacağı, yapamayacağı bir eylemdir. Tabiî bu tesbitler ‘devlet’ler için gerçerlidir. Hak, hukuk, adalet ve insanlığı ayaklar altına alan ve bununla da övünen ‘devlet’ görüntülü korsanlarla ilgili bu tesbit bir mânâ ifade etmeyebilir.

İsrail ve muhibleri görmek istemese de ‘insanlık’ Gazze’nin yanındadır ve uzun dönemde —İnşallah—Gazze’ye uygulanan ambargo kalkacaktır. Dünya insanlarını uzun süre oyalamak ve yalan-yanlış bilgilerle kandırmak mümkün değildir. Pek çok uzmanın da ifadesiyle Gazze’ye yardım götüren gemilere uygulanan baskın, şiddet ve işkence İsrail’in intiharı anlamına gelmiştir.

İsrail muhibleri bir noktayı daha görmek istemiyorlar ki, o da şudur: Gazze’ye yardım götüren gemiler ve içindeki gönüllüler sadece İslâm ülkelerinden ya da Türkiye’den hareket etmemişlerdi. Gemilerde 30’dan fazla ülkenin vatandaşı vardı. Ayrıca Müslümanlar dışında Hıristiyan ve başka dinlere mensup temsilciler de vardı. Dolayısı ile Gazze’de yaşananlar dünyanın gündemine gelmiştir ve burada yaşanan zulümleri örtbas etme devri çoktan geride kalmıştır.

“Fıtrî meyelana karşı konulamayacağı” tartışılmaz bir gerçektir. Sular tersine akamaz, belli bir soğuklukta donan su demiri parçalar ve ateş ile barut bir araya geldiğinde yangın/patlama meydana gelir. Filistin’e ve Gazze’ye yardım; dolayısı ile İsrail’in zulmüne ve haksızlığına ‘dur’ demek artık bir insanlık eylemi haline gelmiştir. Bu faaliyetleri durdurmak, İsrail’in yapabileceği iş olmaktan çıkmıştır.

‘Dünyanın jandarması’ ABD’nin İsrail’in arkasında durması ve onun zulmüne sahip çıkması belli bir noktadan sonra mümkün olmayacaktır. Çünkü Amerika’daki ‘insan’lar da bu politikaların kendilerine zarar verdiğini anlamaya başlamış durumda.

Bugün için İsrail’in ‘korsan’lığı yardım gemilerinin Gazze’ye ulaşmasına engel olmuştur, ama İsrail galip gelmemiştir. İnsanlık nazarında asıl kaybeden İsrail’dir ve bu günden sonra insanlık nazarında kaybetmeye de mahkûmdur.

‘Korsan’lar devlet kisvesinde de olsa ‘insanlık onuru’ karşısında kaybetmeye mahkûmdur vesselâm...

02.06.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

İki saldırının bağlantısı…


A+ | A-

Türkiye, içte ve dışta komplolarla karşı karşıya. Amansız ambargoyla İsrail ablukasındaki Gazze’ye yardım götüren uluslar arası insanî yardım konvoyunun Antalya limanından demir almasıyla içte terör azdırıldı.

Yurdun muhtelif yerlerinde terör örgütü PKK’nın döşediği mayın patlamaları ve çatışmalarda altı asker ve köy korcuları şehid edildi. Ardından gece yarısı teröristler, İskenderun’daki Deniz İkmal Destek Komutanlığına roketatar ve uzun namlulu silâhlarla saldırıp altı askerî şehid, üçü ağır olmak üzere yedisini yaraladılar. Peşinden sabaha karşı İsrail askerleri uluslar arası sularda Türk bayraklı Mavi Marmara gemisine saldırarak, onlarca sivili katledilip onlarcasını yaraladı; uluslar arası hukuka aykırı olarak diğer beş gemiyle birlikte resmen “esir” aldı.

İki saldırının akabinde ilk değerlendirmelerde Başbakan Vekili Bülent Arınç, İsrail’in insanlık dışı eylemiyle insanî değerleri hiçe saydığını, saldırının korsanlıkla eşdeğer olduğunu ve cevapsız kalmayacağı söyleyip lânetledi. Başbakan Erdoğan, Şili’de “devlet terörü” ve “haydutluk” sert tepkisini verdi. Dışişleri Bakanı Davutoğlu ise BM’de bu korsanlıktan dolayı “İsrail özür dilemek ve hesap vermek zorunda” diye konuştu…

PKK-ABD-İSRAİL İŞBİRLİĞİ…

Ancak en çarpıcısı, AKP Genel Başkanı Yardımcısı Çelik’in “İsrail saldırısıyla İskenderun’da altı şehit verdiğimiz saldırının eş zamanlı olmasının tesâdüf olmadığı” ve “taşeron terörün kullanılması” cümlesiydi.

CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun da iki saldırının aynı günde gerçekleşmesine dikkat çekip “İsrail operasyonlarının olduğu bir anda İskenderun saldırısını olması çok mânidar” açıklamasıyla yan yana okunduğunda, iktidar sözcüsü ile ana muhalefet liderinin ortak vurgusu, PKK terör örgütünün İsrail’le ilişkilerini ve işbirliğini sözkonusu etmekte…

Hatırlanacağı üzere, birkaç hafta önce İmralı’daki terörist başı Öcalan, Haziran’a kadar süre vererek, taleplerinin yerine getirilmemesi halinde terörün tırmanacağı, büyük şehirlerde orta ölçekli isyanların baş göstereceği tehdidini savurmuştu. Kendisinin aradan çekileceğini, Türkiye’nin artık terör örgütüyle ve Kandil’le karşı karşıya kalacağı şantajında bulunmuştu.

Roketli ve ağır makineli saldırının İsrail’e uzanan Amanos Dağlarından gelen teröristlerce İskenderun gibi sınırdan çok içeride ve ilk kez bir deniz üssüne yapılması, Akdeniz’deki yardım gemilerine “misilleme”yle bağlantı iddiasını kuvvetlendiriyor.

Esasen çeyrek asrı aşkındır sözde “stratejik müttefik” ABD’nin önce İsrail’in kontrolündeki Bekaa Vadisi’nde daha sonra Kuzey Irak’ta PKK terör örgütüne silâh, para, sağlık ve her türlü lojistik destekte bulunduğu, Amerikan savcılarınca ikrar edilmişti.

Amerikalı ve İsrailli subayların teröristlere eğitim verdiği açıkça deklâre edilmiş; terör örgütünün finans kaynaklarını, uyuşturucu, nüfuz ticareti ve kaçakçılığını koruduğu Amerikan Kongresi raporlarıyla belgelenmişti. İşgal’in ardından Irak ordusunun tank, top, ağır ve hafif silâhlarının bizzat işgalcilerle terör örgütüne verildiği belirtilmişti…

Aslında İsrailli ajanlar aracılığıyla ABD’nin oluruyla İran’a karşı PEJAK kanalıyla PKK’ya silâh ve patlayıcı madde eğitimi, terör tâlimi ve her türlü teçhizat desteğinin devamı, iki saldırı arasındaki ilintiyi ve PKK-ABD-İsrail işbirliğini te’yid etmekte. İki saldırının arka plânını ele vermekte…

ETKİN DİPLOMATİK TEDBİR…

Toplam on iki şehidin verildiği son terör saldırıları, “açılım”ın temel parametrelerinin ve muhatabının doğru tesbit edilemediğini bir defa daha ortaya çıkarmakta. “Anneler ağlamasın”la başlayan “açılım”la 100’e yaklaşan şehid sayısı ve artan terörle analar daha da ağlamakta; “açılım” sabote edilmekte...

Bu arada, katliâm ve kanlı cinâyetleri pervâsızca işleyen, BM’nin 200’e varan kararını dinlemeyen İsrail’in günler öncesinde âdeta davul zurna çalarak bütün dünyanın gözü önünde silâhsız ve sivil gemilere müdahâle edeceğini bildirdiği halde, Ankara’nın gerekli tedbirleri almadığı ortaya çıkmakta. Neticede Güney Amerika’ya giderken Erdoğan, “Bu bir sivil organizasyondur, hükûmetle ilgisi yoktur” demiş; Ankara’nın önceden etkin diplomatik temaslarla tedbir almadığı anlaşılmıştır.

Gelinen noktada Başbakan, uluslar arası toplumu göreve dâvet ediyor. Oysa, 32 ülkeden 350-400’ü Türkiye uyruklu 600’e yakın yolcuyu ve gıdadan ilâca hayatî insanî yardım malzemelerini taşıyan altı geminin güvenliği önceden sağlanmalıydı. Gemiler yola çıkmadan, uluslar arası zeminde, BM, AB, NATO, Arap Birliği, İslâm Zirvesi kapsamında bir koalisyon oluşturmalıydı…

Görünen o ki bunların hiçbiri yapılmadan yine salt haklı şikâyetlerle, yakınmalarla, şiddetli kınamalarla kalınıyor. Başbakan, “Hiçbir şey artık eskisi gibi olmayacak” diyor; lâkin İsrail’le 60 varan askerî, savunma sanayii, silâh ihâleleri, ekonomik ve siyasî anlaşma ve işbirliklerinin bir teki dahi iptal edilmiyor…

02.06.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

İsrail ve terör


A+ | A-

Gazze’ye yardım filosuna yapılan kanlı İsrail saldırısıyla eşzamanlı olarak İskenderun’daki denizci askerlerimizi hedef alan terör saldırısı, son günlerde tekrar tırmanışa geçen terör olayları serisinin son halkası oldu.

Bu saldırıda 6 askerimiz şehit düşerken, iki günde verdiğimiz toplam şehit sayısı 13’e, bir ayın bilânçosu ise 25’e çıktı. Vahim bir tablo bu.

Ama garip bir şekilde, bu olaylar gündemde pek fazla yer bulamadı. İlk 7 şehit medyada öylesine geçiştirilirken, İskenderun saldırısı da İsrail’in yardım gemisine düzenlediği kanlı operasyonun gölgesinde kaldı. Ancak iki olayın gerçekleşme zamanlarındaki tetabuk dikkat çekti.

Öyle ki, iktidar partisinin de, yeni CHP Başkanı Kılıçdaroğlu dahil olmak üzere muhalefet partilerinin de sözcüleri ve STK mensupları bu eşzamanlılığın manidar olduğunu vurguladılar.

Bu durum, toplumda PKK ve terör olayı ile İsrail arasında bağlantı kuran veya en azından bu yönde ciddî kuşkular taşıyan ortak bir değerlendirmenin mevcudiyetini gözler önüne seriyor.

İsrail ajanlarının Kuzey Irak’ta 1960’lı yıllardan itibaren kendi amaçları istikametinde altyapı oluşturma çalışmaları yaptıklarına ve PKK kamplarında eğitim veren MOSSAD elemanlarına ilişkin bilgi kırıntıları zaman zaman farklı kaynaklarda yer almış, ama bunlar medya gündeminde pek yer bulamadığı için fazla iz bırakmadan unutulmuştu. Ancak buna rağmen kollektif şuurda İsrail-terör bağlantısı için böyle bir algılamanın oluşması, hayli silik de olsa yine o izlerin meydana getirdiği birikimle açıklanabilir.

İşin bir tarafı böyle iken, diğer cenahında Türkiye’nin yıllardır teröre karşı verdiği mücadelede İsrail’in istihbarat ve teknoloji desteğine bel bağlaması veya öyle bir görüntü verilmesi de, gözden kaçmaması gereken bir çelişki oluşturuyor.

Bu çelişkinin önemli sebeplerinden biri, bilhassa 28 Şubat döneminde İsrail’le askerî ilişkilerin en üst düzeye çıkarılması ve peş peşe imzalanan askerî anlaşmalarla savunma sistemimizin adeta bu ülkeye bağımlı hale getirilmesi olabilir mi?

28 Şubat sürecinin şiddetlenmesinde önemli rol oynamış Genelkurmay Başkanlarından birinin, İsrail’le artan askerî işbirliğine yönelik eleştirilere “Bazıları anasından Yahudi düşmanı olarak doğmuş” diye tepki gösterdiğini hatırlıyoruz.

Ama aynı İsrail’de bir kuvvet komutanının, geçen yıl Erdoğan’ın Davos’taki “one minute” çıkışında Peres’e attığı “Siz çocukları öldürmeyi iyi bilirsiniz” fırçasına, “Erdoğan aynaya baksın ve Kürtlerle Ermenileri nasıl katlettiklerini görsün” diye mukabelede bulunduğunu da unutmadık.

Yine İsrail’in güya işgalden vazgeçip Filistinlilere iade ettiği Gazze’yi senelerdir ambargo zulmüne maruz bırakırken bahane olarak gösterdiği Hamas’ı PKK ile eş tutup, Türkiye’nin Hamas ile diyalog kurmasına “Biz aynı şeyi PKK ile yapsak siz tepki göstermez misiniz?” demagojisiyle karşı çıkmaya devam ettiğini de görmekteyiz.

Bütün bu parçaları bir araya getirdiğimiz zaman, tipik Yahudi kurnazlığına dayalı siyonist siyasetin çok yüzlü çehresi karşımıza çıkıyor. Bu çehre, kimin elinin kimin cebinde olduğunun anlaşılamadığı, müşahhas delillerle ispatlanamasa da zihinlerde ciddî kuşkular doğuran karanlık ilişkilere dayalı esrarengiz senaryoları ele veriyor.

Bu bağlamda seslendirilen ihtimallerin çoğu, klasik tabirle “komplo teorisi” olarak kalsa dahi, “Ateş olmayan yerden duman tütmez” deyişindeki mânâ ve hikmete uygun şekilde, zihinlerdeki kuşkular kuvvetlenerek devam ediyor.

Ki, son olarak yardım gemisine yapılan kanlı saldırıda bir kez daha görüldüğü gibi, İsrail’in “devlet kimliğiyle” de “terör eylemleri”ni sürdürme alışkanlığından vazgeçmeye niyetinin olmaması, bu şüpheleri derinleştiren bir diğer sebep.

Dünyanın gözünün içine baka baka açıktan “terör” estirmekte beis görmeyen bir devlet, başka ülkelerdeki terör faaliyetlerini de el altından destekliyorsa, bunun şaşılacak bir tarafı var mı?

02.06.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.