03 Aralık 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Kazım GÜLEÇYÜZ

Üfleyenler ve oynayanlar


A+ | A-

WikiLeaks olayı, Amerikan belgeleri kullanılmak suretiyle öncelikle mevcut ABD yönetimini ve buna bağlı olarak hem Washington’ın dünya ülkeleriyle, hem o ülkelerin birbirleriyle ilişkilerini ve ilâveten hemen hemen tüm bu ülkelerdeki iç siyaseti etkilemek gibi çok yönlü hedeflere yönelik son derece profesyonelce kurgulanmış yeni bir projenin yürürlüğe konulduğunu düşündürüyor.

Bir taşla birden çok fazla kuş vuruluyor.

Son seçimlerde ciddî bir yenilgiye uğrayan Obama, hemen ardından—çoğu Bush döneminde görev yapan, İsrail ve neocon irtibatlı—diplomatların provokatif içerikli raporlarıyla biraz daha köşeye sıkıştırılarak, yola çıkarken verdiği, ama gereğini yapamadığı açılım söylem ve politikalarından iyice uzaklaştırılmaya çalışılıyor.

ABD’nin bilhassa Avrupa ve İslâm dünyası ile zaten kötü olan ilişkilerinin daha da tahribi, bu provokasyonun öncelikli hedeflerinden sadece ikisi olarak göze çarparken, belgelerin kapsama alanındaki 270 ülkenin her biri için, hem dış politikaları, hem iç siyasetleri açısından olumsuz etkilenecekleri fitne fünyeleri patlatılıyor.

Bu meyanda ilişkileri hassas ve kırılgan bir nitelik arz eden komşu ülkelerin münasebetlerini zora sokabilecek nitelikteki iddialar da sıkıntılı.

Keza İslâm dünyasındaki fay hatlarını harekete geçirmeye yönelik söylentiler de. İran’ın vurulması noktasında kimi Arap ülkelerinin İsrail’den çok daha istekli olduğuna dair iddia gibi.

Ve birçok kişinin dikkatini çeken, Cumhurbaşkanı Gül’ün de seslendirdiği o derin kuşku:

Açıklanan ilk belgelerde, kimi İsrail yetkililerinin Türk hükümetiyle ilgili değerlendirmeleri var, ama doğrudan İsrail’e dair birşey yok; niye?

Bilâhare peyder pey açıklanacağı ifade edilen diğer belgelerde olacak mı; orası da belli değil.

Ve şimdiden oluşup, pek çok uzman ve yorumcu tarafından seslendirilen yaygın kanaat, belgelerin incelenmesi, ayıklanması, yayınlanacak olanların ve neşir önceliklerinin belirlenmesi süreçlerinde, olayı özellikle İsrail’e yarayacak şekilde götüren bir mekanizmanın varlığı.

Buna mukabil, kapsama alanındaki ülkeler, kurumlar, liderler ve yönetimlerde etkili konumda bulunan kişiler bazında, ihtilâf sebebi olabilecek ve fitne unsuru olarak kullanılabilecek ne varsa, en küçük detaylar dahi ıskalanmadan rapor haline getirilerek merkeze gönderilmiş.

Bunun için, “açık istihbarat kaynakları” olarak nitelenen medya organlarındaki yayınlar dikkatli bir şekilde taranarak kayda geçirilmiş. Belgelerin içeriğiyle ilgili haberlerin geniş bir kitlede “Sürpriz birşey yok” duygusu uyandırmasının altında yatan önemli sebeplerden biri bu.

Keza, siyasetçi, bürokrat, gazeteci, işadamı, STK mensubu gibi farklı kesimlerden kişilerle kurulan irtibatlardaki diyalogların da başlıca kaynaklardan biri olarak kullanıldığı görülüyor.

AKP ve hükümetle, başbakan ve bakanlarla ilgili kimi iddiaların parti veya hükümet içi kaynaklara atıflar yapılarak verilmesi de çok ilginç.

Bunların iktidar partisi açısından rahatsız edici olanları, iddianın konusu olan veya kaynağı olarak gösterilen kişilerce tekzip edilse dahi, şu veya bu ölçüde iz ve tortu bıraktıkları aşikâr.

Özellikle xxxxx gibi rumuzlarla verilen kaynaklara ilişkin olarak “Bizimkiler gidip ötmüş” itirafında bulunan AKP kurmaylarının aldığı alarm pozisyonu, ortaya çıkan tablonun o cenahta nasıl bir sıkıntıya yol açtığının tezahürü.

AKP şimdi kendi içindeki xxx’leri tesbit telâşında. Bulabilirse, herhalde canlarına okuyacak.

Bunların içinde “safiyane” bir şekilde öylesine “boşboğazlık” yapanlar da olabilir, “uyuyan ajan”lar olarak bilinçli şekilde bilgi sızdıranlar da.

Ama öyle de olsa, böyle de olsa netice değişmiyor. Bir taraftan, ilk dalgada oluşan hasarın tamiri için uğraşılırken, diğer taraftan “Acaba sırada başka neler var?” tedirginliği yaşanıyor.

Ve sonuçta birileri üflüyor, birileri oynuyor...

03.12.2010

E-Posta: [email protected]



Şükrü BULUT

Troçkicilerin 11 Eylül’e balans ayarı veya Wikileaks hikâyesi


A+ | A-

Balans ayarını bazılarımız hatırlamayabilir. Millî görüşçüler Sincan’da “Kudüs gecesi” düzenlemişlerdi. Çevik Bir Paşanın da aralarında bulunduğu Kemalist generaller, 12 Eylül’ün ayarını yeniden düzeltmek üzere tankları Sincan caddelerinde yürütmüşlerdi. Böylece balans ayarı yapılmış ve o zamanın Genelkurmay Başkanı 28 Şubat’ın bin sene devam edeceğini haykırmıştı... Hakikaten hâlâ devam ediyor.

Amerika’nın yaşadığı 11 Eylül faciasının, bizdeki 12 Eylül cinayetinden esinlenerek hazırlandığını söyleyenler, Kemalistlerle modern komünistler arasındaki sıkı işbirliklerini gösteriyorlar. Yalanlar üzerine kurulu büyük bir cinayet. Caniler dünyayı korkutmak ve iğfal için hadiseyi özellikle filme de almışlardı. İkiz kulelere kilitlenmiş iki uçak... Çok önceden binaların kolonlarına yerleştirilmiş tahrip kalıplarını Amerikalılar hâlâ soramıyorlar. Pentagon’a hangi uçağın nasıl düştüğünü... Yolcu uçaklarındaki reel yolcu sayılarını... Olayın hakikî faillerini... Ne Amerikalılar, ne dünya ve ne de faciada hayatlarını kaybedenlerin yakınları şimdilik öğrenemeyecekler.

Türkiye’yi idare edenler, Kemalist generallerin eliyle işlenen 12 Eylül cinayetinin hakikî yüzüyle hesaplaşabilselerdi, fukara milletin bunca evlâdı ve serveti bilâsebep heba olmazdı. Obama yönetimi de 11 Eylül’ün gerçek yüzüyle yüzleşemediği için karşı taraf taarruza geçti.

KİM BU SAVAŞÇILAR?

İsterseniz, meselenin tam anlaşılması için, bazılarının büyük önem verdikleri WikiLeaks internet sitesinin neşrettiği Amerikan gizli belgeleri olayını özetleyelim: Julian Assange isimli bir vatandaş WikiLeaks adında bir internet sitesi kuruyor. Amerikan devletinin diplomatlarının merkeze gönderdikleri 251.287 belgeyi—güya—ele geçiriyor ve dünyadaki bütün ülkelerin iç ve dış siyasetlerinde deprem oluşturacak bu belgeleri peyder pey yayınlamaya başlıyor. En fazla Türkiye’nin ismi geçiyormuş bu belgelerde. 7918 tanesi yalnız bizimle ilgiliymiş. Sonra da Julian Ansange, Tıme dergisine mülâkat verip Hillary’nin istifasını istemiş.

Hillary’nin istifasını kim isteyebilir? Neden yalnızca dışişleri bakanlığını kapsıyor bu gizli belgeler? Niçin en çok Türkiye’nin ismi geçiyor? Gerek İsrail, gerekse AB’deki neocon ve neoliberal siyasetçilere fazla dokunulmamasının hikmeti ne olabilir? Bu belgeleri 120 gazeteci nasıl rafine etti? Bu güvenilir gazeteciler kimler? Neden sicilleri savaş ve kargaşa çıkarmada öne çıkmış medya kuruluşları tercih edilmiş? Belgeler çıktıkça, sorular ister istemez çoğalacak.

Obama yönetimini yönlendireceklerinden yüzde yüz emin olanlar, Hillary’nin tarihte görülmemişi gerçekleştirebileceğini hesap edemediler. Onun başkanlık seçiminde dişe diş mücadele ettiği rakibinin yanında Amerika’nın ve dünyanın menfaatleri için verdiği bu mücadeleyi, doğrusu biz de beklemiyorduk. Fakat Hillary, ta J. Carter’den gelen ve Clinton’un da zirveleştirdiği hakkaniyete, adalete ve barışa taraftar ABD politikasını kısmen devam ettiriyor. Fakat en önemli problem Obama’nın 11 Eylül’le yüzleşememesi.

Savunma Bakanlığı veya askerî vesayetleri tam olarak aşamaması... 11 Eylül öncesinde, şikâyetler genellikle Dışişleri Bakanlığından gelirdi Amerika’da... Bu tarihten sonra Savunma Bakanlığının veya askerî vesayetin daha çok öne çıktığını müşahede ediyoruz. Bunu yalnızca Troçkici ve “Bağdat katili” olarak anılan Paul Wolfowitz’e bağlamamak gerekir. Uzun zamana ayarlı ve organizeli bir çalışma olduğu, Savunma Bakanı Robert Gates’in döneminde de ortaya çıkıyor.

EN ÇOK TÜRKİYE

VAR BELGELERDE

ABD’li ve AB’li neoconlarla bizdeki Kemalist general ve sivillerin beraber çalıştıklarını bilmeyenler, buna taaccüp ediyorlar. Ülkeyi Kemalizm ile askerî vesayette ve güvendiği generalleri de Pentagon’un şemsiyesinde kontrolünde tutanların bizden bolca bahsetmeleri normaldir. Kaldı ki, cinayetlerle ihtilâllere zemin hazırlama geleneğini de bizden aldılar. 12 Eylül’ün olgunlaşması için dört bin genci sokakta birbirine kırdıran Kemalistlerin önde oldukları, 11 Eylül’le belli olmuştur.

Ayrıca, stratejik durumu, tarihi, bugünkü kültürel yapısıyla Türkiye hâlâ İslâm coğrafyasının kilidi sayılıyor. Küresel dinsizler ve tahripçiler maalesef bu kapıyı kullanıyorlar. Bir taraftan İsrail’deki grupları, diğer taraftan PKK’yı ve öte yandan Ankara’daki Kemalist generalleri bir oyunun içinde birlikte götürmek hakikaten büyük başarı sayılmalı. Gerçi bu meseleyi bizdeki hanedan mensubu yazarlarla Beyaz Türklüğe özenmiş kompleksli bazı yerliler daha iyi biliyorlar. Erbil’u su yolu yapan meslektaşlarımız ve neocon-neoliberal ittifaklarından siparişleri alan projelerde çalışan akademisyenlerimiz bu sahanın asıl uzmanları sayılırlar.

Bize göre bu kirli savaş; insaniyetperver, Hıristiyan ve adaleti isteyen Amerika ile, faydasını başkasının zararında arayan neocon ve neoliberal Amerika arasında cereyan ediyor. Mutlaka biz birinci Amerika’nın yanında olmak zorundayız. İhtilâl, fesat, kaos ve savaştan başka birşey istemeyen “semavî din düşmanı” global cereyanları bildikleri halde; çıkar, korku veya tarafgirlikle onları deşifre etmeyen gazetecilerin mesleklerine ihanet ettiklerini kendileri de biliyorlar. Bizdeki Kemalist senaryoların biraz daha global tarzlarıyla cinayetlerine haklılık kazandırmaya çalışanlar, Wikileaks gibi skandalvari ataklarla sun’î gündemler de oluştururlar. Bizdeki 12 Mart, 11 Eylül ve 28 Şubat öncesindeki senaryoları bilenler, bu olayın da bir yapay gündem olduğuna, bu arada hırsız ve yağmacıların birşeylerin peşinde olduklarına dikkat çekiyorlar. Siyasetçi ve diplomatların teyakkuzda kalmalarını tavsiye ediyorlar.

Aslında biz Müslüman gazeteciler; iki Amerika ve iki Avrupa arasındaki bu ölümcül ve dehşetli çatışmayı Müslüman kamuoyuna yeterince aksettiremediğimizden, insanlık huzurunda mahcubuz. Olaya neocon ve neoliberallerin istekleri doğrultusunda atlayanlar, bir gün arvişlerine baktıklarında aradıklarını bulayamayabilirler. Bizden dost hatırlatması...

03.12.2010

E-Posta: [email protected]



Rifat OKYAY

En güzel gayret ve çalışma


A+ | A-

İslama teslim olmak, Kur’ân ne diyorsa onu yapmak, sünneti Resulallaha (asm) harfiyen uymak... Amellerimizi Rıza-i Bari süslendirerek, taçlandırmak... Mü'min ve muvahhid Müslümanların hayatlarının ve mematlarının gayesidir, en birinci ve vazgeçilmez hedefleridir...

Akıl edip düşüneceğimiz ahirete dair sevgi bağları ve sevmek elbetteki düşüncelerimizin birinci sırasını almalıdır. Allah için sevmek, Allah için sevdirmek ve Allah için sevilmek dünyada ve ahirette ne kadar çok sevinilecek bir sevme, sevilme ve sevindirmesidir. Muhabbet fedaisi olmak çok zor olmadığı gibi, çok da kolay elde edilen bir haslet, özellik olmayabilir...

Düşünce ufkumuzu süsleyen bir başka çağlayan, bir büyük ve azim şelâle ise uhuvvet manzumesinde saklıdır. Allaha inanarak, O’na iman edip itaat ederek, kendimiz gibi ahirete iman edip, yaşayışlarını bu inançlarına göre göre tanzim edip düzenleyenlerin kardeşliği; ahiret kardeşliği... Dünyadaki hiç bir kardeşlik mânâsının yanına hayalen bile yaklaşamadığı ahiret kardeşliği.

Uhuvvet ve muhabbetin Allah katındaki önemini ve eserlerini mü'min ve muvahhid olan Müslümanlar bir ve beraber olarak Allah yolundaki ittihadlarıyla, beraberlikleriyle bu yoldaki çalışma ve garetleriyle gösterebilirler. Ancak böylelikle Allah yolundaki yapılabilecek bir ittihadın sahibi olabilirler.

Kuvvet alınan ve kuvvet verilen, birbirlerine dayanak vererek ahiret kardeşleri için istinad noktası olabilen bahtiyar Müslümanların Allah için yaptıkları dayanışma: Tesanüd...

Evet, Müslümanlara Allah yolundaki hizmetlerinde en çok yakıştıracağımız ve sahiplenilecek özellik bu olmalıdır... Omuz omuza vermek, kolkola girmek, kuvvet almak ve vermek, ümidle, aşk ve şevkle Allah için, Allah yolunda olanlara destek olmak, yardımda bulunmak. Ehl-i imana sahip çıkarak, onun Allah yolundaki hizmetlerine kol kanat germek her halde mü'minlerin en güzel sıfatlarındandır.

Bugünlerde en çok düşüneceğimiz ve en fazla sahipleneceğimiz MUHABBET, UHUVVET, İTTİHAD, TESANÜD ve İHLAS; bizlerin en fazla lâzımı olan mânâları ifade eden fikirlerimiz, düşüncelerimiz ve fiilerimiz olabilmelidir...

Allah yolunda en güzel gayret ve çalışmaların içinde olmak ümidiyle...

03.12.2010

E-Posta: [email protected]



Baki ÇİMİÇ

Hizmet-i Kur’âniyede düstûrlarımız


A+ | A-

Öncelikle Risâle-i Nûr prensiplerini kendi nefsimizde yaşamaya gayret etmeliyiz. Önce kendimizi merkeze almaya çalışmalı ve “Nefsini ıslâh etmeyen başkasını ıslâh edemez”1 düstûru gereğince enfüsten âfâka bir metod kullanmalıyız. Üstad Bedîüzzamân Hazretleri dahi “Çünkü ben nefsimi herkesten ziyade nasîhate muhtaç görüyorum” 2 demiştir. Kendi nefsimizi nasîhate muhtaç bilmek hizmetlerde şahs-ı mâneviyeye dâhil olmanın önemli bir göstergesi hükmündedir. Her ne vakit hizmete fütûr verip, neme lâzım deyip husûsî, nefsimize ait işlerle meşgul olduğumuz zaman bilmeliyiz ki şahs-ı mânevîden nasiplenmemiz zor olur.

* Birileri bizi kınamış ve eleştirmiş ise nefsimiz için Üstadımız gibi söyleyebilmeliyiz: ”Nefsime demiştim: Eğer onun tahkiri ve beyan ettiği kusurlar şahsıma ve nefsime ait ise, Allah ondan râzı olsun ki, benim nefsimin ayıplarını söyler. Eğer doğru söylemişse, beni nefsimin terbiyesine sevk eder ve gururdan beni kurtarmaya yardımdır. Eğer yalan söylemişse, beni riyâdan ve riyânın esâsı olan şöhret-i kâzibeden kurtarmaya yardımdır. Evet, ben nefsimle musalâha etmemişim. Çünkü terbiye etmemişim. Benim boynumda veya koynumda bir akrep bulunduğunu biri söylese veya gösterse, ondan darılmak değil, belki memnun olmak lâzım gelir.”3 Böylece kusuru ve küçüklüğü nefsimize memnuniyetle kabul etmeliyiz.

* Risâle-i Nûr hakîkatleri sözlerimizden dahâ çok ahvâlimizde izhâr edilmelidir. Bir meyvenin olgunluğu nasıl ki içinden dışına yansıyor ise, bizlerin de Risâle-i Nûr hakîkatleri ef’âlimize ve etvârımıza öylece yansımalıdır. Çünkü lisân-ı hâl, lisân-ı kâlden dahâ kuvvetli ve te’sîrli konuşur bilmeliyiz. “Evet, biri kâl, diğeri hâl olmak üzere iki lisân vardır. Lisân-ı kâlin kelimâtı elfâz ise, lisân-ı hâlin kelimâtı da ahvâldir.”4 Risâle-i Nûrları çok okumamız ve onlarla çokça iştigâl etmemiz gerekir. Lisânımız davranışlarımızı, ef’âlimiz de lisânımızı tekzîb etmemelidir. Söylem ve eylem tutarsızlığı yaşamamalıyız. İnsanlar bizim sözlerimiz ile davranışlarımızı karşılaştırır. Fiillerimiz söylemlerimizi tekzîb etmeden hizmet edebilmeliyiz. Sözlerimize değil dahâ çok davranışlarımıza bakılır. Elmas hakîkatlere yanlış davranışlarımız ile zarar verir ve hakîkatlere zulmetmiş olabiliriz. Onun için bu dâvâda okuduğumuz hakîkatleri öncelikle yaşamaya gayret etmeliyiz.

* Risâle-i Nûrları tebliğ ederken muhataplarımıza yaklaşımımız çok önemlidir. “Belâgat, muktezâ-yı hale mutabakattan ibârettir.” Öyleyse tebliğ eden “beliğ-i muknî olmalı, tâ muktezâ-yı hâl ve ilcâat-ı zamana muvafık söz söylesin.”5 Muhataplarımıza bu hakîkatleri anlatırken ve duyururken kabul ettirmek konumunda olmamalıyız. Sadece muhtaç bir gönül düşüncesi ile Allah rızâsı için tebliğ yapmaya azamî dikkat etmeliyiz. Çünkü bizim vazîfemiz tebliğdir, kabul ettirmek ve te’sîr ettirmek bizim vazîfemiz değildir. Bu vazîfe tamamıyla Yüce Rabbimize aittir. Hem çok peygamberler gelmişler ki, kendisine tâbi’ olanlar ya çok az yâda tâbi’ olmayanlar olduğunu bilmeliyiz. Ancak onlar sadece vazîfelerini yapmışlar ve neticeye karışmamışlar. Bu noktada gelen düstûrlar bizlere mihenk olmalıdır: ”Ey sevâba hırslı ve a’mâl-i uhrevîyeye kanâatsiz insan! Bazı peygamberler gelmişler ki, mahdût birkaç kişiden başka ittibâ’ edenler olmadığı halde, yine o peygamberlik vazîfe-i kudsîyesinin hadsiz ücretini almışlar. Demek hüner, kesret-i etbâ’ ile değildir. Belki hüner, rızâ-yı İlâhîyi kazanmakladır. Sen neci oluyorsun ki, böyle hırsla ‘Herkes beni dinlesin?’ diye, vazîfeni unutup vazîfe-i İlâhîyeye karışıyorsun? Kabul ettirmek, senin etrafına halkı toplamak Cenâb-ı Hakk’ın vazîfesidir. Vazîfeni yap, Allah’ın vazîfesine karışma.”6 Bu durum da bizlere bir ders ve düstûr olmalıdır. Hizmette hırs değil, hizmetin neticesine kanâatle şükretmeliyiz. Çünkü kanâat tükenmez bir hazînedir.

* Risâle-i Nûr hakîkatleri tahakküm ve tezellül ile tebliğ edilmez. Risâle-i Nûrların bir izzeti ve vakârı vardır. Ona halel verecek hâletten kaçınmamız gerekir. Çünkü “Hem Risâle-i Nûr yalvarmaz; onlar yalvarmalı ve aramalı.” Bu mânâyı yanlış anlamamak gerekir. Bu prensip Nûr Talebeleri tebliğ yapmaz manâsını taşımaz. Sadece tebliğ ederken Risâle-i Nûrların izzetini muhafaza etmektir maksat. Çünkü o cümlenin tamamı şöyledir: "Fakat şimdiki gazeteciler ve baştakiler, hakîkatleri tam takdîr edemiyorlar. Hem Risâle-i Nûr yalvarmaz; onlar yalvarmalı ve aramalı. Ve kıymetini takdîr edip müşteri olduktan sonra onların yardımını kabul eder.”7 Hem şöyle bir ikaz daha var ki çok mühimdir: "Baştaki başların çoğu sarhoş, okumaz. Okusa da anlamaz, yanlış mânâ verip ilişir. İlişmemesi için, aklı başına gelinceye kadar göstermemek lâzım geliyor. Hem çok vicdansız insanlar var ki, garaz veya tamah veyahut havf cihetiyle nûru inkâr eder veya gözünü kapar. Onun için, kardeşlerime de tavsiye ediyorum ki, ihtiyat etsinler, nâehillerin eline hakikatleri vermesinler. Hem ehl-i dünyanın evhâmını tahrik edecek işlerde bulunmasınlar.”8 İşte hizmet-i Kur’âniyede uymamız gereken çok önemli bir düstûr.

* Risâle-i Nûr hizmetlerinde ihlâs çok önemli bir düstûrdur. İhlâs sırrında ise sadece Allah rızâsı esâstır. Zerre kadar ihlâslı amel batmanlarla ihlâssız amele müreccahtır. Bu nedenle bu hizmetimizde kemiyet nazara alınmamalıdır. Keyfiyet her zaman dahâ sıhhatlidir. Bâ’zen bir adamın irşâdı bin adamdan dahâ fazla rızâ-i ilâhîye medâr olabilir. Risâle-i Nûr şakirtlerinde sırr-ı ihlâsın ne derece yüksek bir terk-i enâniyet ve hazz-ı nefsîden teberrî etmek gibi, ihlâsın en yüksek seciyeleri tezâhür ediyor diye bilmek gerekir. “Risâle-i Nûr’un hakîkî şakirtleri, hizmet-i îmâniyeyi herşeyin fevkinde görür; kutbiyet de verilse ihlâs için hizmetkârlığı tercih eder.“9 Böylece hakaik-i îmâniye ve hizmet-i nûriye-i kudsiye, kâinatta hiçbir şeye âlet olunmaz bilinmelidir.

* Risâle-i Nûr hizmetlerinin mütedâhil daireler şeklinde olduğunu bilmeliyiz. Üstad Bedîüzzamân Hazretleri bu hakîkate şöyle işaret etmiştir: "Risâle-i Nûr, bir daire değil; mütedahil daireler gibi tabâkâtı var. Erkânlar ve sahipler ve haslar ve nâşirler ve talebeler ve taraftarlar gibi tabakâtları var.”10 Ve böylece çok geniş bir dairede hizmet ettiğimizin idrâki içinde olmalıyız. Çünkü Risâle-i Nûr mesleği cadde-i Kübrâ-i Kur’ânîyedir. Herkes bu dairenin içinde ihtiyacı ve hissesi miktarınca yer bulabilir ve istifâde edebilir.

* İnsanların ekseriyetinin mütehayyir olduğu bu âhirzamân asrında Risâle-i Nûrlara muhtaç olunduğunu bilmek ve bu sebeple de ciddî mânâda Risâle-i Nûrlara çalışmakla hizmet edileceğinin farkında olmalıyız. Bir geminin hademeleri ve mürettebâtı misüllü usanmadan ve yorulmadan sadece vazîfemizi yapmalıyız. Çünkü bu sefine-i Rabbâniye sahil-i selâmete doğru götürülürken bizlere hizmetkârlık gibi ulvî bir vazîfe düşmüştür. Bunu bilmeliyiz ve şükretmeliyiz. Başkaları istirâhat edebilir yâ da başka meşgalelere dalabilir. Ancak bizler asla vazîfemizi unutmamalı ve fütûr vermemeliyiz. Allah bizleri bu kudsi dâvâda istihdâm etsin ve istikâmetten ayırmasın İnşâallah.

Dipnotlar:

1- Sözler, 2004, s: 424. 2- Sözler, 2004, s: 14. 3- Mektubat, 2005, s: 106. 4- İşârâtü’l-İ’câz, 2006, s: 334. 5- Eski Saîd Eserleri, 2009, s: 155. 6- Lem’alar, 2005, s: 377. 7- Emirdağ Lâhikası, 2006, s: 199. 8- Lem’alar, 2005, s: 271. 9- Kastamonıu Lâhikası, 2006, s: 364. 10- Kastamonıu Lâhikası, 2006, s: 359.

03.12.2010

E-Posta: [email protected]



Nejat EREN

Hayat yolculuğunda başarıya götüren bazı prensipler


A+ | A-

Başarmanın sırlarından en başta geleni; belli bir sisteme, prensibe ve kurallara uyma disiplini olduğu inkâr edilemeyen bir gerçektir. Bunun içindir ki: “Başarılı olanlar, şahıslar değil, sistem ve prensiplerdir” hakikati dünyanın her köşesinde ve tarihin her safhasında geçerliliğini korumayı sürdürmektedir.

Sosyal bir varlık olarak dünyaya gönderilmiş olan insanın günlük hayatında, kendisine verilen bütün organ ve duyguların yerli yerinde kullanılması, onlara yüklenilen yaratılış vazifesinin gereği, programı ve gayelerine bağlı olarak gerçek mânâda verim ve neticenin alınabilmesi için olmazsa olmaz şartlar vardır. Bu konuda belli bir ölçü ve kıstasın olması lâzımdır. Bu konularla ilgili dinî bilgiler Kur’ân âyetlerinde ve hadislerde yerli yerinde zaten zikredilmiştir. Burada nazara vermek istediğimiz ve dikkat çeken tesbitin “müsbet ilimler” dediğimiz sahada da Kur’ânî tesbitlere uygun düşen neticelere ulaşılmış olmasıdır.

Başarı konusunda, kitaplar ve ciltler dolusu görüş ve düşünceler yazılmış ve ortaya konulmuştur. Bazıları olayın en ince detaylarına kadar inse de, bazıları köklü, kısa ve özlü hakikatleri nazara vermişlerdir. Bu konuda dikkati çeken bir örneğe bakalım:

Bir Hint Dergisi, insanların başarılı olabilmesi ve “iyi yönetici” özelliğini kazanabilmesi için aşağıda verilen on altın öğüde uyulması gerektiğini ifade etmektedir:

1- Düşünmeye vakit ayır; düşünce güç için kaynaktır.

2- (Meşru) eğlenceye vakit ayır; eğlence gençliğin sırrıdır.

3- Okumaya vakit ayır; okuma bilginin pınarıdır.

4- Duâya vakit ayır; duâ, güç anlarda direnmenin desteğidir

5- Sevmeye vakit ayır; sevme hayatı tatlı kılan şeydir.

6- Anlaşmaya vakit ayır.

7- Gülmeye vakit ayır; gülme ruhun müziğidir.

8- Vermeye vakit ayır; verme günün aydınlığıdır.

9- İşini yapmaya vakit ayır.

10- Teşekküre vakit ayır; teşekkür, hayat pastasının kremasıdır.

Burada dikkati çeken konu; kâinatın en mükemmel varlığı, halifesi ve efendisi olan insanın düşünme melekesi ve vücudun idarî âmiri durumundaki aklın, maneviyât merkezi konumundaki kalbin, bütün vücut fonksiyonlarında koordinasyonu ve hayatı akıcı ve diri tutan ruhun, hayatın vazgeçilmezleri olan duyguların ve hislerin ne gibi şeylerle tatmin olabileceğinin ipuçlarının zikredilmiş olmasıdır. İnsanın mutlu olması ve insanları idare etme san'atındaki sırlar, bir yönetici gözünde nasıl olması gerekliyse, o şekilde tesbit edilmiş ve neticeler ortaya konulmuş.

Başka bir dikkat çeken husus ise; düşünce ve tefekkürün ön sıraya çıkması. Bu da oldukça ibretli. Eğlence kelimesini; müsbet mânâda dinlenme ve yenilenme olarak algılamak gerekir. Yorulan vücut mekanizmasının meşrû dairede eğlenmesi ona yeni direnç ve enerji katmaktadır. Okuma ve duâya olan ihtiyaç insanın ruhî ve anatomik yapısının gereği olarak ortaya çıkan çok önemli bir faktör olarak tesbit edilmiş.

Sevgi, fedakârlık, gülümseme, kendine vakit ayırma ve yapılan iyiliklere verilecek mutlak karşılık ve teşekkürün yeri ve öneminin, sosyal bir hayatın içerisinde yaşayan birey ve toplum için ne kadar faydalı olduğunun önemli bir gerçek olarak karşımıza çıkmasıdır.

Elbette bu konularda yazılıp söylenecek şeyler bu kadar kısa ve sınırlı değildir. Mutlaka daha çok yazılacak maddeler mutlaka olacaktır. Sadece tecrübelere dayanan ve bir adım öne çıkan önemli bazı hakikat ve prensipleri kısaca şöyle sıralamak mümkün:

İnsan için idare edilecek üç önemli şey; Dilimiz, huyumuz, hareketlerimiz.

Sevilecek üç şey: Cesaret, nezaket, yardım.

Nefret edilecek üç şey: Kin, kibir, nankörlük.

İstenen üç şey: Sağlık, dostluk, huzur.

Düşünülecek üç şey: Hayat, ölüm, sonsuzluk.

Bütün bunlara daha çok şeyler eklenebilir. Ama hepsinden en önemlisi muhakkak ve mutlaka ki bu sayılan hususların en bariz ve mükemmel tarz ve örneklerinin imanlı bir bedende, sahibini bilen bir zihinde çok daha iyi yerleşeceği ve hayat bulacağı asla unutulmamalıdır. Ve o vücuda sahip insanın hakikî Maliki’nin ve ustasının her icrasının, filinin ve tasarrufunun hikmetlerle dolu olduğunu anlayacak bir idrak, basiret, dimağ ve zihinde olması gerektiğiyle ancak gerçek saadeti tadıp devam ettireceğini unutmamak gerekiyor. Aynı zamanda gerçek saadet, ebedî huzurun da, ancak O’nu hiçbir an unutmayan ve ona isyan etmeyen bir ruh, vicdan ve hisler manzumesinde gizli olduğunu bilmekte yatıyor. Çünkü hayatı hayat yapan, gerçek mânâdaki tahkiki iman ve inançtır. Meşrû mutluluk ve saadetlerinizin hayat boyu devam etmesi dilek ve temennisiyle.

03.12.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Süleyman Kösmene yazılarına ara vermiştir


A+ | A-

Yazarımız Süleyman Kösmene, annesinin vefatı dolayısıyla yazılarına bir süre ara vermiştir.

03.12.2010

E-Posta: [email protected]



Halil USLU

Şeytanlarla mücadele


A+ | A-

Mülk ve melekût âleminin içinde sonsuz deverânlar vardır. İnsanlar ve cinler imtihana tâbî varlıklardır. Melekler ve ruhaniyât ise bambaşka âlemlerin vazifedarlarıdırlar.

Mülk Sûresi’nin 5. âyeti, bizi, bu âlemlerin inancına, imanına ve ispatına götürmektedir.1 Kur’ân-ı Hakîm’in her âyetinin yüzlerce sırrı olduğu gibi mezkûr âyetin de yüzlerce mânâsını, arz ve kâinattaki delilleriyle görmekteyiz. Yine bu âyet-i azîmenin bir mânâsı da insî şeytanlarla mücadele etmenin ufkunu açmaktadır.

Görünüşte lâtif varlıklar, fakat âlemleri ve görevleri tamamen değişiktir. İnsanlar, cinler, melekler ve ruhâniyât bir görülmektedir. Âyetlere gidildiğinde, insanların ve cinlerin yaratılmasının gayesi, Allah’a iman ve ibadet olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu itibarla cinler ve insanlar âleminin, Allah’a inananları ve inanmayanları var olmuştur ve kıyamet gününe kadar olacaktır. Kâinat mülkünün içinde bu deveranlar devam etmektedir. Bu sınırın dışına da çıkılmıyor. Ülkelerin sınırı gibi değil. Bu sınırın sahibi mülk ve melekûtu yaratan ve kudretinin içinde tutan Hz. Allah’tır. Rahman Sûresi bunu daha da açmaktadır.2

Zariyet Sûresi 56. âyette insanların ve cinlerin yaratılmasının gayesi gayet açık ve sarihtir: “İman ve İbadet”. Bu itibarla vazifeleri çok ağır, ebedi bir saadeti kazanmak veya kaybetmekle muhatap. Niçinleri ve nedenleri çok, fakat en büyük engellerden bir tanesi şeytanlar âlemi ve şeytan. Oturduğumuz yerden uzaktaki bir ülkeyi ve içindeki milyonlarca yaşayanı görmüyoruz, fakat varlığını inkâr edemiyoruz, çünkü vardır. Birisinin ispatı, umumun ispatıdır.

Hz. Bediüzzaman bu sıraladığımız âlemleri ve içindeki varlıklarla ilgili olarak “Mesnevî”sinde hulâsaten ve akla kapı açarak diyor ki: “Kezalik, bu kesif âlemde ruhânîleri deverândan, cinnîleri cevelandan, şeytanları cereyandan, melekleri seyerandan men edecek bir mâni yoktur.” Görülüyor ki bir âlemde müşterek yaşıyoruz, bazen “amalar” gibi birbirimizi görmüyoruz, fakat hissediyoruz, görenler müstesnâ… Sırlar âlemi, İlâhî tecelli ve takdir-i İlâhî bu. İnce uzun bir yoldayız. Hay’dan gelip Hû’ya gitmekteyiz. İnsan olduğumuza şükrederek, beşer kervanında yürümeye devem etmekteyiz. Her şekliyle devam etmekteyiz.

Şeytanlarla mücadelede yine bize ışık saçan ve nuru gösteren kapı ve pencereleri açan Kur’ân-ı Hakîm’dir. Ülkelerin sınırları olduğu gibi, ruhaniyet ve melekler âleminin sınırları da vardır. Bu mekânlara şeytanlar çıkamıyor ve dinlemeye gittiklerinde tard edilmektedirler. Bunu ispatlayan mezkur âyet gibi çok âyetler vardır. Burada ehl-i imanın ve münevver insanların şeytanlarla ve bir nevî şeytan libasını giyen insanlarla sabah-i haşre kadar mücadele etmelerinin irşadı ve tembihi vardır. Bunlara cihad adı da verilebilir, fakat kiminle cihad? Ve cihadın şartları da ayrıdır. Yoksa her eline kılınç alan adam savaş çıkaramaz. Her eline kitap alanın da âlim olmadığı ve irşad edemediği gibi..

Özetle, birincisi, insan şekline bürünen şeytanları görebilmek, simalarından okuyabilmek, sözlerinden tanıyabilmek ve onlarla mucadele etmektir. İkincisi ise, yılmadan usanmadan aşk ve şevki bırakmadan, kalblere gönüllere ve akıllara hitap ederek mücadele etmek ve hasmının silâhına göre silâh kullanmaktır. Yani medyaya karşı medya, teknolojiye karşı teknoloji. Şeytanlarla mücadele kıyamete kadar ve öyledir. Her şeye rağmen hem insan âlemindeki şeytan, hem de kâinat âlemindeki şeytanlar ile mücadele imkânı vardır. Cinler, insanlar, melekler, ruhaniyât ve şeytanlar için, candan tahlil ve tahkik etmek elzemdir.

Çünkü bunların hepsinin âlemleri ve vasıfları çok farklıdır. Cüzde küll, noktada kâinat...

Dipnotlar:

1- “And olsun ki dünya semasını Biz kandillerle süsledik. Şeytanlar için o kandilleri birer taş yaptık...”

2- “Ey cinler ve insanlar topluluğu! Eğer göklerin ve yerin sınırlarından çıkıp gitmeye gücünüz yeterse, haydi, çıkın. Fakat Allah’ın vereceği bir kuvvet olmadan çıkamazsınız. Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz? Üzerinize saf ateşten bir alevle bakır gibi kızıl bir duman salınır da, birbirinize hiçbir yardımınız dokunmaz.” (Rahmân Sûresi, 55: 33-35)

03.12.2010

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Ebeveyn ve çocuklar


A+ | A-

Anne, çocuğun ilk ve en büyük muallimi, terbiyegerdesi, mürebbiyesi. Baba da, aynı derecede, belki daha fazla bir sorumluluğa sahip. Baba, özellikle erkek çocuk için bir model, kız için bir sığınak, bir hâmî, bir koruyucudur. Babanın görevlerini maddeler hâlinde sıralarsak şöyle bir liste ortaya çıkar:

* Baba, eşine ve çocuklarına karşı sevgi ve şefkatli olmalı.

* Baba, aşırı otorite ile çocukları sindirmemeli. Babalık otoritesini ve aile reisliğini baskı unsuru olarak kullanmamalı.

Bizi bu hale getiren bulaşıcı hastalıklardan birisi istibdattır, baskıdır, yersiz otoritedir. Disiplin başka şey, istibdat başka şeydir.

* Çocukları hem kendi haklarına sahip çıkan, hem de başkalarının hakkını arayan, yaratılmışlara saygı duyan insanlar olarak yetiştirmeye azamî gayret etmelidir.

* Anne ve baba disiplin ve terbiye hususunda aynı değerleri paylaşmalı ve aynı ölçüleri kullanmalı.

* Bir erkek, dışarıdaki makam ve mevkii ne olursa olsun, evde “baba” olduğunu unutmamalı. Çocukların seviyesine inerek, onlara tatlı bir dille hitap etmeli, onlarla yumuşak bir diyalog kurmalı.

* Çocuklar, babalarını, ulaşılması imkânsız, güç bir insan olarak bilmemeli; her konuda babalarına açılabilmeli; her konuda soru sorabilecek hür düşünceye sahip olarak yetiştirilmeli.

* Hür yetiştireceğiz diyerek, tamamen serbest bırakılırlarsa, bu sefer de sınırı aşabilirler. Aşırı hırçın, vurucu, kırıcı olurlar. Hiçbir değeri tanımazlar. Nefis ve arzularının peşinde koşarlar.

Bugün, Batılı çocukların ahlâk ve terbiye sınırlarını aşan ve idârecileri bıktıran hareketlerinin dayanak noktası, “tamamen serbest” yetiştirilmelerinden dolayı değil mi?

* Anne-baba ile iyi bir diyalog kuramayan çocukların, ergenlikte zorlanacakları, sıkıntı ve problemler cenderesinde bocalayacakları muhakkak.

Özellikle ergenlik devresinde ortaya çıkan problemleri kolayca aşamazlar. Her söze alınıp, her şeye kızarlar.

* Çocuklar, içine kapanık, sessiz, her şeye boyun eğen, güdümlü, çıtkırıldım bir şekilde yetiştirilmemeli.

* Çocuklara bir şey alırken, meselâ giyim-kuşam hususunda, onlara da danışmalı, fikirleri alınmalıdır. Onların görüşlerine mutlaka müracaat etmelidir.

03.12.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Evimizde sarık var mı?


A+ | A-

Bizlerin ona ümmet olmayı en yüksek şeref kabul ettiği Kâinatın Efendisi olan Habibullah'ın (asm) başında sarık vardı.

Bizlerin onlara tâbi olmakla iftihar ettiği büyük halifelerin, imamların, müçtehidlerin ve büyük sultanların başı sarıklıydı.

Bizlerin onlara evlât olmakla övündüğü ecdatlarımızdan Selâhaddin–i Eyyübî, Sultan Alparslan, Celâleddin–i Harzemşâh, Osman Gazi, Sultan Fatih, Yavuz Selim, Kànunî Süleyman, Barbaros Hayreddin... gibi binlerce kahramanın başında da sarık vardı.

Ve nihayet, evvelâ şeâir hükmüne geçen bu Sünnet–i Resûlullah'a iktida ile koca ümmeti vebâlden kurtaran; sâniyen, ecdadımızı temsil ettiğini "devrin şapkalı ekâbirleri"nin yüzüne haykıran Bediüzzaman Hazretleri, başında daima sarıkla gezerdi.

Bediüzzaman, cebrî kànunlarla sarık yasaklanmış olmasına rağmen, o mahkemeler ve resmî dairelerde dahi başındaki sarığı çıkarmadı, çıkarttırmadı.

Sarığını zorla alıp başına şapka geçirmek isteyenlere ise, boynunu göstererek "Bu sarık, bu başla beraber çıkar!" diyerek, nihaî bir kararlılık içinde nihaî sınırı gösterdi.

Böyle yapmakla, bir taraftan da bu vatanda yaşayan ümmetin milyonlarca efradını ağır bir vebâlden kurtarmış oldu.

Zira, şeâir hükmünü alan İslâmın âdet ve alâmetlerinin yaşatılması bir "farz–ı kifâye" nev'inden olup, ümmetin üzerinde bir vecîbedir.

1925'te sarığın yasaklanıp şapkanın mecburi tutulmasından sonra, bu mesele nihayet derecede ehemmiyet kazanmıştı. Habibullah'ın (asm) şeair hükmündeki sarık sünneti, bütünüyle terk edilmemeliydi. Birinin bunu başının üstünde yaşatması gerekiyordu.

İşte o birisi, Hazret–i Bediüzzaman oldu. Hem de, bilhassa yasaktan sonra boynuna ikinci bir sarığı dolayarak, İslâmın vakarını ve imânın sarsılmaz kuvvetini cümle âleme ilân etmiş oldu.

Evet, o hazret sarık uğrunda belki büyük sıkıntılar çekti ve çok ağır bedeller ödedi; ama, asla tâviz vermedi.

Bu sayede, pek mühim bir merhale kat edildi. Sarık üzerindeki baskılar büyük ölçüde gevşedi, durdu. Sarığı alenî şekilde giyenlerin sayısı da günden güne artmaya başladı.

Sarık yasağı kànun nazarında halen devam ettiği için, bu sünnetin dışarıda ve alenî şekilde yaygınlaştırılması, henüz mümkün görünmüyor. Tedbir ve ihtiyatı elden bırakmamalı.

Ama bu durum, sarığı evimizde, hususî mekânlarımızda ve bilhassa ibadet esnasında kullanmaya mani değil.

Dolayısıyla, her birimizin hanesinde Resûl–i Ekrem'in (asm) sünneti olan sarığın bulunması gerekir.

Özellikle namaz kılarken, sarığın bir ucunu sarkıtarak sarmamızın aynı zamanda bir Peygamber tavsiyesi olduğunu bilmemiz icap ediyor.

Bir Hadis–i Şerifte: "Sarık sarınız, bir ucunu salınız. Gördüğüm melaike, bu sûrettedir" diye buyruluyor. (Beyhakî, Şuâb–u Îmân, c. 5/176)

Sarıkla ilgili daha başka sahih rivâyetler de var. Bilhassa, Bedir Muharebesinde Peygamber ordusuna yardım eden binlerce melâikenin tamamıyla sarıklı olduğu rivâyeti, birçok kaynakta yer alıyor.

Neticede, bu bir Peygamber sünnetidir ki, onu yaşamak, yaşatmak ve ihyâ etmek gibi bir mükellefiyetimiz var.

Dışarıda sarıkla dolaşmanın birtakım sıkıntıları, engelleri var; bu mâlûm. Ancak, bu sünneti evimizde ve hususî hayatımızda yaşamanın bizzat kendimizden başka hiçbir manisi, hiçbir engeli yoktur.

Üstad'ın sarık hassasiyeti

Bilhassa Üstad Bediüzzaman ve has talebelerinin nihayet derecede ehemmiyet vermesiyle, hemen umum Nur Medreselerinde cübbenin yanı sıra sarık da bulunur. Bu nokta, iç dünyamızı ferahlatan, ümidimizi arttıran, şevkimizi kamçılayan bir mürüvvet, bir mazhariyettir.

Peki, ya evlerimiz ne durumda?

Nur Talebeleri açısından, bu husus da fevkalâde önemlidir.

Zira, herbir Nur Talebesinin hanesi, aynı zamanda hususî bir "Medrese–i Nuriye" hükmünde olması gerekiyor. (Emirdağ Lâhikası, s. 72, 343, 445)

"Herbir adam—eğer hanesinde dört beş çoluk çocuğu bulunsa—kendi hanesini bir küçük medrese–i Nûriyeye çevirsin. Eğer yoksa, yalnız ise, çok alâkadar komşularından üç dört zat birleşsin; ve bu heyet, bulundukları haneyi küçük bir medrese–i Nûriye ittihaz etsin." (Age, s. 101)

Bu ifadeler, bir Nur Talebesi için başka söze hacet bırakmayacak derecede açıktır. Hanelerinde Nur Risâleleri bulunmalı, Nur dersleri yapılmalı ve mümkün olduğunca Sünnet–i Seniyyenin ihyasına çalışılmalı.

Zira, Sünnet–i Seniyye Risâlesinde de hususiyetle nazara verildiği gibi: "Fesâd–ı ümmetim zamanında, kim Resûlullah'ın sünnetine temessük etse, yüz şehidin ecrini, sevâbını kazanabilir."

Elhasıl: "...Evet, Sünnet–i Seniyyeye ittibâ, mutlaka gayet kıymettardır. Hususan bid’aların istilâsı zamanında Sünnet–i Seniyyeye ittibâ etmek, daha ziyade kıymettardır. Hususan fesâd–ı ümmet zamanında Sünnet–i Seniyyenin küçük bir âdâbına mürâât etmek, ehemmiyetli bir takvâyı ve kuvvetli bir imanı ihsas ediyor. Doğrudan doğruya Sünnete ittibâ etmek, Resûl–i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı hatıra getiriyor. O ihtardan, o hâtıra, bir huzur–u İlâhî hâtırasına inkılâp eder." (Lem'alar, s. 55)

03.12.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

“Amerikan belgeleri”yle ABD’nin PKK’ya desteği... (2)


A+ | A-

Sekiz bine yakını Türkiye hakkında olan sızdırılan ya da servis edilen 251 bin “gizli belge”nin ancak 200’ü açıklanan kontrollü-plânlı “Wikileaks deşifreleri”nde, ABD’nin PKK’ya desteği belgeleniyor.

Irak’taki Amerikan işgal güçlerinin PKK’ya çok büyük silâh yığınını bıraktığı, terör örgütünün Türkiye’deki kanlı eylemlerini, bombalama ve saldırılarını haber vermediği, dahası göz yumduğu, tek tek olayların ispatıyla açık bir biçimde kaydedilmiş…

Amerikan Dışişleri Bakanı Clinton, her ne kadar “Amerikan yönetiminin bu belgeleri paylaşmadığını” söylese de Washington’un şimdiye kadar “sahte” demediği ve açık bir biçimde “gerçekliğini” onayladığı orijinal gizli diplomatik yazışmaların ifşaatından “utanmak” bir yana, en ufak bir imâ ile bile olsa inkâr etmiş değil…

Böylece “Öcalan’ın yakalanıp paketlenerek Türkiye’ye teslimi ile başlayan ve Bush döneminde PKK’nın “ortak düşman” ilan edilmesiyle ve “istihbarat paylaşımı ve askerî operasyonlara destek”le propaganda edilen süreçte, ABD’nin iddia edildiğinin aksine, terör örgütünü her yönüyle koruyup kolladığı bir defa daha Amerikan diplomatlarının Washington’a iletilen “diplomatik kriptolar”la açığa çıkmakta. (Gazete.com, 26.11.2010)

“Kuzey Irak’ta görev yapan Amerikan ve İsrailli subaylarının ve istihbaratçıların PKK ile doğrudan temas kurduklarına dair “belgeler”de yer alan “bilgiler”, bunun itirafı…

PKK’YA SİLÂH VE EĞİTİM…

Mesela, Amerikan Dışişleri’nin 1979’daki “PKK terörist bir örgüttür” kararına rağmen, 17 Kasım 2004’te Bakuba ve Tikrit’te Amerikan güçlerince gözaltına alınan PKK’lı teröristler, Amerikan askerî belgelerinde “özgürlük savaşçıları” olarak tanımlanıp serbest bırakılmış.

25 Şubat 2006 tarihli ve daha sonraki dokümanlarda ise Amerikan güçlerinin Irak’ın çeşitli bölgelerinde teröristleri bile bile yakalamadığı, dahası tutuklanan teröristlerinin serbest bırakılmasına aracılık ettiği yazılmış.

Bilindiği gibi daha önce Başbakan Erdoğan, ABD’nin işgalle dağıttığı Irak ordusunun tanktan uçaksavara hafif ve ağır silâhlarını PKK’ya vermesinden yakınmıştı. Amerikan ordusunun terör örgütüne ayrıca silâh ve mühimmat verdiği, Amerikalı ve İsrailli subayların başta Kandil olmak üzere Kuzey Irak’taki kamplarda teröristleri eğittiği Amerikan Kongresi’nin kararı ve Amerikan savcılarının kararıyla ortaya çıkmıştı. Wikileaks’in Washington’da resmî işlem gönderilmiş “ifşaatları”nda bunlar da belgeleniyor.

Kuzey Irak’ta CIA peşmergelerini “koordine” eden ABD’nin Delta Force özel kuvveti bünyesinde, “gayri-nizami harp”, “terör ve karşı-terör” ve “genel kontrol uzmanları”ndan oluşan Amerikan askerî timlerinin, bölgedeki PKK teröristlerine silâhlı eğitim verdiği, daha evvel Frankfurter Allgemaine, Observer gibi Avrupa gazetelerinde ve Londra’da çıkan El Hayat adlı gazetede yayımlanmıştı. “Wikileaks belgeleri”nde bunlar da doğrulanıyor.

Keza Körfez Savaşı sonunda, Irak depolarındaki ve peşmergelerin elinde bulunan silâhların önemli bir yekûnunun PKK’nın eline geçmesini CIA’nın sağladığı, İncirlik’ten kalkan Çekiç Güç’e bağlı uçakların PKK’ya havadan malzeme attığı, hâlen soruşturulan garip bir “uçak kazası”na kurban giden Jandarma eski komutanı Org. Eşref Bitlis’in hazırladığı ve Genelkurmay eski Başkanı Doğan Güreş’in teyid etiği raporla belirlenmiş. (Aksiyon, 28.10. 1995)

1980 öncesi ve sonrasında ABD’nin Belçika üzerinden “dekorasyon malzemesi ve lamba ayağı” etiketiyle binlerce İspanyol mavzerinin PKK’ya gönderdiği, 12 Ağustos 1977 tarihli “gümrük müfettişi raporu”nda bildirilmekte. 2001’de ABD’nin kirli işlerini yürüten ve uyuşturucu trafiğinin yönetildiği merkez olarak tanıtılan Hollanda’nın “ABD’nin Irak plânları” kapsamında kışkırtma amacıyla PKK’ya yeniden silâhlı eylemlere girişmesi için silâh ve malzeme vaadinde bulunduğu, askerî uzmanlarca tesbit edilmiş…

ABD’ye bağlı çalışan NATO’nun Türkiye kolunun 1990 sonrasında PKK’ya silâh sattığı ve İsrail’den alınan silâhların bir kısmının PKK yöneticilerine teslim edildiği ifâde edilmekte.

UYUŞTURUCU VE FİNANS DESTEĞİ…

Yine PKK’nın gelir kaynaklarının başında geldiği bizzat Öcalan tarafından itiraf edilen uyuşturucu kaçakçılığının ve nüfuz ticaretinin CIA’nın denetiminde yürüttüğü, CIA’nın uyuşturucu ihâlelerinin önemli bölümünü PKK’ya verdiği, “gizli belgeler”le ortaya dökülmekte.

Bunların yanısıra ABD’nin terör örgütünün para ve finans kaynaklarını güvence altına alıp çeşitli illegal kanallarla para yardımında bulunduğu yine bu “belgeler”le su yüzüne çıkmakta. 27 Aralık 2002’de CIA’nın ABD’den “Littleford” isimli işadamı tarafından banka havalesiyle “hayali cam sehpa ithalatının ödemesi” perdesinde 125 milyon doların Suriye’deki PKK’lı bir işadamına yollanması, bu konuda Amerikan resmî makamları ve PKK tarafından yalanlanmayan belgelerden biri.

Kısacası, AKP Genel Başkan Yardımcısı Çelik’in ifâdesiyle “Bu (Wikileaks) işten en çok hoşlanan İsrail”se, “gizli belgeler” ifşa edildikçe, en çok zarardîde olan Türkiye. Ne var ki AKP sözcüleri, hâlâ dünyada en çok “kriptolar”ın Türkiye’den gönderilmesini, “AKP iktidarının aktif politikaları”na yorumlamakla kalıyor; Başbakan, sâdece hakkındaki iddialara cevap vermekle yetiniyor.

Ve “gizli kriptolar”ı teğet geçme ve geçiştirmeye çalışan siyasî iktidar, ABD’nin AKP’ye desteğine değinmiyor. Garip, çok garip…

03.12.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Yolsuzluklar yol bulmasın


A+ | A-

Dünyayı tehdit eden yolsuzluklar, Türkiye’yi de tehdit ediyor. Ülkemizi idare edenler, her ne kadar ‘yolsuzluk’lar yerine, hayalî ‘irtica suçlarını’ tehdit ve tehlike olarak görse de; gerçekler değişmiyor: Hem Türkiye’de, hem de dünyada en büyük tehdit ve tehlike yolsuzluklardır...

Yolsuzluk elbette satece ‘fakir’ ülkelerin problemi değil. Bugün en zengin ülkelerde de yolsuzluklar yaşanıyor. Aradaki fark şu: Nisbeten zengin, hür ve demokrat ülkelerde ‘hesap sorma’ sistemi de işlediğinden, yapılan yolsuzluklar kısa sürede ortaya çıkabilir. Demokrasinin uğramadığı ya da sancılı olduğu ülkelerde ise yolsuzlukların üstü örtülür, hesap sorulamadığı için de tekrarlar durur. Bazı ülkelerin zengin olması gerekirken fakir olmasının sebebi de yolsuzluklardır. Meselâ, zengin yer altı madenlerine sahip olduğu halde fakir olan ülkeler var. Araştırılsa görülecek ki, böyle ülkelerde sistem yolsuzluk üzerine kurulmuştur. En küçüğünden en büyüğüne kadar imkân bulan herkes ‘devlet malı’ diyerek aslında birbirlerinin ceplerinden çalar ve neticede topyekûn fakirlik bataklığına düşülür.

Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) Türkiye Mukim Temsilcisi Shahid Najam da bu gerçeğe dikkat çekmiş. Ankara’da düzenlenen “Uluslararası Yolsuzlukla Mücadele Konferansı”nın açılışında konuşan Shahid Najam, yolsuzlukların birçok toplumun kalkınmasının önünde engel teşkil ettiğini söylemiş. Toplumlarda yolsuzluğun etkin bir şekilde engellenmesiyle adaletsizliğin ortadan kalkacağına da dikkat çeken Najam, yolsuzluğun, kaynakların etkin ve âdil bir şekilde kullanılmasını engellediğini hatırlatmış. (Yeni Asya, 2 Aralık 2010)

Peki, cemiyeti ve dolayısı ile devletleri temelden sarsan bu hastalığa karşı ne ile karşı konulacak? Elbette maddî cezaların da caydırıcı bir etkisi olur, ama kalıcı çözüm insanların kalplerine hükmedebilmektir. Bunu da ancak sağlam bir ‘iman eğitimi’ ile yapmak mümkün olur.

Şunu unutmamak lâzım ki, meydana geldikten sonra yolsuzlukları cezalandırmak kesin çözüm değil. Önemli olan, o yolsuzlukların meydana gelmesini engellemektir. Bu da her halde ancak kalplere birer yasakçı koymakla mümkün olur.

Hadiseye Türkiye örneğinden bakarsak şu soruyu sormak mümkün: Milletin maddî ve mânevî imkânları israf ve yolsuzluklarla hebâ edilmemiş olsa bugün bu durumda mı olurduk? Yıllarca “Devletin malı deniz, yemeyen keriz” anlayışı ile imkânlar hebâ edildi. (Yanlış) yap - (sonra da) yık sistemiyle sadece kaldırımlara saçılan ‘para’nın bir hesabı var mı? Hatır gönül için yapılan ihaleler, ehil olana değil de ‘yakın olan’a ve üstelik de piyasa şartlarınının üstünde verilen ihaleler ‘kılıfına uydurulmuş’ yolsuzluklar değil mi?

Ülkemiz hür ve demokrat olmak istiyorsa, yolsuzluklara yol vermemelidir. Aslında millet imkânlarının faiz batağına atılması da bir tür yolsuzluk olarak görülmeli. Son 50 yılda milletin hazinesinden faizcilere verilen paralarla neler yapılabileceğinin hesabını yapan var mı?

Yolsuzluk sadece ihalelerle olmaz. Millet imkânlarının uygun şekilde değerlendirilmemesi, işin ehil olana değil de eşe-dosta verilmesi, ihtiyaç olmadığı halde kaldırım taşlarını değiştirmek de bir tür yolsuzluktur. Türkiye’nin ufkunu yolsuzluklarla karartmaya hiç kimsenin hakkı yoktur, vesselâm...

03.12.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  YENİ ASYA NEŞRİYAT

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.