14 Ekim 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Ali Rıza AYDIN

Demokrasi, herkes için gerekli!


A+ | A-

Orijinali Yunanca “demokrasiya” olan demokrasinin kısa tarifi: Millî iradeye, hür seçime dayanan irade/yönetim şekli.

Demokrasi rejiminde halk, yöneticileri kendi seçer. Teşkilâtlanmış partilerce yürütülmesi, aralarında muvâzaa (gizli anlaşma) bulunmayan en az iki partinin varlığı, subayın ve hâkimin hiçbir şekilde politikaya karışmaması gibi temel şartları vardır, demokrasinin.

Demokrasilerde seçim hür, basın hür, sendika hür, toplu sözleşme hür, grev hür, yargı hür, fikir hür; din, vicdan, inanç, ibadet hürdür. Hâlâ hasretini çektiğimiz kıyafet hürriyeti, demokrasinin en mümeyyiz vasfıdır. Yani demokrasi, insanın, insanca yaşama standardının prospektüsüdür, sanki.

Böyle olmakla birlikte demokrasiyi, sadece siyasal irade ve devlet idaresi kalıbı içine sıkıştırmamak, onu, hayat tarzına dönüştürmek gerekir. Yukarıda ifade edildiği gibi, insanın var olduğu yerde, insanın hayat kalitesinin göz önünde bulundurulduğu her yerde demokrasi gerekir. Bunun için de, önce, fert ölçeğinde demokrasiyi özümsemek, onu hazmetmek, onu talep eder olmak ve ona sahip çıkmak gerekir.

“Üstün bir demokrasinin huzur verici atmosferinden nasibini alan toplumlar, adalet ve eşitliğin hakikî mânâsını kavramış ve cemiyet nizamında onların dozunu tayin etmeyi başarmış olanlardır.”

Demek ki, demokrasinin uygulanmasında, ondan yararlanmada adalet ve eşitlik kavramını iyi anlamak ve bunların dozunu iyi ayarlamak gerekiyor.

Ülke huzurunun ilk basamağı, toplum nizamının düzgün işleyişidir. Toplum nizamının düzgün işlemesinde önemli âmil, kurumların düzgün işlemesi, işlerin düzgün görülmesi, bunu yaparken de halkın taleplerinin görülmesi; onlara, düzgün muhasebe, düzgün muâmele, düzgün mukabele edilmesidir.

Demokrasi, herkes için gerekli!

Kurumlara, birimlere lâzım olan demokrasi, bireyde de hüsn-i kabul görmeli. Birey buna, önce kendinden yani kendi kişilik haklarından ve hürriyetlerinden başlayıp, başkalarını da aynı değerler manzumesi içinde gördükten sonra ıyâlinde, sonra idaresinde bulunanlarda; evde, işte, okulda, mektepte, medresede demokrasiyi uygulama nezahetini, nezaketini gösterebilmeli; adaletle muâmele edebilmeli.

Huzurun, sükûnun, mutluluğun; buna paralel olarak da itaatin hayat bulması, birbiri içinde mütedahil daireler gibi etkileşim halelerinin bütün topluma yansımasıyla mümkün olur.

“Demokrasi her şeyden evvel vatandaşın yani bireyin irade kuvvetine ve karakter terbiyesine dayanır.”

Demek ki, önce, “demokratlaşmak” yani demokrasiyi hayatın her kademesinde uygular olmak, demokratik bir şekilde davranmak; takiben de, “demokrat” olmak gerekiyor.

Evet, demokrat olmak!

Yani demokrasiyi özümsemiş, yani hürriyetlerden yana; halka yakın, insana kıymet veren, olaylara objektif bakan ve “kadife” gönüllü bir kimse olmak…

14.10.2010

E-Posta: [email protected]



Suna DURMAZ

Saçımın tellerine aklını taktı siyaset!


A+ | A-

Annem okul eğitimi alamadığından, okuma-yazma bilmiyordu. Ancak, sahip olduğu kuvvetli iman nuruyla mânevî olarak bütün kâinatı ve bu kâinat üzerine akseden İlâhî tecelliyâtı okuyabiliyordu. Elindeki imkânlar ölçüsünde evlâtlarını inançlı birer insan olarak yetiştirme gayreti içinde olan annem, kâinat kitabını bilinçli bir şekilde okuyabilmemiz için Kur’ân-ı Kerim eğitimi almamız gerektiğine inanıyor ve bunun için çaba gösteriyordu. Annem mukabele ve mevlit toplantılarından başka dinî cemaat bilmezdi. Siyasî partilerle hiçbir alâkası yoktu. İslâm dinine kim hizmet ederse onu tutardı.

Rahmetli babam ise Köy Enstütüsü mezunu bir ilk okul öğretmeni idi. Anne ve babası dindar olan babam da esas itibariyle inançlıydı. Ancak Köy Enstitülerinde verilen katı laik eğitim neticesi olarak gençlik yıllarında dinin gereklerini yerine getirememişti. Fakat zamanla dine doğru eğilmeye başlamıştı. Benim çocukluk günlerimde, babam Ramazan orucunu tutar; Cuma ve Bayram namazlarına giderdi. Beş vakit namaza ise, ben evlendikten sonra başladı. Siyasî olarak da Adalet Partisi’ni desteklerdi.

İşte ben, böyle bir anne ve babanın evlâdı olarak büyüdüm.

Fıtratımda dine karşı bir muhabbet vardı. Ne varki, bu muhabbeti tatbik ettirecek dinî bilgilere sahip değildim. Annemin bana telkin ettiği dinî bilgiler ise pratik olarak İslâm dinini yaşamama yardımcı olmuyordu. Doğrusu bu ya, ben de kapı kapı dolaşıp dinî bilgi arayışı içinde değildim. Süleymancılar, Nurcular, Millî Görüşçüler, Adıyamancılar, Işıkçılar gibi isimlendirilen cemaatlerin hiçbirini tanımıyordum. Çoğu dindar olan akrabalarımız ise başka vilayetlerde idiler. Onlarla da görüşüp etkilenme imkânım yoktu. Buna rağmen, dine karşı beslediğim muhabbet gittikçe artıyordu. Belki de, sıklıkla Kur’ân-ı Kerim okumamdı bu muhabbetin sebebi.

17-18 yaşlarıma geldiğimde, bir başörtüsü sevdasıdır başladı tâ ruhumun derinliklerinde. Ama görünüşüme bakanlar içimde bir başörtüsü sevdası taşıyabileceğime inanamıyorlardı. “Bir gün gelecek örtüneceğim” dediğimde, en yakınlarım dahi sözüme inanmayıp “Hadi canım sen de!” diyorlardı. Aslında bu tavırlarında haklılardı da. Başörtü sevdasını tetikleyen dinî ilmim yoktu. Kur’ân-ı Kerim’i yüzünden okurdum. Mânâsını araştırmadığımdan başörtüsü âyeti diye tanımlanan Nur Sûresi 31. âyetten de haberdar değildim. İzmit’teki başörtülü kız sayısı parmakla gösterilecek kadar az olduğundan, etkilendiğim kızlar da yoktu. İşte bu yüzden “Nereden çıktı bu başörtüsü sevdası?” diye şaşırıyorlardı.

18 yaşımı doldurduğumda İzmit Belediyesi Elektrik İşlerinde memur olarak göreve başladım. Daha sonra da Türkiye Elektrik Kurumuna geçtim. İşimi çok seviyordum. Ancak içimdeki başörtüsü sevdası da git gide büyüyordu. İki sevgi arasında kalmıştım. Yönetmeliğe göre başörtü takarak memurluğa devam etme imkânım yoktu. Birini seçmem lâzımdı. Ya iş veya başörtüsü! Ben de başörtüsünü seçtim. Ancak bu kararımı ne aileme, ne de başkalarına açabildim.

Üniversite mezunu değildim. Benim durumumdaki birinin iş bulması kolay değildi. Tâbiri caizse, “Ekmeği geri tepmek!” gibi bir şeydi benim kararım. Bu yüzden, babam ve erkek kardeşlerimin kesinlikle karşı çıkacaklarını bildiğimden, kararımı içimde saklayıp işime devam ettim.

Başörtü takabilmem için önümde tek yol vardı. O da dindar biri ile evlenmek idi. “Evlenirsem ailem bana karışamaz” diye düşünüyordum. Bir çok genç kız tabiî olarak yuva kurup çoluk-çocuk sahibi olmak için evlenmek ister. Ben de başörtüsü takabilmek için evlenmek istiyor ve bu isteğime cevap vermesi için her gece Rabbime duâ ediyordum.

Çok geçmeyip 22 yaşıma girdiğimde, fıtrî imandan kaynaklanan başörtüsü takma isteğime Cenâb-ı Hak cevap verdi ve Erzurum Atatürk Ünv. İslâmî İlimler Fakültesi mezunu olan kütüphaneci Ahmet Durmaz ile evlendim. Evlendiğimin ertesi günü örtündüm. 10 gün sonra âdet üzere aileme “el öpme ziyareti” yaptığımda, başörtüsü örtebilmek için istifa ettiğimi açıkladım. Babamın ilk söylediği söz “Kızım ya boşanırsan ne olacak?” olmuştu. Ben de “Babacığım ben boşanmak için evlenmedim ki!” diye cevap vermiştim.

Başörtüsü serüvenimi yazmamın sebebi, benim gibi milyonlarca kadın ve genç kızın hiçbir siyasî parti veya cemaate bağlanmadan başörtüsü taktığını beyan etmek istediğim içindi. Ne yazık ki, bir ubûdiyet simgesi olarak iftiharla takılan başörtüsü, bugün politikacıların elinde bir siyaset malzemesi olarak kullanılmaktadır.

Doğrusu bu bana çok ağır geliyor. Karşılarına çıkıp, “60 yıldır çektirdiğiniz işkence yeter artık. Size ne benim başörtümden, saçımın telinden! Başörtüsü ne cemaatleri temsil eder, ne de siyasî bir partiyi. Başörtüsü gönüllerdeki İlâhî aşkın ulvî bayrağıdır” diye haykırmak istiyorum.

Bir şarkıda “Saçının tellerine gönlümü taktı kader” der. Bizim CHP ise, başörtüsüne gönül veremediğinden olacak, saç tellerine aklını taktı!

Kemal Kılıçdaroğlu, başörtüsü, türban ve şal arasındaki farkı dahi bilmeden İran ve Pakistanlı hanımların taktıkları örtüleri başörtüsüne örnek olarak gösteriyor.

Başörtüsü başı ve boynu örter. Allah’ın “örtü” emrini yerine getirmek isteyen Müslüman kadınların başlarına örttükleri örtüdür. Başörtüsünün illeti saçlar değildir. Kafada sırma saçlar olması gerekmez; kel de olabilirsin.

Türban ise başa sarılan ve boynu açıkta bırakan bir nev'î sarıktır. Dinî bir anlam taşımaktan ziyade kültürel bir aksesuardır. Türban takmak için Müslüman olmak gerekmez. Yahudi kadınlar da başlarına bere veya türban takarlar. Afrikalı kadınların başlarına bağladıkları rengârenk sarıklar da türban sınıfına girer. Sudan, Mali, Afgan, Hint ve Pakistan erkeklerin başlarına sardıkları sarıkları da türban diye tanımlayabiliriz.

Gelelim Pakistanlı ve İranlı kadınların örtülerine. Her iki ülkeden de komşularım olduğundan onların kıyafetlerini çok iyi bilirim. Pakistanlı kadınların başlarına konan şala “Dubatta” denir. Şalvar-Kamiis- Dubatta (Şalvar, Bulüz ve Şal) üçlüsü Hint Yarımadasına ait geleneksel bir kadın kıyafetidir. Müslümanlar giydiği gibi, Hindu, Sihh ve Budist kadınlar da giyerler.

Hintli Müslüman kadınlar ve Pakistanlı hanımlar, şuurlu bir dinî yaşayış içinde iseler, ya bizim gibi “başörtüsü” takarlar veya baştan aşağı bütün vücudu örten “Burka” giyerler.

İranlı dindar hanımlar ise, bizim Erzurum yöresinde giyilen “Ehram”a benzeyen bir kıyafet olan “Çedor” giyerler. İran’da yapılan devrim “İslâm Devrimi” (!) adı taşıdığından, İran hükümeti siyasî olarak devrimin imajı sarsılmasın diye kadınlardan başları üstüne bir örtü koymalarını istiyor. İşte bu yüzden, birçok İranlı kadın inançtan değil, hükümetin dayatması sonucunda saçlarının yarısından fazlasını gösteren şal örtüyorlar.

14.10.2010

E-Posta: [email protected]@hotmail.com



Ali OKTAY

Tekke Musikîsi


A+ | A-

Ramazan ayındaki yazılarımızdan birinde Câmi Musikîsi’nden bahsetmiştik. Bizim müzik kültürümüzde Tekke Musikîsi diye tabir edilen bir tür daha vardır. Peki nedir Tekke Müziği? Değişik biçim ve usûllerde, ayinler için bestelenmiş eserler diye kısaca tarif etmek mümkün. Meselâ Cami musıkîsinde hiç müzik aleti kullanılmazken, tekkelerde ney, rebab, keman, kudüm, bendir, zil, def gibi müzik aletleri kullanılmıştır. Müziği ibadet ve ayinlerinde kullanan bazı tarikatlar ise şunlardır: Başta Mevlevilik olmak üzere Kadirî, Rıfaî, Şazelî, Halvetî, Celvetî gibi tarikatları sayabiliriz.

Mevlevilerin mukabele günlerinde çalıp okudukları bestelere ayin denir. Ayinler, na’t, ilk ve son peşrev, selâm (4 selâm bölümü vardır) ve son yürük semaiden oluşur. Mevlevilikte ayin bestekârlarının bestelediği peşrev ve semailer de vardır. Ayin icrası ney taksimi ile başlar ve sona erer. Her ayin öncesi Itrî’nin rast makamında bestelediği “Na’t-ı Mevlânâ” okunur. Ayinler Türk Müziği’nin önemli değerleridir. Elimizde 59 adet ayin-i şerif olduğu belirtilmektedir. En çok ayin besteleyen bestekârların başında Dede Efendi, Zekai Dede, Nayî Osman Dede gibi bestekârlar gelir. Tekke musıkîsinde ayin dışında, durak (ayin icrası sırasında dinlenme dönemlerinde toplu veya tek kişi tarafından okunan eserler), tevşih (bir çeşit na’t olup Mevlid ve Mi’raciye okunurken icra edilir) şuğul (Arapça sözlü ilâhiler), tesbih (Tekkelerde SübhanAllah, Elhamdülillah gibi zikir çekmek için bestelenmiş eserler), nefes (İlâhiye benzerlerse de halk müziği özelliği taşırlar), Mersiye (Özellikle Kerbelâ şehitleri için bestelenmiştir.) kaside, nevbe ve savt. (Dr. M. Nazmi Özalp’in Türk Musıkîsi Tarihi’nden yararlanılmıştır.)

TARİHTEN YAPRAKLAR

Bir muganniyenin (şarkıcı) ücreti

İTALYA’NIN en meşhur muganniyelerinden Karuzo, Nevyork şehrinde kain Godovil Metropoliten Teatr nam tiyatroda teganni etmek üzere direktörle akdi mukavele ettiğini bu mukavele mucibince muganni-i mumaileyhe 1904-1905 senelerinin yalnız kış mevsimlerinde tiyatroda teganni edeceğini ve ücret olarak 1.000.000 frank alacağını beyan etmişlerdir. (Sabah Gazetesi, tarih 23 muharrem 1321, sahife 3 )

GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ...

Osmanlı’nın ilk hava şehidi

Tayyareci Fethi Bey’in türküsü

TAYYARECİ Fethi Bey, Osmanlı’nın ilk hava şehidi pilotudur. Peki onun için yapılan bir türkü de olduğunu biliyor muydunuz? Kısaca hikâyesini anlatalım: Fethi Bey Deniz Harp Okulunu ve İngiltere’de de Havacılık okulunu bitirir. Yüzbaşı rütbesi alıp İstanbul’da gösteri uçuşları yapar. Hatta dönemin içişleri bakanı Talat Paşayı da uçağıyla gezdirmiştir. Padişahın talebi üzerine Şam ve İskenderiye’ye bir hava yolculuğu planlanır. 1914 yılında yapılan bu yolculuk maalesef hüzünle sonuçlanır. Şam’da uçak düşer. Kabri Şam yakınlarındaki Selâhaddin-i Eyyubi Türbesinde bulunmaktadır. Bu olayın ardından Behçet Kemal Çağlar’ın yazdığı şiir 1940’larda türkü olarak taş plağa okunur. Türkünün sözleri şöyledir:

“Aslan uçtu diye söylenir methi

Bu kutsal toprağın çocuğu Fethi

Kahrolur darbanla elbet her zeman

Olursa bakış yan ve maksat eğri

Bak Fethiye oldu sayende Meğri

Kartalım! Gölgende hürdür bu vatan.”

14.10.2010

E-Posta: alioktay@alioktay. net



H.İbrahim CAN

Kırgızistan seçimlerinin ardından


A+ | A-

Kırgızistan’da Batılı gözlemcilere göre şeffaf ve başarılı bir seçim yapıldı. Avrupa Parlamentosu delegasyonu Başkanı Katarina Nevedealova’ya göre etkin ve istikrarlı bir demokrasiye geçiş için tarihte yeni bir sayfa açıldı. AGİT gözlemcileri de seçime şaibe karışmadığını duyurdu.

Ancak hiçbir parti 120 sandalyeli parlamentoda tek başına iktidarı kazanamazken, en çok sandalyeyi 29 milletvekili ile devrik lider Bakiyev yanlısı Ata Yurt Partisi aldı.

Bu durumda ülkenin geleceği kurulacak üçlü koalisyona bağlı. Koalisyon, demokrasi geleneği olmayan bu eski Sovyet Cumhuriyeti için pamuk ipliğine bağlı bir istikrar demek. Buna Kırgızların demokrasi heyecanını kendisine yönelik tehdit olarak algılayan Rusya’nın hükümeti kontrol etme çabaları da eklenince, ülkedeki demokrasi deneyiminin uzun ömürlü olmasını beklemek güç.

Burada dış politika ve ulusal güvenlik meselelerini kontrolü altında tutmaya devam edecek olan cumhurbaşkanı Roza Otunbayeva’nın tutumu da önem taşıyacak.

Kırgızlarla Özbekler arasında birkaç ay önce yaşanan kanlı çatışmalar, Oş başta olmak üzere bazı bölgelerde halk arasındaki gerginlik ve yabancı düşmanlığının artmasına katkıda bulundu. Böyle bir durumda yeni hükümeti bekleyen en önemli sorunlardan birisi ülkede vatandaşların güvenliğinin sağlanması. Özellikle de Özbek kökenlilerin temel haklarının korunması büyük önem taşıyacak.

Kısa zamanda kurulması zor görünen hükümeti bekleyen ikinci önemli mesele uluslar arası toplumla ilişkiler. Özellikle de Amerika, Rusya ve Çin ile ilişkiler önem taşıyacak. Bu üç büyük devletin bölgedeki çıkar dengesi, Kırgızistan’ın istikrarının sürmesinde büyük önem taşıyacak. Özellikle Manas’taki ABD üssü, geçmiş hükümetlere yönelik rüşvet suçlamalarına da konu olması dolayısıyla hassas bir sorun.

Diğer iki komşu Kazakistan ve Özbekistan’ın da Kırgız demokratik denemesinin kendi ülkelerine yayılmasından kaygı duydukları biliniyor.

Aslında ülkenin yeni hükümeti bekleyen en önemli sorunu ekonomi. Siyasî istikrar, yabancı yatırımların güvenceye alınması –Kırgız-Özbek çatışmalarında bir çok Türk yatırımcının işyeri zarar görmüştü-, hükümetin ticarî faaliyetlere müdahale etmemesi, ülkede sanayileşmenin teşvik edilmesi, gelecekteki refah ve istikrar açısından büyük önem taşıyor. Tabiî kaynakları sınırlı olan ülkenin, stratejik konumunu iyi değerlendirmesi ve uluslar arası ticareti kolaylaştırıcı tedbirleri alması gerekiyor.

Çok sayıda Türk iş adamı da bu istikrardan yararlanacak.

Hepsinden de önemlisi; Kırgızlarla Özbekler arasında tahrik edilip duran etnik çatışmaların önü alınarak, ülkedeki birlik ve beraberlik yeniden sağlanabilecek.

Bu yönüyle tek başına iktidar çıkarmasa da, bölgesindeki ilk demokratik seçimleri başarıyla yapan Kırgızistan önemli bir adım attı. Umarız bu kardeş ülkedeki demokrasi güçlenir ve ülke her birkaç yılda bir basit ayaklanmalarla iktidarın el değiştirdiği sözde devlet olmaktan çıkar.

14.10.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Günahlarda gizlilik tövbeye yaklaştırır


A+ | A-

Mustafa Bey: “İşlenen bir haramı anlatmak dînimizce câiz midir? Günahların örtülmesi için kişi böyle bir suçunu gizlemesi mi gerekir? Yani kul kendi vicdanında mı tövbeye sarılmalıdır? Yoksa ibret-i âlem için bilinmesini istemesi günah mıdır?”

Günahlar, kulun Rabbi ile iletişimine sınır koyan parazitlerdir. Kulun, Yüce Yaradanı ile görüşmesinin sağlıklılığı, bu parazitleri hayatından temizlemesi ile yakından alâkalıdır. Bir yakınınızla telefon görüşmesi yaptığınızı farz edelim. Araya bir parazit girdiğinde, nasıl görüşmeden bir şey anlamıyorsunuz ve görüşmeyi yarıda kesip önce parazitin giderilmesine çalışıyorsunuz... Veya bir tv kanalını izlerken araya parazit girip, görüntü ve ses kaybolduğunda, nasıl kanalı izlemeyi bırakıp, önce sesin ve görüntünün netliğini sağlıyorsunuz. Fizik âleminde defalarca yaşadığımız bu hâdise, mânevî âlemde Rabbimizle olan ilişkilerimizde daha öncelikli olarak söz konusudur. Manevî âlemin parazitleri günahlardır, haramlardır, Allah’ın yasak kıldığı davranışlardır, dinimizin nehyettiği hareketlerdir, vicdanımızın mahkûm ettiği suçlardır.

Günahlar, haramlar ve Allah’ın yasakladığı davranışlar konusunda bize ilk hesap soran vicdanımızdır. Allah nezdinde bizi en çetin sorguya çeken kurum vicdanımızdır. Vicdanımızın sorgusu karşısında temize çıkabilmek ise, tövbenin tâ kendisidir. Temize çıkmadığımız sürece vicdanımız bize baskı yapmaya ve bizi kınamaya devam eder.

Kulun tövbekâr sayılması için kendi vicdanında, yani kendi özünde ve içinde günahlarına karşı pişmanlığa ve tövbeye sarılması en önemli şarttır ve yeterlidir. Günahlarını başka bir kurumun veya kişinin önünde sayıp dökmeye gerek olmadığı gibi, böyle bir davranış tevhid inancı ile de bağdaşmaz. Çünkü Allah’tan başka hiç kimse günahlara tövbeyi kabul veya red konusunda ya da günahlara cezâ takdir etmek hususunda yetki sahibi değildir.

Kul hakkını içeriyor olmadıkça günahlar şahsîdir ve kul ile Rabbi arasındadır. Kul hakkını içeriyor olması halinde ise günah, yalnız hakkı zedelenen kul ile hakka geçen şahıs arasında bir meseledir ve üçüncü şahıslar açısından yine gizlilik taşır.

Yani günahları; 1- Kul, 2- Allah, 3- Hakkı çiğnenen kuldan başka diğer şahısların bilmesine gerek yoktur. Günahların özünde “gizlilik” esası vardır ve bu korunmalıdır. Allah’ın “Settâru’l-Uyûb” ismi günahları gizlemek istemektedir. Af yolunun açık kalması için günahların gizli kalmasına şiddetle ihtiyaç vardır.

İnsanın kusur ve günah işlemeye kabiliyetli bir fıtratı bulunduğunu1 beyan eden Üstad Saîd Nursî Hazretleri, Cenâb-ı Hakk’ın Settâr ve Ğaffâr isimlerinin kusurlar ve günahlara karşı bir siper hükmünde bulunduğunu; yalnız Kendisine sığınıldığında Cenâb-ı Hakkın günahları örttüğünü, gizlediğini ve bağışladığını kaydeder.2

Âdil mahkemeler kamuyu ilgilendirmeyen suç ve günahların peşine düşmezler. Günah veya suç bir veya birden fazla kişinin hakkı ve hukuku ile ilgili bir alanda işlenmiş ise mahkemeler elbette suçluyu yargılamak ve masumları korumak için harekete geçerler. Adaletin sağlanması için bu gereklidir ve bu ayrı bir meseledir. Kişinin mahkemeye karşı suçunu itiraf etmesi bu bakımdan bir fazilettir ve bu da bir nev'î tövbe hükmündedir.

Fakat kişi başkasını ilgilendirmeyen günahlarını gizlemeli, günahlarını yaymaktan kaçınmalı ve günahlarına kendi vicdanında tövbe etmelidir. Günahları ile övünmek ise haram olduğu gibi, kişinin kendi kendisini ibret-i âlem olsun diye ele vermesi de caiz değildir. Bu durum tövbe gerçeği ile çelişir.

Sözü, Resul-i Ekrem Efendimize (asm) bırakalım: * “Günahı açıktan işlemekten sıkılmayanlar hariç bütün ümmetim bağışlanmıştır. Geceleyin bir günah işleyip, Allah da yaptığı bu günahı örtmüşken sabahleyin kalkıp, ‘Akşam şöyle şöyle yaptım’ diyen kişi, açıkça günah işlemekten sıkılmayan kimselerdendir. Rabbi geceleyin suçunu örtmüşken, sabahleyin kalkıp Allah’ın örttüğü bu örtüyü kaldırıyor.” 3

* “Bir kul dünyada bir kulun ayıbını örterse, Allah da kıyâmet gününde onun ayıbını örter.” 4

* “İnsanların gizli yanlarını araştırmayın. Ayıplarını öğrenmeye çalışmayın.” 5

* “Günah işlediğinde hemen tevbe et. Gizli işlediğin günaha gizlice, açıktan işlediğin günaha da açıktan tevbe et.” 6

* “Günah gizli kaldıkça sadece sahibine zarar verir. Ortaya çıktığında ise düzeltilmezse, topluma zarar verir.” 7

* “Allah’tan kusurlarınızı örtmesini ve sizi korktuklarınızdan emîn kılmasını isteyin.” 8

* “Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: ‘Ben dünyada Müslüman bir kulumun örttüğüm bir kusurunu, âhirette ortaya çıkarıp onu rezil ve rüsvay etmeyecek kadar büyük kerem ve af sahibiyim.’” 9

* Resûlullah mescidde iken Müslümanlardan bir kimse yanına geldi ve şöyle dedi: “Yâ Resûlallah! Ben zinâ ettim.”

Peygamber Efendimiz (asm) ondan yüz çevirdi. Bu sefer adam, Peygamberin (asm) yüz çevirdiği tarafa geçip tekrar:

“Yâ Resûlallah! Ben zinâ ettim” dedi.

Peygamberimiz (asm) tekrar yüzünü döndürdü. Adam bu itirafı tekrar yaptı. Bu defa Peygamber Efendimiz (asm) adamın sözünden hoşlanmayarak:

“Sen deli misin?” diye sordu.10

* Cüheyne kabilesinin Ğâmid soyundan hamile bir kadın geldi ve: “Yâ Resûlallah! Beni temizle” dedi. Peygamber Efendimiz (asm): “Yazık! Yazık! Evine dön de Allah’a tevbe ve istiğfar et!” buyurdu

Dipnotlar:

1- Mektûbât, s. 47. 2- Lem’alar, s. 59; Mesnevî-i Nûriye, s. 113. 3- Riyâzu’s-Sâlihîn, 24; Câmiü’s-Sağîr, 3000. 4- Riyâzu’s-Sâlihîn, 240. 5- Câmiü’s-Sağîr, 1576. 6- Câmiü’s-Sağîr, 419. 7- Câmiü’s-Sağîr, 332; 8- Câmiü’s-Sağîr, 638. 9- Câmiü’s-Sağîr, 2893. 10- Müslim, Hudud, 16. 11- Müslim, Hudud, 22.

14.10.2010

E-Posta: [email protected]



Raşit YÜCEL

Dönüş


A+ | A-

Her kıştan sonra bir baharı, her yazdan sonra bir kışı yaşıyoruz.

Bir çok menfî alışkanlık oluyor. Sonra bunlardan bir dönüş yaşıyoruz.

Akşam uyuduğumuz zaman adeta dünyadan kopuyoruz. Sonra hayata adeta yeniden dönüyoruz.

Aslında her an bir “son dönüşü” yaşıyoruz.

Hayat o kadar kaygan, o kadar fani ki…

Dünya aslında bu dönüşün sermayesini hazırlıyor bize.

Dönmeliyiz.. Artık bu yersiz hayatlara bir son vermeliyiz.

Bir sonu yaşamadan…

Bu nasıl olsa başa gelecek.

Bediüzzaman şöyle seslenmişti: “Eyvah! Aldandık. Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zayi ettik. Evet, şu güzerân-ı hayat bir uykudur, bir rüya gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi bir rüzgâr gibi uçar gider.”

“Keşke toprak olsa idim de, bu akıbet başıma gelmeseydi” dememek için bir dönüş lâzım.

Kendimize dönmek için bir dönüş lâzım; eski güzel günlere kavuşmak için.

Bir dönüş lâzım; “İslâmiyet fedaisi” olmak için.

Bir dönüş lâzım; eski yaptığımız güzel hizmetlerin devamı için.

Bir dönüş lâzım; “keşke” dememek için.

Bir dönüş lâzım; fani olanları kalben terk etmek için.

Bir dönüş lâzım; dünyadan kaybettiklerimize üzülmemek için.

Bir dönüş lâzım; dünyadan kazandıklarımıza sevinmemek için.

Bir dönüş lâzım; kader çizgisinin ince hatlarına tebessüm etmek için.

Bir dönüş lâzım; musîbetlerin, musikînin nağmeleri gibi karşılanması için.

Evet, bir dönüş lâzım; geriye dönüşü olmayan bir güzel yol için.

14.10.2010

E-Posta: [email protected]



Vehbi HORASANLI

Yemin metinleri


A+ | A-

Çocuklarımıza her gün “andımız” adı altında ırkçılığı ifade eden metinler söyletiliyor. Çağdışı ve faşist uygulamaların çok tipik bir gösterisi olan bu durumun kaldırılması gerekiyor. Sadece ilköğretim kurumlarında mı? Hayır, Meclis’te bile bu ilkel tutum halkın temsilcilerine söyletiliyor.

Mecliste yapılan yemin töreni, demokrasimizin kaçıncı ligde olduğunu ve seviyesini çok güzel bir şekilde gösteriyor. Gönül ister ki, hükümetimiz bu utanç verici gösterileri değiştirecek çalışmalar yapsın...

Eğer demokrasinin kurumsallaşmasını ve ülkemizde iyice yerleşmesini istiyor isek, Kılıçdaroğlu’nun dediği gibi “Hangi siyasî partide demokrasi var? CHP’de var mı? Hiçbirinde yok. Siyasî Partiler Yasası, 12 Eylül’ün ürünü” sorularını sormamız ve gerçekleri ifade etmemiz gerekiyor. Yok, “Ben günümüzü kurtarmak istiyorum, benden sonrası tufan” diyerek mevcut antidemokratik yasalar sayesinde siyaset yapmayı düşünenler var ise, bu insanlara biraz da acıyarak bakmak lâzım. Gelecek nesiller onlar hakkında hiç de iyi şeyler söylemeyeceklerdir. Zira dünya Ay’a giderken bizim yaya kalmamızın en önemli sebeplerinden birisi, işte bu bencil ve sadece kendi menfaatini düşünen politikacılar dolayısıyladır.

Aslında Cumhuriyetimiz kurulurken çok sağlam temeller üzerine bina edilmiştir. Bir Cuma günü, yani 23 Nisan 1920’de Cuma namazından sonra tekbir ve Kur’ân’lar okunmak sûretiyle açılış yapılmıştır. Bediüzzaman’ın Meclis’te dağıtılan beyannâmesinden sonra namaz kılanların sayısı artmış, Meclis’in camii yeterli gelmediği için yeni bir yer açılmıştır.

Sadece Meclis’te mi? Devletimizin her kurumunda bin yıllık inancımızın etkileri görülmüş, hatta İstiklâl Savaşı boyunca alkollü içkilerin üretilmesi ve satışı yasaklanmıştır. İlginç olması bakımından askerlerin yemin töreninde kullandıkları metni nazarlarınıza sunmak istiyorum. Bakın 6 Eylül 1937 tarihindeki Harp Okulu Yemin Talimatı nasıldı:

“Ben sulhte ve harpte,

Karada ve denizde

Ve havada

Ve her nerede olursa olsun,

Milletime ve memleketime daima

Doğruluk ve sadakatle hizmet

Ve hükûmet-i cumhuriyetimizin

Bütün kanun ve nizamlarına

Ve âmirlerimin her türlü emirlerine,

Bütün kalbimle

İtaat etmekten ayrılmayacağıma

Ve milletimin nâmını,

Mukaddes ve şerefli sancağımın şanını

Ve askerliğin namus ve şerefini

Canımdan aziz bilip

Bu uğurda

Seve seve canımı feda etmekten

Hiçbir zaman çekinmeyeceğime

Ve her zaman vazifesini,

Namusunu sever,

Özü ve sözü doğru

Ve gayretli,

Bir asker olarak

Çalışmaktan başka

Bir şey düşünmeyeceğime;

Cenâb-ı Allah’ın Kelâmı olan

Kur’ân-ı Azîmüşşan’a el basarak

Yemin ediyorum.

“Vallah ve billâh”

İşte, böyle sevgili okurlar. Sağlam temeller üzerine kurulmuş olan Cumhuriyetimiz ne yazık ki ihtilâller ile devletin başına geçen diktatörler sayesinde bu hâle getirilmiştir. Eğer bu durumdan kurtulmak istiyor isek, aslımıza rücu etmeli, yani imanımızı güçlü ve yaşanır kılmak mecburiyetindeyiz vesselâm…

14.10.2010

E-Posta: [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

İlk şehit Namık Gedik


A+ | A-

Merhûm Adnan Menderes'in son İçişleri Bakanı Namık Gedik'in vefat hadisesi hakkında, şimdiye kadar en az dört kez yazı yazdık.

Buna rağmen, alabildiğine çarpıtılmış bir vak'ayı yine de bazı zihinlerde doğrultabilmiş değiliz.

Geçtiğimiz hafta düzenlenen Bediüzzaman Sempozyumu'nun açılışında konuşan MEB eski Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Hüseyin Çelik, bu konuya bodoslamasına öyle bir dalış yaptı ki, duyduğumuzda hayretler içerisinde kaldık.

Zira, kendisi bu meselenin içyüzünü en iyi bilenlerden biri olması gerekirken, orada sarf ettiği şu söz, gerçeğin ne derece uzağında kaldığını ortaya koymuş oldu: "İçişleri bakanı Namık Gedik de tarihin çöplüğüne gömülmüştür."

Bunu söylemekle, Bediüzzaman'a güya ihanet eden Namık Gedik'in intihar ettiği ve darbeciler tarafından cesedi çöp arabasıyla taşındığı yönündeki söylentileri imâ ile, yapılan o zulümkârlığı zımnen kabul ediyordu.

Haliyle, bu konudaki hassasiyetimizi ve araştırmalarımızı yakînen bilen arkadaşlarımız, meseleye tekrar temas etmemizi arzu ettiler. İşte, sırası geldikçe mükerreren ifade ettiğimiz bu meselenin bir hülâsası...

* * *

Gaddar 27 Mayıs Darbecileri, Demokratları silâh zoruyla devirdikten sonra, bu camiayı toptan cezalandırma cihetine gittiler: Demokrat Partinin yönetim kadrosundaki şahısların tamamını, hükûmet üyelerini, milletvekillerini, partinin hemen bütün il ve ilçe yöneticilerini çok vahşiyane ve zalimane bir muamele ile tutuklayan darbeciler, bu mâsumlara daha mahkemeden önce hakaretli işkencelerde bulundular.

İşte, o hakaretli işkencelere mâruz kalanlardan biri de, "ilk demokrasi şehidi" İçişleri Bakanı Namık Gedik'tir.

Üstad Bediüzzaman'ın tâbiriyle "İslâmiyete ciddî taraftar" olan Namık Gedik (Emirdağ Lâhikası, s. 449), 27 Mayıs günü darbeci subaylar tarafından evinden apar topar alınarak Ankara'daki Harp Okuluna götürüldü.

Burada, tekmelemeler ve tükürüklü hakaretlerle genişçe bir odaya hapsedildi. Aynı odada Savunma Bakanı Ethem Menderes ile İskenderun DP İlçe Başkanı Edip Yangın'ın yanı sıra, daha başka DP'li maznunlar da vardı.

İşte, o odada olup bitenlerin birinci derecedeki şahidi olan Edip Yangın, bu konuda bizim de şahidimiz ve haber kaynağımızdır.

Hatay'daki kadim okuyucularımız ve temsilci arkadaşlarımızın vasıtasıyla, birkaç sene evvel irtibat kurduğumuz Edip Bey, orada şahit olduğu hadise hakkında bize şunları anlattı:

"Darbe sonrasında tutuklanıp Harp Okulu binasına götürülenlerin arasında ben de vardım. Subaylar, herbir bahane ile bize hakaret ediyor, tekme tokat girişiyorlardı. Bizi iyice hırpaladıktan sonra bir odaya attılar. Orada gördüğüm kadarıyla, en çok ezâ–cefâ görenlerin başında Namık Gedik geliyordu.

"Bir kısmı anlatılamaz cinsten olan bu işkenceler o derece arttı ve ağırlaştı ki, Namık Bey buna daha fazla dayanamayarak baygınlık geçirdi.

"İşkenceciler, onun ölüme doğru gittiğine kanaat getirdiler. Bu sebeple, aralarında fısıldaşarak, bir plan yaptılar. Gecenin geç saatlerinde izbandut gibi iki subay geldi. Yerde baygın yatan Gedik'i karga tulumba kaldırdılar ve salonun yüksek penceresinden aşağıya attılar.

"Ben, o anda kendimi tutamayıp 'Allah belânızı versin!' diye bağırmışım. O subaylar üstüme doğru geldiler ve postallarla bana giriştiler. Dişlerimin çoğu kırıldı; ağzım burnum kan–revân içinde kaldı.

"O günlerin korku ve dehşet dolu atmosferi içinde, Gedik'in ailesi dahil, hadisenin gerçek yüzünü kimse bilemedi, soruşturup öğrenemedi."

Yeni Aktüel dergisi, 158. sayısında (2008) bu konuyu enine boyuna araştıran bir dosya yayınladı. Bu kapak dosyasında anlatılanların tamamı, bizim yukarıda anlattıklarımızla paralel düşüyor ve birebir örtüşüyor. Arzu edenler, o bilgilere de müracaat edebilirler.

Tarihin yorumu 14 Ekim 1960

Yassıada'da "Köpek Dâvâsı"

Bir askerî darbe yaparak (27 Mayıs 1960) meşrû iktidarı deviren "Albaylar cunta"sının emrindeki Yassıada Mahkemesinde ilk duruşma 14 Ekim günü başladı.

İlk duruşmadaki dâvâ konusu, Celal Bayar'la ilgili ileri sürülen "Köpek Dâvâsı"ydı.

İddiaya göre, vaktiyle Afgan Kralı tarafından Cumhurbaşkanı Celal Bayar'a "Afgan Tazısı" cinsi bir köpek hediye edilmiş. Bu kıymetli köpek, bilâhare Atatürk Orman Çiftliğindeki hayvanat bahçesine 20.000 liraya satılmış. Bu parayla da, bir köyde çeşme yaptırılmış.

Bayar ve Tarım Bakanı Nedim Ökmen, nüfuzlarını kötüye kullandıkları iddiasıyla suçlanmış ve cezalandırılmışlardır.

Oysa, Anayasaya göre, böyle bir suçtan dolayı Cumhurbaşkanı makamındaki bir şahsı cezalandırmak suçtur. Zira, geçerli kànun hükmüne göre, bir cumhurbaşkanı ancak "vatana ihanet" suçuyla yargılanabilir.

Ne var ki, anayasa ve sair kànunlar, "Yassıada Cehennemi" zebanilerinin umurunda dahi değildi. Astığı astık, kestiği kestik şeklinde hükmediyorlardı.

Başlarındaki Genel Kurmay Başkanını (R. Erdelhun Paşa) dahi devirmiş, rütbelerini sökmüş ve ona dünyanın işkencesini çektirmiş bir cuntadan başka ne beklenir ki...

* * *

Bu Köpek Dâvâsı, yaklaşık on gün sürdü. Ardından, yekûnu 20'yi bulan diğer dâvâlara geçildi.

Bundan daha komik ve bir o kadar da trajik bir duruşma da, Ekim ayı sonlarında başlayıp yaklaşık 22 gün süren "Bebek Dâvâsı" var.

Menderes'in beraatiyle neticelenen bu dâvâdaki iddiaya göre, Menderes'in gayr–ı meşrû bir çocuğu olmuş ve bu çocuk hastahaneden çıkarılmadan öldürülmüş.

Suçlanan kadın mahkemeye geldi. İddiaları reddetti. Menderes'i akladı ve neticede adı geçen şahıslar beraat etti.

* * *

Darbeden hemen sonra, yurdun muhtelif merkezlerinden toplanan yaklaşık 600 kadar DP'li maznun, peyderpey Yassıada'ya sevk edildi. Duruşmaya aylar sonra geçildi.

Bir yıla yakın süren işkenceli duruşmalar esnasında, maznunlardan 6–7 kişi orada vefat etti. Üç devlet adamı da Eylül ayı (1961) ortalarında idam edildiler.

14.10.2010

E-Posta: [email protected]



Ahmet BATTAL

Rektör nasıl seçilir?


A+ | A-

Bu yazdıklarımın on ya da yirmi yıl önce olduğunu hayal ediniz lütfen. Zira bu günkü gelişmiş demokratik ortamda böyle şeyler kat’iyyen olmaz!

Üç profesör, bir ev sohbetinde bir araya gelirler. Konu döner dolaşır, şehirde yeni kurulan devlet üniversitesi için kimin rektör olacağına gelir.

Bu seçimde kendilerinin oy hakkı yok, ama aday olabilirler, başka birilerinin adaylığını ilgililer nezdinde destekleyebilirler. Yani rektör seçimi siyaseti onların da konusu.

(Gerçi içlerinden biri “siyaset bize yasaktır” dediği için gazeteleri dahi -bu gazete dahil- bazı dostlarından gizli okuyor, ama ne hikmetse, sıra rektör seçimine gelince o da işe dahil oluyor ve “siyasetçi” oluyor, farkına varmadan).

İçlerinden biri zaten YÖK üyelerinden bir kısmını tanıyor, diğeri YÖK üyelerinden bazılarını tanıyanları tanıyor, üçüncüsü de tanıyanları tanıyanları tanıyor. Yani hepsi “mühim adamlar”.

Konu ciddî, sohbet de ciddileşiyor; bazı hususlarda ittifak ediyorlar. Onların müttefik oldukları hususlar (muhtemelen) şunlar:

—Rektörün kim olacağı hakkında bize düşeni yapmalıyız. Zira yönetmek önemlidir.

—Rektör adaylarından en demokrat olanı desteklemeliyiz.

—Rektör adaylarından en başarılı olacak olanı, yani en işinin ehli olanı desteklemeliyiz.

—Ama içimizden biri aday olursa mutlaka ve sadece onu desteklemeliyiz!

Kimin rektör olabileceğine dair konuşmaya başlıyorlar.

Ama işte bu sırada söz bitiyor. Neden?

Rektör seçim süreci aslında basit ve belli. Olması gereken şu:

Türkiye’deki bütün profesörler aday olabilir. Adaylar YÖK’e başvurur. YÖK bu başvuruları şekil şartlarına uygunluk yönünden inceleyip aday listesini kesinleştirir ve adayları mülâkata çağırır.

Adaylar mülâkat öncesinde ulaşabildiği YÖK üyelerine bizzat ya da bir vasıtayla ulaşıp adaylığını bildirir, kendisini tanıtan bir dosyayı ya da broşürü üyelere dağıtır.

Mülâkat günü gelir, adaylar YÖK genel kurulu huzurunda sırayla kendilerini ve projelerini tanıtır. Her bir YÖK üyesi, jürinin yarışmalarda not vermesi gibi, her bir adaya 100 puan üzerinden not verir. Notlar toplanır, üye sayısına bölünür ve her bir adayın notu belli olur.

İlk üç sıradaki aday Cumhurbaşkanına bildirilir ve Cumhurbaşkanı da bunlardan birini seçip rektör olarak tayin eder. Vatana millete hayırlı olsun.

Öyle mi?

Maalesef hayır.

Rektör adayı olmayı düşünen her profesör şunu düşünüyor:

—Benim rektör adayı olmam rektör olmam için yetmez. Oy almam lâzım.

—Oy almam için de aday olmam ve başarılı bir özgeçmişe ya da proje dosyasına sahip olmam yetmez, “daha yukarıdan” destek almam lâzım. Zira “zaman kritik”, bir kısım YÖK üyeleri “oylarını bölmeyecekler”. Topluca hareket edecekler.

Yani bir kısım YÖK üyeleri kendi iradeleriyle değil, onları geçen siyasî iradeyi temsil eden kişinin iradesine göre oy kullanacaklar, o kimi isterse ona oy verecekler.

Şimdi demokrasinin hakemi siz olun ve bir lider düşünün:

—Halkın ve Meclisin desteği arkasında. Dik yürüyor, dik konuşuyor…

—Cumhurbaşkanı adayının kim olacağını arkadaşlarına da danışıyor, ama sonuçta tek başına kendisi karar veriyor.

—Milletvekili adaylarının kimler olacağını delegelere de soruyor, ama sonuçta kendisi karar veriyor.

—Kimlerin YÖK üyesi olacağını tanıdığı ve güvendiği hocalara soruyor, ama sonuçta listeye kendisi karar veriyor.

Ve şimdi bir YÖK üyesi düşünün:

—Hangi rektör adayına oy vereceğine kendisi değil, kendisini oraya seçip atayan lider ya da başkan karar veriyor, o da gereğini yapıyor. Ne de olsa oyları ve gücü bölmemek lâzım. “Bir olalım iri olalım diri olalım, yiyelim yutalım, yoksa yutuluruz.”

Siz iyi bilirsiniz: Acaba devlet gücünü ve iktidarı heyetlere ve bütün reşit efrada mümkün olduğunca bölmek ve müdahilleri çoğaltmak mı iyidir ve demokratçadır, yoksa bölmemek ve tek elde toplamak mı?

İşte o üç profesör bütün bunları düşününce dediler ki; “Neden tek adam olmakta ısrar eden ‘güya demokrat’ lidere kul olmaya çalışıyoruz ki; biz teba olarak oturalım oturduğumuz yerde, işimize bakalım, o da kullarından kimi isterse onu rektör yapsın, onunla hârdaş olsun; biz boşuna kendi işimizi ve mevkiimizi/mevziimizi terk etmeyelim, edeceksek bu siyaseti terk edelim”.

Bu yazıdan sonra da size, aynen iki gün önceki gibi, “bu ne menem demokrasidir” demek düşer artık.

14.10.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

HES mi, pes mi?


A+ | A-

Önümüzdeki yıllarda daha fazla enerjiye ihtiyacımız olduğu herkesin bildiği bir konu. Türkiye’yi idare edenler, bu ihtiyacı karşılamak için çare arıyorlar. Yaşanan son ekonomik kriz öncesinde ciddî bir enerji açığımız vardı. Öyle ki, uzmanlar; bir ekonomik kriz olmazsa ‘enerji krizi’ çıkacağından bahsediyorlardı. Nitekim, bazı şehirlerimizde elektriklerin ne zaman kesileceğine dair ‘liste’ler bile hazırlanmıştı.

Bu tartışmalar yapılırken bütün dünyayı da sarsan küresel ekonomik krizle karşı karşıya kaldık. Kriz patlak verip üretim azalınca, enerji ihtiyacı da azaldı. Neticede muhtemel bir enerji krizi en azından ötelenmiş oldu.

Elbette ‘İyi ki ekonomik kriz oldu, böylece enerji krizini atlattık’ diyemeyiz. Kriz geçici ve enerji ihtiyacı da sürekli olduğuna göre; bu ihtiyacı karşılayacak gerçekçi planlar yapıp ona göre yatırımların da gerçekleşmesi gerekiyor.

Petrol yönünden fakir bir ülke olmamızla birlikte başka zenginliklerimiz de var. Meselâ enerji kaynağı olarak kullanılabilecek derelerimiz, nehirlerimiz, güneşli günlerimiz ve rüzgârımız var. Tehlikeli olduğu konusunda ciddî tartışmalar yapılsa da, nükleer enerji kullanma imkân ve ihtimali de var.

Enerji ihtiyacını karşılamak için belki de en kolay yol olan derelerimizi gözümüze kestirdik. Türkiye’yi idare edenler “Sular boşuna akmasın” diyerek dereleri “boru”lara alma ve bu sûrette onlardan enerji üretme yolunu tercih ve teşvik ettiler. En büyük hata, “suların boşa aktığı” kabulüyle başladı. Oysa su, zaten ‘akmak’ için yaratılmıştır! Akmayan su olur mu? Bu bakımdan, en başta Türkiye’yi idare edenler olmak üzere böyle düşünenlere “Sular boşuna akmaz” sloganını ezberletmek lâzım.

Son aylarda “dere” ve “HES” denilince akla Karadeniz geliyor. Malûm, Karadeniz’de çok sayıda ‘dere’ var ve bunlar denizlere doğru akıyor. Son yıllarda bu derelerin üzerinde çok sayıda HES yapılması planlandı ve bir kısmı da yapıldı. Bu noktada ciddî tartışmalar yaşanıyor. Tartışmaların yaşandığı bir bölge de Rize’nin Çayeli ilçesindeki Senoz Vadisi oldu. Senoz Vadisi güzel bir vadi olmakla birlikte meselâ Ardeşen’deki “Fırtına Vadisi” gibi ‘meşhur’ olmadığı için vadide yapılan yanlışlar karşısında çıkan ses zamanında duyulmadı. Ne zaman ki “Atı alan Üsküdar’ı geçti”, o zaman herkes itiraz etti, ama maalesef bunlar geç kalan itirazlar olarak kayda geçti.

Senoz Vadisi’nde ne mi oldu? Yapılan çalışmalar hakkında yöre halkına yeterli bilgi verilmedi. Yapılması planlanan HES’lerin sayısı bile açıklanmadı! Bugün bile bu konuda net bilgi almak mümkün değil. Önce “bir iki HES”den bahsedildi, sonra bunun 15’lere kadar çıktığı iddiâ edildi. Şu anda yapılan bir HES enerji üretimine başlamış durumda. Bazılarının yapımı da devam ediyor.

Çalışmalar, zaman zaman mahkeme kararlarıyla durdurulsa da netice değişmiyor. Türkiye’yi idare edenlerin “suları boşa akıtmama!” (Unutmayalım, ‘Sular boşa akmaz!’) gibi bir kararları var. Konu ile ilgili çalışma yapan bir derneğin açıklamasında şu bilgiler var: “Tesbit olunan ve yapılması planlanan toplam HES sayısı 1738 adettir. Çalışan HES sayısı 172 adet ve 148 adet HES projesi de inşâ aşamasında oluşu, Türkiye’de devletin bütün kurumlarıyla ve siyasî iradenin bu konuya hangi seviyede baktığını göstermesi açısından üzerinde dikkatle durulması gereken bir durumdur.” (Bakınız: senozderesi.com)

Aynı çalışmada yapılan şu tesbit de dikkat çekici: “Bugün gerek HES izinlerini veren kamu kurumlarının üst düzey yöneticileri olsun, gerek proje sahibi yatırımcı firma sahipleri olsun hemen herkes, bugüne kadar yürütülen HES lisanslama, yer seçimi ve yatırım sürecinin yanlışlığını kabul etmektedir.”

Peki, “herkesin yanlış olduğunu kabul ettiği süreç” nasıl olup da işlemeye devam ediyor?

14.10.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Örtünme baskısı mı?


A+ | A-

Sanki üniversitelerdeki başörtüsü yasağı kalkmış gibi, şimdi de “Örtünme baskısı nasıl önlenebilir?” tartışmaları başladı.

Oysa YÖK’ün sadece bir üniversiteye, şapkalı bir öğrenci için gönderdiği yazı sonrasında diğer üniversitelerdeki uygulama epeyce karışık.

Bir kısmında, söz konusu yazıdan çok önce, rektörlerin inisiyatifiyle serbestliğe geçildiği ve başörtülülerin derslere alındığı ifade edilirken...

Bazılarında, yazı sonrası rektörlerin kampüs girişlerindeki yasağı kaldırdıkları, ama kimi öğretim üyelerinin başörtülü öğrencileri derslere almamaktaki ısrarlarını sürdürdüğü belirtiliyor.

Bu durumun ortaya çıkaracağı kaos ve kargaşa, öteden beri yasakla üniversitelere düzen ve “huzur” geldiğini iddia edenlerce, “Bakın, biz haklı çıktık” deme fırsatı olarak kullanılabilir.

“Sınıftan çıkarmayın, tutanak düzenleyin” yazısının öğretim üyeleri, dekan ve rektörler cenahında meydana getirdiği rahatsızlık da cabası.

Velhasıl, partiler kendi aralarında lâf yarıştırıp birbirlerini samimiyet sınavından geçirmeye devam ededursunlar, görünen o ki, bizi yine provokasyonlara açık sıkıntılı bir süreç bekliyor.

Hal böyle iken, toplum genelinde hiçbir zaman söz konusu olmayan ve münferit örneklerin ötesine geçmeyen “örtünme baskısı”na karşı ne gibi tedbirlerin alınacağının hararetli tartışmalara konu edilmesi başlı başına bir garabet.

Aynı şekilde, yasak mağduru bazı başörtülülerin, böyle bir “problem”in varlığını peşinen kabul ederek, ‘açık”lara, “Biz başörtüsü yasağına nasıl direndiysek örtmeyenler de öyle direnecekler, başka yolu yok” diye yol göstermeleri de.

Bir tarafta, fiilî ve yakıcı bir gerçek olarak insanları mağdur etmeye devam eden başörtüsü yasağı; diğer tarafta, böyle bir ortamda hiçbir reel temele dayanmayan hayalî, mevhum, farazî bir “örtünme baskısı”na karşı seslendirilen tavsiyeler. Aralarında en ufak bir benzerlik yokken.

Burada da iş “mahalle baskısı”na götürülmek isteniyor ve “Çoğunluğun örtülü olduğu bir ortamda örtmeyenler kendilerini baskı altında hissedecekler” deniyor. Eğer söz konusu çoğunluk kendi hür tercihiyle tesettürü seçtiyse, örtmemeyi tercih edenlerin kendilerini yalnızlık psikolojisiyle baskı altında hissetmeleri bir yere kadar anlaşılabilir belki, ama bunun çaresi ne?

Tesettürlü çoğunluğun sağduyulu, müşfik ve kucaklayıcı tavrından başka bir çözüm var mı?

Ki, bizim toplumumuzda o sağduyu, şefkat, hoşgörü ve kucaklayıcılık, fazlasıyla mevcut.

Aynı ailede bile tesettüre tam riayet edenlerle, yeterince yapamayanların, birbirleriyle ilişkilerinde bu konuyu hiçbir şekilde sorun haline getirmeden ahenkli bir birlikteliği geniş ölçüde yaşadıkları bir vâkıa değil mi? Bu ahenk komşuluk ve arkadaşlık ilişkilerinde de geçerli değil mi?

Toplumun kendi içinde gayet tatlı bir şekilde çözdüğü konuları, saçma sapan ve saptırıcı yorumlarla kronik sorunlar haline getirmek niye?

Tabiî, burada şu nokta da çok önemli:

Siyasî iktidarın ileri gelenlerinin, 12 Eylül ürünü başörtüsü meselesi bir-iki istisna dışında hemen hemen çözüme bağlanmışken, “Rektörler başörtülülere selâm duracak” çıkışıyla bu konudaki hassasiyetleri provoke eden bir gelenekten geliyor olmaları; Cumhurbaşkanı ve Başbakan başta olmak üzere bakan, milletvekili ve bürokrat eşlerinin çoğunun başörtülü olması, bir kesimdeki tedirginliği arttıran faktörlerden biri.

Başbakanın “Yedi-sekiz sene öncesine kadar yoktu” diye yakındığı “kamusal alan” uydurmasının bu iktidar başa geldikten sonra icad edilmiş olması da aynı tesbiti teyid eden bir örnek.

Hiçbir reel dayanağı bulunmayan “Zorla örttürecekler” korkusunun dayanağı işte bu nokta.

İktidar partisi bu kabil endişeleri dağıtmak için mi, “Bodrum’da AKP’ye mini etekli katılım” gibi haberlerle yansıtılan “açılım”lara yöneliyor?

Ama o da başka bir savrulmayı ifade ediyor.

Üstelik başörtüsü yasağı devam ederken...

14.10.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  YENİ ASYA NEŞRİYAT

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.