23 Haziran 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Vehbi HORASANLI

Evlâdım sağ salim dönecek mi?


A+ | A-

PKK terörü yine can aldı. Son karakol saldırısında dokuz vatan evlâdı kalleşçe saldırılar sonucunda şehit oldu. Başka karakollarda başka şehitler var. Dün de bir askerî servis aracı saldırıya uğradı, ölü ve yaralılar var. Hükümet ve Genelkurmay çaresiz bir biçimde bildik lâfları tekrar etmekten başka hiçbir şey yapamıyor.

Evvelâ; yöneticilik acizlik, çaresizlik makamı değildir. Ya vazifeni yaparsın ya da istifanı verirsin. Canımız ciğerimiz olan vatan evlâtlarının teröristlerin tuzağına düşürülüp şehit edilmesi karşısında sadece konuşmak, havaya kurşun sıkarcasına esip gürlemek en hafif ifade ile ayıptır, günahtır. Bir yerde başarısızlık veya kötü bir sonuç bulunuyorsa sorumluluk baştakilere verilir. Başarı ise herkesin malıdır. Başarıyı başka insanlara dağıttığınız zaman büyüyecektir. Başarısızlık ise yöneticiye verildiği zaman küçülür ve çözüme ulaşmak, yeniden başarılı olmak için şevk verir, insanları yeis belâsından kurtarır. Burada sözüm sadece hükümete ve Başbakan’a değil, Genelkurmay Başkanı dâhil bütün yöneticilere aittir. Başbakandan yağıp gürlemesini değil, başarısız olduğu konular yüzünden halkın önüne çıkıp özür dilemesini ve çareler sunmasını bekliyorum.

İkinci olarak; çözüm tekliflerine kulak tıkamak en büyük ayıpların başında geliyor. Otuz yıldır bir terör örgütünü çökertememiş isen demek ki kullandığın yöntemde bir hata var demektir. Burnunun dikine gidip “Her şeyi en iyi ben bilirim” demek yerine, biraz kulağını açıp “Başka öneriler var mı?” diye uzman görüşlerini dinlemek gerekir.

PKK terörünün çözülmesi konusunda birçok insanın ortak görüşü “mücadele mükellef askerlerle, yani Mehmetçikle değil, özel kuvvetler ile yapılması” gerektiğidir. Hayatında ilk defa eline tüfek almış bir askeri, teröristin karşısına çıkarmak doğru değildir.

Milyonlarca insanın işsizlik belâsı ile kıvrandığı, sırım gibi delikanlıların kahve köşelerinde çürüdüğü bir zamanda, hâlâ Prusyalılardan kalma askerlik yöntemini kullanmak ve bunu dayatmak, işbilmemenin bir göstergesidir.

Elbette, bu terör sadece şiddet kullanılarak çözülmez. Cehaletin kol gezdiği bir coğrafyada kan akıtılmamasını istiyorsan, milletimizin ortak değer yargılarını, özellikle de dinî duygularını harekete geçirmek gereklidir.

Bakınız, Meclisin ilk yıllarında Bediüzzaman on maddelik bir beyanname neşrederek milletvekillerini ikaz ediyor. Memleketimizin içine düştüğü bu terör felâketinin en önemli sebebi, bu tavsiyelerin aradan 90 yıl geçmesine rağmen yeteri kadar dikkate alınmamasıdır. Bütün yöneticileri Bediüzzaman’ı dikkatle dinlemeye dâvet ediyorum. Aksi halde akan kan durmayacak, gafil yöneticilerimizin yüzünden anaların gözyaşı dinmeyecektir.

Bediüzzaman, bir örnek vererek Güneydoğu’da yapılması gereken en önemli icraatın yöneticilerin dindar olması gerektiğini nazara vermesidir. Bir zaman Beytüşşebap aşiretlerinden bir tanesi devlete isyan etmiştir. Niçin isyan ettikleri sorulduğunda, “Kaymakamımız namaz kılmıyor?” cevabı işitilir. Bu sözü söyleyenler hem namazsız, hem de eşkıya olan insanlardır.

Şimdi, bu eşkıyanın günümüz versiyonu olan PKK’ya karşı en etkili çözüm dindar yöneticilerin işbaşına gelip dinî hassasiyetleri ön plana çıkarmasıdır. Din ilimleri ile birlikte fen ilimlerinin birlikte öğretildiği eğitim kurumları, değil PKK, CIA’nın MOSSAD’ın canına okur ve planlarını bir bir yere serer. Bu sayede terör için yaptıkları büyük emek ve harcadıkları milyarların hepsi boşa gidecektir.

Geriye kaldı zavallı, beyni yıkanmış teröristler... Onları da birkaç özel tim ve profesyonel ordu birlikleri ile temizlemek çocuk oyuncağıdır. Bana “Bu iş o kadar kolay değil” demeyin. Bir kere ben 15 yıl askerlik yapmış bir insanım. Doğru yöntemi bulup uygulamak gereklidir.

Hangi asırda yaşıyoruz yahu? Öyle cihazlar ve silâhlar üretilmiştir ki, bunları kullanabilen eğitimli personel ile sadece Güneydoğu’da değil, dünyanın her yerinde etkili bir mücadele vermek mümkündür.

İlim ve fenlerin hükmettiği asrımızda kaba kuvvetle bir yere varılamaz. Bu husus terör örgütü için de geçerlidir. Yeter ki, teknolojik imkânları kullanmasını bilelim ve yerli yerinde kullanalım.

Yıllarca profesyonel askerliğin gerekliliğini anlatıp durdum. Hatta yazdıklarımı yeterli görmeyip seminer dahi verdim. Beni dinleyenler çok büyük çoğunlukla bana hak verdiklerini söylediler. Lâkin bunun bir nevî “fantezi” olduğunu söyleyenler de oldu. Ne yapayım, “Allah, akıl fikir versin” duasını yapmaktan başka söyleyecek bir söz bulamıyorum.

Genelkurmay Başkanlığı, profesyonel askerlik konusunda gerekli hazırlıkları yapmadığı ve uygulamada çıkabilecek sorunları çözmeye yanaşmadığı için sorumsuzca hareket etmiştir. Dünya aya giderken, biz yaya kalmışızdır. Komutanlara gerekli emirleri vermek, çağın gereklerine uygun bir savunma politikası uygulamak ise hükümetin görevidir. Askerler ile olan ilişkilerde pısırık bir politika uygulayan hükümeti şiddetle kınıyorum.

“Evlâdım askerlik görevini bitirip kazasız belâsız evine dönecek mi?” diye düşünen bütün ana babalar, önce bu makamlardan hesap sormasını bilmelidir. Zaman yağcılık, dalkavukluk zamanı değildir. Sorumlulardan akan kanın hesabı sorulmalıdır. Eğer acizliklerini sunuyorlar ise, “O takdirde istifa edip ayrıl, bu işi çözecek adamlar gelsin” demek, benim gibi, bütün vatandaşların hakkıdır. Bu makamlar çalışmak ve millete hizmet etmek makamlarıdır. Hava atmak, millete tepeden bakmak yeri değildir.

Şimdi herkesin hükümet ve askere “Kuru lâfları ve klişeleşmiş sözleri bırakın, icraat yapın” sözlerini söyleme zamanıdır. Ancak bu şekilde akan kan durmaya ve gerekli icraatlar yapılmaya başlayacaktır. Aksi takdirde, yeniden başa dönüp dünyanın gözü önünde utanç duymaya devam edeceğiz, vesselâm…

23.06.2010

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Yasakçıların estirdiği terör


A+ | A-

Yasakçılar, ÖSS, YGS yerine geçen iki kademeli üniversite imtihanı LYS ile, bu sene de terör estirdi.

Bu nasıl bir sistem; bu ne iktidarsız, bu ne muktedirsiz iktidar!

Bir avuç yasakçının dışında herkes, “Katsayı engeli kaldırılmalı, YÖK’ün yaptığı son değişiklikler yetersiz, başörtüsü zulmü devam ediyor!” diye feryat ediyor.

ÖSYM tarafından hazırlanan kılavuzda, birinci sayfadan başlanarak 8 yerde ayrıntılı bir şekilde başörtüsü yasağının nasıl uygulanacağı anlatıldı ve aynen uygulandı. İmtihana gözlemci olarak girenler de, saçma sapan bir yasağı takip etmeye mecbur bırakıldı!

Bu vatanın öğretmeni, bu memleketin öğretim üyesi, bu milletin dindar yöneticisi, başörtülü öğrencileri yaka paça dışarı attı!

Ve bütün salonlar şortlu, atletli, askılı öğrencilerle doldu; onlara ses çıkaramadı! Oysa, bunlar da yasak!

Ve yine, başörtüsü yasağı:

* İnsan haklarına aykırı değil mi; hak ihlâli değil mi?

* Kadın hakkı ihlâli değil mi?

* Eğitimde fırsat eşitliği ihlâli değil mi?

Aklımızı başımıza devşirip düşünmemiz gerekmez mi?

Yasakçılar kim, yasaklarını dayandırdıkları şey ne? Yasakçılıklarını anayasadan mı, kanunlardan mı alıyorlar, yoksa iktidarın muktedirsizliğinden mi?

***

2002’lerde kamuoyunu ikaz etmek için feryad u figân eyledik:

Siyaset tecrübe ister dedik.

Demokratlık, siyaset şuuru bir inanış, bir anlayış, bir eğitim, bir yetişme tarzıdır dedik.

Seçeceğimiz partinin mayası, özü hürriyetçi olmalıdır dedik.

Türkiye’nin problemlerine çare getirmeli; yalnız iktidar olmamalı, muktedir de olmalı diye bas bas bağırdık! Kezâ, “Türkiye’nin siyasetini dizayn eden dahili ve harici derin güçler bir tuzak kurdu, bozalım!” dedik, olmadı...

Sonra, başta başörtüsü meselesi olmak üzere katsayı, Kur’ân kursu yaşını hallederler dedik, bekledik. Her türlü desteği verdik, gerekli teşvik ve ikazları yaptık. “Dindar Cumhurbaşkanı seçildi, iş tamam; YÖK başkanı seçildi, mesele hallolur!” diye ümitlendik…

Hak ve hürriyetleri ihyâ ve yasaklarla mücadele etmek ihale peşinde koşmakla, seçme-seçilme, başkan olma-olamama kaygıları ve kavgalarıyla olabilir mi?

Artık bu eğitim terörüne son vermeli değil mi?

***

Hani, doğuda bir mü’minin ayağına diken batsa, çektiği ıztırabın aynısını, batıdaki mü’min de çekecekti…

Nerdesiniz ey hamiyet sahibi hakperestler?

Ve “Başörtüsü hakkımız, söke söke alırız!” diye yürüyüş, ele ele tutuşma zincirleri, imza kampanyaları, protesto telgrafları vs. ile geçmiş iktidarları sallayan başörtülüler!

Neredesiniz!

23.06.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Maraş'ta kardeşlik saadeti


A+ | A-

Son altı ay zarfında tam üç kez Kahramanmaraş'ı ziyaret ettik: Seminer, panel ve son olarak da "okuma programı"na iştirak için gidip geldik.

Her gidişimizde, orada giderek parıldadığına şahit olduğumuz bir "kardeşlik saadeti" tablosu vardır ki, bunu muhakkak sûrette sizlerle paylaşma ihtiyacını duymaktayız.

Sizlere de hararetle tavsiye ederiz. Bir fırsatını bulup gidin Maraş'a. Bizzat kendiniz görüp şahit olun birarada insanca ve kardeşçe yaşamanın, yani hakiki kardeşliğin gözyaşartıcı nurlu tablosunu...

Bilhassa, üniversite gençliğinden söz etmek istiyoruz.

Burada 1992'de kurulan Sütçü İmam Üniversitesinde okuyan muhtelif merkezlerden, bölgelerden gelmiş binlerce öğrenci kardeşimiz var.

Ekseriyeti Türk olan bu öğrencilerin arasında, ayrıca Kürt, Arap ve sâir etnik kökenli öğrenciler de bulunmaktadır.

Orada Maraşlıların dışında, ayrıca Kayseri'den, Adana'dan, Diyarbakır'dan, Mardin'den, Mersin'den, Urfa'dan, Şırnak'tan, Van'dan, Bitlis'ten gelmiş onlarca genç kardeşimizle birebir görüşüp uzun uzun sohbetlerde bulunduk.

Her ziyaretimizde, onlarla daha yakın, daha sıcak bir kaynaşma hali yaşadık.

Onlar da, birbiriyle öylesine bağlanmış ve muhabbetle kaynaşmışlar ki, öz kardeşten daha yakın olmuşlardır.

Sergilemiş oldukları feragate, fedakârlığa sınır koyamazsınız.

Faziletli hizmetlerde, birbiriyle yarışırcasına koşturuyorlar.

Dışarıdan gelen misafirlere karşı sergilemiş oldukları ihlâs, hürmet ve tevazu yüklü muamele, cidden duygulandırıcı, gözyaşartıcı türden.

Yani, göz önündeki bu pırlanta–misâl tabloya nereden ve hangi açıdan bakarsanız bakın, sizde memnuniyet hissi uyandıran, içinizi ferahlatan, vicdanınızı rahatlatan pencereler göreceksiniz.

Evet, bu muhteşem tabloya bakıp sevinmemek, memnuniyet duymamak elde değil.

Bu arada, bir hususu da ehemmiyetle nazara verelim ki: Burada bahsini ettiğimiz o ihtişamlı tablo, öyle kendiliğinden ve lâlettayin bir şekilde oluşmadı. Bu tablonun gizli mimarı olan isimsiz kahramanlar var.

O gençlerin ağabeyleri konumunda olan bu isimsiz kahramanlar, Üstad Bediüzzaman'ın tâbiriyle, yeterince bilinmeseler ve tanınmasalar da, adeta birer "gizli kutup" gibi, hizmet dairesi içinde tam bir sahibiyet şuuruyla hareket ediyorlar.

Hiçbir fedakârlıktan kaçınmayan bu isimsiz kahramanlar, Maraş'a gelenlere karşı tam bir "ensar ruhu" ile hareket ediyorlar. Meselâ, üniversitede okuyan öğrenciler arasında, asla Doğulu–Batılı, yahut Türk–Kürt–Arap, vs. ayrımı yapmadan, tam bir kardeşlik duygu ve düşüncesi içinde hareket ediyorlar.

Hemen ifade edelim ki, gittiğimiz daha başka merkezlerde de, benzer tablolara şahit olmaktayız.

Fakat, emin olun, Maraş'taki durum, yine de bir başka güzellik arz ediyor.

Orada, ayrı bir hassasiyet, ayrı bir incelik, ayrı bir sorumluluk duygusu ile hareket edilerek, halkın ve bilhassa talebelerin kaynaşmasına ziyadesiyle ehemmiyet veriliyor.

Rahatlıkla diyebilirim ki, son altı ay içinde oraya peşpeşe dâvet edilmemizin en önemli sebep ve saiklerinden biri de bu hassasiyetten kaynaklanıyor.

Biz de, orada yaptığımız gibi, buradan umuma duyuracak şekilde, hem o talebe kardeşlerimizi, hem de onlara hakkıyla ağabeylik yapan aziz ve fedakâr Maraşlı okuyucularımızı cân û gönülden tebrik ediyoruz.

Ülkemizde, fikrî, siyasî, sosyal ve kültürel birtakım sancıların alabildiğine şiddetlendiği şu günlerde, Maraş'taki "kardeşlik tablosu"na özellikle ihtiyaç duyulduğunu ifade ile yazıyı noktalamak istiyorum.

Tarihin yorumu 23 Haziran 1939

Hatay'ın Türkiye'ye ilhakı

Türkiye'nin en güney noktasındaki ili Hatay, 23 Haziran 1939'da Türkiye Cumhuriyeti Devletine dahil (ilhak) oldu.

Hatay'ın Türkiye'ye ilhak kararı, 2 Eylül 1938'de kurulan Bağımsız Hatay Cumhuriyetinin "Devlet Meclisi" tarafından verildi.

O tarihte, ömrü 9–10 ay kadar olan Hatay Cumhuriyetinin Cumhurbaşkanı Tayfur Sökmen, Başbakanı Abdurrahman Melek, Meclis Başkanı ise Abdülgàni Türkmen idi.

Bu zevâtın öncülüğünde gerçekleşen "Türkiye'ye ilhak kararı"ndan tam bir ay sonra, TC'ye bağlı "Hatay vilayeti" kurulmuş oldu.

* * *

Tâ Yavuz Sultan Selim zamanında (1516) Osmanlı Devletinin hakimiyeti altına giren Hatay, 1918 yılı sonlarında Fransızların işgaline uğradı. Bu işgal, tıpkı İstanbul'un işgali gibi Mondros Mütarekesine dayanılarak yapıldı.

Hatay'daki Fransız işgali, tam 20 sene müddetle devam etti. İşgal kuvvetleri, birtakım zorbaca muamelelerine rağmen, halkın dinî yaşayışına hiç müdahale etmediler. Meselâ, 1930'lu yıllarda Türkiye'de Muhammedî Ezanın okunması yasak iken, işgalci küffarın yönetimindeki Hatay'da serbest idi.

Aynı şekilde, Hatay'da 1939 yılına kadar camiler, medreseler açık, Kur'ân okunması serbest, Ramazan ayında oruca duyulan saygı en üst seviyede bulunuyordu.

* * *

Biz bu gerçekleri, o dönemi yaşayan canlı şahitlerden de dinleyerek teyidini almış bulunuyoruz.

Yakın tarihimizde yaşanan bu realite, bize şu hakikatin doğruluğunu bir kez daha teyid ve te'kid ediyor: "Münâfık, kâfirden daha eşeddir."

23.06.2010

E-Posta: [email protected]



Sami CEBECİ

Vicdânen tâzip etmek


A+ | A-

İnsanlık tarihi boyunca bozulan kavimlere, ümmetlere ve milletlere Allah tarafından seçilerek gönderilen peygamberlerin yüklendikleri vazife, ahlâken çökmüş, bozulmuş ve hak dinden sapmış ümmetleri yeniden hakka, doğruya ve semâvî dinlere döndürmekti.

Ancak peygamberler tarihi incelendiğinde, insanlardan hiçbir ücret istemeyen ve ücretini sadece Allah’tan istediğini söyleyen o mübarek insanlara, kavimlerinin yaptığı zulüm, işkence ve hatta öldürmeye varıncaya kadar uzanan envâ-i çeşit eziyetler, insanı hayretler içinde bırakmaktadır. Kaderin bunlara verdiği müsaade ise, bin bir hikmetle doludur. Çoğunun sırlarını anlamakta insan âciz kalmaktadır. Başta, kâinatın yaratılış sebebi olan Sevgili Peygamberimizin (asm) başına gelenler ve sâir peygamberlerin başından geçen olaylar, bizleri hep ibrete sevk etmektedir. Onlardan sonra “Âlimler, peygamberlerin varisleridir” hadisinin iltifatına mazhar olan İslâm âlimlerinin başlarından geçenler de insanı düşündürmektedir. İmam-ı Âzam, Bağdat hakimliğini kabul etmediği için suçlu bulunup, yetmiş yaşındayken zindanda kırbaçlanarak şehit edildi. İmam-ı Ahmed ibn-i Hanbel “Kur’ân mahlûk değildir. Kelâm-ı Ezelinin tecellisidir” diyerek fikrinden vazgeçmediği için yıllarca zindanda çile çekti. Misallerin haddi hesabı yok. Zalimler her zamanda zalim, mazlûmlar da her seferinde mazlûm durumundaydı.

Asrımızın büyük İslâm âlimi olan Bediüzzaman Hazretlerinin durumu da onlardan farklı değildi. Hayatı boyunca dünya zevki namına bir şey tatmamış, bütün ömrü harp meydanlarında, esâret zindanlarında yahut memleket mahkemelerinde geçmişti. Görmediği eza, çekmediği cefa kalmamıştı. Ama o, mahkûmken de hükmediyordu. Çünkü haklıydı. Haklı olan ise kuvvetliydi. 31 Mart Hadisesinde suçlu olmadığı, hatta yatıştırıcı rol oynadığı halde, Divan-ı Harb-i Örfî’de idamla yargılandı. Askerî hâkim olan paşalara yaptığı şahane müdafaasında “Âhirete kemal-i iştiyakla müheyyayım. Bu asılanlarla beraber gitmeye hazırım. Nasıl ki, bir bedevî garaipperest, İstanbul’un acaip ve mehasinini işitmiş, fakat görmemiş. Nasıl kemâl-i hahişle görmeyi arzu eder. Ben de ma’rez-i acaip ve garaip olan âlem-i âhireti, o hahişle görmek istiyorum. Şimdi de öyleyim. Beni oraya nefyetmek bana ceza değil! Sizin elinizden gelirse beni vicdânen tâzip ediniz! Ve illâ başka sûretle azap, azap değil; benim için bir şandır” diyordu.

Müdafaasının sonlarına doğru söylediği sözler ise, daha ibret vericiydi: “Ey ulü’l-emir! Bir haysiyetim vardı, onunla İslâmiyet milliyetine hizmet edecektim, kırdınız. Kendi kendine olmuş, istemediğim bir şöhret-i kâzibem vardı, onunla avama nasihati tesir ettiriyordum, maalmemnuniye mahvettiniz. Şimdi usandığım bir hayat-ı zaifem var, kahrolayım eğer idama esirgersem! Mert olmayayım eğer ölmeye gülmekle gitmezsem! Sûreten mahkûmiyetim, vicdânen mahkûmiyetinizi intaç edecektir. Bu hâl bana zarar değil, belki şandır. Fakat millete zarar ettiniz. Zira, nasihatımdaki tesiri kırdınız. Saniyen kendinize zarardır. Zira, hasmınızın elinde bir hüccet-i katıa olurum. Beni mihenk taşına vurdunuz. Acaba fırka-i hâlisa dediğiniz adamlar böyle mihenge vurulsalar, kaç tanesi sağlam çıkacaktır?”

Cumhuriyet döneminde Eskişehir, Denizli, Afyon ve İstanbul mahkemelerinde, savcıların yaptığı suçlamalar da asılsızdı. Adalete, hakka, hukuka ve kanunlara dayanmıyordu. Onun için, kanunlar muvacehesinde mahkûm edememişler; sadece Eskişehir’de, yukarılardan gelen ağır baskılara dayanamayan hâkimler, “kanaat-ı vicdâniye” ile “keyfî” bir şekilde Bediüzzaman’ı on bir ay hapse mahkûm etmişti. Zaten yirmi aydır Üstad ve talebeleri hapiste yattıklarından tahliye edildiler.

Kanun nâmına kanunsuzluk yapan ve Bediüzzaman’ı vicdânen tâzip edemeyen zalimler, nesl-i âtînin vicdanlarında asıl kendileri mahkûm oldular. Tuh! Tuh o asrın zalimler gürûhunun merhametsiz yüzlerine!...

23.06.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Kredi kartları


A+ | A-

Salih Sütçüoğlu: “1- Günümüzde ticaret yapanların müşteri hizmetinde pos cihazı (kredi kartı cihazı) kullanmaları neredeyse bir zorunluluk oldu. Bunun dinî durumu nedir? Kredi kartı cihazı kullananların, parayı zamanından önce almak için bankaya ödedikleri komisyon faiz sayılır mı? Bankaya komisyon ödeyip parayı önceden almak caiz olur mu? 2- Vade farkı caiz midir?”

Eskiden esnaf ödünç alış veriş yapmak isteyen müşteriler için bir defter tutardı. Müşteri, günü geldiğinde başta anlaştığı rakam üzerinden ödemeyi yapar ve defterden borcunu sildirirdi. Müşteri borcunu zamanında ödemediğinde ise, esnafın artık huzursuz günleri ve uykusuz geceleri başlardı. Çünkü müşteriyi üzmeden parasını almak apayrı bir marifet işi olup çıkıyordu.

Günümüzde bu defterler artık tarihe karıştı ya da karışmak üzeredir. Bu defterler yerine şimdi, adına pos makinesi veya kredi kartı çekme cihazı denilen elektronik beyinler kullanılıyor. Ve bu beyinler ile yapılan ticarete ve alış verişe de bankalar güvence veriyor.

Aslında bu işten hiç şüphesiz bankalar ‘kârlı’ çıkıyor. Çünkü esnaf parasını gününden önce almak istediğinde, adına komisyon dediği bir para bindiriyor; müşteri ödemeyi zamanında yapmadığında müşterinin ana borcuna otomatik faiz bindiriyor. Vs. Müşterinin ödemeyi gününde yapması için süre vermek ve bu süreyi faizin dışında tutmak sûretiyle ise uygulamayı geniş tabana yaymış ve meşrûlaştırmış oluyor. Uygulamanın defter tutmaya oranla daha garantili olması ve günü geldiğinde müşteriyle yüz göz olmadan ve gecikme de olmaksızın parasını alabilmesi, esnaf açısından işin cazip tarafı.

Aslında yapılan işlem müşteriye ödünç alış veriş imkânı sunmaktan ibaret. Bu, peşin bir alış veriş değildir; bunu baştan tesbit ve teslim edelim. Burada yapılan işleme bankanın garanti vermesi defter tutmaya göre işin farklı yanını oluşturuyor ve işlemi esnaf bakımından cazip hale getiriyor.

Fakat burada, parayı erken almak ve karşılığında bankaya komisyon ödemek gibi bir handikapla karşı karşıyayız. Bize göre, bu işlemde bankanın verdiği garanti ile yetinmeli; bunun peşin bir satış olmadığını düşünerek, parayı gününden evvel almak talebiyle bankaya komisyon ödemek zorunda kalınmamalıdır. Yani parayı süresinden önce çekmemelidir. Süresi geldiğinde ise yalnız müşterinin ödemeyi taahhüt ettiği para-–yani satılan malın değeri olan para—çekilmelidir. Bu şartlarla post makinesi kullanmakta bir sakınca yoktur.

Demek, satıcı bu işlemi peşin satış değil; vadeli satış saymalıdır. Vadeli olması halinde, fiyat artışları dolayısıyla zararı kaçınılmaz olan kalemlerin satışları vade farklı olarak yapılabilir. Yani satıcı bu süre içindeki muhtemel artış oranını mala yansıtabilir. Bu caizdir.

Fakat muhtemel fiyat artışından doğabilecek zararın, bankadan parayı peşin alarak kapatılması durumunda devreye banka girmiş oluyor. Bu durumda bankaya komisyon ödemek zorunda kalınıyor. Bankaya ödenen komisyon ise malın fiyatına zaten yansıtılıyor. Bu da malın fiyatına ekstra bir yük getiriyor. Fiyat artışı görmeyecek kalemler bile, banka komisyonu dolayısıyla otomatik olarak artış görüyor.

Diğer yandan banka, kırk beş gün sonra ödemeyi taahhüt ettiği aynı parayı, kırk beş gün önce kendi belirlediği ilâve bir bedel ile satmış oluyor. Bir tür çek kırma işlemi gibi. Bu ilâve bedelin adına da komisyon diyor.

İşte dinen problem, bu komisyon ücretinde gözüküyor. Çünkü bu komisyon ücreti hizmet bedeli gibi görülse de, faize de benzeyen yönler taşıyor.

Bu durumda, bu konuda izleyeceğimiz yol şu olmalıdır:

1- Mümkünse bu işlemi faizsiz finans kurumları desteğinde yapmalıyız.

2- Bu işlemi, bankalarla yaptığımızda banka komisyonunu devreye sokmadan yapmalıyız. Bunun peşin bir alış veriş olmayıp, bir veresiye alış veriş olduğunu kabul etmeliyiz. Gereken mallarda vade farkını biz kendimiz müşteriye yansıtabiliriz. Meselâ kartla sattığımız malın bedelini kırk beş gün sonra alacağız; tamam. Bu, ticaretimizde belirli bir daralma getirecektir şüphesiz. Öte yandan sattığımız malın zam görmesi de söz konusu olabilir. Daralmanın yüksek olduğu ve zam göreceği de kesin olan malımızı kartla satarken kırk beş günlük vade farkını kendimiz koymamızda ve malın fiyatını ona göre belirleyip söylememizde bir sakınca yoktur. Çünkü vade farkı caizdir.

3- Hiç şüphesiz müşteriye kolaylık tanımanın rahmet ve bereket vesilesi olacağı düşünüldüğünde, mümkün olan kalemlerde vade farkını affetmenin daha efdal olduğunu unutmamalıyız.

23.06.2010

E-Posta: [email protected]



Saliha FERŞADOĞLU

Çocuk aklı işte


A+ | A-

Yaşlı insanlar ne vakit bir araya gelseler, hayıflanmaya başlarlar. Zamane çocuklarının şımarık, bencil ve ukala olması üzerine bir yığın eleştiri, şikâyet, mersiye sıralayıp kendi çocukluklarının masumiyetinden, safderun hallerinden söz ederler.

Hakikat gerçekten böyle midir?

Her nesil bir sonraki nesli beğenmiyor, yeni kuşağın yaptıklarını tuhaf, absürd ve uygunsuz buluyor. Her biri asıl önemli noktayı kaçırıyor; oysa onlar çocuklarını bizzat yetiştirenler. Şimdi sıralayacaksınız itirazlarınızı; ama televizyon, internet ve sair bilumum unsurlar çocuklarımızı olumsuz etkiliyor, bizim elimizden hiçbir şey gelmiyor diyeceksiniz.

Biz ne zaman bu kadar acizleştik medya karşısında? Hangi ara zihinlerimizi yavaşça zehirleyen, bilincimizi derin bir uykuya yatıran ekranlara yenik düştük? Kumandayı alıp, istediğimiz kanalı açmak, internetteki faydalı ve işe yarar sitelere çocuğumuzu yönlendirmek bizim elimizde değil mi? O çocuğun belleğini güzel düşüncelerle doldurmak, birer zişuur yapmak anne babalığın bir parçasını oluşturmuyor mu? Oysa bizler ne yapıyoruz? Aman çocuğum başımda durmasın, ayağımın altında dolaşmasın; ben rahat rahat şu işleri yapayım, evi temizleyeyim, toparlayayım; o da televizyona baksın, bilgisayarda dilediğince oynasın… Ya da apartman gününe geç kalmamak için, bir çırpıda çocuğumuzu yedirip sokağa postalamak, sonra ağız tadıyla eşimizi, akrabalarımızı, komşularımızı, sohbet arkadaşımızı çekiştirmekle geçiriyoruz zamanımızı…

Size de tanıdık geliyor mu bu tablolar?

Cansu ile bir yaz akşamı tanışıyoruz. Daha altı yaşında olmasına rağmen sözleri, hareketleri ve yaptığı çıkışları ile bizi şaşırtıyor; mahmurlaşan havsalamızı uyandırmamıza vesile oluyor. Merakla ona soruyorum:

“Sen büyüyünce ne olacaksın Cansu?”

“Selena.”

Hani bir zamanlar sihirler yaparak ekranda uçuşup kaybolan sonra bir anda ortaya çıkan bir kız vardı ya… İşte o kız Selena, körpecik dimağların idolü olmuş durumda.

“Ama Selena dizi kahramanı, gerçek değil ki.”

“Allah isterse her şeyi yapar, tamam mı?”

Çocuk doğru söylüyor, lâkin bütün düşünceler beyninde tarumar olmuş vaziyette!

“Peki, Selena olamazsan ne olacaksın?”

“Doktor olacağım.”

Çocukların hayal dünyasına ve düşüncelerine bir kez daha hayran kalıyorum. Onlara ne verirsek anında kapıyorlar, doğru yanlış demeden her şeyi hafızalarına kaydediyorlar. Cansu’yla yaptığımız sohbetten sonra her bir hareketi, inceliği, düşünceyi zihinlerine çarçabuk nakşeden çocukların yetiştirilmesinin zor, meşakkatli ve kutsal bir iş olduğu gerçeğine varıyorum. Anbean tazelenen, çevresinde gördüğü her şeyden beslenen çocuklarımızı, bir heykeltıraşın çamurunu özenle, itinayla, sabırla şekillendirdiği gibi biçimlendirmeliyiz. Necip Fazıl onlardaki bu derin rikkat ve dikkati bir şiirinde ne güzel ifade eder: “Çocukta uçurtmayla göğe çıkmaya gayret/ Karıncaya göz atsa, niçin, nasıl? ve hayret…”

Çocukluk çok çabuk yitirilen, uçup giden bir dönem… Geçen her günün, her dakikanın değeri var. İşte bu yüzden potansiyellerini keşfederek açığa çıkarmamız, onları san'ata, bilime, hayata ve dine dair sahih bilgilerle donatmamız için birazcık hassasiyet birazcık ilgi ve birazcık sabra ihtiyacımız var… Çocuklarımızın bizden istediği sadece bu…

23.06.2010

E-Posta: [email protected]



Banu YAŞAR

Kariyerli tombul çocuklar yetiştirmek


A+ | A-

Değişen toplumla birlikte, değerler ve öncelikler de değişti. Kendimize, hayata, geleceğimize ve çocuklarımıza yönelik algılarımız ve beklentilerimiz eskiye göre oldukça farklılaştı. Eğitim sürecinin yoğunluğu, iyi bir liseye girebilme çabası, hafta sonu dershane süreci, yapılan netlerin sayısı ve sürekli alınan kilolar… Görüştüğüm birçok anne eğer çocuğu küçükse, yemek yemediğinden, çocuk büyükse de ders çalışmadığından, test çözmediğinden şikâyetçi… Sanki iyi anne baba olmanın, kaliteli çocuk yetiştirmenin tek göstergesi, yemek yeme problemi olmayan, testlerde iyi net çıkaran çocuklar büyütmek olmuş gibi… Sınav sorularını bile ezbere bilen, çözüm yolları üzerinde sürekli öğretmenle tartışan, çocuktan çok netlerin sayısıyla kendi ilgilenen anne babalar o kadar çok ki…. Bu süreçte çocuklar ise, fazla hareket edememe, sürekli oturma ve bütün gün okul, dershane mesaisinde zaman geçiriyorlar. Yaşanmadan geçen çocukluk yıllarının yanı sıra, sahip oldukları enerjiyi harcayamamanın sonucu olarak sürekli kilo alıyorlar. Çevremize baktığınızda birçok ergenin kilolu ve mutsuz olduğunu görürüz. Yerinden kalkacak hali olmayan, doğuştan yorgun bir nesil mi büyütüyoruz acaba? diye düşünmekten de alıkoyamıyorum kendimi…

Uzun mesaili bir işte çalışmak gibi günlerinin üçte ikisini ders çalışarak ve test çözerek geçiriyorlar. Spor yapmak ve başka aktivitelerle uğraşmak için hiç vakitleri kalmadığı gibi, arkadaş ilişkilerine ve en önemlisi de yaşama sevinçlerinin kaynağı olan oyuna bile vakit ayıramıyorlar. Fıtratın yaşanması gereken seyri bozulduğunda ise ortaya gayri fıtrî durumlar çıkıyor. Kilolu bir ergen neslinin oluşmasında bunun oldukça büyük etkisi oluyor. Belki de biz yetişkinlerin bile kaldıramayacağımız yoğunlukta bir çalışma düzenini, onlar bu yaşlarında kaldırmaya ve taşımaya çalışıyorlar. Hayatının kurtulmasının tek gerçek yolunun iyi bir liseye girmesi olduğunu düşünüyoruz… Bu düşüncemizi eğitim sisteminin yapısı ve yönlendirmesi de destekliyor aslında… İyi bir üniversite için iyi bir lise, onun için de, iyi bir SBS sonucu gerekiyor. Bütün bunların yanı sıra anne baba olarak kendi başarı tutkumuzu çocuklarımız üzerinden sağlamaya çalışmanın getirdiği zaaflarımızda eklenince sorun iki katına çıkıyor. Zamanın ve sistemin talepleri yeterince ağırken, sınav sistemine kendi yüklediğimiz ekstra anlamlar da işi daha da güçleştiriyor. Sonuçta bolca bilgi yüklenmiş, ama hikmeti kaçırılmış çocuklar büyütmenin sorumluluğunu da üzerimize almış oluyoruz…

Ona iyi bir liseye girmenin yollarını öğretirken, ruh sağlığı yerinde, hayatından memnun ve mutmain, karşısındaki görebilen ve şefkat edebilen bir yetişkinin nasıl olunacağını öğretmeyi unutuyoruz sanırım… Sınavlarla ve testlerle rekabeti, bir soruyla kaç bin kişinin önüne geçebileceğini empoze ederken, ruhunu beslemeyi, hayatın yüküne karşı ruh sağlığını nasıl koruyacağını öğretmeyi de ihmal ediyoruz… Farkında olmadan, kariyerini planlarken, iyi bir meslek sahibi olsun derken, onu bencilleştirdiğimizi ve isteklerini elde etmesinin yolunun başkalarını geçmesine bağlı olduğunu aşılıyoruz. Eğitim sistemi bunu ne kadar dayatıyor olsa da, onların minik yüreklerini ne kadar koruyabilirsek o kadar kârlı çıkarız diye düşüyorum. Çünkü kader insana her zaman aynı tarz sorular sormuyor, çözdükçe yenileri daha farklı geliyor. Duygularının büyümesi ve hayatı doğru okuyabilmen için yeni soru tarzlarını da öğrenmen gerekiyor.

İşte bu yüzden, birer yetişkin olduklarında, karşılarına çıkacak sorunlarda hemen depresyona girmeden, çözüme yönelik düşünebilen, soruyu suçlamak yerine, çözümü anlamaya ve görmeye çalışan bir insan yetiştirmek istiyorsak, taleplerimizi ve tutumlarımızı tekrar gözden geçirmemiz gerekecek sanırım… En azından iyi bir başlangıç için…

23.06.2010

E-Posta: [email protected]



Nimetullah AKAY

İslâmiyet hurafeleri kabul etmez


A+ | A-

Muhakemât okumaları - 4

İsrâiliyat, yani eski Yahudî anlayışından bir kısmı ve Yunan felsefesine ait düşünceler İslâmîyete girince fikirlerde karışıklıklar meydana geldi. Meselâ, Necip Arap kavmi, cahiliyet döneminde okuma yazması olmayan bir milletti. İçlerinde İslâm güneşi doğunca, kabiliyetleri uyandı ve artık bütün yönleriyle İslâm dininin hakikatlerini anlamak için gayret gösterdiler. Bundan sonra kâinata, Allah’ın bir san'at eseri olarak bakmaya başladılar. Bu kabiliyetlerinin gelişmesi, aynı zamanda onların fıtratlarına uygun geniş bir muhitte yaşamalarından kaynaklanıyordu. Onların bu yüksek kabiliyetlerini Kur’ân talim ve terbiye etti.

Kur’ânî bir nazarla dünya hayatına bakmaya başlayan Arap milleti, kısa zamanda diğer milletlerin İslâma girmesine sebep oldu. Ancak bu içine aldığı sâir toplumların bazı malûmatları da İslâm anlayışı içine girdi. Meselâ, Yahudi âlimleri iken İslâmla müşerref olan Vehb ve Ka’b gibi ehl-i kitaptan olan âlimlerin düşünceleri Müslümanlarca saygı gördü. Çünkü ilk bakışta onların bir kısım görüşleri İslâm’a aykırı değildi. İlk önceleri bunların anlattıkları, hikâyeler şeklinde değerlendirilmiş olduğundan tenkitsiz dinlenilirdi. Fakat ne yazık ki sonraları bunlar İslâm’ın malı olan düşünceler olarak kabul edilip bir çok şüphelere sebep oldular.

Zamanla bazı İsrâiliyat düşünceleri, zahiren Kur’ân ve sünnete kaynak gibi görülmeye başlandı. Bu durum, derin düşünmeyen zahirperestlerin bu düşünceleri tam İslâm’a uygun olarak görmelerine sebep oldu. Zahirperestler, Kur’ân ve sünneti açıklamaya çalışırken, yorum konusunda zaafa düşünce İsrailiyâta müracaat etmiş ve tefsirlerini bir kısım hurafelerin gölgesinde yazmaya başlamışlar. Halbuki Kur’ân’ı ancak Kur’ân ve hadis tefsir edebilirdi. Tahrif olmuş ve hükmü nesh olunmuş Tevrat ve İncil’le Kur’ân’ı tefsir etmek elbette doğru değildi. Bu kitaplardaki bir çok bilgi, İslâm’ı doğrulamış olsa bile, bu durum buradaki bilgilerin âyetin mânâsı olarak sunulmasını haklı çıkarmazdı.

Yine Abbasi Halifelerinden Me’mun, Yunan Felsefesinin İslâm dini ile olan yakınlığını ortaya koymak ve Müslüman etmek için tercüme ettirdi. Ancak bu iyi niyetli faaliyetler de kokuşmuş birçok felsefî düşüncelerin Müslümanların safiyetini bozmasına sebep olmuş ve bu durum insanların tahkikten taklide yönelmesine sebep olmuştur. Âb-ı hayat değerinde olan İslâmiyetle ilerlemek mümkünken, felsefenin talebeliğine tenezzül edilmişti. Nasıl ki, birçok milletin Müslüman olmasıyla Arapça’nın Mudâri lehçesi tehlikeye düşünce, Arap ilminin kaideleri tedvin edilip kayıt altına alındı. Aynen bunun gibi Felsefe ve İsrailiyâtın İslâm dairesine girmesinden sonra İslâm muhakkikleri, İslâmı sonradan girmiş olan hurâfâttan temizlemek için kolları sıvadılar. Fakat ne yazık ki tam muvaffak olamadılar. Hatta bu felsefe ve İsrailiyâttan kaynaklanan hurafelerin bir kısmı tefsirlere girdi. Burada güya, hurafelerle, İslâm hakikatlerinin kuvvetlendirilmesi adına hareket edildi.

Elbette bu yanlış bir yoldu. Çünkü Kur’ân’ın mu’cizeliğinin onu doğrulaması, ona yeterdi. Kur’ân kendi kendini tefsir ediyordu. Mânâsı içindeydi. Kur’ân hakikatleri inci kabuğu içindeki çakıl taşı gibi değil, incinin ta kendisidir. Kur’ân’ın, kendisinden olmayan ve mânâsına ters düşen hikâyelere ihtiyacı bulunmamaktadır. Bu durum bir nevî Süreyya yıldızını yerde aramak gibi olur. Oysa Süreyya yıldızının yeri semadır.

Kur’ân’ın gerçek mânâsı odur ki, lâfzı kulağa girdiği gibi, mânâsı da zihne girmeli, vicdan tarafından da hazmedilmeli ve böylece fikir çiçeklerini feyizlendirmelidir. Yoksa hayâlât, İsrailiyât ve felsefeden gelen düşünceler Kur’ân’ın mânâsı olarak kabul edilemez. Âyet ve hadislerin yüksek hakikatleri böyle uygun olmayan mânâları içinde barındırmaz. Hakikatleri arayan müşteriler de böyle düşünceleri kabul etmeyip reddecektir. Zira göreceklerdir ki, âyetin mânâsı incidir, ortaya sürülen yanlış fikirler ise çakıl taşı mesabesindedir. Âyet ve hadis anlayışı insana hayat ve ruh veriyor. Değersiz mânâlar onların yerine geçemez.

Unutulmamalıdır ki, bir hazineye hariçten girmiş bir sahte para hazinenin değerini düşürmediği gibi ve bir bahçeye başka yerden bir çürük bir elma düşse o bahçedeki diğer elmaların çürük olduğunu göstermediği gibi, İslâm’a girmiş bazı hurafeler de İslâm hakikatlerinin yüksek değerini ortadan kaldıramamakta ve kaldıramayacaktır.

23.06.2010

E-Posta: [email protected]



Osman ZENGİN

Ankara’da üç gün


A+ | A-

Geçen Şubat ayında gazetemizin 41. yıl yemeğine iştirak etmek için İstanbul’a gitmiş, gazete binamıza da uğramıştım. Yazı işlerinde arkadaşlarla sohbet ederken, yazılarımızdan söz açılınca, “Yeni Asya’da yazmak” başlıklı yazımıza me’haz olmak üzere gazetemizin ilk yıllarında çıkan eski bir yazımızı bulmayı arzu etmiştik. Arkadaşlarımız sağ olsunlar, gazetemizin emektar arşiv sorumlusu Selahaddin Vatansever ile bizi tanıştırdılar. Beraber arşive indik. İlk yılların gazetelerine şöyle bir bakalım derken, müşahede ettik ki, ilk bir-iki yılın gazeteleri arşivimizde yoktu. Bu nasıl olurdu, bir gazetenin en büyük damarlarından biri olan arşivde nasıl eksiklik olurdu? Ama olmuştu işte. Taşınmalar, tecezzîler, v.s. gibi sebeplerden dolayı olmuştu bir kere. Çaresi bulunan şeyde acze düşmemek prensibiyle, biz bunları temin edeceğimizi söyleyince Selâhaddin Bey sevinerek, tekrar yazı işlerine çıkıp, arkadaşlarımıza da bunu söylememizi istedi. Yukarı çıktığımızda, bunun nasıl olacağını, kendilerinin temin edemediklerini söylediler. Biz de, Ankara’da kadim dostumuz, yarım asırlık sarsılmaz ve bu dâvâdan hiç inhiraf etmemiş, bindiği trenden atlamamış bir ağabeyimizin olduğunu, tâ başından beri gazetemizi biriktirdiğini söyleyerek, ondan temin edebileceğimizi söyledim.

Bu ağabeyimizin kim olduğunu sordular.

“O, pek öyle öne çıkan bir ağabeyimiz değildir, her zaman bu dâvâda ayak olmayı baş olmaya tercih eden sadık bir ağabeyimiz, İsmail Yaman” dediğimde, “O ağabeyden daha önce istenmiş, ama alınamamış her halde” dediklerinde, eski hukuk ve samimiyetimize istinaden, “Yok o ağabeyimiz bizi kırmaz, bize verir” dedim. Ve orada İsmail Yaman Ağabeyime telefon ettim, durumu bildirdim. “Hay, hay Osman kardeş! Hem ayrıca eski İttihadlardan ve diğer ihlâs, uhuvvet, v.s. de var, onları da veririm” dedi. Orada arkadaşlarımızla beraber nasıl sevinmiştik.

Bursa’ya döndükten sonra ne zaman nasıl gidileceğini kararlaştırdık. Ve nihayet geçen günlerde biz Bursa’dan otobüsle, Selahaddin Vatansever de şoförümüz Mehmet kardeşimizle Ankara’ya vasıl olup buluştuk. Tabiî öncesinde, İsmail Ağabeyi arayarak durumu bildirdim. Ayaş’ta köyde imiş, bahçe işleri ile uğraşıyormuş. Bizim için geleceğini söyledi ve sağ olsun işini, gücünü bırakıp Ankara’ya geldi. Biz de Selâhaddin ve Mehmet kardeşlerimizle birlikte, Ankara’daki üç fedakâr arkadaşımızı da(Erdinç Adıbelli, Ahmed Üzmez, Sirac Çınar kardeşlerimize ayrıca teşekkür ederiz) alarak İsmail Ağabeyin evine gittik. Arşiv üzerinde yaptığımız yarım günlük bir çalışmadan sonra gazetelerimizi alarak İstanbul’a yolladık.

İsmail Yaman Ağabeyimiz gerçekten hasbî bir Nur Talebesi, çelik gibi dimdik ayakta. Bizimle 40 yıllık kadim bir dostluğu olan ağabeyimiz. Anne tarafımdan hemşehrim. EGO otobüs işletmesinin emekli şoförlerinden ve aynı zamanda da, aynı işyerinde teknik eleman olarak çalışan babam ile ağabeyimin de mesai arkadaşı.

O arada kendisiyle röportaj da yaptık. Orada anlattıklarının bir yerinde dedi ki; “Zübeyir Ağabey rahmetli olmuştu. İş yerinden ‘Ağabeyim vefat etti’ diye izin istedim, İstanbul’a cenaze merasimine gittik. Dönünce ölenin adını soyadını sordular, ben de ‘Zübeyir Gündüzalp’ dedim. Soyadının tutmadığını söylediklerinde ‘O benim manevî ağabeyim’ dedim. Tabiî ondan sonra da, maaşımdan on yevmiye ceza kesmişlerdi.”

Buradan, bir kere daha bu fedakâr ağabeyimize teşekkürlerimizi bildiriyorum.

23.06.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

‘Yasak’larla bu noktaya geldik


A+ | A-

Ülkemizin başına ‘belâ’ olan pek çok derdimiz var. Buna rağmen “Allah (cc) daha büyük dertlerden hepimizi ve ülkemizi korusun” diyerek dua etmekten başka da çaremiz yok.

“Dert bilinirse, devası kolay olur” kaidesince, devletimizin ve milletimizin başına belâ olan dertlere doğru teşhis koymak mecburiyetindeyiz. Doğru teşhisten sonra derman kulmak çok daha kolaydır.

Son günlerde yeniden kan akıtmaya başlayan “terör”ün de kaynağında aslında “yasak”ların olduğunu biliyor muyuz? Hiç kimse “Ne alâkası var?” demesin. Çünkü “inkâr” ile başlayan “yasak”lar bir anlamda “tohum” olmuş ve cehalet zemininde büyüyerek bugünkü kan akıtan terör örgütüne dönüşmüş.

Bugün bile inkâra sığınıp, “Onlar dağ Türkleridir, karlarda yürüdükleri için ‘kart-kurt’ diye sesler çıkarmışlar ve onun için onlara Kürt denilmiş” diyen “büyük kafalar” yok mu? Bediüzzaman Hazretleri “Büyük ‘kafa’ları gaflet içinde görüyorum” demekle her halde hakikatleri inkâr eden böylelerini işaret etmiş olmalı.

Gerçekleri inkâr etmek ve problemleri ‘öteleme’kten zevk alan bazıları diyor ki, “Ne isterlerse verildi. Artık anadilde de yasak yok. Radyo var, tv var, gazete var, var da var... O halde bunların derdi başka...”

Tabiî ki hadiseye sadece bugünün penceresinden bakılınca böyle bir kanaat hasıl olabilir. Peki, bugün ‘var ve serbest’ olan şeyler, uzun yıllar boyunca ‘yasak’ olmadı mı? İşte, ‘kanlı terör örgütü’ o günlerin ‘yasak zemin’inde kök saldı, yerleşti ve büyüdü. Bugünkü sıkıntılar, belki de onyıllar önce yapılan ve ısrar edilen yanlışların ürünüdür. Bir defa ‘hasta’ olan bünyenin, yeniden ‘sağlam’ hale gelmesi kolay mı?

Bu ve benzeri sıkıntılardan kurtulmanın çaresini ‘sağlam iman temeli’ne bağlamamızdan rahatsız olanlar da var. Onlara göre her problemin kaynağında ‘inançsızlık’ ve her çarenin, çözümün temelinde ‘iman hakikatleri’ni aramamak lâzım. İyi de, varsa başka makul çareniz onu söyleyiniz! Yoksa, çareleri gösterenlere itiraz niye?

Sadece terör belâsının değil, başka dertlerimizin çaresi de iman hakikatlerinde saklı. Her kim bu gerçeği inkâr ederek bir yere varılabileceğini düşünüyorsa —uzun dönemde— hüsranla karşılaşmaktan kurtulamaz.

“Büyük Türkiye”nin ayağını “yasak”larla bağlayanların vebali çok büyük. Millet ‘ay’a giderken, biz bunun için ‘yaya’ kalıyoruz. Yoksa; iman, İslâm, din, ahlâk, fazilet, yardımlaşma, hak, hukuk, adalet denildiği için değil!

“Kamusal alan”da başörtüsü yasak, okullarda mescid yasak, faize ‘kötü’ demek yasak, müstehcenliğin aleyhinde konuşmak yasak, alkollü içkilerin aleyhinde olmak yasak, yasak da yasak. Peki ne ‘serbest?’ Alkollü içki reklâmları (gazetelerde) serbest, ‘arka sayfa güzeli’ adı altında müstehcenliğin reklâmını yapmak serbest, ‘dizi film’lerle ahlâksızlığı yurt içinde ve yurt dışında yaymak serbest, ‘sanal âlem’le gençleri batağa sürüklemek serbest... Serbest de serbest.

Özet olarak sunmaya çalıştığımız “yasak” ve “serbest” listesini insafla karşılaştıralım. Hangisi milletin menfaatine olan uygulamalardır? Hangi ülke meselâ, müstehcenliğin teşvik edilmesiyle gençliğini koruyabilmiştir? Hangi ülke alkollü içki reklâmları yaparak ‘sağlıklı nesiller’ yetiştirebilmiştir?

Akıl, iz’an ve insaf düsturuyla çelişen ‘yasak’ları tarihin çöp sebetine atarak; fazilet yolunda ilerleyebilelim...

23.06.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Ankara stratejilerini sorgulamalı…


A+ | A-

Şemdinli’de 11 askerin şehid edilmesinin ardından, dün Halkalı’da bir çocuk ve dört askerin katledildiği askerî servis aracına yapılan bomba saldırısı ile, terörün, kırsalın yanı sıra şehirlere de sıçradığını gösteriyor.

Teröristbaşı Öcalan’ın İmralı’da avukatları aracılığıyla yaptığı, “Mayıs sonu ve Haziran başına kadar bekleyeceğim. Eğer taleplerimiz yerine getirilmezse, artık aradan çekileceğim. Bundan sonra sorumluluk kabul etmeyeceğim. Hükümet, devlet ne yapar, KCK ne yapar, savaşırlar mı, barışırlar mı, kendi aralarındaki sorunları nasıl ele alırlar, kendileri karar verirler” tarzındaki “son çağrısı” dediği “tehdidine” uygun olarak terör olayları artıyor.

Öcalan, terörün azmasını, “PKK, KCK ve Kandil’in kendi kararı” olarak yorumluyor; lâkin “Kentlerde isyanlar, şehir ayaklanmaları, yaygın çatışmalar”la “şiddet” dediği terörü orta düzeye tırmandıracağı” şantajındaki “yol haritası”na göre terör olayları tırmanıyor.

Görünen o ki, 1999’da, 2002’de sıfırlanan, hatta terör örgütünün marjinalleşip gücünü kaybetmesine mukabil, gelinen noktada terör geri dönüyor.

Gerçek şu ki, içi boş “açılım” paketinin içinden bir şey çıkmaması hayal kırıklığı sürecinde PKK’nın sivil yapılanması KCK operasyonları ve özellikle Kandil’den gelip Habur’daki şovlarla “pişman olmadıklarını ve örgütün tâlimatıyla geldiklerini” bildirenlerin çoğunun soruşturulup tutuklanmasını bahane eden terör örgütü, Öcalan’ın şantajında ilettiği gibi düşük yoğunluklu terör stratejisini yeniden orta yoğunluktaki terör stratejisine çıkardı.

Bu durumda terörün Anadolu’nun diğer bölgelerine ve bilhassa büyük şehirlere yöneleceği, stratejik hedefleri ve sanayi tesislerini vuracağı anlaşılıyor…

Bunun içindir ki, Türkiye’nin terörle mücadele politikasının topyekûn gözden geçirilmesi, askerî ve diğer stratejilerin sorgulanması, artık bir zarûret halini almıştır.

Bu bağlamda Güvenlik Zirvesi’nde alınması kararlaştırılan, “istihbarat paylaşımının ve bölgede görev yapan personelin yapısının gözden geçirilmesi” büyük önem taşıyor. Bu konuda öncelikle profesyonel uzman askerlerin bölgeye yollanması ve arazinin yapısına göre gerekli teçhizat ve mühimmatın temini âciliyet kesbetmekte.

Keza zirvede nazara verilen “çevre ve ilgili ülkelerle terörle mücadele koordinasyon faaliyetlerinin daha da etkinleştirilmesi” hususu, terörün dış boyutunu ele vermekte.

Her ne kadar başta Başbakan ve Genelkurmay Başkanı olmak üzere resmî ağızlardan “herhangi bir istihbarat zaafı olmadığı” belirtilse de, bölgeyi uydularla sürekli tarayan ve yüzlerce kişilik terörist hareketini ve sızmalarını görmemesi imkânsız olan ABD’nin Türkiye’ye gerekli istihbaratı vermediği ortada…

Otuz yıldır terörle mücadele eden bir ülkenin bunca iddiaya rağmen hâlâ istihbaratını yeterli düzeyde geliştirmemesi, hâlâ Amerikan insafına ve İsrail teknolojisine mecbur ve bağlı kalması, ibret verici…

23.06.2010

E-Posta: [email protected]



H.İbrahim CAN

Batı Afrika açlıktan ölüyor


A+ | A-

Üzerimize kâbus gibi çöken terör eylemleri, başımızı kaldırıp dünyada olup bitenleri görmemizi engeller hale geldi. Dünyanın sorunlarına çözüm arayan 14 kuruluşun birleştiği uluslar arası konfederasyon olan Oxfam’ın Afrika’daki açlığa dair son açıkladığı veriler insanın yüreğini burkuyor.

Batı Afrika’da insanlar açlıktan yaprak yiyor ve inanması güç, ama devasa karınca yuvalarından üç beş buğday bulmaya çalışıyor. Gıda fiyatları yükleniyor, kendilerine yiyecek bulamayan insanlar hayvanlarına da bakamadığı için, onlar da ölüyor ya da ölmeden önce zaten açlık sebebiyle kesiliyor.

Bu şartlar altında açlıkla karşı karşıya 10 milyon insan var Batı Afrika’da. En ağır şartlar ise Çad ve Nijer’de yaşanıyor.

Çad’da iki milyondan fazla insan yeterince yiyecek bulamıyor.

Dünyanın en geri kalmış ülkesi kabul edilen Nijer’de ise insanlar yabanî bitki yaprakları ve kaynatılmış bitkilerle karıştırdıkları un bulamacıyla karınlarını doyurmaya çalışıyor. Nüfusun hemen hemen yarısı açlık tehlikesi ile karşı karşıya. Yalnızca Nijer’de 200 bin çocuk yetersiz beslenme dolayısıyla tedaviye muhtaç.

Manisalı bir gönül eri Operatör Doktor Fahrettin Er, Doktor Mustafa Merter ve etraflarına topladıkları gönüllülerin Nijer’de yaşadıkları, yalnızca açlığın değil, her türlü hastalığın ve yoksulluğun da bu ülkeyi kasıp kavurduğunu gösteriyor. Onların açtığı yolda şimdi onlarca kurum, STK şimdi Nijer’e ışık olmaya çalışıyor. Ama yetmiyor. Zamanında Batılı sömürgecilerin kaynaklarını tükettiği yetmezmiş gibi, şimdi de zorba liderler, kabile savaşları ülkeye gelen yardımların bile yerine ulaşmasını engelliyor.

Bu bölgedeki durumun 1984 Etiyopya kıtlığına benzediği bildiriliyor. Bu kıtlıkta 1 milyon kişi ölmüştü.

Peki ne olacak? 24-25 Haziranda Kanada’da toplanacak olan en zengin ülkelerin oluşturduğu G-8’lerin gündemine girebilecek mi Afrika? Milenyum Kalkınma Hedeflerinde taahhüt ettikleri Gayrisafi Millî Gelirin yüzde 0,7’sini yardıma ayırma sözlerini tutacaklar mı? Dünyayı açlıktan kurtarmak için 22 milyar dolar verme taahhütlerini yerine getirecekler mi?

Hiç sanmıyoruz. Yine bol bol söz verecekler.

Onlar harekete geçene kadar Afrika’da çocuklar ölmeye devam edecek. Açlıktan, hastalıktan kuruyup dökülecekler hayatlarının baharında. Senegal’den Sudan’a kadar olan bölgede insanları büyük bir kıtlık bekliyor.

Oxfam’dan Cristina Vazquez Çadlı Fadıl Achuel’in hikâyesini anlatıyor. Köyde yiyecek hiçbir şey kalmayınca şehre iş bakmaya gitmiş Fadıl. Ama iş kıttı, olanlar içinse o yaşlıydı. Son buğdayları bir ay önce bitmişti. Kasım ayına kadar yiyecek hiçbir şeyleri kalmamıştı. Mango ağaçları bile bu yıl meyve vermemişti. En zor kararı verdi ve sütünden istifade ettikleri son keçisini de pazara satılmaya gönderdi. Ama herkes aynı şeyi yaptığı için fiyatlar çok düşmüştü. Keçiyi ancak onbeş liraya satabilmişti oğlu. Yalnızca bir hafta yetecek bir paraya.

Çad’da bugünlerde, Fadıl’ın hikâyesi çoğu evde yaşanıyor. Biz yine Doktor Fahrettin’e dönüp, hepimize ibret olacak, onun kendisinden dinlediğim bir acı olayla bitireceğiz bu hazin yazımızı:

“Ameliyat edilecek hastaların anestezilerini spinal anestezi dediğimiz yöntemle, hastanın belinden ince bir iğne ile uyuşturucu bir ilâcı vererek kendimiz yapıyorduk. Bu anestezinin yapılabilmesi için hastanın yaşının 14-15 yaşından yukarı olması gerekiyordu. Adı Hüseyin olan 9-10 yaşlarında çok sevimli bir çocuk getirdiler. Muayene ettik. Sağ kasığında fıtığı vardı, fıtık boğulup hastanın ölümüne sebep olabilecek bir hastalık olduğundan mutlaka ameliyat edilmeliydi. Ancak çocuğun yaşı küçük olduğu için nasıl anestezi yapacaktık. Bu durumlarda ancak çok tecrübeli bir ekibin yapabileceği bir ihtimal vardır. Bir enjektöre lokal anestezik madde çekilir, ameliyat yapılacak yerin cıvarına ilâç azar azar yapılır. Buna lokal anestezi denilir. Biz de bu yolu tercih etmeye karar verdik ve küçük Hüseyin’in fıtığını lokal anestezi ile yapacaktık… Ancak ilâç biraz fazla gelmiş olacak ki ilâcın yan etkisi olarak çocukta bulantı, kusma ve terleme başladı. Bu durum karşısında Op. Dr. Fatih Haskaraca ile durumu değerlendirip, bu ameliyatı yapmamaya karar verdik. Çünkü bu çocuğa ameliyat esnasında bir şeyler olursa sonucun ne olacağını kestiremiyorduk. Bunu küçük Hüseyin’e anlatması için tercümanımız Sali’yi çağırdık. Sali çocukla konuştu ameliyat olamayacağını söylediğinde küçük Hüseyin, “Ben ameliyat olmak istiyorum, ben hayatımda bir daha doktor bulamam. Beni ne olur ameliyat masasına bağlayın. Ben acıya dayanırım diyordu. Bunun üzerine eski bir çarşafı yırtarak küçük Hüseyin’i kollarından ve dizlerinden sıkıca bağlayarak ameliyata başladık. Birbirimizin yüzüne bakamıyorduk; çünkü şahit olduğumuz olay karşısında ikimiz de için için ağlıyorduk. Bu çocuklar da insandı. Onların da anne ve babaları vardı. Tek suçları derilerinin renginin siyah olması ve Nijer’li olmaları mıydı? Hızla ameliyata başladık. Bu esnada küçük Hüseyin devamlı olarak bir cümleyi tekrarlıyordu. Hepimizin dikkati bu cümleye yönelmişti. Sanki bu cümleyi bir yerlerden tanıyorduk ve daha önce duymuştuk. Küçük Hüseyin’in zannedersem beşinci tekrarıydı. Hepimiz bu cümlenin ne olduğunu anlamıştık. Küçük Hüseyin şöyle söylüyordu. “İNNA LİLLAHİ VE İNNA İLEYHİ RACİUN”. Bir kez daha taş kesilmiştik. Gizli gizli ağlamamız aşikâr olmuştu. Küçük Hüseyin hepimize olgunluk, tevekkül, sabır dersi vermişti.

23.06.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Destan yazdılar, ama...


A+ | A-

Genelkurmay Başkanı Org. Başbuğ, iki ay önce 4 şehit verdiğimiz Bingöl-Sarıyayla baskınında askerlerimizin mücadelesi için kullandığı “Destan yazdılar” ifadesini, 9 şehitli Mezargediği saldırısı sonrasında da tekrarladı.

Başbuğ, 2008 Ekim’inde 17 şehit verdiğimiz Aktütün saldırısında da aynı yorumu yapmıştı.

Kendilerine emanet edilen vatan toprağını ve karakolu savunmak için canlarını feda edip şehadet mertebesine erişen kahraman askerlerimiz elbette ki her türlü takdir ve övgüye lâyıktır.

Ancak, fedakârlıklarının asıl mükâfatını Allah’ın vereceği bu şehitlerce yazılan kahramanlık destanını överken, olayların diğer yönlerini de gözardı etmeyip dikkatle tahlil etmek gerekiyor.

Meselâ Mezargediği baskınında en çok tartışılan konulardan ikisi, istihbarat ve tedbir-hazırlık.

İstihbarat konusunda birçok iddia mevcut.

ABD anlık istihbarat akışını kesti mi? Teröristlerin sınırdan girişi niye fark edilemedi? İsrail’den alınan Heron’lar kullanılamadı mı veya işe yaramadı mı? Veya kalabalık bir terörist grubun girişi tesbit edildiği halde tedbir mi alınmadı?

Evvelce 6 askerimizin TSK mayınlarına basarak şehadeti olayı için “Ufak tefek hatalar olabilir” dediği öne sürülen komutanın Mezargediği saldırısına dair verdiği bilgiler de düşündürücü.

Saldırıdan iki buçuk saat önce karşı tepelerde bir hareketlilik tesbit edip atış yaptıklarını, karşılık gelmeyince, gördükleri karaltıların çoban, kaçakçı veya hayvanlara ait olabileceğini düşünüp, üzerinde durmadıklarını söylüyor tümgeneral.

Bundan evvel karakolların birçok kez gece baskınlarına uğradığı bilinirken ve bu saldırıdan saatler önce Ankara’daki Genelkurmay karargâhında yapılan basın brifinginde “Terör olayları artacak” bilgisi verilmişken, bu tavrın izahı ne?

Karakollar, gece karanlığında boşluğa rastgele mermi atarak mı korunuyor? Ve eğer düşünüldüğü gibi o karaltılar çobanlara, hayvanlara, hattâ kaçakçılara ait olup da bombalar onlara isabet etseydi ne olacaktı? Onları vurmak serbest mi?

Mezargediği saldırısı, evvelce yaşanan benzer olayların tetiklediği diğer tartışmaları, cevap bekleyen sualleriyle birlikte tekrar gündeme getirdi.

Bunlardan biri, bölgedeki karakolların durumu. Sarıyayla olayından sonra ortaya çıkan bilgiler, terörle mücadele için uygun olmayan eski tip karakolları yenileme çalışmalarında hâlâ bir neticeye varılamadığını gözler önüne sermişti.

Bir diğeri, teröristlerle mücadelenin profesyonel askerlere devredileceği yönünde defaatle yapılan açıklamalara rağmen, bu konuda da fazla bir mesafe alınamamış olduğu. Şehit babalarının “Sadece 15 gün eğitim görmüş veya 3 aylık askerlerin hudutta işi ne?” suali, bunu sorguluyor.

Yaşanan bunca acı tecrübeye rağmen sevk-idare-tedbir noktasındaki eksik ve zaafların hâlâ giderilemediği izlenimi veren işaretler de cabası.

Başbuğ bu tür olaylardan sonra kendi değerlendirme, tesbit ve özeleştirilerini hep yaptıklarını, ama vardıkları sonuçları kamuoyu ile paylaşmak zorunda olmadıklarını defaatle söyledi.

Ancak “Kol kırılır, yen içinde kalır” mantığını yansıtan, kimsenin içine sinmeyen ve özellikle de evlâtlarını kurban veren acılı anne ve babaların yüreğindeki yangını daha da büyüten bu tavrın isabetsizliği giderek daha net ortaya çıkıyor.

Eğer şehit listesinin sürekli kabarmasında, göz göre göre işlendiği intibaı veren vahim hataların da payı varsa, bu durum, kapalı kapılar ardında yapılıp sonuçları kamuoyundan saklanacak değerlendirmelerle geçiştirilemez. Mutlaka kamuoyunu tatmin edecek bilgiler verilmesi ve ihmaller varsa, yaptırımlarının uygulanması gerekir.

Her can aziz ve kıymetlidir. Şehitler “teferruat” olarak görülemez. Yaşananlarda ciddî ihmal ve kusurlar varsa, bunlar “Terörle mücadelede olur böyle şeyler” yaklaşımıyla örtbas edilemez.

İyiniyetli ve yapıcı eleştirileri “ihanet” olarak niteleyip mahkûm eden tavırlar ise, orduya güveni daha da zedelemekten başka bir sonuç vermez.

23.06.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.