Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 02 Nisan 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Davut ŞAHİN

Erbil’in prototipi



Mehmet Ali Erbil nam şovmenin son rezaletinden sonra ekranlara ve medyaya bakıyorum...

Hiçbir tepki yok. Sanki bu “skandal” ekranlarda gösterilmedi...

Hatta;

Yaptığının üstü örtülüyor.

Birkaç gün sonra unutulacak gibi görünüyor.

Neden?

Çünkü, medyanın ana malzemesi magazindir. Magazinle beslenen televizyonlar M. Ali Erbil’i üzmek istemiyor.

Dolayısıyla üç maymunu oynuyorlar: Görmedim, duymadım, bilmiyorum!

Radikal yazarı Hakkı Devrim’in “Mehmet Ali Erbil’i konuşmak” başlığı altında bir yazısı var. Arşivime koymuşum.

Şöyle:

“Tehlike, merak ve seyredilme şansı yüksek bir ihtimaldir. Büyük tehlikeleri göze alabilmek de çok kazanma yollarından biri. İş dünyasında marifet sayılır.

“....Fransızlar tehlikeyi açık saçıklıkta, eski deyişle ‘müstehcen’de arıyorlardı, diyebiliriz.

“Bizim en etkili eğlence yöntemimiz, burada sık sık söylediğim gibi ‘sululuk’tur. Okullar gibi, arkadaş toplantıları gibi, stadyum tribünleri, hatta hanımların buluşma günleri gibi bir araya gelme vesilelerini düşünün. Buluşmaların tadını en çok sululuk ederek çıkarmaz mıyız?

“Mehmet Ali Erbil’in bence baş özelliği, bir sululuk virtüözü olmasıdır. (Televizyon ekranından söz ediyorum, tiyatrodan değil.) Başarısının sebebi, oyunculuktan edindiği beceriler yanında, bizim seyircimizi eğlendirmede en etkili yöntemin sululuk olduğunu bilmesidir...”

“İyi para kazandığı bu alanda Mehmet Ali Erbil de, daha fazla başarıyı veya irtifa kaybetmeden devamı, sululuk yönteminde yeni ve daha büyük tehlikeleri göze alarak sağlamaya çalışıyor.

“Başına gelen sıradan bir iş kazası değil Mehmet Ali’nin; düpedüz duvara toslamaktır. Giderek daha tehlikeli numaraları deneyen trapezcinin, düşerken, altında gerili ağları da tutturamaması gibi bir talihsizlik.

“Kanallar da durup düşünecektir, Erbil gibi bir reyting imkânını elden kaçırmamayı hesaba katarak.

“Tarafların doğru bir karara varmasında en büyük etken ne olur, bilir misiniz? Biz seyircilerin, hep birden karşı karşıya kaldığımız bu çirkinlikten duyduğumuz rahatsızlığı onlara doğru dürüst anlatabilmemiz.” (a.g.g.)

Devrim, üstü kapalı eleştirirken, hafif yollu sırtını sıvazlamış Erbil’in. Ama bu yazıyı yazdıktan birkaç ay sonra yine iş kazası yaşandı ve şimdi kimse kalemine bile dolamıyor. Büyük bir sessizlik içinde RTÜK’ün ve kamuoyunun tepkisini bekliyor.

Yazık olan şu: Erbil “sunuculuğunu” sektör haline getirdi. Bu sektörden ekmek yiyenler türedi. Televizyon dünyasından tutun, gazetecilere kadar... Ve bu sektörün sekteye uğramasına istemiyor olacaklar ki, Erbil’e dokunmuyorlar.

Bu ise Erbil’i daha da şımartıyor ve dokunulmaz yapıyor. Sonra da gelsin “ahlâksız”lıklar ve “sululuk”lar. Artık bunun önü alınması gerekiyor.

12 YIL SONRAKİ DÜELLO

Şükür... Buluştular da başımız göğe erdi. Hürriyet gazetesi yazarı Emin Çölaşan ve Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, 12 yıl sonra ilk defa televizyonda canlı yayında karşı karşıya geldi.

Geldi de ne oldu?

Bir sürü lâf salatası dinledik.

Kim haklı, kim haksız tartışması bir yana. İkisi de hem haklıydı, hem de haksızdı.

İlk sözü alan Hürriyet yazarı Çölaşan tam 38 dakika konuştu. Ha bire Gökçek’in gönderdiği mailleri okudu.

Sıra Gökçek’e geldiğinde aldı sazı eline. Dokundurdu tellerine... Kendine has bildik üslûbuyla cevap verdi. Zaman zaman yüklendi. Çölaşan’ın beden dilini okuduğunuzda çok rahat olduğu söylenemezdi.

Bir gazetecinin kalemini rastgele sallayarak ona buna “kara” çalması ne kadar doğru değilse, Büyükşehir Belediye Başkanının da zaman zaman “özel”e giren üslûbunu hoş bulmadım.

Ancak bir gazetecinin o “serveti” nasıl yaptığı da akıllarda kalan bir soru... Sahi, Çölaşan’ın karşısında Çölaşan olsa aynı soruyu sormaz mıydı: “O serveti nasıl edindin?”

02.04.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Sevgiyle yaklaşım



Öğrencilere sorarsınız, “Ne olacaksın?” diye. “Öğretmen olacağım” diyenlere rastlarsınız. Ve öğretmen olur. İlk istediği şey: “Nerde benim sopam” dır.

Çünkü onun dünyasındaki öğretmen imajı budur. Çocuk öyle bir öğretmen görmüş ve onu örnek almıştır.

Ama sevgi dolu bir öğretmeni örnek alan öğrencinin öğretmen olduğunda yaklaşımı da sevgiyle olacaktır.

Okullarda ve gençlerde artan şiddet eğilimi ile okullarda meydana gelen olayların araştırılarak alınması gereken önemlerin belirlenmesi amacıyla kurulan Meclis Araştırma Komisyonunun raporunun sunulmasında bir konuşma yapan Prof. Dr. Ferhunde Öktem olumlu ve olumsuz eğitimin etkilerini vurgulamak için bu örneği veriyordu.

Araştırma sonuçları sevgisiz yetişen çocukların topluma problem olduklarını gösteriyor.

25 milyon gence sahip bir ülkeyiz. Komisyon Başkanı milletvekili Halide İncekara’nın ifadesiyle “geleceğimiz değil, günümüz olan gençler,” Prof. Dr. Hilâl Özcebe’nin tesbitiyle adam yerine konulmalarını istiyorlar.

Onları adam yerine koyma sevgiyle yaklaşma, değer verme ve ilgi göstermekle olur. Kendini başıboş, sahipsiz, ilgi ve sevgiden uzak gören genci madde bağımlısı, kötü alışkanlıkların esiri olmaktan nasıl kurtaracağız?

Anket sonuçları gençlerin durumları hakkında çok önemli ip uçları veriyor. Yüzde 92.6 televizyon seyreden gençlerin yüzde 45’i de bizzat medyayı şiddet aracı olarak görüyor.

Lise öğrencilerinin yüzde 65.6’sı halen sigara içiyor. Son bir ayda yüzde 16.5’u, son üç ayda ise yüzde 2.9’u en az bir kere olsun içki kullanmış. Türkiye ortalamasına vurulunca bu rakam (yüzde 2.9) 120 bini buluyor. Öğrencilerin yüzde 22.4’ü şans oyunlarına takılırken, yüzde 6.2’si de kumar oynuyor. İnternet kafelere katılanların oranı yüzde 56.1. Öğrencilerin yüzde 63.3’ü etki altında kaldıklarını söylerken, yüzde 29’u aile büyüklerinin, yüzde 15.9’u arkadaşlarının, yüzde 14.3’ü de öğretmenin etkisi altında kaldıklarını belirtiyor.

Kontrolsüz internet ise başlıbaşına bir problem. Bilgisayarın başına geçip odasına çekilen öğrenciyi kim kontrol edecek?

Komisyon raporunda detaylı sonuçlar da var. Bütün bunlar ne kadar acı bir tabloyla yüzyüze olduğumuzu gösteriyor.

Ümit edelim ki bu tablo teşhiste olduğu gibi tedavide de bizleri gayrete getirsin, bu olumsuz gidişe dur dedirtsin ve iyi nesiller yetiştirme noktasında tedbirler almaya itsin.

Ülke bizim ülkemiz, gençler bizim gençlerimiz. Acıyı da, sevinci de biz tadıyoruz.

02.04.2007

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Korkularımız



Korku insan fıtratında olan bir duygudur. Bütün duygular gibi korkuların da insan hayatında önemli bir görevi bulunmaktadır. Korkuların biz insanlar için kâbus haline gelmesinin temelinde korku hissini yerli yerinde kullanmamamız bulunmaktadır.

Korkulması gerekenden korkmadığımız ve korkulmaması gerekenlerden korktuğumuz için, aslında insan için bir nimet olan korku hissini, dünyada cehennemî bir hayat yaşamaya vasıta yapıyoruz.

Her duygu gibi korku hissini de şeytanın tasallutundan kurtarmamız gerekmektedir. Aksi takdirde bütün güzellikler bizim için çirkinliğe, bütün sükûnetler bizim için karmaşaya, bütün huzurlu haletler bizim için sıkıntılara inkılâp edecektir. Peygamber Efendimizin (asm) hadis-i şeriflerinden, korkuların istimal edilmesi gereken alanları rahatlıkla görebilmek mümkündür. Her meselede olduğu gibi, Sünnet-i Seniyyeyi kendimize rehber edinirsek korkuda dahi büyük lezzetlerin var olduğunu yaşayarak öğrenebileceğiz.

Rabb-i Rahimin Habib-i Ekremi (asm), Allah’tan korkanın hiçbir mahlûkattan korkmayacağını, Allah’tan korkmayanın ise her an her mahlûkattan korkabileceğini bizlere ifade buyurmaktadır. Bizim en büyük problemimiz korkuyu yerinde kullanmamaktır. Bütün sıkıntıların yok edicisi, Allah’tan korkma duygusunu tam anlamıyla hayatımıza geçirebilme haletidir. Bütün mahlukata karşı insanın kendini emniyette hissetmesi ancak Allah korkusuyla mümkün olabilmektedir.

Allah’tan korkmak ile mahlûkattan korkmak arasında büyük farklar bulunmaktadır. Zira Allah’tan korkan Ona yönelecek, Ona yakınlaşacak, Onu sevecek; mahlukatta korkan ise korktuklarından hep uzaklaşmak isteyecek, korktuğu yaratıktan nefret edecektir.

Korkmanın sevgiye inkılâp etmesinin örneğini hepimiz hayatımızda yaşama imkânına sahibiz. Bu korkunun nasıl sevgiye dönüştüğünü uygulama ile görebilme imkânına da sahibiz. Bunun için, küçük evlâdını tokatlayan bir anne ile, tokatı yiyen çocuk arasındaki münasebeti takip etmek yeterli olacaktır. Çoğumuzun şahit olduğu gibi, annesinden tokat yiyen çocuk, annesinden kaçmamakta, aksine yine annesinin şefkatli sinesine sığınmaktadır.

Başta insanlar olarak, bütün mahlûkattaki annelerin şefkati, ancak Rahman ve Rahim olan Rabbimizin şefkatinin küçük bir yansımasıdır. Böyle olunca, her halûkârda Hâlık-ı Kerim olan Rabbimize yönelmek ve sadece Ondan korkmak çok daha tatlı ve mânâlı olacaktır. Bizler Ondan korktukça Onun dergâhına yönelecek ve Onun Rahmet deryasına banmış gibi kendimizi hissedeceğiz.

Korkunun gerçek mecrasında kullanılması neticesinde, dünya bomba olup patlasa bile korkup titremeyecek, her şeyin dizgininin Allah’ın elinde, her şeyin anahtarının Onun yanında olduğunu düşüneceğiz. O izin vermediği takdirde hiçbir surette kimsenin bize zarar vermeyeceğini düşünür ve meydana gelen olayları huzur ve sükûnla takip etmekten başka elimizden bir şey gelmediğine inanırız. Bu inanç bizi dünyada huzurlu kılacağı gibi, Ahirette de bu tevekkül ve teslimiyetimizin büyük mükâfatını alacağız.

Bilhassa yaşadığımız asırda, her zamankinden daha fazla Mehafetullaha ihtiyacımız bulunmaktadır. Çünkü insanlar her zamankinden daha fazla canavarlaşmıştır. Ve bizler canavarlaşan insanların cinayetlerini her gün öğrenebilme ve hatta görebilme bedbahtlığına maruz kalan bir nesiliz. Eğer Kâinat Yaratıcısını aklımıza getirmezsek, zalimlerden korkmak, olaylar karşısında titremek bizim için her gün mümkün olacak, dünya hayatı bizim için bir zindan haline dönüşecektir.

Dünya hanına gelen hangi ceberut insan, dünyada, istediği ve arzuladığı gibi devamlı yaşama imkânına kavuşmuştur? Kim ölümden kaçabilmiştir? Çaresi bulunmayan hastalıklar karşısında, dünyanın en büyük maddî imkânlarına sahip olanlardan hangisi ayakta kalabilmiş, sıhhat ve âfiyetini muhafaza edebilmiştir?

Demek insanlık için tek çare vardır. O da Kâinat Yaratıcısına yönelmek ve Ona karşı acizliğini ve fakirliğini anlayabilmektir. Gerisi boş, hem de bomboş...

02.04.2007

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Dünyanın sekerâtı



Dünyanın ölümünü haber veren maddî ve mânevî işaretler bir bir belirmeye başladı.

İşte, bu işaretlerden bir kaçı.

1) Şu ana kadar yapılan ve el altında tutulan nükleer bombalar, hidrojen–kimyasal–biyolojik silâhlar bile, dünyayı harap edecek, arzın dengesini bozacak raddeye varmış durumda.

2) Eski çağlarda kavimleri helâke götüren zulüm ve günahkârlıklar, bu gün yeryüzünü istilâ etmiş, bütün insanlığı ciddî şekilde tehdit eder bir durumda. Hz. Muhammed (asm) ümmetine umumî bir helâk gelmediği için, çığrından çıkan insanlığın başına toptan helâk geliyor, yani kıyâmet kopuyor.

3) Gelişen teknoloji, âdeta mucize sınırına gelip dayandı. Mucize devri kapandı; ancak, teknik icad, buluş ve keşiflerdeki ilerleme o dereceye vardı ki, insan daha ötesini tahayyül edemiyor. Daha ötesi mucize olacağından, bu hususta da yolun sonuna doğru yaklaşıldığı kanaati hasıl oluyor. Kaldı ki, teknoloji hayatı kolaylaştırmakla beraber, rahatı, huzuru, sükûnu kaçırıyor, insanı adeta esir alıyor.

4) Dünyanın fizikî, biyolojik ve ekolojik dengesi ciddî mânâda değişmeye, hatta bozulmaya başladı. Ki, bu yazının ana konusu da budur.

Uzun zamandır konuşulan, tartışılan bu konu hakkında, nihayet Birleşmiş Milletlerden de yeni ve son derece önemli bir açıklama geldi.

BM'ye bağlı olarak faaliyet gösteren Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) tarafından hazırlanan raporuna göre, küresel ısınmanın planktonlardan (*) kutup ayılarına, dünyanın en Güney noktasından en Kuzeyine kadar, yeryüzündeki hemen bütün canlılar üzerinde beklenen ciddî etkisi ortaya çıkmaya başlamış bulunuyor.

AP'nin haberine göre, IPCC tarafından açıklanması beklenen ve 100'den fazla ülke hükümetinin tayin ettiği iki bin civarındaki ilim adamının iştirakiyle hazırlanan raporda, ayrıca şu ifadeler yer aldı: ''İklimdeki değişiklikler, artık tüm kıt'alarda fiziksel ve biyolojik sistemleri etkiliyor. 'Yüzlerce canlı türünün eski yayılma alanları değişmiş, ekosistemler bozulmuş durumda. Dahası, Kuzey ve Güney kutuplarındaki hayvan ve bitkiler dahil, hemen tüm canlı türlerinin hayat tarzlarında çok büyük değişiklikler görülmeye başladı."

Üstad Bediüzzaman Hazretleri, bazı risâlelerinde "dünyanın sekerâtı"ndan bahsediyor. (Aşağıda orijinal bir ifadesini okuyabilirsiniz.)

Şimdiye kadar ortaya çıkan işaret ve alâmetler, dünyanın sekerât vaktinin çok yaklaşmış olduğunu gösteriyor.

Dünyayı kirlete kirlete hayatı yaşanmaz hale getiren insanlık camiası, şimdi kara kara düşünmeye başladı.

İnsanlık, öte yandan dünyanın ömrünü uzatmak için, ciddî tedbirler almaya kendini mecbur görüyor. Alınacak tedbirlerle, elbette ki dünyayı daha güzel ve daha yaşanılır bir hale getirmek de mümkün.

Ancak, yine de âkıbetin sekerât–ı mevt ve nihayet kıyâmet olacağı muhakkaktır. İhtiyarlayan insanın ölümü mukadder olduğu gibi, şu fâni ve ihtiyar dünyanın kıyameti dahi mukadder ve muhakkaktır. Boşuna "Dünya fâni" denilmemiş.

Hâsılı, dünyayı güzelleştirmek ve çirkinleştirmemek de çok mühim; ama, asıl mühim olan öbür dünyayı, yani âhiret hayatını mâmur edebilmek.

(*) Plankton, suda bulunan, hareket yeteneği akıntıya bağımlı olan mikroskobik boyuttaki tek hücreli canlılara verilen genel isimdir.

Bediüzzaman diyor ki...

Şu dünyanın sekerâtını, âyât-ı Kur’âniyenin işaret ettiği sûrette tahayyül etmek istersen, bak: Şu kâinatın eczâları dakîk, ulvî bir nizam ile birbirine bağlanmış; hafî, nâzik, latîf bir râbıta ile tutunmuş ve o derece bir intizam içindedir ki, eğer ecrâm-ı ulviyeden tek bir cirm, kün emrine veya "Mihverinden çık" hitâbına mazhar olunca, şu dünya sekerâta başlar. Yıldızlar çarpışacak, ecrâmlar dalgalanacak; nihayetsiz fezâ-i âlemde, milyonlar gülleleri, küreler gibi büyük topların müthiş sadâları gibi vâveylâya başlar. Birbirine çarpışarak kıvılcımlar saçarak, dağlar uçarak, denizler yanarak, yeryüzü düzlenecek. İşte, şu mevt ve sekerât ile, Kadîr-i Ezelî kâinatı çalkalar, kâinatı tasfiye edip Cehennem ve Cehennemin maddeleri bir tarafa, Cennet ve Cennetin mevadd-ı münâsibeleri başka tarafa çekilir; âlem-i âhiret tezâhür eder. (Sözler, s. 490) GÜNÜN TARİHİ 2 Nisan 1868 Danıştay'ın (Şûrâ-yı Devlet) kuruluşu: 1868 Açılış merasimi padişahın da iştirakiyle 10 Mayıs'ta yapılan Şûrâ–yı Devlet'in (Danıştay'ın) kurulması kararı kabul ve tasdik edildi. Sultan Abdülaziz zamanında ve onun fermanıyla kurulan Danıştay, Osmanlı tarihinde demokratik anlam taşıyan belki de ilk Meclis teşekkülüdür. Zira, o tarihte teşkil olunan bu Şûrâ–yı Devlet'in üyeleri, Osmanlı ülkesinin muhtelif merkezlerinden seçilerek (tensip edilerek) geldiler. Bu teşkilât, ayrıca vatandaşın (tebeanın) hukukunu devlete karşı koruyan ve savunan bir millî meclis şeklini aldı. Kuvvetler ayrılığı prensibine dayanarak çalışan Danıştay, padişahın yetkilerini dahi sınırlandırmış durumdaydı. Şûrâ'nın açılış merasiminde konuşan Sultan Abdülaziz'in şu sözleri, yeni kurulan bu meclisin yetki ve sorumluluk alanını da tayin ediyordu: "Bu teşkilât–ı cedide (yeni müessese), kuvve–i icraiyenin (hükümetin), kuvve–i adliye, kuvve–i diniye ve kuvve–i teşriîyeden tefriki esasına müstenittir." (Yani, kuvvetler ayrılığı esasına dayanır.) Padişah, konuşmasına devamla şunları dile getirdi: "Bu devlet meclisi, aynı zamanda Suriyelilerin, Bulgarların, Boşnakların, velhâsıl tekmil unsurların erbâb–ı iktidarı için müşterek bir merkez olmalı ve bu erbâb–ı iktidar, vükelâya (vekillere) yardım etmeli." Ülkenin demokratikleşmesi yolunda açılan bu önemli adım, bazı totaliter kafalı kimselerin huzurunu kaçırdı. Bunlar, bir müddet sonra padişaha karşı bir komplo hazırladılar. Önce onu tahttan indirdiler, ardından da–intihar süsü vermek için–iki bileğini keserek onu katlettiler. * * * Danıştay'ın yetkileri, kurulduktan on yıl sonra (1878), ne yazık ki daraltıldı. Anayasa'nın rafa kaldırılması, Meclis–i Mebusan'ın kapatılması ve Meşrûtiyet'in askıya alınmasıyla eş zamanlı olarak yapılan bir müdahale ile, Danıştay'ın da manevra alanı daraltılmış oldu. Devletin en üst yargı organlarından biri olan ve 4 farklı daireden oluşan Danıştay, 4 Kasım 1922'de kapatıldı; ancak, 6 Temmuz 1927'de tekrar açılarak faaliyetine devam etti.

02.04.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Risâle-i Nur'da Celâlî ve Cemâlî isimler



Ankara’dan Hanım okuyucumuz:

“Risâle-i Nur’da bahsedilen Celâlî ve Cemâlî isimler nelerdir? Bu isimlerin tecellileri, varlıklardaki ve insanlardaki yansımaları ve sonuçları hakkında

neler söylenebilir?”

Allah Teâlâ hem sonsuz Celâl ve İzzet Sahibi; hem de nihayetsiz Cemâl ve Güzellik Sahibidir. Her iki sıfat grubu da mevcudat üzerinde kayıtsız, hadsiz ve sayısız tecellilere sahiptir.

Cenâb-ı Hakk’ın ezelî sıfatlarının Celâlî ve Cemâlî olmak üzere genelde iki türlü tecelliye sahip olduğunu beyan eden1 Bedîüzzaman, “Bismillâhirrahmânirrahîm” kelimesinde yer alan “Allah” kelâmının “Celâl” lâfzı olduğunu ve bu kelâmdan Celâl silsilesi tecellî ettiğini; diğer iki isim olan “Rahman ve Rahîm” kelâmlarından da Cemâl silsilesi tecellî ettiğini kaydeder.2 Buradan, Kur’ân’da yüz on dört defa nazil olan “Bismillahirrahmânirrahîm” mübarek cümlesinin hem Celâlî isimlerin, hem de Cemalî isimlerin zikrini özünde barındıran bir İlâhî kelâm olduğunu söylemek mümkündür.

“Bismillah” cümlesini Vâhidiyet ve Ehadiyet tecellileri açısından da ele alan Bedîüzzaman, Kur’ân’ın varlıklar âlemini kuşatmış olan Vâhidiyet içinde akılları boğmamak için daima Vâhidiyet içinde Ehadiyet cilvelerini gösterdiğini beyan eder. Üstad Hazretleri, Vahidiyet ve Ehadiyet ıstılâhlarını güneş misâliyle açıklar. Buna göre, güneşin bütün dünyayı ihatasındaki birlik ile zerrecikler, cam parçacıkları, damlacıklar ve şeffaf şeyler üzerindeki cilvelerinde gözden kaçmayan birlik arasında aslında fark yoktur. Ancak güneşi bir bütün olarak kavramaktan aciz kalan kimsenin, şeffaf şeyleri dikkatinden uzak tutmaması gerekir. Şeffaf şeylerdeki güneşin yansımalarına dikkat ettiğinde güneşi yedi rengi ile birlikte kavramış olur. Çünkü bütün dünyayı kuşatan güneş, aynı zamanda cam parçacıklarında da yansımakta ve yedi rengini göstermektedir. İşte–temsilde hata olmasın—Cenâb-ı Hakk’ın bütün isimleri Vâhidiyet itibariyle bütün kâinatı kuşatmıştır; Ehadiyet itibariyle de her zerrede, her küçük şeyde, her çiçekte, her hayat sahibinde, her insanda yine ekser isimleri tecellî halindedir. İnsan aklı koca kâinatı havsalasına sığdıramaz ve Bir Yaratıcısı olduğunu kavramaktan aciz kalır ise, Kur’ân’a göre çözüm, küçük varlıkları insanın dikkatine arz etmektir. Kur’ân, aklın boğulmasını önlemek için insan aklının kavrayabileceği küçük varlıklar üzerinde Allah’ın isimlerinin ehadiyet cilvelerini, yani Allah’ın birliğinin küçük şeyler üzerindeki tezahürlerini gösterir. İşte “Bismillah” kelâmındaki Celâl lâfzı olan “Allah” ismi Vâhidiyet’e, yani Allah’ın isimlerinin bütün kâinat üzerindeki nüfuzuna ve hâkimiyetine; “Rahman ve Rahîm” isimleri de Ehadiyet’e, yani Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinin küçük parçacıklardaki, yani bitki, ağaç, hayvan, insan... vs. bütün hayat sahiplerindeki birlik, şefkat ve rahmet tecellilerine işaret eder.3

Bir diğer ifadesinde Bedîüzzaman, Vâhidiyetin Celâl tecellisini; Ehadiyetin de Cemâl tecellîsini gösterdiğini kaydeder. Bu durumda ekseriyetle nev'îlere ve külliyata, yani bir bütün olarak kâinata ve küllî şeylere Celâl sıfatı ve Celil ismi; mevcudatın cüz’iyâtına, yani bütün küçük varlıklara, yani kâinatın fihristesi niteliğindeki küçük hayatçıklara da Cemâl sıfatı ve Cemil ismi tecelli eder. Bazen de Cemâl, Celâl’den tecellî eder. Yani büyük varlıkların azametinde bir güzellik, büyüklüğünde bir rahmet, haşmetinde bir nezahet vardır. Büyüklüğü ve azameti Celâlî isimlerden ise, güzelliği ve rahmet eseri oluşu Cemâli isimlerdendir. Aynı zamanda Celâl içinde Cemâl tecellisine, Cemâl içinde de Celâl tecellisine şahit olmak mümkündür. Yani Celâl ne kadar Cemil ise; Cemâl de o kadar Celil’dir.4 Küçüklerde tezahür eden Celâl ve İzzet izleri de gözden kaçmamalıdır. Meselâ sinek öyle onurludur ki, izzet ve onuruyla, Celâl ve İzzet Sahibi olan Allah’ın eseri olduğunu âdeta haykırır!

Üstad Saîd Nursî’ye göre, güneş ve arş gibi büyük cirmler, haşmet lisanıyla “Ya Celil! Ya Kebir! Ya Azim!” diye Allah’ı zikrederler. Sinek ve balık gibi küçücük hayat sahipleri de rahmet lisanîyle, “Ya Cemil! Ya Rahîm! Ya Kerim!” diye Allah’ı zikrederler. Celil-i ZülCemâl’den ve Cemil-i ZülCelâl’den başka hiçbir kimse, hiçbir şey şu büyük âlem olan kâinata ve küçük âlemler mânâsında olan cümle canlı varlıklara aslâ müdâhale edemez!5 Buradan hareketle Kebir, Mütekebbir, Azim, Cebbar, Kahhar, Kâbıd, Hâkim, Melik, Adl, Kadir, Kaviyy, Muktedir, Müntakım, Vâhid, Dârr gibi haşmet, azamet, ulviyet, büyüklük, hâkimiyet, kudret, kuvvet, ihtişam, kahır, tenzih, tesbih, havf, azab, korku, heybet ve tekebbür ifade eden isimlerin Celâlî isimler olduğu; buna karşılık Rahman, Rahîm, Kerim, Selâm, Mü’min, Müheymin, Gaffar, Rezzak, Latif, Halîm, Şekûr, Vedûd, Mukît, Mücîb, Muhyî, Ehad, Tevvâb, Afüvv, Raûf, Muğnî, Hâdî, Nûr gibi rahmet, şefkat, merhamet, mağfiret, cevap vermek, acımak, güzellik, hoşnutluk, rızâ, sevgi, muhabbet, bağışlamak, tezyin, hamd, lütûf, terğib, recâ ve ümit ifâde eden isimlerin ise Cemâlî isimler olduğu söylenebilir.6

Kâinatta zıtların birbiriyle mücadeleleri, büyük şeylerin haşmet ve gösterişi, güzel olanların ise nezahet ve cazibesi bu iki sıfat ve isim grubunun muhtelif tarzlardaki tecellilerini nazara verirler. Bu bağlamda, her şeyde görülen sürekli tegayyür ve değişiklik kânunu; her şeyin her an tekâmül, değişme, gelişme, büyüme ve farklılaşma içinde oluşu; iyilikle kötülüğün, güzellikle çirkinliğin, aydınlıkla karanlığın, nûr ile nârın, hidâyet ile dalâletin hep birbirine mütecâviz ve müdâfî vaziyette bulunmaları da Celâlî ve Cemâlî isimlerin tecellîlerindendir.7

Dipnotlar: 1- İşârât’ül-İ’câz, s. 66; Lem’alar, s. 84; 2- İşârât’ül-İ’câz, s. 21; 3- Sözler, s. 15; 4- Mesnevî-i Nûriye, s.178, 181, 183; 5- Mektûbât, s. 228; 6- İşârât’ül-İ’câz, s. 66’dan istifâde ile; 7- Lem’alar, s. 84.

02.04.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Seçimler yaklaşırken



İktidar ve ana muhalefet, karşılıklı gerginleşmenin oya tahvil olabilecek hesaplarıyla meşgulken, bu işten AKP kârlı çıkıyor. Sağ oylar CHP’ye gidemeyeceğine göre, CHP’nin AKP üzerinden sağ seçmeni rencide eden her demeci, ibreyi AKP’ye yönlendirmektedir.

Bazen düşünüyorum: CHP’nin bu akıl almaz çılgın yaklaşımlarını, milliyetçiliğini, antidemokratik söylemlerini ve hırçınlığını, acaba AKP mi el altından planlıyor?

AKP şanslı doğmuş. Baykal gibi bir ana muhalefet lideri ve CHP gibi devletin kurumu niteliğindeki bir partinin ana muhalefeti, seçimleri kazanmak için yeterli bir sebep olabiliyor. Zaten Baykal’ın seçim kazanma derdi yok. Barajı aşsın yeter.

Burada muhalefet yapmak, AKP’yi dizginlemek ve pozitif tercihler ortaya koymak diğer sağ partilere düşüyor. Sorumluluk özellikle merkez sağdadır.

Siyasetin içinde, aynı yelpazeden kuvvetli bir muhalefetin olmayışı, AKP’yi dediğim dedik yaparken, demokratik çıtayı yükseltecek siyasî iradeyi zayıflatmaktadır.

Sağın ilâcı sağdır. Daha genellemeci bir yaklaşımla, demokrasinin gelişimi, demokratik düşünen yelpazenin kendi içinde yarışıyla kıymet kazanır ve sonuçları değiştirme ihtiyacı duyar.

Şu an Meclisteki siyasî tabloya baktığımızda, CHP ve karşısında AKP. İktidarın sayı çoğunluğu, CHP tabanından endişe etmeden ve nasıl olsa oyların oraya kaymayacağını bilmesi kendini rahatlatıyor.

Eğer Mecliste, merkez sağdan ikinci bir parti olsaydı, tabandaki seçmenin demokratik talepleri iktidara daha güçlü yansıtılırdı. CHP ile bu mümkün değil. CHP, seçmen ekseriyetinin hassasiyetleriyle çatışan konumundan dolayı, vatandaşın sesi, kulağı olamamaktadır.

Bunu yapacak olan DYP ve etrafında yapılanması gereken merkezi siyasettir. Radikal olmayan, herkese kucak açabilecek hazım kapasitesine sahip, geçmişinden dolayı böyle bir müktesebatı vardır.

DYP’nin makul söylemlerini, vitrin zenginleştirmesiyle daha geniş kitlelere demokrat perspektifle sunması gerekiyor.

YÖK, başörtüsü, AB, demokratikleşme, ekonomi ve güneydoğu konularında daha geniş açılımlara girmeli. Bugüne kadar ki yaklaşımları olumlu olmakla beraber, bunu yaygınlaştıracak yeni argümanlar bulması gerekir.

Tabanı besleyecek ve temsilin güvenilirlik parametrelerini arttıracak yeni stratejiler bulması şart. AKP, demokratik reformlarda, bazen ürkek ve geri adım atarak, sessiz çoğunluğun cesaretini kırıyor. Siyasetin, belli mahfilerin kayıt dışı egemenliğinden kurtulması gerekiyor. Burada, ortak demokratik hedefler için geniş tabanlı tavır oluşturulmalıdır ki, merkezin demokratik refleksleri kuvvetlenebilsin.

Özetle, merkezde olanlarla merkeze yanaşanlar, daha ileri bir ufukta partiler üstü demokrasi talebinde buluşup, azınlık psikolojisinin oligarşik CHP üzerinden siyaseti engellemesine ve devlet kurumlarının parlamentoya alternatif tutumlarını çözmeye yönelik daha köklü reformlar yapmalıdırlar.

Bunu, tek başına iktidar değil, demokrasi içinde halkın tercihlerine bağlı siyasî güçlerin ortaklaşa yeni bir sivil anayasa yapmaları ile bir çok handikap aşılabilir.

O zaman, siyasetin kendi içinde “kuvvetler birliği” aynı zamanda kuvvetler ayrılığının da dengesini teşkil eder.

02.04.2007

E-Posta: [email protected]




Zeynep GÜVENÇ

Değişim rüzgârları



Amerika’da değişim rüzgârları esmeye başladı. Hümanizm, egoizm, hedonizm dalgaları kayalara çarpıp da paramparça olunca, toplumun temelinden sarsıldığını ve bir an evvel birşeyler yapılmazsa çok yakın gelecekte “aile kurumu” diye birşeyin kalmayacağını fark ettiler.

Önceleri birey olmak, tek başına özgürce yaşamak, kendi paranı kendin kazanıp sefasını sürmek empoze edilirken, şimdilerde baba anne ve çocuk, yani klasik bilinen “mutlu aile” resmi gündemde.

Meselâ bir baba vardır evin reisi, sonra ona her konuda destek bir anne vardır merhamet timsali, sonra onların kanatları altında, evleninceye kadar huzur ve güven içinde büyümek vardır çocuk olarak.

Yapılan araştırmalar gösteriyor ki; dinî inancın eksikliği sebebiyle bireyler evlenme yolunu tercih etmiyor. Bekâret yaşı ilkokul seviyesinde olduğu için de bizdeki Çocuk Esirgeme Kurumları ya da evlâtlık alma servislerinin kapılarının önü dolup taşıyor. Kimlerle dersiniz? 13-14 yaşındaki çocuk anneler ve kucaklarındaki babası belli olmayan çocuklarla. Çocuk denecek yaştaki annelerin gözleri yaşlı. Daha kendileri hayatın farkında değilken, ahlâk edep ve din anlayışından yoksunluk sebebiyle, yaptıkları hatanın bedelini hayatlarıyla ödüyorlar. Bu merkezlerin kapısına kadar gelip bebeklerini teslim eden ya da son anda bundan vazgeçen anneler, zaten bir aile bakış açısından uzak olduklarından dolayı “olması gerekenin” ne olduğunu da bilmiyorlar.

Hıristiyan inancına göre boşanma yasak olmasına rağmen, Rutgers Üniversitesi araştırma sonuçlarına göre, ABD’de boşanma oranları gittikçe artıyor. “Dinî inancın zayıflaması demek, toplumun köklerinin çürümesi demektir” anlayışından hareketle, aile kurumunu tekrar ayağa kaldırmak için, dinî inanca ağırlık verme gereğini duyan ABD, okullarda İncil okutmak için kolları sıvadı.

İncil’in okullarda ders olarak okutulmasının tek sebebi bu olmasa da anlaşılan o ki; her türlü çöküşün kaynağı bir otokontrol eksikliğidir. Dıştan müdahele etmek ancak bir yere kadar işe yarar. Kişinin vicdanından öte yol yoktur. Yolların tıkandığı noktada, din bir dinamik olarak hayata dahil olmalıdır ki, kişi kendini sürekli kontrol edebilsin. Özgürlüğün en son noktasında helâk olan milletlerin, en güzel özgürlüğün, dinî kurallar ışığında yaşanan özgürlük olduğunu fark etmeleri oldukça sevindirici.

Yazar Robert C. Morris, Amerika’daki boşanma oranlarının artması üzerine, kendisi ile yapılan görüşmede, boşanma nedenlerini şöyle sıralıyor:

1- Evlilik anlayışının azalması.

2- Romantizm duygusunun ve hayat boyu ailelerin birlikte yaşama düşüncesinin öneminin azalması.

3- Eşlerin güçlü bir aile olmak yerine birbirlerinin duygusal ihtiyaçlarını karşılamak için çalışmaları (özellikle çok seyahat eden Amerikalılar için geçerli bir durum).

4- Evlilik öncesi ilişkileri teşvik eden politikalar (Ucuz doğum, kontrol hapları).

5- Ekonomik durum.

6- Boşanma yasağının ortadan kalkması.

7- Zenginlik, kariyer ve eğlence peşinde koşma.

8- Evlenmeden, çocuk büyütme sorumluluğu almadan, birlikte yaşama isteği (İdris Gürsoy, Newyork-ABD, Zaman).

Evlenmeden çocuk sahibi olmak, sosyal hafıza kaybına sebep oluyor. Geleneksel olarak Batıda aileler derneği var. Aileler çocuklarına sosyalleşme üzerine dersler veriyorlar. Allah’ın acıma duygusunun insanları sınava soktuğunu anlatıyorlar. Allah’ın nasıl bizi sevdiği üzerinde duruluyor. Ailelerin bu fonksiyonları toplum için çok önemli.

Bizde ne zaman değişim rüzgârları esecek?

02.04.2007

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

İhtiyarlar Risâlesi seslendirildi



Risâle-i Nurların tamamını seslendirmeyi hedefleyen Yeni Asya Prodüksiyon İhtiyarlar Risâlesini de çok farklı bir sesle dinleyicilerin hizmetine sunuyor.

Erdem Ali Özkan’ın seslendirdiği 2 cd’den oluşan eser, ayrıca 2 kaset olarak da hazırlandı.

İhtiyarlar Risâlesi, Risâle-i Nur Külliyatından Lem’alar isimli eserden 26. Lem’a, 17. Lem’a’nın 12. Notası ve Mektûbât’tan 21. Mektup’u ihtiva eder.

21. Mektup, aile içerisinde bulunan ihtiyar ve bakıma muhtaç anne-babaya, akrabaya veya sair mü’minlere karşı nasıl davranılması gerektiğini konu alır. 17. Lem’a’nın 12. Notası ise, bizzat Bediüzzaman’ın hayalen kabre girişini ifade ettiği etkileyici bir duâ metnidir.

“İhtiyarlar Lem’ası” olarak da bilinen 26. Lem’a ise, eserin asıl ve daha fazla yer tutan bölümüdür ve “ümit” anlamına gelen on altı “rica”dan meydana gelir.

Ricaların çoğu Isparta’da 1934 yılında Türkçe olarak telif edilmiştir. Esasında bu lem’anın başında “Yirmi altı rica ve ziya ve teselliyi camidir” denildiği halde, on altı “ricâ”nın yer almasıyla ilgili olarak şu not düşülmüştür: “Müellif-i muhteremin tashihinden geçen yazma bir nüshada, (Ilgazlı İsmail merhumun defterinde) bu lem’a hakkında, ‘Mütebaki kalan on dörtten tâ yirmi altıya kadar olan ricalar, malûm musibet (Eskişehir hapsi) yüzünden yazılmadı; onun mevsimi geçtiği için noksan kaldı’ denilmektedir.”

“Herbir ricanın başında, mânevî derdimi gayet elîm ve sizi müteessir edecek derecede yazdığımın sebebi, Kur’ân-ı Hakîmden gelen ilâcın fevkalâde tesirini göstermek içindir” diyen Bediüzzaman, eserlerinde, herşeye iman nuruyla baktığı ve baktırdığı gibi ihtiyarlığa da bu gözle bakar ve baktırır.

Yeni Asya Prodüksiyon önümüzdeki günlerde duyurulacak sürpriz çalışmalarla sizlerle olmayı hedefliyor.

***

Abone çalışmaları

Gazete abone çalışmaları yapmak üzere müessese bünyesinde görevlendirilen İbrahim Vapur faaliyetlerini sürdürüyor. Pilot bölge olarak seçilen Fatih, Esenler, Başakşehir, Mecidiyeköy, Zeytinburnu, Eminönü, Ümraniye, Gaziosmanpaşa ve Bahçelievler semtlerinde abone ve tanıtım çalışması yapan Vapur’un verdiği bilgiye göre güzel neticeler alındı. Hedef kitle belirlenerek ve bir program dahilinde yapılan çalışmalara, sözkonusu bölgelerdeki gazetemiz temsilcileri de katkı sağlıyor.

Ekip ruhu ile çalıştıklarını ifade eden Vapur, her Yeni Asya okuyucusunun eş, dost, akraba ve esnaf çevresinden vereceği referanslarla yeni okuyuculara ulaşabileceklerini belirtiyor.

Öte yandan, Bediüzzaman Haftası çerçevesinde tertiplenen panel ve konferanslarda da abone çalışmaları yapılarak, yeni promosyonların geniş kitlelere tanıtımı hedeflendi.

***

Can Kardeş’ten tiyatro kursu

Çocukların 26 yıllık arkadaşı Can Kardeş dergisi yeni bir projeye imza atıyor: Can Kardeş Çocuk Tiyatrosu. Can Kardeş’in çocuklara kazandırdığı değerleri san’atla desteklemeyi amaçlayan bu kursa katılmak için 7-12 yaş grubunda bulunmak ve dergi abonesi olmak şartı aranacak. Öncelikli olarak İstanbul’da, Edirnekapı ve Çamlıca Can Kardeş Köşklerinde başlayacak tiyatro kursları talebe göre, diğer illerimizde de yaygınlaştırılacak. Eğitimi, Bizbize Tiyatro Grubu tarafından verilecek kursta çocuklar diksiyon dersleri de alabilecek.

Haziran ayı ortalarında, okulların tatile girmesiyle birlikte başlayacak kurs için ayrıntılı bilgi 0(212) 655 88 59 - 295 no’lu telefondan öğrenilebilir.

***

Ve kampanya

Hız kesmeden süren kültür kampanyamızın son halkası olan Rüya Tabirleri’nin kupon neşri 1 Nisan’da başladı. Bir yönüyle önceki kampanyamızın hediyesi olan Rüya Ansiklopedisini tamamlayıcı bir fonksiyon üstlenen esere 59 kupon karşılığı sahip olabileceksiniz. Kampanyamızdan geç haberdar olanlar, ya da bir şekilde gazetemize ulaşamayanlar için de fırsat kaçmadı. Kupon neşri bitiminde yayınlanacak yedek kuponlarla eksikler tamamlanabilecek.

Kampanyanın abone çalışmaları tanıtım afişleri ve temsilcilerimize gönderilen örnek kitaplarla sürüyor.

Bir hatırlatma: Gazetemize yeni abone olan okuyucularımız, arzu ettikleri takdirde bir önceki hediyemiz olan Rüya Ansiklopedisini de uygun bir bedelle edinebilirler. Bunun için abone ve satış temsilcimizle görüşmeniz yeterli olacak. Rüya Ansiklopedisi ise az bir gecikme ile önümüzdeki haftalarda elinizde olacak.

Hepinize hayırlı haftalar diliyoruz.

02.04.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

‘Hac rekoru’nun hatırlattığı



Bu yıl hacca gitmek için ön kayıt yaptıranlar rekor kırmış. Ortaya çıkan rakamları farklı şekillerde yorumlayanlar olabilir, ama bizce bu rakamlar “Müslüman Türkiye”yi gösteriyor: Hac için müracaat edenlerin sayısı yarım milyonu aşmış ve 625 bine ulaşmış!

İsterseniz önce ilgili haberi özetleyelim: 2000’den bu yana ön kayıt sayısı ortalama 90 bin ila 120 bin arasında değişirken bu yıl hacca gitmek için 625 bin kişi başvuruda bulundu. Hac başvuruları 2005 yılında ise 300 bin olmuştu.

“Rekor”u değerlendiren bir uzman şöyle demiş: “Hac öncelikle bir ibadettir. Vatandaşın ibadete karşı saygısı, sevgisi, ibadeti yerine getirme arzusu artıyor. İkincisi hacdaki hizmet kalitesi düzeldi. Günümüz şartlarında ulaşım daha kolaylaştı. Ayrıca iklim yönünden daha ılıman aylara denk geldi. Ekonomik yönden de demek ki bir alt yapı var.” (Yeni Şafak, 31 Mart 2007)

Kayıt yaptıranların illere göre dağılımında ilk sırayı 99 bin başvuru ile İstanbul almış. Onu 50 bin kayıt ile Ankara ve 28 bin kayıt ile Konya izliyor. Bu ‘rekor’un bir anlamı da ilk defa kadınların, hacca gitme talepleri konusunda erkekleri ‘sol’layıp öne geçmiş olması. 301 bin erkek hacı adayına karşılık, 323 bin kadın aday hac için müracaat etmiş durumda.

Bu kadar yoğun hac talebi, Türkiye’yi ‘idare edenler’e şunu hatırlatmalı: Milletimizin büyük çoğunluğu Müslümandır ve inşaallah Müslüman kalacaktır. O halde, lütfen bu mahallede ‘salyangoz’ satmaya çalışmayın!

Bu hac rekoru, 1970’li yıllarda yaşanan başka bir hatırayı akla getirdi. Merhum Ali Ulvi Kurucu anlatıyor: “1970’lı yıllardan birinde, Endonezya’nın eski başbakanlarından Dr. Muhammed Nâsır Medine-i Münevvere’ye gelmişti. Kaldıkları Medine Otelinde kendilerini ziyaret etmiştim. Selâmlaşmamızdan sonra ilk sordukları sual şu olmuştu. ‘Bu sene de Türkiye’den hacı var mı?”

“Var, elhamdülillah, demem üzerine: ‘Acaba adedi ne kadar?’ diye sordular. Yüz elli bin, dedim. ‘Yüz elli bin mi? diyerek, ağlamaya başladılar ve derhal odasındaki serili seccadesinin üzerine secdeye kapandılar.

“Bu manzara karşısında hayretler içinde kaldım. Ne yapacağımı şaşırdım. Çünkü büyük devlet adamı üstad, secdede ağlıyordu.... Hıçkırıklar sesini boğmuş, ne dediği anlaşılmıyordu. Secdeden kalkıp da yerlerine oturduklarında, kendilerine şöyle demiştim: Efendim, verdiğim haber, zat-ı devletlerini çok heyecanlandırdı. Bugün sizi her zamankinden daha hisli buldum. Acaba bu hassasiyetinizin sebebini öğrenebilir miyim?

“Büyük insan, derin mânâlar dolu bir ‘ah!’ çekerek, şu şekilde cevap verdi: ‘Aziz dostum! (...) Ben Lozan Muahedesini (antlaşmasını) çok iyi bilen bir diplomatım. O muahedenin hedef-i aslisine göre Müslüman-Türk bugünleri görmeyecekti. Çünkü Türkiye’nin başını yemek için İngiliz Murahhas Hey’eti reisi Lord Gurzon’un başkanlığındaki kuzgunlar, Türkiye’nin Hıristiyan olması gerektiğini teklif ediyorlar ve Türk hey’etini, bu ağır teklifi kabule zorluyorlardı. (...) Demek, yıllar yılı bir tek Müslümanı dahi hac farizasını ifaya göndermeyen Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri, yüz elli bin hacıya pasaport vererek, (...) hacca gönderecek ha!? Bu ne azametli tecelli sahnesidir, ya Rabbi! Ben, Senin zalimleri saraylarının enkazı altında boğan kahır kudretinin karşısında nasıl yerlere serilmem ve seccadelere kapanmam?” (Gecelerin Gündüzü, Neşre Hazırlayan: M. Ertuğrul Düzdağ, s. 277-281, Marifet Yayınları, 2000)

Özetlemeye çalıştığımız bu hatırada başka ‘bilgi’ler de var elbette. Ama Endonezya’nın eski başbakanlarından Dr. Muhammed Nâsır bu günü de görseydi acaba daha çok sevinmez miydi? Haza min fazlı Rabbi!

02.04.2007

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

14 Nisan hazırlığı



“Bırak beni haykırayım, susarsam sen matem et;

Unutma ki şairleri haykırmayan bir millet,

Sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir;” demişti ya millî uyanışın şairi Mehmet Emin Yurdakul,

Bunlar da;

“Aydınları haykırmayan bir millet,

Sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir” diyeceklermiş.

Bunlar kim?

Aydınlarmış.

Tanıyın diye tarif veriyorum.

Demokrasi zamanında cüppelerini alıp Anıtkabir’e koşup ihtilâl çağrısı yapar, darbe zamanında da postalı giyip hizmete koşarlar ya…

İşte onlar.

Kendilerine aydın diyorlar.

Aydın, aydınlığı savunur.

Demokrasiyi, özgürlükleri, bilimi…

Nasıl aydınlarmış ki, ihtilâli, yasakları, idamları, baskıları savunuyorlar.

Fransız aydınları çağları aydınlatmıştı.

Bizim aydınlar iki de bir askeri çağırıyor.

Bunu yaparken de millî değerleri istismar etmekten geri durmuyorlar.

Bir zamanlar Kıbrıs’taki Türk askerini işgalci ilân etmişlerdi. Şimdi Kıbrıs’ı istismar ediyorlar.

Bir zamanlar Bekaa’ya kadar gidip Öcalan’la işbirliği protokolü imzalayanlar vardı. Şimdi Öcalan’a “sayın” denilmesini vatana ihanet ilân ediyorlar.

Bir zamanlar 555K’ları vardı. “Beşinci Ayın Beşin de saat 5’te Kızılay’da buluşmaktı” parolaları… Buluştular. Çok partili demokrasinin sağladığı özgürlük ortamında, başbakanın yakasından tutup, askeri göreve çağırdılar.

Özgürlük meydanından kısa süre sonra tanklar geçti. O zaman hepsi askerin karşısında esas duruşa geçtiler.

14 Nisan için aynı rüyaları görenler var. Aydınları Tandoğan meydanında haykırmaya çağırıyorlar.

Yüzlerini Anıtkabir’e dönüp, yine “askeri göreve davet” edecekler.

Tabiî destek bulabilirlerse… Tabiî alıcısı kalmamış fikirlerine birkaç müşteri bulabilirlerse.

Birkaç eski tüfek solcu, birkaç ihtilâl şakşakçısı, ülke karanlığa gömülüyor edebiyatı yapıp, Çankaya’yı teslim etmeyelim nutukları atacaklar.

Karanlığa gömülen kendileri.

Çankaya babalarının malı ya onu milletten kıskanıyorlar. Kavganın temelinde yatan bu.

Mehmet Emin Yurdakul, “Bırak beni haykırayım” derken,

“Bu zavallı sürü için ne merhamet, ne hukuk;

Yalnız bir sert bakışlı göz, yalnız ağır bir yumruk!..” diyordu aynı zamanda.

İngiliz istilâcısına, Fransız zalimine ve onlarla işbirliği içindeki Ermeni hainine…

Âkif’in Çanakkale’de,

“Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk:

Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.

Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...” dediği hakikat.

Yurdakul da, Âkif de, onlar yıkılan bir imparatorluğun ayakta kalan millî hisleriydi.

Her cepheden bir felâket haberinin geldiği bir dönemde millî heyecanı tutuşturmak için patlayan asil birer volkanlardı.

AB fonlarında para alıp ulusalcılık yapan Atatürkçü Düşünce Derneği ya da Erdemir’i Fransızlara sattırmamak için ülkeyi ayağa kaldırdıktan sonra Fransızlarla ortaklık yapan OYAK ya da Kuzey Irak’ta ihale kapmak için Barzani’nin televizyonuna reklâm verip, Türkiye’de milliyetçi kesilenler gibi değillerdi.

Onlar işgale karşı yedi düvelin karşısına çelik gibi imanlarını siper yapmış bu milletin millî heyecanına tercüman olmuş şairlerdi.

Kelaynak türü bir örneği kalmış, antika misal fikirlerinizi bu tür millî kahramanların üzerinden parlatmaya çalışmayın.

Onlar ülkelerini hep en iyiye lâyık gördü. Onun için çalıştı.

Afrika kabilelerindeki gibi bir ilkel anlayışın peşinde koşmadılar.

02.04.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Medinetü'z Zehra'nın akibeti



Düşünenler için her dönemden çıkarılacak dersler ve ibretler vardır. Bu açıdan Endülüs de bitmez tükenmez bir madendir. ‘Kayıp veya yitik cennet Endülüs’ bir dönem Sultan Abdünnasır gibi insaflı bir sultan ile Münzir bin Said gibi âdil bir kadı'nın buluşmasına sahne olmuştu. Bu buluşma Endülüs’te tatlı esintilere yol açmıştır.

Muhammed Recep el Buyumi’ye göre işte bu istisnaî buluşmalar sonucunda Endülüs, Roma’nın 8 yüzyılda gerçekleştiremediğini bir asır gibi kısa bir sürede gerçekleştirmiştir. Sultan Nasır imarete düşkündür ve geride şanını yüceltecek kalıcı eserler bırakmak istemektedir. Bu alanda neredeyse tefani sırrına erer ve muhallet ve ölümsüz eserlerinden birisi olan Medinetü’z Zehra’yı inşa eder. Hiçbir masraftan kaçınmaz. Eskiden şehirler kölelere yaptırılır ve onların sırtında yükselirdi. Piramitler (Ehramlar) için böyle söylenir. Bu şekilde masraftan kaçınılırmış. Halbuki Medinetü’z Zehra’da bir ilk olarak hep paralı ustalar ve işciler çalıştırılmış. Günümüzde bile şaşaalı yapılar devlet nezaretiyle ikmal edilse bile halkın yardımıyla yapılabilmektedir. Sözgelimi Daru’l Beyza olarak bilinen Kazablanka’da yapılan İkinci Hasan Camii memur maaşı kesintileriyle ikmal edilebilmiştir. Medinetü’z Zehra’nın yapımında renkli ve halis mermerler kullanılmıştır.

Halife Nasır şehrin yapımında bizzat ustalar ve işcilere nezaret etmekten öte, eşlik etmiştir. Bu meşgalesi ve kendisini bu kadar şehrin yapımına vermesi Cumaları kaçırmasına neden olur. Bunun sonucu üst üste üç Cumayı kaçırmıştır. Ancak dördüncü Cumaya yetişebilmiştir. Ve dördüncü Cumada hatip Münzir ibni Said’in karşısındadır, hesap alma ve hesap verme vaktidir. Önce Şuara Sûresinin 127’inci ayetini okur: “Siz her yüksek mevkiye bir kule yapıp eğlenir misiniz?” Ve ardından 136’ıncı âyete kadar devam eder: “Bize öğüt versen de vermesen de birdir...” Bilahare hitam-ı misk kabilinden Nisa’nın 77’inci âyetini okur ve nasihat görevini tamamlar: “Dünya metaı ve zevki azdır. Ahiret muttakiler için daha hayırlıdır...” Münzir bin Said dolaylı olarak dünyaya önem vermenin ve onda fani olmanın gaflet olacağını ve Allah’ın gazabını çekeceğini söyler ve Sultan Nasır bu hitabın kendisine yönelik olduğunu fark eder ve gözyaşları döker ve yaptıklarından pişmanlık duyar ve nedamet getirir.

***

Münzir el-Baluti kalbinden konuşmaktadır. Sözleri ciğerinden sökülmekte ve dökülmektedir. Kalbi şerha şerha, parça parça, gözü yaşlı ve azaları da titrektir. Bütün erkânı; kalıbıyla ve kalbiyle Allah’a yönelmiştir. Bu bir ihlas iksiridir ki dağları yerinden oynatır, sarsar ve insanları halden hale sokar. Bazıları yağcılık olsun diye bu hususta Melik Nasır’ı aksi istikamette teşvik ederler. Ve Medinetü’z Zehra ve içindeki ulu camiyi yapmakla adını şanını ebedileştirdiğini söylerler.

Bu bağlamda şairlerden Ebu Osman Bin İdris bir kaside söyler. Bu kasidesinde Sultan Nasır’ın Zehra kentinin yapımında harcadıklarıyla malını mülkünü zayi ve tebdit (çarçur) etmediğini, boşa harcamadığını söyler. Bunun üzerine Münzir bin Said karşı bir kaside söyler ve adı çiçekten alınma olan Zehra’nın birgün çiçek gibi solacağını ifade eder. Akibetinin solmak olduğunu söyler. ‘Çiçek gibi solmasa Allah için ne revnaktar olurdu’ diye bu yapının geçiciliğine işaret eder. Bu sözler Sultan Nasır’ı yolundan çevirmese de öfkeye sevketmez. Yerine kendi kendi gerekçelerini arz eder: “Ey Ebu’l Hakem: İçinde, zikir halkaları ve hanini enin rüzgârlarının estiği, gözyaşları ve hûşû damlalarının suladığı bir mübarek şehir için yapılanlar değmez mi? Bilâkis. İnşaallah zikir halkaları devam ettikçe Zehra’nın Ezher’i ve çiçeği solmayacaktır...”

Münzir’in cevabı ise görevini yapmış insanın rahatlığıdır ve şöyle der: “Allah’ım, olan bilgimi şaçtım ve nasihat konusunda gayrette bir kusurda bulunmadım: Şahidim ol!” Eskilerin dediği gibi ‘el müslimu yuhadinu vela yudahini/ Müslüman uzlaşır, ama yağcılık yapmaz...” Münzir de böyle biridir.

***

Zehra şehrinin ve içindeki ulu caminin şaşasının yapılan zikirlere ve içinde akıtılan gözyaşlarına değeneceğini düşünür ve kendi amelini istihsan eder ve güzel görür. Belki hakkıdır da. Ama Medinetü’z Zehra’ya zamanın nazarı ve gözü değmiştir ve bir fitne esnasında Sultan Nasır’ın asar-ı bakiye umuduyla kurduğu Zehra şehri harabu turab olur. Enkaz yığınına döner. Ve haklı çıkan ne yazık ki Kadı Münzir olmuştur. 15 Şubat 1009’da Kurtuba Devrimi adıyla bilinen bir kasırga kargaşası yaşanır ve bu kargaşanın sonucunda Halife Abdünnasır’ın yaptırdığı o muhteşem bağ-ı İrem veya Medinetü’z Zehra tarihe karışır, yerle bir olur. Geride sadece ibret yığını kalmıştır. Ve hak ortaya çıkmıştır. Münzir’in dediği gibi önemli olan kalp imaretiydi. Hadiseler onu haklı çıkarmıştır.

Yoksa dünya da, bir bağ-ı İrem ve Medinetü’z Zehra değil midir? O da büyük bir Medinetü’z Zehra olarak aynı akibeti beklememekte midir? Münzir’in dediği gibi onun da gülleri ebediyyen solmayacak mı? Öyleyse elde olana değil, kalpde olanı imar etmeye çalışmak daha evlâ değil midir?

02.04.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004