22 Ağustos 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Selim GÜNDÜZALP

Günahlarımızı sevaplarla yok edelim


A+ | A-

Şehl bin Abdullah’a biri gelerek:

“Evime hırsız girdi. Eşyalarımı çaldı.” diye şikâyet eder.

Sehl bin Abdullah:

“Sen Allah’a şükret!” der. “Şayet hırsız olan şeytan, kalbine girip imanını çalsaydı, o zaman ne yapacaktın?!”

Kalbimiz, ah kalbimiz… Beraber olduğumuz hâlde unuttuğumuz yanımız.

Kalbimiz o kadar önemli ki, hiç ihmale gelmiyor. Tadı tuzu değişiveriyor hayatın hemen. Oysa ibadetten bir nebze, bir yudum tatsa, içse, birden değişiyor kalbimiz. O güçlü yanımızdan çok az istifade ediyoruz.

Ne güzel der Hz. Ali (ra):

“Elbiseleriniz eski de olsa, kalpleriniz yeni ve temiz olsun.”

Kalbi yenilemek ve temizlemek, Allah’ın emirlerini ve dediklerini yapmakla, yerine getirmekledir. Başıboş bir kalp, sahibine zarar verir. Kalbimizin zaafı, şeytana bir dâvetiyedir. Duygular merkeze çekilmedikçe, kalbin etrafında kümelenmedikçe ve yapılması gerekenler öne ve başa alınmadıkça, pişmanlık hep aynı kalmaya devam edecektir.

Yaptığı kötülüklere pişmanlık duymaması ve kaçırdığı iyiliklere üzülmemesi, kalbimizin zayıfladığının işaretleridir.

Kalpler ancak ve ancak Allah’ı anmakla tatmin olur. Kalp, ancak o zaman kalp olur.

Beden kalıbımız, kıvamını güçlü bir kalple bulur.

İnsanlık tarihini alt alta, üst üste, yandan, ortadan nasıl toplayıp nasıl çarparsanız çarpın, en başta gelen problemi budur. Kalpler güçlüyse, huzur vardır; kalpler zayıfsa, belâlar ve musîbetler çoktur.

Yaratıcısıyla irtibata geçememesi ya da onun emirlerine karşı lâkayt kalması, kalbi ilâhî nurlardan mahrum kılıyor. Sonra duygular yerini şaşırıyor ve insan aldanıyor, oyalanıyor. Ayakkabılar buzdolabından çıkıyor.

Her şey, yerli yerinde gerek.

Kalbimiz, Rabbimizi zikir mahalli ve ayine-i Samed’dir.

Öyle diyor Mevlânâ:

“Kalp aynası saf olmalı ki, orada çirkin sureti güzel suretten ayırt edebilesin.”

Her ne kadar kalbinde iyi bir niyet taşısa da, yapılması gerekenleri hep ertelemesi insanın, bu çağın ve bütün zamanların en baş hastalığı.

Yaptıklarından rahatsızlık duyması, pişmanlık duyması, bu da bir mertebe tabiî. Halini beğenmemek, şüphesiz bu da küçümsenmeyecek bir merhale.

Evet, dert, hastalık belli. Deva da belli. Yapılması gerekenleri öne almalı, başa geçirmeli ve bunu böyle bellemeli insan. Bunun dışında bir huzur kapısı yok çıkacağımız. Bu kapı, dar bir kapı da olsa, zahmetle dolu da olsa, arkası ferah ve fahur. Geniş zannedilen kapılar, şuursuz kalabalıklara açılıyor, pişmanlığın çoğaldığı denizlere, uçurumlara çıkıyor.

İyisi mi, dar gibi gözüken bu kapıdan geçmek…

Varsın, biraz boynumuz eğilsin, belimiz bükülsün secdelerde, kıyamlarda, rükûlarda, kadelerde. Varsın, biraz kavrulsun, yansın, tutuşsun bir yerlerimiz. Yandıkça, tutuştukça kemale erecek ve insan ne için yaratıldığını öğrenecek. O zaman kalbi, Rabbini bildirecek ve böyle bir kalbi yarattığı için Rabbine şükredecek.

Evet, insan bu kâinatın Sahibinin sırrını taşıyor kalbinde. İnancında, azminde, acizliğinde, pişmanlığında, istiğfarında, tövbesinde ve emirlerine uyup dikkate almasında, yaratılışın hikmetini ve sırrını taşıyor…

Kalp Rabbine yakın oldu mu, dertlerden, kederlerden uzak oluyor.

Kalbimiz bir bahçe gibi. Bakımını yapmaz ve dikkat etmezsek, her türlü zararlı ot ve çalı çırpı bitecektir orada. Küçücük bahçemizde bile bunlarla nice uğraş verdiğimiz mâlûm.

Ya kalbimiz?

Göz açıp kapayıncaya kadar düşmanların istilâsına hazır bir yerimiz.

Kalbimiz, Rabbimize aittir. Onun isimlerinin tecelli yeridir. Her türlü titizliği ve temizliği hak ediyor.

Bakın, şu on iki günlük oruç ile, Ramazan’da emir dinlemek ile, nice rahmete ve hayırlara vesile oluyor. Kalp güçlenince tembelliğin beli kırılıyor, ihmalin kökü kuruyor. Yapılması gerekenler öne alındıkça, kalbimiz şelâleler gibi çağlıyor, feyizlere, ilhamlara mazhar oluyor.

O zaman, kalp nereye, kalıp da oraya...

Dilden kötü bir söz çıkmıyor. Ayaklar yanlış yere gitmiyor. Gözler haramlara dalmıyor. Gıybetler, suizanlar, malayani şeyler hayatımızdan uzaklaşıyor. Bedenimiz yetmiş yaşında da olsa, kalbimiz taze bir genç gibi duruyor.

Kalbinin kıymetini bilene, Rabbi de nimetlerinin kıymetini bildiriyor. Kalbi Rabbiyle olanın hâli bir başka oluyor. O insanın, o kalbin tadına doyulmuyor. Gözünden ibret saçılıyor, dilinden hikmet dökülüyor.

Rabbini kalbî seveni(n), o kalbi yaratan Rabbi sevmez mi?

Hazine mi arıyorsun? Kendi kalbine yakın ol. Kendi kalbine dost ol.

Belki bir ömür yetmez geçmişteki hataları telâfi etmeye. Rabbimiz bunu bildiği için bir gece koyuyor Ramazan’ın içine ki, “Bin aydan hayırlı” diyor. Seksen üç yıllık bir ibadete denk tutuyor. Günlerini, aylarına böldüğümüzde, neredeyse iki buçuk yıllık bir manevî ibadetin özünü taşıyor her bir Ramazan günü. Altın saatler sunuyor… Kaçırılmaması gereken altın zaman dilimleri…

Biz Allah’ın emrettiği şeyleri öne almaya çalıştıkça, nefsimiz ve şeytanımız da habire karşımıza çıkacak ve dikilecek: “Şuna da bak, buna da bak. Şunu da oku, bunu da oku. Şuraya da git, buraya da git.” Dikkatimizi kalbimizden, yani merkezden dışarıya kaydırmaya çalışacaklar.

Her söze kulak vermemek gerekiyor. Kalelerdeki nöbetçiler, içeriye girmeye çalışan düşmanlara karşı parolayı sorarlar. Biz de öyle yapmalıyız. Bize ait olmayan fikirlere, düşüncelere ve ayartmalara karşı parolayı sormalıyız.

“Bu teklifte Allah’ın rızası var mı? Allah’ın emrine uygun mu?”

Öyle değilse geri çevirmeliyiz, yüz vermemeliyiz.

Kalbimizi ihmâl edip neler kaybettiğimize şaşanlardan biri de, Ebu Abdullah Belhî.

“Şaşarım o kimseye ki;” der. “Peygamberlerinin izleri var diye Allah’ın evine, Kâbe’ye ve Haremine varmak için sahraları, çölleri ve kırları aşarak oraya gider de, Mevlâ’nın isim ve tecellilerinin izinin bulunduğu yer olan kalbine ulaşmak için nefsini, heva ve hevesini kat etmez. Nasıl olur da nefs çölünü, heva ve heves deryasını aşmaz?”

Kalbimizin güçlenmesi sadedinde yapacağımız her yolculukta bu sözü dikkate alalım. Hayatımıza ve yanımıza katalım.

Pişmanlık her devirde hep aynı. Sadece zaman değişiyor. Gün, yıl, ay, asır değişiyor. Ülkeler, coğrafyalar değişiyor. Ama pişmanlık değişmiyor. İnsanlığın acısı, sıkıntısı, derdi, kederi sanırım burada gizli. Allah’ın yap dediklerini ertelemekte gizli.

Şüphesiz birçok insan ‘yapmayacağım’ diye yola çıkmıyor. Ama bir türlü de yapılması gerekenler yapılamıyor, olmuyor.

Neden?

Demek ki, bir yerlerde aldatılıyoruz. Açık kapılarımız var ki, düşmanlar oradan içeriye giriyor.

Rahmetli Selahattin Şimşek’in ifadesiyle:

“Gönüllerinde gizli bir kabul taşımayanları hiç kimse aldatamaz. Aldananlar, aldatanların suç ortağıdır.”

Kalbin açık kapılarına dikkat!..

Pişmanlıktan zevk almak mümkün değil. Vicdanın üzerinde ve kalbin içinde öyle ağır bir baskı meydana getiriyor ki, insan buna dayanamıyor, çatlayacak hale geliyor.

Ama her şeyi yerli yerine koyduğunda, yapılması gerekeni öne aldığında, taşlar yerine oturduğunda, derin bir nefes alıyor. “Oh…” diyor. Şükür ki, Rabbimin istediği tarzda yapmışım ve huzuru bulmuşum.

Evet, pişmanlığın çaresi, önce onu yüreğinde yaşamak, sonra da Allah’ın emrettiği gibi en önemliyi en başa alıp hayatı yeni baştan kurmak, vakti kuşanmak ve doya doya yaşamak…

Pişmanlık hep aynı.

Pişmanlığın çaresi, devası da hep aynı. Ya Allah için yapmak ya da yapmamak. İşte, bir yol ayrımındadır insan. Oruçla, ibadetle doğru yolu seçer. Ve bıçak gibi keser pişmanlığın acılarını. Huzuru seçer, kulluğu, hürriyeti seçer.

Allah’ın emrine uymakta, kalbe özgürlük vardır. Ona uymamakta kölelik vardır. Pişmanlık, bu köleliğin içimizdeki kurtuluş naralarıdır.

İnsanın Allah katında kredisi çok yüksek. Yeter ki, pişmanlığı yüreğinde hissetsin. Yeter ki, rotasını, yönünü Rabbine çevirsin. Bunun için günlere, aylara ve asırlara ihtiyaç yok. Bir âna ihtiyaç var, bir âna… Niyet edip o yöne, Allah’ın emrettiği istikamete doğru adımını atmaya başlaması, yönünü, kalbini oraya ayarlaması, her şeyin yeniden başlaması için yetiyor.

İşte Ramazan ve oruç bize bu ayda böyle bir imkân sunuyor.

İşte size bir ömür yetecek kadar müjdeli bir sahabe sözü…

Ebu Ubeyde bin Cerrah (ra) buyuruyor ki:

“Geçmiş günahlarınızı yepyeni sevaplarla yok edin. Sizden biri, yerle gök arasını dolduracak kadar günah işlese ve sonra samimî olarak tek bir iyi iş yapsa, o tek hayırlı iş, bütün günahlarının üstüne çıkar ve onları ezer.”

Hazreti Üstadımız’ın kalplere şifa, ruhlara deva olacak şu cümlesine kulak verelim:

“Hem bâzan olur ki, bir tek kelime, bir tek tesbih, öyle bir saadet hazînesini açar ki, altmış sene hizmetle o açılmamış. Demek bâzı hâlât oluyor ki, bir tek âyet Kur’ân kadar faide verebilir.” (Sözler, 314)

“Ey Allah’ım! Gaflet hâlinde canımı almandan veya gaflet içerisinde bırakmandan ya da beni gafillerden biri yapmandan Sana sığınırım.”

Hz. Ömer’in (ra) duasına biz de “Âmin” diyelim ve Ramazan’ın ortasındaki mağfiret günlerinin kıymetini bilelim.

22.08.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Bir Ramazan sünneti: Teravih namazı – 1


A+ | A-

Necati Bey: “Teravih namazı hakkında bilgi verir misiniz? Oruç tutamayanlar teravih namazı kılmalılar mı? Teravih namazı sünnette kaç rekâttir? Yirmi rekâttan daha az da kılınır deniyor; bu doğru mudur?”

Teravih namazları, Ramazan gecelerinin feyiz kaynağı, nûr tûfânı ve sevap fırtınasıdır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle uhrevî hâsılat için gayet münbit bir zemin olan Ramazan ayında resm-i geçit yapan ubudiyet-i beşeriye 1 bayramının bir neşesidir.

Allah Resulü (asm) Ramazan ayı orucu ve terâvih namazı hakkında şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz Allah Ramazan orucunu farz kıldı. Ben de Ramazan gecelerindeki namazı (teravih namazını) sünnet kıldım. Öyle ise, kim inanarak ve sevabını kesin şekilde Allah’tan umarak Ramazan ayının gündüzünde oruç tutar, gecesinde de namaz kılarsa, bu geçmiş günahlarına kefâret olur (günahları bağışlanır.)” 2

Hz. Âişe (ra) anlatıyor: “Resûlullah (asm) bir gece mescidde nafile namaz kılmıştı. Birçok kimse de ona uyarak namaz kıldı. Sabah olunca ‘Resûlullah geceleyin mescidde namaz kıldı’ diye konuştular. Ertesi gece de Efendimiz (asm) namaz kıldı. Halk yine olanları konuştu, katılacakların sayısı iyice arttı. Üçüncü veya dördüncü gece halk yine toplandı. Öyle ki mescid, insanları alamayacak hâle gelmişti. Ancak Peygamberimiz (asm) bu dördüncü gecede yanlarına çıkmadı. Sabah olunca Efendimiz (asm): ‘Yaptığınızı gördüm. Size çıkmamdan beni alıkoyan şey, namazın sizlere farz oluvermesinden korkmamdır’ buyurdu. İşte bu hadise Ramazan’da cereyan etmişti”3 buyurdu.

Ramazan gecelerinde, terâvih namazı kılmak sünnet-i müekkededir, yani kuvvetli sünnettir. Peygamber Efendimiz (asm) kılmış ve kılınmasını tavsiye buyurmuştur. Her dört rek’âtte bir dinlenmek üzere oturulduğundan “terâvih” adıyla anılan bu gece namazı cemaatle kılınabileceği gibi, tek başına da kılınabilir.

Ramazan gecelerinde ayrı bir ibâdet hazzı veren terâvih namazı orucun değil, Ramazan ayının sünnetidir. Dolayısıyla bu namaz, ister özürlü, isterse özürsüz olsun, oruç tutmayanlar için de sünnet-i müekkede hükmündedir.

Teravih namazı yatsı namazından sonra, vitir namazından önce kılınır ve yirmi rek’âttir. Teravih namazında her iki rek’âtte bir oturmak ve selâm vermek sünnettir. Peygamber Efendimiz (asm) böyle kıldırmıştır. Böylece terâvihi yirmi rek’âtte on selâmla tamamlamak, üzerinde ittifak edilen en faziletli kılınış biçimidir.

Sünnetteki bu şekil, Şâfiîlerde vücub emri şeklinde anlaşılmış; diğer mezheplerde ise, varsa genişlik verilebilecek yönler üzerinde durulmuştur. Bundandır ki, Şâfiîlerde terâvih namazında “iki rek’âtte bir selâm vermek” vâciptir.

Hanefîlerde iki rek’âtte bir selâm vererek kılmak daha fazîletli olmakla berâber; dört rek’âtte bir selâm vermek de, iki rek’âtte bir selâm vermek gibidir. Selâmı dört rek’âtten fazla geciktirmek ise mekruhtur. Hanbelîlere ve Mâlikîlere göre ise, yirmi rek’ât tek selâmla kılınırsa namaz sahihtir; fakat her iki rek’âtte bir “selâm sünneti” terk edildiği için, böyle yapmak mekruhtur.

Aslında dikkat edilirse, dört mezhep de aynı nokta üzerinde birleşmiştir. O da şu ki: Terâvihte iki rek’âtte bir selâm vermek sünnettir ve efdal olan budur.

Cemaatle kılınan namazlarda cevaz verilende değil; efdal olanda birleşmelidir. Fakat eğer imam dört rek’âtte bir selâm vermeyi tercih etmişse, arkasındaki Şâfi cemaati de imama uyarak dört rek’âtte bir selâm verir. Şâfi cemaatin, imamdan ayrılarak ikinci rek’âtte selâm vermelerine gerek yoktur. İmama uydukları için dört rek’âtte bir selâm vermek kendileri için mekruh olmaz.

Dipnotlar:

1- Mektubat: s. 682.

2- Câmiü’s-Sağîr, 2/460.

3- Buhârî, Salâtu’t-Teravih 1, Cuma 29, 5; Müslim, Müsâfirîn, 177, (761); Muvatta, Salâtfi’r Ramazan 1, (1, 113); Ebû Dâvud, Salât 318, (1373, 1374); Nesâî, Kıyâmu’l-Leyl 4, (3, 202).

22.08.2010

E-Posta: [email protected]



Yasemin GÜLEÇYÜZ

Şefkat kahramanlarından Naile Özer (3)


A+ | A-

Geçtiğimiz haftalarda tanıttığımız şefkat kahramanlarından Naile Özer’in hatıralarını kızı Sümeyra Bulduk’tan naklen sizlere aktarmıştık.

Sümeyra Hanımın itina ile sakladığı annesinin evrakları arasında bize verdiği dokümanlardan bir tanesi de Mustafa Sungur Ağabeye ait bir mektup.

Naile Özer ve arkadaşları Risâle-i Nur sohbetlerinde daha fazla bilgi sahibi olmak istedikleri konuları mektupla Sungur Ağabeye iletirler. O da bu suâlleri üzerine onlara cevabî bir mektup gönderir…

Bu tablo, hanımların Risâle-i Nur’u okurken “gazete” gibi okumadıklarına, ne kadar dikkatli ve bilinçle hareket ettiklerine ibretli bir delildir.

Oldukça yıpranmış halde muhafaza edilen bu mektubu, Sümeyra Hanım bize gösterdiğinde Sungur Ağabeyin kızı ve torunları büyük bir merakla mektubu incelediler. Emanet olarak aldıkları mektubu bizim için yayına hazırladılar.

Bu konudaki yardımları için özellikle Zehranur Güngör’e teşekkür ediyoruz. Yeri gelmişken Mustafa Sungur Ağabeye de şifalar diliyoruz…

MUSTAFA SUNGUR AĞABEYİN, NAİLE ÖZER VE ARKADAŞLARINA YAZDIĞI MEKTUP

Mustafa Sungur Ağabeyin Naile Özer ve sohbet arkadaşlarının sorularına gönderdiği cevabî mektup:

Azize Hemşirelerimiz;

Sizin Nurlara çok halisâne ve iştiyakla alâkanızı görmekle, ne kadar sevindiğimi ifade edemem. Bu acip ve dehşetli zamanda siz iffet ve istikamet örnekleri hemşireleri Nur dairesine ihsan eden Rabb-i Rahim’e hadsiz şükürler olsun. Nur derslerine devamınız ve okuyup dinlemenizdeki istifade ve feyziniz ne kadar aşikâr… Feyiz alan kalbiniz gibi, aklınız da, fikriniz de inkişaf ediyor ki: Bu asrın dehşetli fırtınalarına karşı sarsılmamak ve metanetle yürümek hâletini gösteriyorsunuz. Muazzez Nur Üstadımızın buyurdukları gibi; “Bu zamanda kahramanca ahirete yürümek lâzım...” hakikatini fiilen izhar ediyorsunuz. Sizleri en derin kalbimizden tebrik ederiz. Cenâb-ı Hak, hayatınız boyunca sizleri Sünnet-i Seniyye dairesinde daim ve kaim eylesin... Ebedî saadete kavuşanlardan kılsın âmin…

Nurlardan bazı bahisler sordunuz. Şimdi bu hapsimizde lâyıkı vecihle size cevap vermek mümkün olmayacak. Hem esasen, sizlerin temiz kalbiniz ve berrak ruhunuzla müteveccih olduğunuz Nurlardan pek çok ders aldığınız bedihîdir... Bu ders-i Kur’ân, elbette müştak talebelerini mahrum bırakmaz. Ve bırakmıyor. Nedir o, bu zamanın dâhilerine dahi parmak ısırtacak derecede Nurun fedâkâr talebelerinin sadakatle hizmetleri... Hayatlarını bu hakikat-ı Nuriyeye vakfederek kemal-i teslimiyetle hâdiselerin tazyiklerine tahammül ve sabır ile metanetleri... Ve dünyevî, nefsî arzulara sırt çevirip Kur’ân ve iman nurlarıyla gıdalanmaları gibi çok haller var ki, hakikaten Nur Talebeleri, nice pehlivanları mağlûp ve nice dâhilerin ayağını kaydıran bu asrın fitnelerine ve cazibedar lehviyatlarına meydan okuyup, kendileriyle beraber başkalarının da kurtulmasına çalışıyorlar…

Evet evet... Kendilerine akıllı ve medenî süsü veren ve ilericilik taslayan ve kendi ellerindeki kanunların dahi suç saydığı nice suç ve günahları severek işleyen, millete, memlekete hiçbir menfaati olmayan, belki birer anarşist mânâsında bu güzel yurdun ve asil milletin ebedî şeref ve haysiyetini yıkmaya, millî mefharetlerini ortadan kaldırmaya azmeden ve hayat-ı içtimaiyyeye muzır birer canavar hükmüne geçen sayısız bedbahtlar, gaflet ve dalâlet zulümatına yuvarlanan sapık yolcular, bu milletin en güzide çocukları, en bahtiyarları olan Kur’ân Nurcularına, iman sahiplerine sırf imanları ve İslâmiyetleri için ilişiyorlar. Şeytanın desisesi ve nefsin firavunluğu ile sebepsiz ve mesnetsiz ehl-i hak ve hakikata taarruz ediyorlar. Cenâb-ı Hak da şu âlemde halk ettiği kanun-u mübareze ve sırr-ı imtihan düsturu ile elmas ile kömürü tefrik etmek, birbirinden ayırmak, yani Ebubekir-i Sıddıkin âli ruhu ile Ebucehil-i-lâiyn’ın ruhunu birbirinden temyiz etmek hikmetiyle ehl-i dalâletin hücumuna müsaade ediyor... Bununla ehl-i hak, hem bazı kusuratının cezasını görüyor, hem hatalarından ikaz ediliyor, hem sevab-ı uhrevîye nâiliyet ve kısacık musîbetlerle ebedî saadetli neticelere mazhariyet hâsıl oluyor... Nurlarda bu hakikat, gayet güzel beyan ve ifade edilmiştir.

Nurlardan istifade etmek bahsinde, her bir talebe, ne kadar âmi de olsa istifade eder demiştik. Buna misâl olarak da; nice allâmelere parmak ısırtacak bir fedakârlık ve kahramanlıkla bu asrın dehşetli cereyanlarına mukabele eden Nur Talebelerinin bu hasletlerinin, onların ruh, kalp ve akıllarının ders-i Kur’ândan istifadelerinin neticesi olduğunu ifade etmiştik. Şimdi ise geniş bir dairede Anadolu dershanesinde her yerde Nurların hakikatları taallüm edilmektedir. Câmiü’l-kelâm denilen bazı tabirler ve kelimeler var ki onların öğrenilmesi lâzım geliyor. Çünkü onlar terim gibi, kanun gibi, çok hakikat ve mânâları ifade ederler. Bu gibi İlâhî, gaybî ve manevî hakikatler gibi kâinatın her tarafına, ezel ve ebede bakan küllî ve ihatalı mânâlar ve hakikatlerin başka şekilde ifadesi gayet müşküldür, hatta imkânsızdır. Kudsî Üstadımız, Esma-i İlâhiyye dürbünüyle görüp keşfettiği ve bu asrın idrakına, anlayışına ders verdiği Kur’ân ve iman hakikatlarının beyan ve izahında, o hakikatları olanca azamet ve kudsiyetiyle ifade edebilmek ve okuyucuların akıllarıyla beraber, kalp, ruh, sır gibi ulvî duygularının dahi gıdalanabilmesi, feyiz alabilmesi için o kudsî mânâlara yakışır kelime ve kelâmlarla te’lifatta bulunmuş. Hem bu milletin 1000 yıllık İslâm nuruyla mezc olmuş ahlâk, edebiyat ve tarihî lisanı da ihyâ eder şekilde maziyle bağlarımızı lisan cihetinden dahi muhafazaya çalışmıştır. Bununla beraber Nurlar Osmanlıca değil, daha ileride, öz Türkçeden akan ve fışkıran kelimât-ı tayyibeler, iman ve Kur’ân hakikatleridir…

İnsan bir hafta veya bir ay bazı kelimelere müteveccihen çalışsa, ömrünün sonuna kadar âb-ı zemzem misillü ruhuna akacak, teneffüs edeceği hayat ve neş’e bulacağı bir saadet sarayına, bir gül bahçesine veya bir nur âlemine malik olur… Ve her zamanda, anında, onunla rahat bulacak, dertlerine derman elde edecek… Ve cidden tam ünsiyet edeceği, hakikî bir sevgiliye, ölümsüz bir mahbuba kavuşacaktır…

Bu da ‘Bismillâhirrahmânirrahim’in sırrıdır ki: Rahman Rahim isimleriyle mahlûkatının imdadına koşan, en edna bir mahlûkun en edna bir ihtiyacını tam yerinde ona yetiştiren Rahman ve Rahim olan Allah; şu zaman-ı dehşette boğulmak derecesine gelen, bunalan kullarına imdat ediyor. Nur-u Kur’ân’dan fışkıran Nur Risaleleri ve Nur hizmetinin âlemi kaplayan saadetli neticeleri, meyvedâr hakikatları doğrudan doğruya “Bismillâhirrahmânirrahim”in şa’şaalı tecellî ve tezahürleridir… Hadsiz hamd-ü senalar olsun Rahmet ve Kerem’inin bu türlü şirin defineleriyle biz âciz kullarının imdadına yetişen, bu asrın karanlığından kurtaran, Nura ve saadet ufkuna yönelten, imanla ebedî hayat nimetini bahşeden Rabb-i Rahim-i Zülcemal’e…Nurlardan bazı cümle, kelimat ve bahisleri inşâallah başka vakit yazacağım… Duâlar eder, duâlarınızı rica ederim, muhterem ahiret kardaşlarım- M.Sungur

22.08.2010

E-Posta: [email protected]



Hüseyin GÜLTEKİN

Darbeler,referandumlar ve Yeni Asya


A+ | A-

Garipliklerin, tuhaflıkların yaşandığı bir ülkede hayat sürüyoruz. “Hafıza-i beşer nisyan ile malüldür” kaziyesince yaşanan olaylar çok çabuk unutulunca, yaşanan hadiselerin mahiyeti ve insanların bu hadiselere karşı takındıkları tavır ve davranışlar da çabucak unutuluyor. Daha da ötesi, zamanla insanların takındıkları yanlış duruşların üzerine bir sünger çekilip, hiçbir şey olmamış gibi hiçbir kusur yapmamışlar gibi bir pişkinlik içerisine girilebiliyor bazılarınca. Bu meyanda geçmişte yaşanan olaylar karşısında dik durup, doğru ve merdâne bir tavır sergileyen insanların ve câmiâların takdire şâyân bu durumları kolayca unutulup, görmezlikten geliniyor.

Unutulan veya o zaman takınılan tavırları ters yüz ederek millete yanlış olarak yutturulmaya çalışan bir olay da şimdi referandum konusu olan Seksen İki Anayasası.

Günümüzde hemen hemen hiç kimsenin, hiçbir kesimin kabullenmediği, sahiplenmediği bu ihtilâl anayasasının, o zaman yüzde doksan iki gibi yüksek bir oyla kabul edilmesi neyi ifade ediyor sizce? Bu yüzde doksan ikilik kabul oyunu kimler verdi? Geriye kalan yüzde sekiz gibi küçücük hayır oylarını kimler verdi o zaman? O zamanın şartlarında ihtilâl anayasasına kimler bazı tehlikeleri, bazı riskleri göze alarak “hayır” diyebilme cesaretini gösterebildi? Veya o zaman hangi insanlar, hangi camiâlar bu anayasanın bir darbe anayasası olduğunu, dolayısıyla kanunlara uygun meşrû bir anayasa olmadığını; bunun millete zorla dayatıldığını, ileride bu anayasanın millet için, ülke için sıkıntı kaynağı olacağını ferasetiyle, basiretiyle görebildi ve bu görüşlerini de mertçe söyleyebildi?

Şimdi geçmişte yaşananları bilip öğrenmeden herkes, referanduma gidecek olan mevcut darbe anayasasının bazı maddelerini değiştirmeye yönelik paket hakkında konuşuyor. 82 Anayasası’nın oylaması sırasında o zamanlar aşkla, hararetle lehte konuşanlar, yazı yazanlardan hemen hiç kimse artık bu anayasa hakkında—savunmak bir tarafa—aleyhte atıp tutuyor. Tabiî otuz yıl sonra da olsa darbe şakşakçılarının bu seviyeye gelmeleri yine de İnşâallah hayra alâmettir.

Ama bu defa da bazı yanlışlar yapılıyor. Bir kesim, anayasayla ilgili bu kısmî değişiklik paketini sanki bir devrim niteliğinde görüp, bunun kabulü durumunda yaşanmakta olan bütün sıkıntıların sanki son bulacağını abartılı bir şekilde halka anlatarak ifrata gidiyorlar. Diğer kesim de siyasî hesaplarla pakete karşı çıkarak halkı o yönde yönlendirmeye çalışıyor. Halbuki biz biliyoruz ki, referanduma gidecek olan bu anayasa paketi ne temel sıkıntıları sona erdirecek bir değişikliktir; ne de tamamen içi boş, karşı çıkılacak bir metindir.

İşte şimdi, üzerinde bir çok siyasî hesaplar yapılarak referanduma götürülecek olan bazı maddeleri içinde bulunduran darbe anayasasına, tâ o zaman tamamına birden tavır koyarak açıkça karşı çıkan o yüzde sekizlik isabetli ve merdane duruş sergileyen grubun içinde Yeni Asya camiasının bulunduğunu dost düşman herkes biliyor. Bir tahdis-i nimet olarak bu doğru ve cesurâne duruşumuzu o zaman bir çok insan belki anlamakta zorluk çekmişti. 12 Eylül darbesine ve darbecilerin hazırladıkları anayasaya niçin destek vermediğimizi bir çok dost çevremiz dahi anlayamadıkları gibi sırf bu tavrımızdan dolayı bizi en ağır şekilde kınayıp ayıpladıklarını da yaşayarak geldik.

1982 Darbe Anayasasının oylamasında bir seçim bölgesindeki sandık başkanlığımız esnasında, sırf anayasaya “evet” lehinde bulunmayıp, tarafsız bir tavır içinde olduğum için darbeci zihniyeti benimseyen muarızlardan başka dost bildiğim çevremden bana isnat edilen “hain”, “devlet düşmanı” gibi hakaret içeren sataşmaları acı birer hatıra olarak hatırlıyorum.

Yine o günlerde darbeye ve darbe anayasasına karşı çıktığı için Yeni Asya gazetesinin başına gelenleri bazı insanlar görmezlikten gelseler de, bu şerefli duruş tarih sayfalarındaki yerini aldı. Tuhaf olan şu ki, darbecilere ve onların hazırladıkları anayasalarına tereddütsüz destek verenler; bugün kendilerini darbe mağduru diye millete takdim etmekte hiçbir sakınca görmüyorlar.

22.08.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Milletin kalbindeki ‘yara’


A+ | A-

Kalplerdeki asıl ‘yara’nın manevî yaralar olduğunun farkında olmalıyız, ama ‘derin’ olmasa da başka yaralarımız da var...

Bu yaralardan biri de ‘milletin kalbi’ mahiyetindeki TBMM’deki ‘yara’dır. Tam anlamıyla hür ve demokrat olmayı başaramadığımız için, yıllardan beri devam eden bu ‘kanama’yı da durdurabilmiş değiliz. Siyasetçilerin, seçim meydanlarında verdikleri güzel sözleri Meclis’e gittiklerinde bir anda unutması ve başka bir kimlik ve kişiliğe dönüşmesi ‘oy veren’leri her zaman şaşırtır. ‘İyi’ bildikleri temsilcilerin, o çatı altına girdiklerinde ‘kötü kararlar’a imza atması, sık karşılaşılan bir durum...

“İyi” vekillerin bir anda değişmesinin sebebi ‘belgeli’ olarak bilinmese de tahmin edilir. Çünkü Meclis’te, uzun yıllar önce açılan ve günümüze kadar kapanmayan ‘derin bir yara’ vardır. Bu yarayı başka isimlerle de isimlendirmek mümkün. Sözkonusu yara, bir bakıma Meclis’i vesayet altına alan bir uygulama olarak devam edip gelmiş.

Ankara’da yaşayanların belki de ‘normal’ karşıladığı bir durum var: Başşehrimiz devasa devlet binalarıyla ‘süslenmiş’ durumda. Bu devasa binaların çoğu ‘bürokrasi’nin kaleleri durumunda. Milletin temsil edildiği—meselâ—başbakanlık binası ise o azamet karşısında köşeye sıkışmış gibi durur. Ankara’ya ara sıra gidenlerin hissettiği bu hali gündeme taşıyan bir yazıda şöyle denilmiş: “Ankara’da devlet binalarının dış cepheleri bile, Türkiye’nin siyasî kültürü(nü)n aynaları. Genelkurmay, Kara Kuvvetleri, Hava Kuvvetleri, Deniz Kuvvetleri, dalga dalga azamet ve kudret yayan devasa mekânlara meskûn. Başbakanlık adeta, Millî Savunma Bakanlığı’nın tepeden baktığı bir müştemilat. (Sezin Öney, Taraf, 7 Ağustos 2010) Kimileri bu durumu önemsemeyebilir, ama Türkiye tam anlamıyla hür ve demokrat bir ülke olacaksa; ‘görüntü’ de çok önemli. Tersi olması gerekirken niçin böyle olmuş ve bu yanlış sürüp gelmiş?

Benzer ‘yanlış görüntü’ Meclis’teki ‘koruma görevli’ taburun varlığıyla da yaşanıyor. “En sivil” olunması gereken yerde “bin kişilik tabur”un görev yapması; hür ve demokrat bir ülke ‘görüntüsü’ne yakışıyor mu?

“Meclis’teki asker” konusu bilhassa 12 Eylül 1980 darbesinden sonra sıklıkla gündeme gelen bir konu. Demokrat iktidarlar ve demokrat siyasetçiler her fırsatta bu konuyu gündeme taşıyıp TBMM’nin ‘görüntüsü’nün düzelmesi için gayret sarf ettiler. Ancak her defasında bir mani çıkıp bu hayırlı adım atılamadı. Anlaşılıyor ki millet menfaatine olan bu adımları engelleyen güçlü bir ‘lobi’ ‘milletin kalbi’ sayılan Meclis’te yer etmiş. Konu ile ilgili yazıda şu bilgiler yer almış: “Mecliste uçan sineği bile gözetleyen birkaç çift Genelkurmay gözü var. Fiilî bir ‘lobi bürosu’ olarak nitelendirilebilecek, gayriresmî bir Genelkurmay denetleme ve müdahale birimi yani. TBMM’de, Genelkurmay tarafından görevlendirilen bir binbaşı bir de sivil memur her daim hazır bulunuyor. ‘Sözde’, Mecliste resmî görevleri bulunmuyor. (...) Askerî kanattan olanlar, diledikleri her komisyonun toplantısında hazır bulunuyorlar. (...) Her ‘kritik’ alandaki milletvekili çalışmalarda bu ‘göle lobi’ takipte. (...) TBMM’deki her kanun tasarısı, yasama sürecine ilişkin hemen her önemli belge, bu ilgili birimin vasıtasıyla, Genelkurmay’a iletiliyor.” (agg., 7 Ağustos 2010) Bu bilgiler her halde ‘iş olsun’ diye Genelkurmay’a iletilmiyor. Çok önemli anlarda ‘sürpriz’lerin yaşanması her halde bu çalışmaların sonucu yaşanıyor.

Şunu bilmek lâzım ki, bu ‘iş’leri düzeltmeden hür ve demokrat bir ülke olmak mümkün olmayacak. “Milletin kalbi” mahiyetindeki Meclis’i saran bu ‘yara’ların acilen tedavi edilmesi lâzım vesselâm...

22.08.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.