08 Ağustos 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Hüseyin GÜLTEKİN

Malatya’da örnek hizmetler


A+ | A-

Burada ihlâs ve uhuvvet esasları hükümfermadır... Samimî kardeşlik, karşılıklı hoşgörü ve sevgi esasları geçerlidir... Hemen herkes herkesi sever, sayar, değer verir; feyiz ve faziletleriyle iftihar eder... Kimse kimseyi kırmaz, incitmez, en basit kırgınlıklara, dargınlıklara asla prim verilmez burada. Rekabet, hased, kıskançlık gibi hizmeti akim bırakacak çirkin hasletler buranın semtine dahi uğramaz... Tam bir tesanüd ve yardımlaşma hükümfermâdır burada... Sû-i zanlara, zararlı tenkitlere kesinlikle müsaade edilmez... “Mürşidâne”, “pederâne” hâl ve davranışlar yerine kardeşlik içindeki yaklaşımlar geçerlidir burada... Yaşı başı, hizmetteki tecrübe ve kıdemi ne olursa olsun herkes herkese kardeşlik esasları çerçevesinde muâmelede bulunur. Böyle yaklaşımların sonucunda da büyüklerden gençlere karşı sevgi ve şefkat, gençlerden yaşlılara karşı da saygı ve hürmet hep gözlenir burada.

Hemen hemen bütün hizmet ve faaliyetler meşveret esasları çerçevesinde yapılır burada... Meşveret esasları bazında oturmuş bir sistem geçerlidir. Yapılan istişareler meşveret-i meşrûa esasları doğrultusunda yapıldığı için, olan ve olması muhtemel bütün pürüz ve problemler kolayca çözülür. Hizmetleri durduracak veya mani teşkil edecek hemen hiçbir sıkıntı veya huzursuzluğa rastlanmaz. Şahıs endeksli, şahıslarla kayıtlı hizmetlere pek itibar edilmez. Şahıslardan öteye, cemaatin şahs-ı mânevîsi öne çıkarılır. Bu meyanda yeni kabiliyetlerin inkişaf ve neşv-ü nemâsına imkân tanınır. Belli şahıslardan ziyade her türlü hizmette gençlerin önü sonuna kadar açıktır. Gençler istedikleri hizmet biriminde istedikleri hizmeti, arzu ettikleri faaliyeti göstermekte sonuna kadar serbesttirler. Bu sayede bu hizmet beldesinde kısa sürede nice kabiliyetlerin vücuda gelmesi sağlanmış durumda.

Hiçbir ayırım yapılmadan her yaştan, her kabiliyetten, her meşrepten insana Nur dairesinde hizmet etme imkânı tanındığı için, günden güne hizmet alanları genişledi, büyüdü bu hizmet beldesinde Elhamdülillah. Nurlarla tanışıklığı henüz bir kaç yılı ancak bulan gençler, şimdi artık dâvâyı sahiplenme şuuru ile hizmetten hizmete koşuyor. Enerji, zahmet, meşakkat icab ettiren hizmet ve faaliyetlerde artık sıra yaşlı emektarlara gelmiyor; burada genç kabiliyetler ön saftalar artık.

Her yıl olduğu gibi bu yıl da ilköğretimden üniversiteye kadar, yaz ortasında ve yıl sonunda yaklaşık yüz öğrenci okuma programlarına katılarak faal bir şekilde hizmetteki yerini şimdiden aldı. İl içi ve dışı okuma programlarına katılarak, bu kudsî dâvânın önemini ve değerini derkeden bu gençler, şimdi bu hizmetin çeşitli birimlerinde ifâ-i hizmette bulunuyorlar. Meselâ, istemeyerek de olsa her türlü ataleti, rehaveti nefsin eline veren yaz mevsiminin bu bunaltıcı sıcağında, hizmeti tercih eden fedakâr gençlerimiz, dershanemizde “yaz okulu” bünyesinde 35-40 öğrenciye istek ve arzularına uygun dersler vererek, onları hayata hazırlıyorlar. Yaz okulu faaliyetlerine o kadar çok müracaatlar oldu ki, taleplerin hepsini karşılamakta zorlandık. İleride bu taleplerin hepsine cevap vermenin hesapları şimdiden yapılıyor.

Evet, bu hizmet beldesinin en merkezî yerinde dört katlı bir hizmet mekânı var Elhamdülillah. Bu mekânın zemin katı çocukların oyun alanı olarak tanzim edilmiş; teras kat da yazın sıcaklardan korunmak için ders mekânı olarak kullanılmakta. Ayrıca binanın oldukça geniş birinci katı da umumî sohbet, toplantı ve konferanslar için tefriş edilmiş durumda. Yine ayrıca şehrin en merkezî yerlerinde erkeklere ait iki dershane; bayanlara tahsis edilmiş, oldukça geniş bir hizmet mekânı mevcut.

Bir tahdis-i nimet olarak Malatya’daki örnek hizmetleri nazarlara vermiş olduk. Bütün bu nimetleri, buradaki hâdimlerin üstün hizmet anlayışlarının yanında, Nurların bir ikramı ve kerâmeti olarak görüyoruz... Görülüyor ki, yeter ki ihlâs ve uhuvvet esasları hayata geçirilsin... Yeter ki tesanüdün bozulmasına fırsat verilmesin. Yeter ki usûlüne uygun meşveret-i şer’iye yapılsın ve oradan çıkan kararlara uyulsun... Bunlara yapıldıktan sonra, arzulanan hizmetin arkası kendiliğinden gelir.

08.08.2010

E-Posta: [email protected]



Selim GÜNDÜZALP

Eksiklerimizi tamamlamaya geldik bu dünyaya


A+ | A-

Kimimizde az, kimimizde çok. Hepimizde eksik olan şeyler var. Bunları gidermeye ya da eksikleri tamamlamaya geldik bu dünyaya. Nasıl tamam olur insan… Noksanını bilmekle ve de noksanını görmekle.

Bunun yolu da aşktan, sevgiden geçer. İnsanda olmayan, insanın aradığı sevgide, aşkta var. Aşkı yaratan Allah’ta var.

Yanarız bazen susuzluktan. Bir bardak su, hararetimizi giderir. Kıvranırız bazen açlıktan. Üç-beş lokma açlığımızı giderir. Her şey böyledir. Göze ışık, akla ilim, kalbe iman ve aşkla…

Bir yerde açlıktan, diğer bir yerde sevgisizlikten kıvranıyor insanlar. Kıraç toprak yağmuru istediği gibi, kurak kalpler de sevgiyi, ilgiyi bekliyor.

Aşk öyle bir duygu ki, hava gibi, su gibi, ekmek gibi bir şey. Ne eksiği varsa unutuyor birden insan. Aşk gelince görünmez oluyor eksikleri insanın. Hatta lâfı bile edilmez oluyor. Aşk aklını başından alıyor insanın. Her yeri kaplıyor kalbinde, dolduruyor. Bilmeyene, tatmayana anlatmak zor.

İnsanlığın ortak duygusudur aşk. Nerede, ne zaman ona yakalanacağını hiç kimse bilemiyor. Kalbini dolduran İlahî bir neşe ve muhabbetin bir zerresi mest ediyor, kendinden geçiriyor insanı. Bahar geldiğinde nasıl seviniyorsak, güneş doğduğunda nasıl seviniyorsak, aşk gelince, sevgi kapımızı çalınca öyle oluyor. İçimize bahar geliyor adeta, içimize güneş doğuyor. Rahmet içimize yağıyor. Yüreğimiz pır pır uçar, havalanır adeta. Ayaklarımız yerden kesilir sanki.

Kendini ne kadar kollarsa kollasın, yıldırım gibi düşer kalbine aşk.

Aşkı takip eden, çileye taliptir. Zahmetlidir, ama sonu rahmettir onun. Kemâlini bulur da; seveni, sevdiğine yani Rabbine ulaştırırsa aşk, işte o zaman cümle eksikler tamam olur. “Aşk gelince cümle eksikler biter” der Yunus Emre ya, sözü o zaman hakikat olur.

Aşk sahibine yönelince, mutlak cemâl ve mutlak kemâl sahibinde karar kılınca, Rabbine ulaşınca bu duygu, tamam olur her şey. Allah’ı sevenin kalbine, Allah’ı arayan âşığın gözüne her şey güzel görünür. Allah’ı arayan ve Allah’ı bulan bir kalbi; Allah, başka kalplere muhtaç eder mi? Allah’ı sevenin dünyası gerçek aşkın nuruyla dolar. Bu öyle bir nurdur ki, o kalbi kendinden başka hiçbir şeye muhtaç etmez Allah.

Evet, ham ağızdan ham söz çıkar. Güzel ağıza güzel söz yakışır. Allah’ı bilmeyince ve dahi lâyıkıyla sevemeyince hep eksiktir insan. Yunus Emre, “Aşk gelince cümle eksikler biter” der.

Pişmemiş ekmek boğazdan geçmez. Ham söz kalbe işlemez. Hayatını üç kelimede özetler Mevlânâ: “Hamdım, piştim, yandım.” Söylemesi kolay, yaşaması zor. Aşk olmayınca gönülde, şevk de olmaz, neşe de olmaz. Kararsız kalır insan. Dünyası ümit yerine karamsarlıkla dolar.

Aşk geldi mi, ne varsa biter, cümle eksikler gider, tamam olur insan. Allah’ın bir zerre muhabbeti kalbini doldurunca insanın; insan, insan olur. Daha da ötesi, Allah’ı hakkıyla seven ve bilen mü’min olur.

Aşk gelince eksikler tamam olur.

***

İnsan bazen şaşar. “Bir kalbimle bunca şeyi nasıl seviyorum?” diye... Oysa bir aynada sadece bir güneş barınır. Kalp aynasında nasıl birden bu kadar şey cevelân edebiliyor? Nasıl kalp aynasına birden bu kadar şey sığabiliyor? Hayret eder insan. Hayretine cevap arar.

Hayretiniz meraka dönüşürse, sorunun cevabı da karşınıza çıkar İnşâallah.

Uzanalım saadet asrına doğru, bir seyahate çıkalım. Ve bu hayretimize bir cevap arayalım.

Meyvenin Ağacı

Peygamber Aleyhisselâm bir gün, Hz. Ali’ye (ra) sordu:

“Yâ Ali, Allah’ı sever misin?”

“Hiç şüphesiz!”

“Beni sever misin?”

“Elbette.”

“Peki Fatıma’yı?”

“Evet.”

“Pekâlâ, ya Hasan’la Hüseyin’i?”

“Severim yâ Resulallah!”

Sorduğu sorulara aldığı bu cevaplardan sonra, Peygamber Aleyhisselâm, Hz. Ali’ye (ra) bu sefer de şunu sordu:

“Peki, bu kadar sevgiyi, bir tek kalbe nasıl sığdırıyorsun?”

‘İlim şehrinin kapısı,’ Allah’ın Resûlü’nün bu sorusuna hemen cevap veremedi. Evine gidip, hanımına—Peygamber Aleyhisselâm’ın biricik kızı, Fatıma Validemize—soruyu aktardı ve ondan bir cevap istedi. Hz. Fatıma ona şöyle bir cevap verdi:

“Bunun cevabı, bilinmeyecek şey değildir. Allah’ı sevmen, imanından ve aklındandır. Peygamberi sevmen, gönlündendir. Beni sevmen nefsindendir. Hasan ve Hüseyin’i sevmen ise babalığının gereğidir.”

Hz. Ali (ra), Fatıma Validemiz’den aldığı bu cevabı doğruca Peygamber Aleyhisselâm’a aktardı. Sorusuna verilen cevaptan memnun olan Resûlullah, cevabın kimden geldiğini anlamıştı. Kızı Fatıma Validemizi kastederek şöyle buyurdu:

“Bu meyve, peygamberlik ağacından alınmışa benziyor.”

***

İşte, ilim şehrinin kapısı olan Hz. Ali Efendimiz’in (ra) muhteşem tevazuu. Evet, ilme ve bilgiye giden yol da, tevazudan geçiyor.

Evet, eksiklerimizi tamamlamaya geldik bu dünyaya…

Üstadımızın da belirttiği gibi:

“Vücudun vücudu, kemalledir. Kemalin kemali de devamla olur.” (Mesnevî-i Nuriye, Katre, 54)

Kemâle ve cemâle erişenlerden olmamız dileğiyle…

İlim şehrinin kapısı olan Hz. Ali Efendimiz’e (ra), peygamberlik ağacında yetişmiş olan sevgili eşi Fatıma Annemiz’e (r.anhâ), sevgili anneleri Hz. Hatice Validemiz’e (r.anhâ), Hz. Aişe Validemiz’e (r.anhâ), Zeyne’l-Âbidin Hazretleri’ne, bu ağacın kökü olan Resûl-i Zîşan Efendimiz’e ve en başından en sonuna kadar onun tertemiz âl ve ashabına, ağaçların yaprakları adedince salât-u selâmlar olsun…

Not: Bütün okuyucularımızın Ramazan-ı Şerifinizi tebrik ediyoruz. Rabbimizin rahmetinden doya doya, kana kana istifade etmelerini niyaz ediyoruz.

Evet, ne güzeldir Allah’ın emriyle aç kalmak.

“O’nun emriyle aç kalmak, O’nun nimetleriyle doymak kadar tatlıdır.”

08.08.2010

E-Posta: [email protected]



Yasemin GÜLEÇYÜZ

Şefkat kahramanları (28)


A+ | A-

Naile Özer (1937- 10 Mart 2002)

Risâle-i Nur Külliyatı içinde yer alan Hanımlar Rehberi isimli eserin sonlarında İstanbul, Konya, İzmir ve Manisa havalisindeki hanımların Risâle-i Nurlar ile ilgili tesbitlerini aktardıkları mektuplar yer alır.

İşte Naile Özer, İzmir, Manisa havalisindeki hanımların mektubundaki isimlerden biridir. Aslında yazdıkları mektubun altına gönderirken sadece “Manisa hanımları” ibaresi düşmüşlerdir. Hanımlar Rehberi’ne ilâve olunurken Bediüzzaman Hazretleri “İzmir, Manisa ve havalisi” olarak bu ifadeyi değiştirir. Naile Özer, bunun sırrını aradan yıllar geçtikten sonra fark eder…

Onun kardeşleri Fatma, Asime, amcasının kızı Ayşe ve arkadaşları Leman ile yazdıkları mektup, giriş kısmına şöyle bir ilâve yapılarak Hanımlar Rehberi’ndeki yerini alır:

“Üstadımıza Ramazan-ı Şerifini tebrik münasebetiyle yazılan ve İzmir, Manisa ve havalisinde Risâle-i Nur’un ehemmiyetli ve te’sirli hizmet ve intişarının ve hanımlar arasında hüsn-ü te’sirinin bir nümunesi olan bu mektup, aynen İstanbul’daki Nurcu hanımların yazdıkları mektup nev’înden; İzmir, Manisa ve havalisinden merhum Hafız Ali, Hasan Feyzi ve Halil İbrahim (Rahmetullahi aleyhim) gibi, kadınlardan da halis Nur kahramanları çıktığını gösteriyor!”

***

Şefkat Kahramanları dizisini hazırlarken saff-ı evvel hanımları sizlere birebir yüz yüze görüşmelerimizle tanıtmaya gayret ettik. Vefat edenlerin ise kızları, oğulları ya da dostları, o hatıraları bize naklettiler.

Naile Özer ile ilgili çalışma fikri, Bediüzzaman Hazretlerinin talebesi Mustafa Sungur’un değerli kızı Saide Nur Güngör ile görüşürken ortaya çıktı. Annesi Emine Sungur’un hatıralarını aktardığımız Yeni Asya gazetesini kendilerine takdim ederken, yazılanları okudu. İlâveler yaptı. Nur hizmetinin hanım kahramanlarından da bahsetti bu arada.

Bunlardan biri Naile Özer idi. Onunla ilgili çok hatıraları vardı. Zaten Naile Hanım, ilginç bir tevafuktur, son nefesini onun evinde vermişti. İkiz kızları Ulviye ve Sümeyra Hanımlarla da hâlen görüşmekte idi. Kendisinden beni onlarla tanıştırmasını rica ettim. Beni kırmadı, hemen telefon etti. Sümeyra Hanım ile telefonda sözleştik.

Ve sımsıcak, nemli bir İstanbul Temmuz’unda Saide Nur Güngör, değerli kızları Sümeyranur, Fatmanur, Zehranur ve arkadaşları Saide Hanım ile birlikte yola koyulduk. Naile Özen’in değerli kızı Sümeyra Bulduk Hanım, sevimli çocukları Yunus Emre ve küçük Naile ile samimî bir ev ortamında buluştuk. Maddî manevî ikramlar eşliğinde, kadim dostlar hasret giderirken, bize de bol bol notlar almak düştü.

Akşam namazımızı kılıp çıktığımızda dolu dolu geçen, hoş bir gün “unutamayacağım günler” arasındaki yerini almıştı artık. Kimlerle bir araya gelmemiştik ki manen o evde? Naile Özer, babası Muhammed Emin ve ağabeyi İsmail Hakkı Zeyrek, Zübeyir Gündüzalp, Bayram Yüksel, Adile Suluk, Zeynep Münteha Polat hatıralarıyla aramızdaydı.

Yıllanmış ses kasetlerinden Ahmet Feyzi Kul, Mehmet Emin Birinci, Mustafa Sungur’un ders ve sohbetlerini dinlemiş, akabinde Saide Nur ve Sümeyra Hanım’dan küçük bir Kur’ân-ı Kerim ziyafeti dinlemiştik.

Sümeyra Hanımın okuduğu aşirde “Ey Rabbimiz! Şüphesiz ki Sen, gizlediğimizi de, açığa vurduğumuzu da bilirsin. Ne yerde ve ne de gökte hiçbir şey Allah’tan gizli kalmaz. Her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet o Allah’a mahsustur… Şüphesiz ki Rabbim duâyı hakkıyla işiticidir. Ya Rabbi, beni ve benim neslimden olanları namazda devamlı kıl. Ey Rabbimiz, duâmı kabul buyur. Hesabın görüldüğü günde beni, anne ve babamı ve bütün mü’minleri bağışla, ey Rabbimiz!” diyordu İbrahim Sûresi’nin 38–41. âyetleri…

Saide Nur Güngör’ün okuduğu aşirdeyse Rabbimiz şöyle buyuruyordu: “Ey iman edenler! Allah’a tam bir ihlâsla tevbe edin. Umulur ki Allah günahlarınızı bağışlar ve sizi altından ırmaklar akan Cennetlere koyar. O gün Allah’ın, peygamberi ve beraberindeki mü’minleri utandırmayacağı gündür. O gün onların nuru önlerinden ve sağlarından koşarak Cennete yol gösterirken, onlar da ‘Ey Rabbimiz,’ derler. ‘Nurumuzu tamamla ve bizi bağışla. Muhakkak ki Senin her şeye gücün yeter.’” (Tahrim Sûresi, 8.)

İşte aşağıda okuyacaklarınız o günün güzel meyvelerinden bir kucak hatıra…

Naile Özer’İn kIzI Sümeyra Bulduk anlaTIyor:

Dedem Manisa’nın eski medreselerinden icazet almış, vaiz, fıkıh âlimi Muhammed Emin Zeyrek. Ailemizde Risâle-i Nur’u ilk olarak dayım İsmail Hakkı Zeyrek tanıyor. Anneme de tanıtıyor.

O yıllarda dedem Sebilürreşad dergisine abonedir. Dergi eve geldiğinde annemi çağırıp “Oku bakalım Naile! Dinleyeyim. Türkiye’de neler olup bitiyor?” diyerek annemin eline dergiyi verir. Annem bize bunu şöyle anlatırdı: “İçimde öyle bir muhabbet vardı ki, dergide Risâle-i Nurlarla ilgili bölümleri her okumak isteyişimde babam ‘Başka yeri oku! Geç!’ diyerek okutmak istemezdi.”

Abdullah Yeğin Ağabey Manisa’ya yedek subay olarak tayini çıktığında, Üstad Hazretlerini ziyaret ediyor. “Üstadım, Manisa’ya gidiyorum. Orada hiç Nur Talebesi yok! Ne yapacağım?” diye sorduğunda “Manisa’ya gideceksin. Şu camide Muhammed Emin Hoca var. Onun mahdumu İsmail Hakkı’yı bulacaksın!” diye vazife veriyor. Abdullah Yeğin Ağabey gelip dayımı buluyor, her hafta sonları birlikte Risâle-i Nur sohbetleri yapıyorlar. O gelmeden önce zaten dayım Risâle-i Nur ile tanışmış. Dedem de sonradan Risâle-i Nur’u dayım vasıtasıyla tanıyıp, okumaya başlıyor. 1960 İhtilâli sonrasında dedemi “Manisa’daki Nurcu Başı” diye sürgün ettiler….

Abdullah Yeğin Ağabey küçük Tarihçe-i Hayat’ı dayıma verdiğinde “Bir nüshasını da hemşireme götür!” diyor annemi kast ederek… Annem dayımın getirdiği kitabı büyük bir iştiyakla okuyor.

Hanımlar Rehberi de şimdiki gibi kitap hâlinde değil, nüsha nüsha geliyor anneme. Annem Rehber’in sonundaki İstanbul ve Konya hanımlarının mektuplarını okuduğunda “Biz de mektup gönderebiliriz Üstad Hazretlerine, değil mi?” diye soruyor dayıma. “Yaz o zaman!” diyor dayım. Bediüzzaman Hazretlerine mektubu yazıyor ve gönderiyorlar. Bizi “Hadi bakalım, siz de Üstada bir mektup yazın! Ben Üstad Hazretlerine o mektubu yazdığımda 16 yaşındaydım!” diye şevklendirirdi…

Manisa ve İzmir havalisi hanımlarının

mektubundan bir bölüm…

“Mensup olduğumuz mukaddes dinimiz hakkında kâfî derecede bilgi edinmemiz ve istikbalimizi ve ebedî saadetimizi temin edebilmemiz için dinî bir eser, hem de bu asrın azgınlaşmış ve önüne geçilmesi pek güçleşmiş küfrî ve gayr-i ahlâkî cereyanlarından kurtaracak nurlu ve ışıklı bir eser ararken, nihayet Cenâb-ı Hakkın lütuf ve inâyetiyle bize ihsan edilen Risâle-i Nur’u bulduk ve okuduk. Ondaki feyiz hiçbir eserde mevcut olmadığından, onun bir harika olduğunu idrak ettik. Çünkü Risâle-i Nur; kararan kalbleri hidayet nuriyle aydınlatan ve biz bîçareleri zulmetten nura, dalâletten hakikate, dünya ve âhirette saadet ve selâmete kavuşturacak bir mürşid-i ekmel ve mürebbî-i âzamdır.

“Biz âcizleri böyle eserleri okumak şerefiyle müşerref kılan Cenâb-ı Hakk’a binler, yüzbinler defa hamd ü senâ ediyoruz. Bütün dünyanın asırlardan beri beklediği ve nurundan istifade etmek için can attığı, fakat muvaffak olamadığı böyle bir hazine-i ilmiyeyi bizlere okumayı nasip eden o Hâlik-ı Zîşan’a teşekküren âhir ömrümüze kadar secdeden başımızı kaldırmasak yeridir. Temenni ediyoruz ki: Cenâb-ı Hak bizleri Risâle-i Nur’dan ve sevgili Üstadımızdan ebediyyen ayırmasın.” Bediüzzaman Hazretlerine yazdıkları mektubun akabinde, Üstadın talebelerine yazdırdığı cevâbî bir mektup da geliyor annemlere…

Dayım bu mektuplaşmaların ardından Üstad Hazretlerini ziyarete gittiğinde, Üstad soruyor: “Sen Manisa hanımlarını tanıyor musun?” Dayım “O mektubu yazanlar benim kardeşlerim” diyemiyor. Sungur Ağabey “O mektupları yazanlardan üçü, kardeşleri oluyor Üstadım” diyor. O zaman isim veriyor Üstad Hazretleri. Beş kişiden ikisinin adını vererek “Onlar Risâle-i Nur’un hakikatine vakıf olmuşlar. Onlar Halil İbrahim, Hafız Ali, Hasan Feyzi ile omuz omuza aynı sistemdeler” diye ifade ediyor.

Dayım eve geldiğinde bunu anlatır, birinin adını Leman olarak verir, ama diğerini gurura vesile olur diye açıklamaz. Dayım, ancak annem vefat ettikten sonra ikinci ismin annem olduğunu anlattı.

Mektuptaki sır

Naile Özer ve diğer hanımlar yazdıkları mektubun sonuna “Manisa hanımları” diye yazmışlardır, ama Üstad Hazretleri o mektubu Hanımlar Rehberi’ne alırken “İzmir, Manisa ve havalisi” ibaresini ekler. Bunun sırrını yıllar sonra Naile Hanım kızlarına şöyle anlatır: “Asıme 1957’de evlenerek İzmir’e yerleşti. Bana ‘Dersimize gelen bir hanım var. Görsen çok seveceksin!’ derdi. İzmir’e gittiğimiz bir gün Adile Abla ile tanıştık. Hakikaten tanışınca birbirimizi çok sevdik. Adile Hanım ‘Derslere bir hafta siz İzmir’e gelin, sonraki hafta biz Manisa’ya gelelim’ diye teklif etti. Babamın bana böyle bir izin vermesi mümkün değildi. Ama Adile abla, babama ‘baba’ diyecek kadar severdi bizi. Böylece İzmir derslerine gitme iznimiz çıktı…”

Adile Suluk, aslen Antalyalı, beyi polis olan, ihlâslı, faal bir hanımdır. Uzun zaman İzmir Manisa hanımlarının dersleri bu şekilde devam eder. Hanımlar, bir hafta İzmir’de, bir hafta Manisa’da Risâle-i Nur derslerini aksatmadan gerçekleştirirler…

Üstad Hazretlerinin mektubun sonuna koydurduğu “İzmir- Manisa ve havalisi hanımları” ibaresinin sırrını çok sonraları fark ederler…

***

Dayım Üstadı her ziyarete gidişinin akabinde gelip evde anlatır yaşadıklarını. Annem dinledikçe içinde büyük bir coşku hissederek “Beni de bir gün Üstad’a götürsene ağabey” der. Dayım lâtife olarak “Tamam. Yol masrafı sana ait ama!” der.

Annem çok becerikli bir hanımdı. Dışarıya el işi yaparak yol masrafları için gerekli olan 300 lirayı biriktiriyor. Dayım ne hikmetse sonradan beraber yapacakları bu ziyaretin gerçekleşemeyeceğini söylediğinde annem için bitmek bilmeyen bir ağlama dönemi başlar.

1959’un bir Ekim ayı, yine Üstad Hazretlerini ziyaret edememekten kaynaklanan bir üzüntü hâlindeyken kapı çalınır. Faytondan tanımadığı yaşlıca bir hanım iner. Misafir olarak içeri alınır. Kendisini Üstad Hazretlerinin özel olarak gönderdiğini belirterek “Beni tanıdın mı?” der ve adının lâhikalarda geçen Asiye Anne olduğunu söyleyerek kendini tanıtır. Annem bunu duyunca daha da çok ağlar. Üç gün kalır Asiye Anne. “Ağabeyine niçin kızıyorsun? Kızma bu kadar. Çok ağlamak iyi değildir. Seninle çok şeyleri paylaşırdım, ama sen meczup gibisin. Üstad Hazretleri aklî gidenleri sever. Yapma böyle… Ağlamamak şartıyla, Mart sonlarında gelir seninle ve İsmail Hakkıyla beraber gideriz Üstad Hazretlerine. Tamam mı?” der. Annem heyecanla Mart ayının gelmesini bekler.

Mart sonlarına doğru bir gün kapı çalınır. Gelen polistir. Evleri haftada 2–3 kez basıldığından annem duruma alışıktır. Polis, elindeki gazeteyi uzatarak “Bunu İsmail Hakkı’ya verin!” deyip gider. Gazeteyi açan annem Üstadın ölüm haberini gördüğünde ağlayamaz bile, donar kalır: “Mart ayında biz Üstada gidecektik!” der, büyük bir üzüntüye kapılır. Asiye Annenin ziyaretindeki maksadının, kendisini teskin etmek olduğunu, aslında onun Üstadın öleceğini bildiğini anlar. Bediüzzaman Hazretlerinin derin şefkatini tefekkür eder. Annemin annesi küçük yaşta vefat etmiş, anne sevgisinden yoksun büyümüştür. Kendisini teselli etmek için, Asiye Annenin özel olarak Üstad Hazretleri tarafından gönderilmesi, bir anne şefkatiyle Asiye Anne tarafından sakinleştirilmesi, onun hayatı boyunca sıkça anlattığı ibretli bir hatıradır…

Mehmet Akif’in şiirleri

Annem okumayı severdi. Edebiyatı kuvvetliydi. Osmanlıcayı okur ve yazardı. Yazdığı el yazması kitaplar hâlâ durur. Mehmet Âkif’in şiirlerini ezbere bilirdi. Hem de günlük hayatın içinde kullanırdı. Diyelim ki, onunla konuşurken ezan okundu. Hemen Akif’ten bir dize mırıldanırdı:

İkindi oldu mu yahu? Nedir bu ‘salli’ sesi?

Evet… İkindi… Gelin bari bir duâ edelim!

Kabul eder diyelim… Hakka ilticâ edelim:

Ya Rab, bizi kahretme, helâk eyleme…

Ta ibret olup kalmayalım âleme

Âmin!

Eyüp Sultan’da haşir bekleyişi

Sümeyra Hanımdan annesinin hatıralarını dinlerken kanaat, iktisat, tesettür düsturlarına dair pratik örneklerin ipuçlarına da şahit oluyorum.

Çok sıkıntılı bir hayatı olmasına rağmen her şeyde rahmetin izini müşahede eden Naile Hanım sık sık “Allah Allah! Cennet hayatı gibi aynen. Acaba cennet nasıl olacak?” diye tefekkür eder.

Maddî sıkıntılar çeker, ama kızlarını da hiçbir şeyden mahrum etmez. Beceriklidir. Mağazalarda elbiselerin modellerine bakar, eve geldiğinde kalıp çıkarıp hemen diker. Ya da bazen mağaza sahibinden rica ederek elbiseyi ödünç alır, kalıbını çıkarır, tekrar iâde eder. Tesettürüne her zaman itina gösterir.

Ağır hastalıklar geçirir. Verem ve lenf kanseri hastasıdır. Son günlerini sevgi ve şefkat dolu bir ortam içinde dostları arasında geçirir.

Mezarı Eyüp Sultan’da Zübeyir Gündüzalp, Tahiri Mutlu Ağabeylerin kabirlerine yakındır.

Hanimlara hüsn-ü mısâl olacaksiniz!

Naile Hanım ve arkadaşları Hanımlar Rehberi’ndeki mektuplarını gönderdiklerinde Üstad Hazretleri cevabî bir mektup yazdırır talebelerine. Bu mektup Naile Özer’e ulaştığında ağlayarak okur ve hemen Risâle-i Nur dersindeki arkadaşlarına götürüp, onlara da gösterir. Mektup gözyaşları içinde dinlenir…

İşte, okuyacaklarınız Tahiri, Bayram ve Zübeyir Ağabeylerin yazdığı bu mektuptur. Naile Hanımın kızı Sümeyra Bulduk, annesinin evrakları içinde itina ile muhafaza ettiği mektubu bizim için Osmanlıca’dan çevirdi…

“Bismihi Sübhanehû

“Esselâmü Aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtühü ebeden daimen

“Muhterem ve mübarek ahiret hemşirelerimiz.

“Telgrafla bayram tebrikinizi okuduk.

“Üstadımız da sizlerin ve orada Nurlarla alâkadar ahiret hemşirelerimizin bayramlarını bilmukabele tebrik eder. Selâm ve duâlar edip, duâlarınızı ister.

“Hanımlar Rehberi basıldı. Risâle-i Nur hakkındaki sizin mektubunuz da Hanımlar Rehberi’nin sonunda neşredilmiş. İstanbul Nurcu hanımları ve sizler, hanımlara İnşâallah hüsn-ü misâl olacaksınız. Nurları sadakatle okuyup, dinlemeye devam edeceksiniz. Çok yerlerde hanımlarla beraber Nurlardan okuyup dinliyorlar. Hanım Nur Talebeleri ihlâsta erkeklerden ileri geçiyorlar. Risâle-i Nur’a samimî ve halis alâkaları ve iştiyakları ziyadeleşmektedir. Kudsî Risâle-i Nur hizmetindeki muvaffakiyetinizi tebrik ederiz.

“Selâm ve duâlar ederiz…

“Elbâkî hüve’l-bâkî

“Kardeşleriniz

“Tahirî, Bayram, Zübeyir”

08.08.2010

E-Posta: [email protected]



Suna DURMAZ

MOSSAD ajanları Lübnan’da yakayı bir bir ele veriyorlar


A+ | A-

Çok uzak diyarlardan gelip Ortadoğu’ya yerleşen İsrail, güç kullanarak işgal ettiği Arap toprakları üzerinde 50 yıl boyunca kan kusturdu. Ele geçirdiği topraklar kendisine bırakıldığı halde, bir türlü doymak bilmedi. Hep daha fazlasını istedi. Niyeti, İsrail topraklarını Fırat’tan Nil’e kadar uzatmaktı. Bunun için sürekli savaş çıkardı. İnsanlık nedir, uluslar arası hukuk nedir, anlamadı. Daima başına buyruk olduğunu ortaya koydu.

İsrail’in zulmünden en çok Filistinliler zarar gördüler ve görmeye devam ediyorlar. Ortadoğu’nun küçük ülkesi Lübnan da İsrail’den çok çekti ve çekiyor.

İsrail Lübnan’ı 1978 ve 1982’de olmak üzere iki defa işgal etti. 1982 işgalinde, İsrail Lübnan’ın 40 km içerisine kadar girdi. Ne yazık ki, bir kısım Lübnanlı İsrail işgallerinden memnuniyet duydu, hatta yardımcı dahi oldu.

1948’deki Arap-İsrail savaşı sebebiyle göçe zorlanan on binlerce Filistinliye barınak olmak durumunda kalan Lübnan, Ürdün’de patlak veren Kara Eylül (1970) olayları yüzünden Ürdün’den kovulan Filistin Kurtuluş Örgütünün yüzlerce mensubuna da kucak açma durumunda kaldı. Bazı Lübnanlılar, özellikle de Hıristiyanlar, ülkede bulunan 300 bin Filistinli göçmenden zaten rahatsız oluyorlardı. Bu sayıya, bir de Ürdün’den kovulan FKÖ’nün silâhlı fedâileri eklenince, rahatsızlıkları iyice arttı.

İşte bu endişe, Falanjist Maronlar gibi bazı Hıristiyan gurupları İsrail ile işbirliğine kadar götürdü. Ve bu işbirliği; 250 bin ölü ve çoğu ömür boyu sakat kalacak şekilde yaralanan 1 milyon yaralıyla neticelenen Lübnan iç savaşında (1975-1990) çok önemli rol oynadı.

İsrail silâhlı kuvvetleri 1978 de yüzlerce Hıristiyana askerî eğitim vererek kendisine bağlı kuvvetler kurup bunları Güney Lübnan’a yerleştirdi. Binbaşı Saad Haddâd liderliğindeki bu kuvvetler, daha sonraları “Hür Lübnan Ordusu” olarak anılacaktı. Hıristiyan-İsrail işbirliği Beşir Cemâyel liderliğinde İsrail güdümlü bir hükümet planları yapılmasına kadar gitti. Hatta, Beşir Cemâyel’in bizzat kendisi, 1982 yılının Ocak ayında Ariel Şaron ile bir araya gelerek İsrail’in Lübnan işgal planını görüştü. Cemâyel’in İsrail’le ilişkisi o kadar ileri safhaya gitmişti ki, kendisine bağlı olan Falanjist Milisler, işgalci Ariel Şaron’un bilgisi dahilinde Sabra ve Şatilla Filistin kamplarına girmiş ve sabaha kadar katliâm yapmışlardı. Katliâmda çoğu çocuk ve yaşlı olan 3 binin üzerinde masum insan öldürülmüştü.

4 milyona yakın nüfusunun yarıya yakını ülke dışında olan Ortadoğu’nun küçük ve güzel ülkesi Lübnan, 17 mezhepli ülke olarak da biliniyor. Bu durum, kültürel bir zenginlik olsa da, siyasî problemler doğurabiliyor. Her mezhep içerideki nüfuzunu koruyabilmek için kendisine yakın olan bir dış güçle ilişki kuruyor. Bu da en çok İsrail’in işine yarıyor tabiî. İç siyasetteki kargaşadan istifade ederek Lübnan içine ajanlarını yerleştiriyor.

Lübnan’da son zamanlarda yakalanan İsrail casusları olayın vahâmetini ortaya koymakta. İsrail lehine çalışan bir casusluk şebekesi Lübnan’ın her tarafını ahtapot gibi sarmış!

Lübnan 2009’dan beri tam 100 İsrail casusunu yakaladı. Yakalananlar içinde bankacılar, mühendisler, emniyet ve ordu mensupları, hatta siyasîler de var. Elde edilen bilgilere göre, casusluk şebekesinin tarihi uzun yıllara dayanıyormuş ve devlet dairelerine kadar uzanmış. Meselâ, şebekenin elamanlarından biri olan “Ali Cerrah” adındaki casus, tam 25 yıl boyunca İsrail lehine casusluk yapmış.

Lübnan casusluk şebekelerinin izini titizlikle sürmeye devam ediyor. Son haftalarda büyük bir casusluk şebekesi daha ele geçirildi. Lübnanda 600’den fazla istasyonu olan “Alfa” Telecom şirketinde çok önemli bir mevkide bulunan mühendis Charbel Qazzi ve Tarık Raba’a bu şebekenin elebaşılarından.

Lübnan deşifre ettiği son şebekeyle MOSSAD’a büyük bir darbe vurmuş bulunuyor. Çünkü, 12 Temmuz’da yakalanan Tarık Raba’a’nın itiraflarına göre, İsrail 2001 yılından beri casuslar aracılığıyla Lübnan’ı dinliyormuş.

Yakalanan casusların bir kısmına ölüm cezası verildi ve hüküm infaz edildi. Casusluk şebekesinin yakalanmasını yorumlayan Hizbullah Lideri Hassan Nasrullah “Hükümete her türlü yardıma hazırız. Ülkemiz için iç düşmandan başka büyük tehdit olamaz. Düşmanla işbirliği yapanlar hangi mezhepten ve hangi partiden olursa olsunlar haindirler ve idam ile cezalandırılmaları gerek” diyerek sorgulamaların hızlandırılmasını istiyor. Dürzi lider Velid Cambolat da Hasan Nasrullah gibi aynı görüşü savunuyor. Hatta “Mahkemeler halka açık olmalı ve idamlar da alenen gerçekleştirilmelidir“diyor.

08.08.2010

E-Posta: [email protected]@hotmail.com



Mehmet YAŞAR

Bizim Radyo’da yeni yayın dönemi


A+ | A-

Ramazan gelince hayatlar yenilenir, ruhlar adeta yeniden dirilir ve Ramazan her şeyi yeniler…

Bizler de radyomuzda bu yenilenme ve tazelenmenin güzelliğine eşlik etmek duâsıyla yeni yayın dönemi için yoğun bir şekilde hazırlandık. Yeni yayın dönemimizde sözümüzün daha da güçlenmesi, sesimizin daha da yükselmesi için kadromuza yeni isimler ve sesler kattık. Gayretimizi ve şevkimizi hep canlı tutarak çalışmalarımıza devam ediyoruz.

Bu günkü yazımızda ise, sizlere Ramazan ayı ve yeni yayın dönemi için yapmış olduğumuz hazırlıklardan bahsetmek istiyorum.

Her Ramazan olduğu gibi bu sene de yine iftar saatinin öncesinde Ramazanname bir ay boyunca yayında olacak. Bu sene Ramazanname’yi Mehmet Yaşar ve Karagöz hazırlayıp sunacak.

Sahur saatlerimizde ise, samimî ve hasbî üslûbuyla dinleyicilerin gönlünde ayrı bir yeri olan İsmail Tezer, bir ay boyunca canlı yayında Sahurname programında olacak.

Hayat Ağacı programının yapımcı ve sunucusu Aysun Bilge, hafta içi her gün Ramazan’a has konu ve konuklarıyla güne güzel bir başlangıç için yayında olacak.

Pozitif Pencere isimli kitabı ve Yeni Asya Gazetesi’ndeki köşesinden tanıdığımız Sabahattin Yaşar, mutluluğun sırlarını yakalamak adına dünyamıza ‘Pozitif Pencere’ler açmak için Bizim Radyo’da sevenleriyle buluşacak.

Süleyman Kösmene Ramazan boyunca birçok fıkhî konuyu Fıkıh programında ele alacak.

Her geçen gün insan eliyle yaşanmaz hâle gelen çevre ve dünyamızın daha yaşanabilir hale gelmesi gayesiyle Çevre Mühendisi Halil İbrahim Uzun ‘Yeşil Çevre’ programında hafta içi dinleyicilerimizle buluşacak.

Yeni yayınlarımızda çocuklarımızı da unutmadık. Karagöz ve Eslem Yaşar çocukça bir muhabbetle hafta içi hergün ‘Aç Kapıyı Ramazan Geldi’ diyecek.

İbrahim Bedir, Ramazan boyunca “‘İstanbul’da Ramazan’ bir başka güzel” diyecek ve Ramazan ayı boyunca ana haber bültenin hemen öncesinde yayında olacak.

Dr. Hakan Yalman ve Yusuf Çayabatmaz, mânâ âleminin sırlarını aralayacak ve bizlere mânâ-i harfî talimini yapma imkânı sağlayacak ‘Mânâ-i Harfi’ programıyla Cuma akşamları Bizim Radyo’da olacak.

Psikolog Yasemin Eyüboğlu, kendimize, ailemize ve çocuklarımıza dair bilmemiz gerekenleri ‘Radyo Terapi’de dinleyicilerimizle paylaşacak.

Temel hak ve özgürlüklerin fazlasıyla ihmal edildiği bir dünyada, haklarımızın neler olduğunu ve nasıl kullanmamız gerektiğini Orhan Demir ve Avukat Okan Kadir Bektaşoğlu ‘Haberiniz Olsun’ programında anlatacak.

İnsanı tanıma ve anlama yolculuğunda insan âlemine bir yolculuk yapmak için Eğitimci Muhammed Genç ve psikolog Ramazan Uslu kapı eşiği tadında bir muhabbetle ‘Açık Kapı’ programında olacak.

İslâm Yaşar, Tubanur Telci ve Mehmet Yaşar, Bediüzzaman Said Nursî’nin hayatının bir radyo belgeseli tadında ele alındığı ‘Gönüller Fatihi’ programında, gençlerin sorularıyla gönüller fatihini arayış hikâyesi her hafta sonu Bizim Radyo’da olacak.

Bütün bu saydığımız programlarımızın yanında her sene olduğu gibi Bizim Radyo’da Ramazan Mukabelesi sabah namazlarının hemen ardından yayınlanacak. Mukabelenin hemen ardından da Cevşen ve meâli ile Risâle-i Nur okumaları seherin bereketinde dinleyicilerimizin gönüllerine hitap edecek.

Ayrıca Bizimle Sabah, Basından Makaleler, Tefekkür Zamanı, Bir Başka İklim, Bediüzzaman Ajandası, Bediüzzaman ve Tevhid, Duygu Keşifleri, Doğru Eğitim, Bir Saz Bir Söz, Gülbahar Mevsimi, Söz Sırası, Er Meydanı ve diğer programlarımız da yeni yayın döneminde yayınlarına devam edecek.

Bütün bunların dışında yeni yayın dönemimizde internet sitemizin de yenilenme çalışmalarının devam ettiğini ve Ramazan ayıyla birlikte www.bizimradyo.fm adresiyle yayına açılacağını kısaca ifade etmiş olalım. Bu arada yenilenen sitemizle ilgili olarak her türlü desteği gösteren müessese Bilgi İşlem Sorumlumuz Yasin Öksüz’e de teşekkürlerimizi bir borç biliyoruz.

Mübarek Ramazan Ayı’nın herkese hayır ve bereket getirmesini diler, Ramazan-ı Şerif’inizi tebrik ederiz.

Her türlü görüş ve teklifleriniz için elektronik postalarınızı [email protected] adresine gönderebilirsiniz.

08.08.2010

E-Posta: [email protected]



Banu YAŞAR

Baba özgüvendir


A+ | A-

Baba olmak, bir erkeğin hayatındaki dönüm noktalarından biridir. Birisinin evlâdı, eşi, kardeşi ve arkadaşı olmak dışında belki de en büyütücü rolünü baba olduktan sonra kazanır. İlk günlerde uyum sağlamada ve alışmakta zorlansa da, zamanla alışır. Toplumsal kültürümüzde bebek doğduğunda babanın kucağına temkinli verilir. Düşüreceğinden, yanlış tutacağından korkulur. Çocuk oyun çağına geldiğinde, baba onun hayatına dahil olmaya başlar. Rolünü ve otoritesini ayarlamak konusunda güçlük yaşar. Onunla hem oyunlar oynayan, güreşen, şakalaşan hem de sözü dinlenen bir baba olmak ister. Bu yüzden bazen oyunun en tatlı yerinde, aniden bağırıverir çocuğa... Bu ani tepkiler çocuğun güven duygusunu zedeler. Çünkü insanı en çok korkutan belirsizliktir. Tepkinin ne zaman geleceğini kestirememek, insanı tedirgin eder. “Her şey yolundaydı, ne güzel oynuyorduk, ne oldu birdenbire” diye anlam veremez. Bu sebeple ani tepkiler yerine, babanın hoşlanmadığı davranışlar konusunda kararlı, ciddî ve sakin bir dille çocukla konuşması daha sağlıklıdır. Çocuk babanın hangi konularda hassas olduğunu, sınırlarını hissetmelidir, ama bunu şiddet ve öfke tepkileri kullanarak değil, ciddî bir tavırla ve baş başa konuşarak yapılmalıdır.

Baba çocuğun hayatına giren ilk misafirdir. Anneyle kurulan fiziksel ve duygusal ilişkiden sonra, çocuk babayla tanışır. Doğumdan sonra babayla ne kadar erken ilişki kurmaya başlarsa, baba çocuk ilişkisinin temelleri daha sağlam atılır. İleride yakın ve sıcak bir ilişkileri olur.

Baba dış dünyayı, dışarıdaki hayatı ve diğer insanlarla iletişimi temsil eder. Baba özgüvendir. Duyguların gelişimi için anneye, gerçeklerin öğrenilmesi için de babaya ihtiyaç vardır. Baba hayata karşı duruşu, yere sağlam basmayı, kararlı ve güçlü olmayı temsil eder. Babasına güvenen ve onunla yakınlık kurabilen bir çocuk hayata daha özgüvenli başlar. Kendi eksi artılarını bilerek büyür. Kişilik açısından kompleksli değil, kendine güvenen bir yapı geliştirir.

Babasıyla yakın olamayan, onunla sağlıklı ilişki kuramadan büyüyen çocuklar büyüdükleri zaman bile bunun eksikliğini hissederler. Kişilik oluşumunda bir şeyler tamamlanmadan kalır. Özellikle orta yaşlarda kendini sorgulamayla birlikte, geçmişteki ilişkiler tekrar hatırlanmaya başlar. İç hesaplaşmalar sonucunda insan kendine, geçmişine, anne-babasına ve onlarla ilişkisine dair bir çok bilgiye ulaşır. Yaşananları tekrar elden geçirir. Bazen onları suçlar, bazen de kendini... En çok da anne baba sevgisi ve tutumları sorgulanır. Şimdi yaşadığı sorunlarda bu dönemin izleriyle karşılaşır. Öfkeyle özlem arasında gider gelir...

Bir çocuğun hayatına giren ilk kadın annesi, ilk erkek ise babasıdır. Bundan sonra hayatına girecek olan insanlarla ilişkisinde, bu ilklerin izi hep olacaktır. Bu sebeple onların hayatında iyi izler bırakabilmek için ilişkilerimizi daha sağlıklı kılmaya çalışmalıyız. Mükemmel olmaya çalışmak yerine, sevecen, samimî ve tabiî olmak daha iyi sonuçlar doğuracaktır. Çocuğuna aşırı tepkiler verdiğinde, suçundan daha fazla bağırdığında ya da suçu olmadan tepki gösterdiğinde bununla yüzleşebilen, çocuğuyla hatasını konuşabilen, itiraf edebilen bir baba olmak her zaman için daha güven vericidir.

Çocuğun özgürlük kadar, sınırlara da ihtiyacı vardır. Allah, insana mubah dairesi sunarken, sınırlar da belirler. Özgürlük verdiği gibi hudutlar da çizer. Dengeli olarak konan sınırlar güven verir. Çocuk büyürken, koşar oynarken özgürlüğün tadını alırken, anne babasının koyduğu otoriteyle sınırları öğrenir. Bunu öğrenirken onu sevdiklerini ve sevdikleri için korumaya çalıştıklarını da hisseder. Genellikle ilk otorite kaynağı, babadır. Onunla kurulan ilişki daha sonraki yıllarda hayatına giren bütün otorite unsurları ve kadere bakış açısından temel oluşturur. Babasına öfke duyan, onunla yakınlık kuramayan, ondan sadece korkan ve sevgisini ifade edemeyen çocuk, büyüdüğünde, otorite olan her şeyle sorun yaşayabilir. Tepki gösterir, sorun çıkarır ya da dışarıdan pasif ve silik, içinde öfke taşıyan bir insan oluverir.

Babanın arkadaşlığını ve sevgisini alarak büyüyen çocuklar, hayata daha güvenle başlar, bilir ki babası onun hep arkasında ve destekçisi olarak kalacak... Attığı adımlarda ona güvendiğini söyleyecek, ona inanacak... Baba oğul, erkek erkeğe dolaşmak ya da bir iş yapmak en tatlı anılar olarak kalacak zihninde... Onunla özdeşim kuracak, onun gibi olmaya çalışarak erkeklerin dünyasını öğrenmeye başlayacak... Bir kız çocuğu için hayatındaki ilk erkek olan babasıyla ilişkisi eş seçimini, kendinden hoşnut olup olmamasını bile etkileyecek... Onda gördüğü davranışları diğer ilişkilerine de genelleyecek, çevresini ve insanları algılamasında, yorumlamasında temel oluşturacak...

Bu sebeple, özellikle ilk yaşlarında çocuğun büyüme serüveni kaçırılmamalıdır. Bu yaşlara şahitlik ve tanıklık etmek, kendi büyüme serüvenimiz ve olgunlaşmamız için de gerekli olacaktır.

08.08.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Nikâhta ailenin önemi ve altın yüzük


A+ | A-

Onur Bey: “Nikâhlanırken âileden izin almamak câiz midir? Ayrıca geleneklerimize göre düğünde erkekler de altın yüzük takıyorlar. Altın yüzük haram mı? Veya ne kadar karışım olursa haram olur? Bunun bir ölçüsü var mı? Altın kaplama yüzükler ve saatler de haram mı?”

Nikâh, evlenecek erkek ve kadın arasında yapılan en hayırlı akittir. İçinde ve özünde maddî-mânevî birçok hayırlı inkişâfı ve gelişmeyi barındırır. Nikâhla hedeflenen âile yuvası, dünya ve âhiret mutluluğunun çekirdeği mâhiyetinde, toplumun en küçük yapı taşı hükmündedir. Aralarında nikâh akdetmek sûretiyle mutlu ve huzurlu bir yuva için yola çıkan çiftlerin, bu mutluluklarını ebediyete taşımaları da mümkündür. Kur’ân, muhtelif âyetlerinde, böyle tertemiz îman ehli zevcelerin ve çiftlerin Cennetin gölgeliklerindeki keyif ve safâ dolu eğlencelerinden müjde üslûbuyla bahseder.1

Toplumumuzda, böyle cephesi hayra dönük bir kurum oluşturulurken, mümkün mertebe her iki tarafın da aileleri ile barışık olarak adım atılması benimsenmiş ve muhtelif örf ve gelenek şekilleri bu çerçeve içinde geliştirilmiştir. Âile ile birlikte adım atılmasının hem tecrübe açısından, hem daha salim düşüncelerin ve daha sağlıklı tavırların sağlanması açısından, hem de aile içi istişare kurumunun ve saygının azamî işletilmesi açısından göz ardı edilmeyecek hikmetleri bulunduğunu kim inkâr edebilir?

Genç erkek ve kızlarımız, evlilik öncesi tercihleriyle ilgili görüş ve düşüncelerini aileleriyle muhakkak paylaşmalıdırlar. Ailelerini dışlayarak attıkları her adımın kör bir adım, yaptıkları her tercihin eksik bir tercih olduğunu unutmamalıdırlar. Ailelerin sık eleyip ince dokumaları, hiç şüphesiz kendileri lehinedir. Kendileri gelecekte kendi evlâtlarının tercihlerini paylaşmak istemeyecekler mi?

Nikâh her ne kadar iki şahidin huzurunda yapılan bir akitten ibaret gözükse de; nikâhlanan gençlerin, bu akitten sonra sökün edip gelen ahlâkî, ekonomik, sosyal, psikolojik... vs. problemleri ailelerin bilgisi dışında taşımaları bir hayli zordur. Kaşla göz arasında yapılan bir nikâhın, bir başka gün yine kaşla göz arasında boşanmayla sonuçlanması durumunda, kızın ve kız tarafının mağduriyetinin hesabını kim verecektir? 

Yüce dinimize göre; nikâh esnasında ve nikâh sonrasında, ailenin en asil azası olan kadın el üstünde tutulmalı, bir kutlu emânet olarak nikâh edilmeli, bütün haklarına riâyet edilmeli, hiçbir hakkı aslâ yok sayılmamalı ve çiğnenmemeli, saygı ve sevgide hiçbir biçimde kusur edilmemeli, gerek evlenirken, gerekse boşanırken hiçbir fevrîliğe, hiçbir başıboşluğa, hiçbir patavatsızlığa, hiçbir gayr-i medenî ve gayr-i insânî davranışa maruz bırakılmamalı, nikâhlanırken hakkının korunmasında gösterilen titizlik ve duyarlılık, boşanırken de eksiksizce gösterilmelidir. 

“Velîsiz nikâh olmaz!”2 hadîsiyle nikâh kurumunda velilerin, yani anne ve babanın iştirak ve izinlerinin mühim bir şart ve hak olduğunu beyan buyuran Allah Resûlü (asm); diğer yandan kızın rızası dışında velisi tarafından nikâha zorlanmasını da tasvip etmemektedir.3 Her ne kadar, âkıl ve bâliğ olan erkek ve kadının, evlilik tercihi hususunda tam ehliyetleri varsa da; bu konuda çocuklar ile anne-baba arasında mutlak sûrette karşılıklı anlayış, saygı, sevgi ve nezaket hâkim olmalıdır. Evlât, anne ve babasından geçmemeli; anne ve baba da, evlâdının tercihlerini göz ardı etmemelidir.

Altın takıya gelince: Altının erkekler için gerek süs eşyası olarak, gerek kap, saat ve malzemelerde katkı maddesi olarak kullanılmasını yasaklayan Peygamber Efendimizin (asm), bazı istisnaî durumlarda “altın yüzüğe” müsaade buyurduğu rivayet edilmektedir. Muhammed b. Mâlik (ra) diyor ki: Ben Bera Hazretlerinin (ra) parmağında altın yüzük gördüm. O sırada, ona niçin bu yüzüğü kullandığı soruldu. O da cevaben: “Bu yüzük, Resûlullah Efendimizin (asm) bana bahşettiği bir armağandır. Bunu bana Resûlullah (asm) takmıştır ve, ‘Allah’ın ve Resûlullah’ın sana taktığı bu yüzüğü kullan’ buyurmuştur” dedi.4

Bu hadisten ve altının haram kılınma hikmetinden hareketle; sırf tebrik ve teberrük vesilesi ve bir hatıra nişanesi olan ve nikâhlanan çiftlerin nikâh ve nişan alâmeti olarak, örf gereği, birbirlerine taktıkları “altın nişan yüzüğünün” erkekler için de “mubah” olduğuna hükmeden âlimler vardır.5

Altın yüzük bu şartlar çerçevesinde mubah kabul edilebilirse de, bu şartlar geçtikten sonra erkeğin yasağı dikkate alması, Müslüman’ın takvasına daha uygundur.

Dipnotlar:

1- Yâsîn Sûresi, 36/55,56; Hadîd Sûresi, 57/12

2- Tirmizî, Nikâh, 14

3- Buhârî, Nikâh, 1806, 1807

4- Tecrit Terc. 4/287;Umdetü’l-Kârî, 9/686; (Diğer bir rivâyet: Nesâî, Zînet, 42)

5- Tecrit Terc. 4/289

08.08.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Kendimizi tanıyabilsek


A+ | A-

Malûm olduğu üzere ‘doğru’lar insanlığın ortak malıdır. İslâmın ortaya koyduğu temel prensipler, hem insan fıtratına uygun hem de gerçek ‘doğru’ları anlatır. Bazı ilim adamlarının yıllar süren araştırmalar sonrası ortaya koyduğu ‘tesbit’ler ise, gerçekte çok daha önce âyeti kerime ya da hadisi şeriflerle anlatılmış olabiliyor. Ama pek çok ‘aydın’ımız bunu bilemediği için Avrupalı ilim adamlarının çok sonra yaptıkları ‘tesbit’leri ‘örnek’ olarak aktarıyorlar.

Yargıtay Onursal Başkanı Sami Selçuk, hukuk alanında yaptığı çarpıcı değerlendirmelerle hatırlanan bir isim. Yargıtay Başkanlığı sırasında yaptığı konuşmalar, kamuoyunda ciddî değerlendirme ve tartışmalara sebep olmuştu. Vatan gazetesine verdiği röportajda da yine dikkat çekici tesbitlerde bulunmuş. Konuşmanın bir yerinde yaptığı şu tesbit, ‘aydın’larımızın umumî zaafını akla getirdi.

Selçuk bir soru üzerine şöyle demiş: “(...) Bütün bunlar beni hep üzmüştür. Hep bir şey söylüyorum, diyorum ki Kant’ın ahlâk anlayışı Türkiye’de yerleştirilmeli. Yani her yerde geçerli evrensel ilkeye göre davranma. Sözgelimi, kendinize yapılmasını istemediğiniz bir şeyi başkasına yapmamak gibi. Yani ahlâkî davranışınızı dünyanın her tarafında geçerli olan bir ilkeye dayandıracaksınız. Aksi takdirde ahlâkla ters düşersiniz. Bütün bunlar çok önemli. Türkiye’nin belki de en önemli dertlerinden bir tanesi bu. Bakın, ben 50 yıldır Ceza Hukuku ile uğraşan birisiyim. Türkiye, bugüne kadar Ceza Hukuku’nun özüne inememiştir. Ne bilim yaşamında inmiştir, ne uygulamada inmiştir. Çünkü felsefesini tam algılayıp yerleştirememişizdir. Son yıllarımı bunun nedenlerini araştırmaya adadım. Neden, nerede yanlış yapıyoruz? Vardığım sonuç bu. Aydınlanmanın ürünü olan ceza yasalarını biz, Batı’daki aydınlanmanın o kavramlara vermiş olduğu içerik doğrultusunda yorumlayamadık.” (Vatan, 3 Ağustos 2010)

Selçuk’un aktardığı tesbitin sahibi Immanuel Kant, 1724-1804 tarihleri arasında yaşamış olan ünlü Alman filozofu. Kant, Alman felsefesinin kurucu isimlerinden biri olmuş ve felsefe tarihinin kendisinden sonraki dönemini etkilemiş bir isim. Kant’ın bu tesbiti elbette ‘doğru’ bir tesbit, ama Kant’dan çok önce o tesbit insanlığa hediye edilmiş.

Selçuk’un aktarımıyla Alman filozofu Kant’ın tesbiti şöyle: “Sözgelimi, kendinize yapılmasını istemediğiniz bir şeyi başkasına yapmamak gibi.”

Şimdi de Hadisi Şerif’i hatırlayalım: “Biriniz kendisi için istediği şeyi din kardeşi için de istemedikçe iman tam etmiş olmaz.” (Camiü’sSağir, 3880. [6: 442, Hadîs No: 9940])

Benzen mahiyette başka Hadisi Şerifler de vardır. Peki, bizim ‘aydın’ımız niçin bu gerçekleri hatırlamaz? Elbette, bu konudaki hata eğitim sistemimizdedir. İlkokuldan başlayarak üniversite eğitimine kadar ‘kaynak’ olarak Batılı ilim adanlarının eserleri dikte edilmeye çalışılır. Oysa oradaki ‘doğru’lar çok daha ikna edici bir üslûpla Kur’ân’da, Hadisi Şeriflerde ve Kur’ân tefsirlerinde vardır. Tamam, Batılı ilim adamlarını da hatırlayalım, ama bu hatırlama bize İslâm âlimlerini unutturmalı mı?

Yargıtay Onursal Başkanı Sami Selçuk, mevcut anayasanın değişmesi gerektiğini de hatırlatıp bu konuda da şöyle demiş: “Dileğim şudur: İktidar partisi muhalefetle oturup yepyeni bir Anayasa yapmanın yolunu araştırsın. En kolayı bütün Türkiye’yi temsil edecek bir Kurucu Kurultayın yasa ile oluşturulup, anayasa yapmasını sağlamaktır. AB’ye girmeyi bekleyen Türkiye’ye yaraşan budur. AB’ye giren, hatta girme umudu veren bir Türkiye, kanımca Kürt sorununu da kökten çözecektir.” (agg.)

Evet, ‘akıl’ için yol birdir. Bütün ‘dünya’dan istifade edelim, ama ‘köklerimiz’den kopmadan!

08.08.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Hassas ölçüler


A+ | A-

Geçen haftaki yazımızda Üstadın içtimaî konuları iman ve ubudiyet bahislerinden ayrı tutmadığını; sosyal ve siyasî gelişmeleri iman hizmetiyle irtibatları cihetiyle tahlil ettiğini; siyasete ilişkin bazı yorumlarında “Kur’ân, İslâmiyet, vatan ve millet namına” gibi tabirler kullandığını; meselâ 50’li yıllarda Cumhurbaşkanı ve Başbakana yazdığı bir mektupta dikkatlere sunduğu hakikatler için “Namaz tesbihatında ihtar edildi” dediğini ifade etmiştik.

Eski Muhasebe Müdürümüz ve kadîm okuyucumuz Halit Ceylan’ın mesajı üzerine, bu konuya farklı boyutlarıyla devam etme ihtiyacı duyduk.

Bunu yaparken, geçirdiği ağır rahatsızlık sonrası çok şükür iyileşmeye başlayan ve hayırlı şifalar dilediğimiz muhterem Mustafa Sungur’dan aktarılan Kadir Gecesi anekdotunu hatırlayalım.

28.9.08 tarihli “Leyle-i Kadir notları” yazımızda naklettiğimiz bu hatırada Üstadın, gecenin bir vaktinde evrad ve ezkârla meşgul olan Sungur’u çağırıp, milletvekili Tahsin Tola’ya hitaben bir mektup yazmasını istediği ve gecenin mübarekiyetinden daha fazla istifadeye odaklanıp mektup işini sabaha bırakan Sungur’u, o sabah hiç bekletmeden Ankara’ya gönderdiği anlatılıyor.

Bu örnek, hizmetle ilgili bir mektubun, yerine göre, Kadir Gecesinde okunacak evrad ve ezkârdan daha önemli hale gelebildiğini gösteriyor.

Ki, Risale-i Nur hizmetinde şahs-ı manevînin uzuvları olarak farklı alanlarda birbirini tamamlayacak şekilde, ihlâs, sadakat ve istikamet çizgisinde yürütülen bilumum faaliyetlerin, “şahsî kemalât” çerçevesinde kalan her türlü etkinlikten daha önemli ve değerli sayıldığı da bir vâkıa.

İhlâs Risalesi’ndeki “ ‘Çok kıymetli vaktimi zikir ve fikir gibi kıymettar şeylere sarf edeceğim’ deyip çekilerek ittifakı zayıflaştırmayınız... İhlâs ve rıza-yı İlâhî yolunda zerre yıldız gibi olur” (Lem’alar, s. 383) ifadelerinde aynı gerçeğin önemli ve farklı bir boyutu daha dikkatimize sunulmuyor mu?

Bu sırrı yakalayıp gereğine uygun davranabilmenin anahtarı ise, şahs-ı manevî ile müfritane bir irtibat ilişkisi içerisinde bulunmakta yatıyor.

Ve son derece önemli bir diğer nokta:

Yerine göre, siyaset ve içtimaiyata taallûk eden bir hizmet, diğerlerine takaddüm edebiliyor. Ancak bunun kararını verirken, “Güneş kamere peyk ve tâbi olmadığı gibi, saadet-i ebediyenin nuranî ve kudsî anahtarı ve hayat-ı uhreviyenin bir güneşi olan iman dahi, hayat-ı içtimaiyenin aleti olamaz” (Tarihçe-i Hayat, s. 339) ifadesinde dile getirilen son derece hassas ve önemli ölçüyü kesinlikle gözden kaçırmamak icab ediyor.

Bu hassasiyetin dikkate alınmaması, çok vahim ve tehlikeli vartaları beraberinde getirebilir.

Her halükârda birinci öncelik, rıza-yı İlâhîden başka hiçbir hedefi olmaması gereken iman hizmeti esnasında, siyaset ve içtimaiyat cenahlarında bu hizmetin gereği olarak ortaya çıkabilen görevleri yerine getirirken de bu temel ölçü ve gerçeği hiçbir zaman hatırdan çıkarmamak olmalı.

Aksi halde, adım başı tuzaklarla dolu olan bu alanlarda, Allah muhafaza, her an ayakların sürçme riski mevcut.

Ki, siyaseti ibadetle, ibadeti siyasetle eşdeğer sayan müfrit Şia anlayışı veya bir siyasî parti ekseninde yaşanan gelişmeleri “Temel esaslardan saparsanız ahiretiniz yanar, helâk olursunuz” gibi uhrevî söylemlerle değerlendiren yaklaşımlar, dini siyasî ve içtimaî hayata tâbi kılan sapmalara kayılması halinde ne gibi uç noktalara savrulunacağının ibretli örnekleri.

Öte yandan, Üstadın işgal altındaki İstanbul’da verdiği hizmetlerle tarihî katkılarda bulunduğu zafer sonrası ısrarlı davetler üzerine gittiği Ankara’da bütün zihinler yeni kurulmakta olan devlete kilitlenmişken milletvekillerine hitaben neşrettiği beyanname ile dikkatleri namaz başta olmak üzere İslâm şeairine çekmiş olması da çok manidar.

İtiraz eden M. Kemal’e “Kâinatta en yüksek hakikat imandır, imandan sonra namazdır” diye karşılık vermek suretiyle, o heyecanlı siyasî ortamda bile asıl gündemin ne olması gerektiğini ilân etmesi de...

08.08.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

YAŞ’ın ardından… (2)


A+ | A-

Vaziyet şu ki, önceki yıllarda çoğu “irtica” bahanesiyle “disiplin suçu” perdesindeki ihraçlara karşı, “onay makamı” olarak bir işe yaramayan “şerh koyma” siyasî primiyle geçiştiren Başbakan, belli ki bu kez tıkanan YAŞ krizini, referandumda kullanmakta…

Oysa, haklarında soruşturma açılan subayların terfi durumlarını düzenleyen Türk Silâhlı Kuvvetleri Personel Kanunu’nun 65. maddesine rağmen, “Balyoz listesi”nde bulunanlardan bazıları terfi edilip atamaları yapılmakta.

“Balyoz dâvâsı’nda ismi geçenlerin terfi edilmeyip önemli görevlere atanmadığı” medyatik propagandanın tersine, terfi ve atamaların yapıldığı anlaşılmakta.

En evvel, 1. Ordu Komutanlığına, 28 Şubat sürecinde 4 Şubat 1997’de “demokrasiye balans ayarı vermek için” Sincan’da tankları yürüten komutan” olarak geçen Kara Kuvvetleri Eğitim ve Doktrin Komutanı (EDOK) Orgeneral Erdal Ceylanoğlu atandı.

Ve Ceylanoğlu’nun tuğgeneral rütbesiyle Kara Kuvvetleri Komutanlığı Okullar Daire Başkanı olarak orta dereceli askerî okul komutanlıklarına gönderdiği 25 Temmuz 2004 tarihli “gizli emir”de, Gazali’den İbn-i Haldun’a, Erzurumlu İbralim Hakkı’dan Ali Fuat Başgil’e, Necip Fazıl’dan Şerif Mardin’e kadar, aralarında Peygamberimizin hayatını anlatan “Çöle İnen Nur” kitabının da bulunduğu 53 ilmî ve dinî kitabı,“gençleri yanlış yönlendirici ve zararlı nitelikte” bulup, “askerî rapor”la yasaklattığı belgeleriyle okunmakta… (Kâzım Güleçyüz, Ordu ve Demokrasi, Yeni Asya Neşriyat, 96-97)

ATAMALARDA ÖLÇÜ NE?

Keza “28 Şubatçı” Ceylanoğlu’ndan boşalan EDOK Komutanlığına Erzincan Ergenekon dâvâsının 1 numaralı sanığı 3. Ordu Komutanı Saldıray Berk getirildi.

Yani, 28 Şubat’ın başaktörü dönemin Genelkurmay II. Başkanı Orgeneral Çevik Bir’in ve Korgeneral Erol Özkasnak’ın tâlimatıyla, Refahyol hükûmetine gözdağı vermek için tanklarının sokaklarda yürütüldüğü zırhlı tümen gibi Türkiye’deki bütün zırhlı birlikler, kara havacılık komutanlığı, komando birliklerinin, askerî okullar gibi bütün unsurların bağlı olduğu “ikinci bir kara kuvvetleri” olarak bilinen EDOK emrine verildi…

Yine yandaş-karşıt medyanın manşetlerinin aksine, Org. Iğsız gibi “internet andıcı” iddialarında adı geçen Genelkurmay Adlî Müşâviri Tuğgeneral Hıfzı Çubuklu tümgeneralliğe terfi edildi…

Ayrıca iddia edildiği gibi, sözkonusu atamalarda terörle mücadelede uğranılan başarısızlıkların pek nazara alınmadığı görülmekte…

Alınsaydı; karakollar saldırısı ve birlik baskınlarındaki ihmaller nazara alınsaydı, buradaki komutanların hiçbirinin terfi etmemesi gerekirdi. Bölgedeki mesul subay ve komutanlardan başlanarak en üst komuta kademesine kadar sorumlu tutulması, hesâbının sorulması gerekirdi. Tek tek sebeplerinin belirtilerek, ihmalleri sayılarak atamalarının yapılmadığının açıklanması icâb ederdi…

Bunların hiçbiri olmadığına göre, atamalarda başka başka “gerekçeler”in devrede olduğu anlaşılmakta. Ve en bâriz iki örnekte görüldüğü gibi, “Balyoz dâvâsı”, “12 Eylül” veya “28 Şubat” gibi bir etkenin doğrudan etkin olmadığı, başka başka hesapların devrede olduğu kanaati kuvvet kazanmakta…

“DÖNÜŞ” SİNYALLERİ…

Görünen o ki, YAŞ’ın son iki gününde iplerin kopma noktasına geldiği ve Cumhurbaşkanı Gül’ün devreye girip askerlerin “toplu istifa resti”ne karşı “vekâlet resti”ni önlediği haberlerinin akabinde, Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na atanacak Org. Işık’ın “Iğsız’ın mağduriyeti üzerine oturmak istemediği” yorumlarına yol açan ani “emekliliğini talebi” düğümü kördüğüme dönüştürmekte.

Gerçek şu ki, önceki yıllarda çoğu “irtica” bahanesiyle “disiplin suçu” perdesindeki ihraçlara karşı, onay makamı olarak bir işe yaramayan “şerh”ler koyup halkın nezdinde “siyasî prim” elde etmeye çalışan Başbakan ve iktidar partisi, belli ki bu kez “Iğsız olayı”yla tıkanan YAŞ krizini referandumda kullanmakta…

Ancak, hâlen çözülemeyen bol istifhamlı başdöndürücü YAŞ hayhuyundan sonra Başbakan’ın sözlerinden, medyadaki methiyeli manşetlere mukabil, bir nevî “geri adım” sinyalleri verilmekte…

Kısacası, haftalardır süren tartışmalı süreçte kriz daha da derinleşti; bir türlü “normalleşme”ye dönülemedi. En son Erdoğan ile Başbuğ arasındaki bir saatlik “geceyarısı zirvesi”nden çıkan “krizin aşıldığı” haberlerinin akıbeti ne olacak?

Sonra bu haliyle “kriz aşılmış” mı olacak?!

08.08.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.