Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 11 Temmuz 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


İsmail BERK

Risâle-i Nur’da aktüel tefekkür - 3



(Dünden devam)

Günü tamamlayıp, sohbet sonrası bizi bekleyen ev ortamına vardığımızda, yeni mutluluk eşiği, güzel aile sıcaklığında belki söylenecek birkaç tebessümlü ifadedir. Yatağa şükrederek uzandığımızda ve başımızı yastığa koyduğumuzda ilk beş dakikada “dünyayı değiştirme” operasyonumuzla yeni bir âlemde beynin tasnif ve bedenin dinlendirmesi içinde yarının ve düşündüğümüzün rüyasını görüyorsak, işlem tamam demektir.

İkinci dirilişin yeni bir gün olduğunun idraki ile ikinci konuların veya yeni gündemlerin aynı süzgeç ve süreçlere tabi olması gerekir. Daha fazlası için dünün tecrübesini ve oluşan kavramları ile ayrı ayrı ancak bitişik yolda yol almalarını desteklemek zamanıdır. Şekillenen ve doyuma varan yerini yeni tekâmüllere bırakır. Zihnimizin bir anda 9 değere kadar tutma ve kovalama imkânı olduğuna göre, yoğunluğumuz bir kayıp değil, bilâkis hızlandırıcı ve zenginleştirici bir değerlendiricidir.

Her hayali ve zihnimizde hızlı geçen her şeyi koruyamadığımız gibi, peşinde de olamayız. Zaten istesek de bunun gerçekleşme şansı düşüktür. O zaman en öncelikli ve yoğun hissettiğimiz ve merakımızın yol arkadaşı değişmez isteklerimizi karşılayacak arayışlarımızla ilgili olanları dikkatle korumalıyız. Taramalarımızı, maksadımıza uygun ve gerçekleşme zemininde değerlendirmeliyiz.

“Bir vücudun azaları gibi” fonksiyonlarını icra edeceği bir bütünlük içinde planlanmış hedeflerimizi gerçekleştirmeliyiz. İç ahengin bütün “hasseleri” devrede olmalı. Aktif rol almalı. “Yekdiğerine muavin” olmalı. “Çarklar mesabesinde” birbirini harekete geçiren bir ortak üretim içinde olmalılar. Dünya gemisinde yol alırken, yaratılışa uygun faaliyetlerimizde “Dümenci neferi” gibi sorumluluk altındayız. İrtibatlı olduğumuz kısımlarda “terettüp eden” görevlerimizi birinci derecede ifa etmek durumundayız.

Odaklı bir samimiyete, açık bir işleme, sürekli bir enerjiye, istiğna içinde bir davranışa ve sarsılmaz bir sadakate emanet edeceğimiz her iş, bünyede filizlenir. Vücut binasının bu fonksiyonlarını yöntem ve disiplin ile gerçekleştirmemiz gerekir.

Başardığımız her şey “hüzn-ü masumane” çağrışımında, gayretimizin bakileşen bir hatırası olarak fani dünyanın geçiciliğini hatırlattığında, daha büyük başarılara kapı açar ve ayaklarımız yerden kesilmez. “Ruhanî bir lezzet” maddeyi aşan, kendimize ait olmayan ve başkası ile değerlenen bir faaliyetin şükür edasında bulunma tutku ve iç huzurudur. Cihana sığmayan emelleri, takatimizin fevkinde bir memnuniyet ve muvaffakiyet hissiyle Yaratıcıya sunma coşkusudur.

Bu coşku, hayata, çevreye ve yaptığımız işe heyecan ve mütevazılık içinde bir başkasında varolma zevki olarak yansır. Bitmez gayretler, kendini tahrik eden ve ana amaçları ile canlanan duygulardır.

Faaliyetin zevki, derinleşmenin ruhanî ıztırabı, çalışma temposundaki ekip tartışmaları, sürekliliğe giden kalıcı beraberliklerin oluşum sıkıntıları, yol alma yorgunlukları, öğrenme yoğunluğunda sorgulama ikilemleri ve fikir teatilerinin süzülerek ortak havuza akıtacağı kanalları açık tutma teyakkuzu güzel inkişaf habercileridir. Tatlı birer keşif kolları olarak görülmelidirler. O kollar, ortak yollarını bulup büyük denize akıtacak ve havuzu aşacak kimyayı maya gibi âlemin iksiri yapacaktır.

Derin bir nefes aldığım şu anda, kendimi daha iyi hissettim. Yolumun beni bekleyen güzelliklerini hayâl ettim. Dünü bugüne devreden fikirleri, fidanlıklarda yaşatacak ve büyütecek birer bahçıvan olduğumuzu düşünmeye başladım.

İklimden anlayan, suyu ve toprağı buluşturan, ışığı ve havayı yaşayan, zemini hazırlayan, çekirdeği doğru seçen, “hafa turabında adem” yolculuğuna talip tohumlardan anlayan bahçıvanlarla bu iş yürür.

Ahçısı, vahçısı, kahçısı sonraki iş. Bu faaliyetler yapılırken de aynı zamanda, bahçeyi koruyacak ve etrafını çitleyecek bir irade ile nazenin tohumların filizlenmesini bekleyecek bir “sabırtaşı” hükmündeki “Sıddık Süleyman” safiyetinde bir vasıfla taçlanması gerekir.

11.07.2006

E-Posta: [email protected]




Murat ÇİFTKAYA

Hacılar, turistler ve aylaklar



Hayat kutsal bir yolculuktur, der semavî dinler. İnsan bir yolcudur. Dünyanın yüzüne bir süreliğine konar ve gider. Ne doğumu hayat yolculuğunun başlangıcıdır, ne de ölümü bitişi.

Geldiği yönedir yolculuğu; Ona! Hayat yolculuğunu kutsal kılan da varacağı yerdir zaten, yani ilâhî huzurdur. Ruhlar âleminden gelip bu dünyada kısa süreliğine ete-kemiğe bürünür insan, sonra sonsuzluk âlemlerine yolculuğuna devam eder.

Yolcu, hele hele hac yolcusu, nasıl varacağı ve yüz süreceği en sevgili evin hasretiyle ve heyecanıyla atarsa her adımını, insan da âhiret yurdunun sıla özlemiyle alıp verir nefesini. Dünya yüzünde gurbette hisseder kendisini. Huzura varıncaya kadar huzurda hissetmez kendisini. Nasıl sevgilinin huzuruna durmak için yola çıkan bir âşığın yolda oyalanması düşünülemezse, insanı da huzura kavuşmaktan alıkoyan her şey bir oyalanma olarak kınanasıdır.

Hacca, yani kutsal yolculuğa niyet eyleyip yola çıkan bir mü’minin dilinden şikâyet yükselmez kolay kolay. Başına her gelen şeyin içindeki ibreti ve hikmeti çözmeye çalışır. Yolculuk güzeldir, yolculuk sırasında başına gelen her şey de o yüzden güzeldir. Onun için hayatı kutsal bir yolculuk olarak gören insanlar, hayatı da içindekileri de yargılamaz, anlamaya çalışır.

Hac, eskiden mü’minlerin sade ve coğrafî anlamda sınırlı hayatlarının en merkezî motifi, dönüm noktasıydı. Kısıtlı ulaşım vasıtalarıyla ve bazen de yaya çıkılan bu yolculuk aylar sürerdi. Hacca varış kadar gidiş de önem ve değer taşırdı. Yıllar öncesinden niyetlenilen, aylar öncesinden planlanılan bu yolculuk dönüşten sonra da o insanın hayatını kökten değiştirmeye adaydı. Öyle ki, hacı olmuş şanslı insanlar parmakla gösterilir ve toplumda saygın bir yere sahip olurlardı. Çünkü hac yolculuğu sadece ona mazhar olanların değil, mü’min toplumun bütün bireylerinin gönlünde taht kurmuştu. Çünkü mü’minler hayatın bizzat kendisini kutsal bir yolculuk olarak görüyorlardı.

Hayatın kutsal bir yolculuk kabul edilmesiyle hayatın anlamı derin bir dönüşüme uğrar. Dünya saraylar kurulacak veya “kazık çakılacak” bir son durak değildir. Belki bir kervansaraydır; birkaç nefes dinlenilecek, seyredilecek ve sonra terk edip gidilecek bir konaklama yeridir.

Hayat yolculuğunu en güzel adımlayan insanın (a.s.m.) ifadesiyle, insanın bu dünyadaki hali, ağaç gölgesinde dinlenen bir yolcuya benzer. O yolcunun biraz sonra kızgın güneş ışığıyla kavrulacak o ağaç gölgesini yurt edinemeyecek oluşu gibi, insan da bu fanî ve geçici dünyayı yurt edinemez. İnsan buraya, dünyaya değil, oraya yani sonsuz âhiret yurduna aittir. Burası orası adına bakıldığında anlam ve önem kazanır. Burada yaşananlar oraya götürülecek azıklar gibi tecrübe olacağı takdirde, değerlidir.

Yüzü hep geleceğe, gideceği yöne dönüktür kutsal yolculuğa çıkan kişinin. Şimdi, geleceğin fideliğidir. Ân, sonsuz zamanın çekirdeğidir. Sonraki öncekinden hayırlıdır. O yüzden, sabır, hayat yolcusunun en büyük silâhıdır. “Sonra” kazanacağı büyük bir ücreti “şimdi”nin küçük ücretine değişmez. Ânlık hazır lezzetlerin peşinden koşarken sonsuz saadeti kaçıracağını bilir. Bir yolcunun, çevresinde kanat çırpan renkli kuşların peşinden koşup yolculuğunu unutması ve yolunu kaybetmesi gibidir bu hal zira. Lezzetleri ertelemek değildir bu. Hakikî, bitimsiz ve elemsiz lezzet zaten burada değil orada; Sevgili’nin huzurundadır. Burada ve bu ânda, ancak o huzurun bir örneğini yaşadığı takdirde geleceğin lezzeti elemsizce yaşayabilir yolcu. Perdesiz huzura varacak olman lezzetini daha yolda hissetmek gibi...

İnsanın diğer insanlarla ilişkisi, bir yol arkadaşlığıdır. Sadakat bu arkadaşlığın nişanıdır. Sadece kısa yolculuk için değildir ilişkiler. Asıl vatanlarında sonsuza kadar sürecek dostlukların birer başlangıcıdır bu dünyadaki birliktelikler. En yakın yol arkadaşlığı nikâhla kurulan evliliktir. “Refika-yı hayat” denilen eşler en sadık yol arkadaşlarıdır. Nikâh, sonsuz saadete bir basamak olarak kıyılır bu dünyada. Hiç bozulmamacasına gönüllerde kök salar. Dünya hayatındaki cefalara, musibetlere, sıkıntılara ve küçük tatsızlıklara sonsuz hayat arkadaşlığının hatırına tahammül edilir...

Semavî dinlerin sunduğu ve mü’minlerin hâlâ yaşamaya çalıştığı bu hayat tasavvuru, ne yazık ki modern zamanlarda terk edildi. Kutsal ile bağını koparan modern dünya tasavvuru, hayatı kutsal bir yolculuk olmaktan çıkardı. Hayat sadece yaşanacak birşey haline geldi. İnsan hâlâ yürüyordu dünya üzerinde, ama hedefi veya varacak yeri olmayan bir yolculuktu bu. Tıpkı bir turistin sadece turlamayı, gezinmeyi amaç edinmesi gibi, modernite de hayatın amacını, hedefini köreltti.

Bir sonraki yazıda, modern dönemde hayatın kutsal bir yolculuktan turistik bir gezintiye nasıl dönüştüğünü ve nihayet postmodern zamanlarda işin tamamen aylaklığa nasıl döküldüğünü çalışmak üzere...

www.muratciftkaya.com

11.07.2006

E-Posta: [email protected]




Murat ÇETİN

Bu hayatta sanal reklâm uygulaması vardır



Sabah evden çıkarken posta kutunuzda kaç broşür, el ilanı, kampanya duyurusu vardı; kaç dost mektubu?

İşe, üzerinde hangi banka, çorba, meyve suyu ya da cep telefonu reklamı olan otobüsle geldiniz; peki kaç tanıdık sima ile?

Radyoda kaç reklam dinlediniz, hayatınızı kolaylaştıracağına dair; kaç faydalı bilgi aldınız, parasız?

Elektronik posta kutunuzdaki reklamları saydınız mı, kabaca “spam” yani bir anlamda “çöp” diye bilinen? Kaçta kaç gerçek postayla karşılaştınız, hatır sorup, gönül alan?

İnternette dolaşırken, karşınıza pat diye çıkan ve tıklamanız için yalvaran kaç reklam vardı; kaç gerekli bilgi?

Gazetelerin reklam olmayan sayfalarını okumaya çalışırken, size kaç “fırsat” sunuldu, peşin fiyatına bilmem kaç taksitle; buna karşılık kaç haberle karşılaştınız?

Öğle yemeğini yerken, bir an dışarıya bakıp, binalarda hangi dondurmanın, çikolatanın, otomübilin reklamını gördünüz; kuşları seyretmeye çalışırken?

Akşam eve dönerken otobüs beklediğiniz durakta size nasıl bir hayat vaad ediliyordu, sizin yaşamaya devam ettiğiniz hayattan daha güzel?

Evde televizyonda, tartışma programı izlerken, alttan hangi sucuk geçiverdi, lezzet garantili? Hangi tartışma tatlıya bağlandı bu arada?

Elinizi yıkadığınız reklam arasında sizin için hazırlanan, şehrin stresinden uzak evlere dair neler işittiniz, suyun şırıltısı arasından?

Hiçbir reklamla boyanmayan evlerde, hiçbir sponsoru olmayan sohbetler yapıp, araya reklam girmeyen yemekler yemek hayal mi sizce?

“Bu hayatta sanal reklam uygulaması vardır” sanal alt yazısı olmadan, üstümüzde reklamsız bir kıyafetle çıktığımız yollarda, reklamsız kaldırımlarda yürümek; hiç reklam almayan yağmur damlalarıyla ıslanmak; taksitli satışlara dair bilgi sunmayan rüzgârla üşüyüp, sponsorsuz ısınmak, sponsoru olmayan selamlara karşılık vermek; insanlara sol elimizden bile gizli yardım edebilmek; bilbordsuz dilimize bir şiir, bir şarkı dolayıp, kimsenin “sunmadığı” adımlarla yürümek... Mümkün değil mi acaba?

11.07.2006

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

World Cup the end



Dünya Kupası bitti... Kanal 1, 14 Milyon dolara satın aldığı maçlarda profesyonel bir yayıncılık sergileyemedi. Gerek konukları, gerekse sunucu seçimi isabetli değildi.

Enteresandır, insanlar, Dünya Kupası yorumlarını, diğer kanalların spor yorumcularından dinlemeyi tercih etti. Hatta, Kanal 1’in patronu Fatih Altaylı ve Spordan Sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Ali Şahin’in konuk olduğu programı bile, nedense, dinleme ihtiyacı hissetmedik ve kanal değiştirdik.

Hoş, Dünya Kupası’nın tadı yoktu. Final maçında Fransa’nın banliyölerinde yetişen “gururu” Zidane’nin rakip oyuncuya attığı kafa, bu tatsızlığın tuzu biberiydi.

Şu var ki, kazanan her yönüyle Almanya oldu. Berlin, dünyaya “barış” mesajları verdi. Organizasyonu mükemmeldi. Teknik direktör ve eski dünya yıldızlarından Klinsman’ın yıldızı bu kez göz kamaştırdı.

CADILAR EKRANI

“Sihirli Annem” bitti. Size “Acemi Cadı” (Kanal D) verelim.

“Sihirli Annem” dizisi gerek toplum açısından, gerekse uzmanlar nezdinde “zararlı” ilan edildiğinden beridir, kimi kanallar ısrarla yayınını sürdürdü.

Bu kadar kampanyaya rağmen, inatla diziyi yayına koyanlar, yeni bölüm çekmese de eski bölümleri yayınlamakta hiçbir sakınca görmedi.

Şimdi de aynı kanal, genç kızlara yönelik “Acemi Cadı” adı altında bir dizi yayına koydu.

Bunların “Sihir,” “Cadı,” “Büyücü” kavramlarını yeni yetişen gençlerin kafalarına yayın yoluyla şuuraltına sokmak gibi, bir misyonu var galiba.

SKANDALA SON

Hani günlerdir TRT’nin satın alacağı “Piglet” isimli domuz çizgi karakteri tartışılmamış gibi... Sanki bunlar hiç yaşanmamış gibi, atv ısrarla “Garfield” adlı çizgi filmde “domuz”lu bölümleri ekrana getirmeye devam ediyor.

Hafta içi her gün ekrana gelen bu skandalı kimse görmüyor mu?

atv oralı bile değil... Garfield’in “domuz”lu bölümleri ayıklansa olmaz mı?

Eğer atv oralı bile olmazsa, her gün bu sütundan “domuzlu çizgi filme son” çağrısını tekrarlayacağız, bilginiz olsun!

İSRAİL TV’NIN KÜSTAHLIĞI

Yarışmalar ilginç bir hal almaya başladı. Daha doğrusu, yapımcılar dünyanın neresinde olursa olsun, maymun iştahlı olduğunu bir kez daha gösterdi. İnancı, fraksiyonu ne olursa olsun farketmiyor.

Bunlardan bir tanesi de: İsrail TV’sinde Müslüman bir Arabın eşi ile bir Yahudinin eşinin yer değiştirdiği bir yarışma...

Filistin, İsrailli askerlerin bombaları altında can verirken, İsrail televizyonun bu sapık yarışmayı ekrana taşıması, bazı iyimser yorumcular tarafından “kültür çatışmasının ne demek olduğu”na bizzat tanık olmak gibi yorumlanıyor.

Yersen...

Aslında bal gibi, “Müslümanları ahlak dışı programlarla çileden çıkarmak” olduğu görülüyor.

Malum, İsrailliler silahla başedemedikleri Müslümanları bu şekilde “dejenere” ederek, moral bozmaya çalışıyor.

Bu sapık yarışmaya, Filistin başta olmak üzere, bütün dünya Müslümanları tepki göstermiş.

TRT’DEKİ DİNî YAYINLAR

Devlet Bakanı Beşir Atalay, son zamanlarda TRT’de “dinî programların arttığı” yönündeki “iddia”lara cevap vermiş.

Dinî programların 1974 yılından beri hazırlandığını, ama şu an 4 dinî program mevcutken, bugün itibariyle yine 4 dinî program (12 Ocak 2004 tarihinde genel müdür değişikliği sebebiyle) bulunduğunu söylemiş.

Atalay, Diyanet İşleri Başkanlığı olmak üzere, bakanlık, üniversite ve ilgili diğer kurum ve kuruluşlardan destek aldığını... Ve kamu yayıncılığı anlayışına aykırı bir yayın söz konusu olmadığın bürokratik bir dille anlatıyor.

Atalay’ın politik kariyeri açısından bu tür açıklamalara ihtiyacı var kuşkusuz. Ancak, dinî programların artmaması, bir övünç kaynağı mı?

Hani, “Bakın biz de sizin gibiyiz. Dinî yayınlar bizim iktidarımızda artmadı” diyerek bir yerlere “hava basmak” mıdır mesele? Velev ki, halkın böyle bir talebi varsa, geri mi çevireceksiniz?

11.07.2006

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

‘Mescidde ezan okunmaz’mış!



Ayasofya Camiinin bir bölümünün (Hünkâr Mahfili) ibadete açık olmasıyla ilgili tartışma devam ediyor. Konuyla ilgili ‘ilk’ haberi ‘İbadete açık Ayasofya’ başlığıyla veren gazeteye, okuyucularından yüklü bir tepki mesajı ulaşmış. ‘Okur Temsilcisi’ne açıklamada bulunan Sabah gazetesi Haber Koordinatörü Özay Şendir, bu mesajları değerlendirirken, medyanın din konusunda ne kadar cahil olduğunu bir defa daha ortaya koymuş oldu.

Şendir şöyle demiş: “(Okuyuculardan gelen) Eleştiride yanıltma var. Biz ‘ibadete açıldı’ demedik, ‘İbadete açık Ayasofya’ dedik. Bu haber hukukla uygulama arasındaki bir çelişkiyi, bir garabeti teşhir etmek için hazırlanmıştır. (...) Mescidde ezan okunmaz, ama burada okunagelmiş. Girişine ‘Ayasofya Camii ibadete açık bölüm’ levhası konmuş. Haber doğru olmasa, İstanbul Müftülüğü neden o levhayı kaldırsın? Neden beş tane olan hoparlör sayısı bire indirilsin?” (Sabah, 10 Temmuz 2006)

Gördünüz mü savunmayı? ‘Mescidde ezan okunmaz’mış! Acaba bu ‘fetva’yı kim verdi? Ezanın en sade tanımı, mü’minleri ‘namaza davet’ değil mi? Mescid de ‘namaz kılınan yer’ olduğuna göre, ezan; mescidde okunmayacak da ‘kilise’de mi okunacak? ‘İbadete açıldı’ dememişler de, ‘İbadete açık Ayasofya’ demişler. Ha Hasan kel, ha kel Hasan, ne farkı var?

Haber koordinatörünün açıklamasından öğrendiğimize göre, haber üzerine harekete geçen ‘yetkili’ler, var olan 5 hoparlörü bire indirmiş ve Hünkâr Mahfili girişinde yer alan ‘Ayasofya Camii İbadete Açık Bölüm’ levhasını kaldırtmışlar. Böyle maksatlı haberlerle harekete geçip, oradaki levhayı kaldırmak, hata üstüne hata yapmaktır! Aynı şekilde, hoparlör sayısını azaltmak da gereksizdir. Oldu olacak, kartel medyasının memnun olması için mescidi de kapatın! Bu yanlış kararlara kim imza attıysa, yanlış yapmıştır. Bu kararlara imza atmanın hata olduğunu, elbette bizden daha iyi bilirler. Bunun da farkınyadız, ama tekraren hatırlatmayı vazife bilelim.

*

Niçin artmadı?

Yersiz yapılan işlerle ilgili olarak tekrarlanan çok sayıda atasözü vardır, ama biz onları tekrarlamayalım. CHP’nin “Son yıllarda TRT’deki dinî muhtevalı programların sayısı arttı” anlamına gelen sorusunu cevaplayan Bakan Beşir Atalay, “Hayır, dinî programlar artmadı” demiş.

CHP, ‘Niçin arttı?’ diye sorunca, ‘Tövbe tövbe. Artmadı, hiç öyle bir şey yapar mıyız?” anlamına gelecek şekilde cevap vermek, ‘tek başına, iş başına gelen’ hükümet mensuplarına yakışır mı?

CHP, ‘Niçin arttı?’ diye soruyorsa, biz de bir vatandaş olarak aksini soruyoruz: “Bütün dünyanın, yolsuzluk, ahlâksızlık ve her türlü kötülüğün ancak ‘din’ ile önleneceğini kabul ettiği bir dönemde, milletin vergileriyle ayakta duran TRT’de, niçin dinî muhtevalı programlar artmadı? Lütfen bu programların hem sayısı, hem de kalitesi artsın!”

Bakalım, CHP’nin sorusuna cevap veren hükümet yetkilileri, ‘vatandaş’ın sorusuna cevap verecekler mi?

11.07.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Allah ile arayı düzeltmek



Nazarların paraya pula, makama mevkiye, şana şöhrete, kısaca dünyevi maksatlara yöneldiği günümüzde başlıkta dikkat çeken çalıştığımız konu gündeminde bile olmayabilir nice insanın.

Oysa her devirde geçerli ve eskimeyen bir gündem varsa o da budur: “Allah ile arayı düzeltmek.”

Ne yapıyorsanız yapın, ne kadar insanların hoşnutluğunu kazanırsanız kazanın, Allah ile aranız iyi değil ise hiçbir kıymeti yoktur bunların. Beş para etmez.

Allah ile arayı düzeltmek her hususta, atılan her adımda, her yerde her zaman onun hoşnutluğunu gözetmek demek, onun razı olduğu söz ve davranışlar içinde olmak demek.

Böyle olunca, “Allah’ı bulan her şeyi bulur. Onu bulamayan ise başka hiçbir şeyi bulamaz. Bulsa da başına belâ bulur sırrınca dünyanın en mutlu insanı olur. Bu Resul-u Ekrem’in ifadesiyle, “Dünyada en büyük şeref ve rütbe, ahirette de en muhtaç olacağı bir anda arz olur. “Böyle davranmayanlar ise ahirette yaptıklarını görmek isteyeceklerdir.”

Allah ile arasını düzeltenlerin sağlayacakları faydaların haddi hesabı yoktur. Sıkıntılardan kurtulmak, problemlerinizi çözmek, işlerinizi yoluna koymak, mutlu olmak mı istiyorsunuz, yolu budur. Gelebilecek tehlike ve felâketlerden, zararlardan korunmak mı istiyorsunuz, yolu budur. Nitekim Allah Resulu (a.s.m) her kim Allah ile münasebetlerini dikkate alırsa, Allah da onu insanlara karşı korur ve kollar. Allah büyüktür. Onun yardımı olmaksızın hiçbir kuvvet işe yanamaz. “ (El-Bidaye, 3:213) buyurur.

Bu gerçeği dikkate almayan insan bir anda çakıp sönen şimşek gibi bir hayat süren de sürekli parlayan, sönmeyen güneşten habersiz olarak yaşar. Öyle demiyor mu Bediüzzaman Hazretleri 19. Sözlerde “dünya saati ebedî saadet yanında devamlı yanan güneşe bir anda çakıp sönen şimşek gibi” olduğunu.

Ne var ki insanlar gaflet sebebiyle bir anda çakıp yanan dünya mutluluğunu sonsuz mutluluğa hem de bile bile, seve seve tercih ediyorlar.

Peki, ya bu gerçeği başta nefsimize nasıl kabul ettireceğiz. Açın ekmeğe, yemeğe, susuzun suya ihtiyaç duyduğunda, daha çok muhtaç olduğumuzu diğer insanlara nasıl anlatacağız, Ebedî saadetin iman olduğunu, insanın dünyada bulunuşunun asıl maksadının Sultan-ı Kâinatı tanımak, onun emirleri istikameti içinde olduğunu nasıl anlatacağız? Bu gerçeği hissetmek ve hissettirmek muhtaçlara ev, araba, bağ, bahçe bağışlamaktan daha önemli bir hizmet değil mi?

11.07.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Özümsenen Ebced İslâm kültürünün parçası olmuş



(Dündem devam)

Bir hadîs-i şerîfte, “Ebced’i ve tefsirini öğreniniz! Elif, Allah ve İllellah’tır. Yahud, Allah isminden bir harftir. ‘Be’ Allah’ın icâdıdır. ‘Cim’ Allah’ın behçetidir. ‘Dal’ ise, Allah’ın dinidir.7 denilerek bu ilmin sırlarına işâret edilmiştir.

İslâm âlimleri, Hz. Peygamber (asm), Bedir Harbi’nden bir gün önce, “Düşmanla karşılaşacaksınız, onlara yardım edilmeyecek, onlara galip geleceksiniz”8 meâlindeki hadîsiyle cifir ve ebcede işâret ettiğini söylerler. “Elif Lâm Mim” Hurufu Mukatta (kesik harfli) âyetleri Peygamber Efendimizden (asm) işiten Yahûdî âlimlerinden Ebu Yâsir bin Ahtab, kardeşi Hüveylid ve bir kısım bilginler, ona giderek, “Sana ‘Elif, Lâm, Mim’ diye bir âyet indi mi?” diye sorar. “Evet!” cevabını alınca, “Senin ümmetinin ömrü kısa! (bu harflerin Ebced karşılığı rakamlarını söyleyerek) Ey Yahudiler, ümmetinin ömrü 71 sene olan bir peygamberin ümmeti olur musunuz?” der ve sonra Peygamberimize (asm) dönerek:

“Yanında bundan başka var mı?”

“Elif, lâm, Mim, Sad!”

“Başka!”

“Elif, Lam, Ra...”

“Başka...”

“Elif, Lâm, Mim, Ra...”

“Mümkündür bütün bu rakamların toplamı Muhammed’e verilmiş olsun. Bunların tamamı ise 743 yıldır.”9

Peygamber Efendimize (asm) vahyedilen ve Hz. Ali’nin (ra) yazdığı Celcelütiye kasîde şeklindeki duâ,10 baştan ayağa bir çeşit ebced ve cifir hesabıyla yazılması ve bastırılması da bu ilmin gerçeklerindendir. Cafer-i Sâdık, Muhyiddin-i Arabî, İmam-ı Gazalî (Celcelütiye’yi şerhetmiş/açıklama yazmıştır) Bayezid-i Bistamî gibi gaybî sırlarla uğraşanlar ve harflerin sırları ilmine çalışanlar bu gaybî ebced hesabını bir prensip, bir anahtar kabul etmişler. Yüksek edîpler (dil ve edebiyat belâgat üstadları) ebcedi ince bir kanun kabul edip eski zamandan beri kullanmışlar.11 Ebced ve Cifir’in genel kaidelerinden bir bölümünün kullanılma prensiplerini eserine alan Şeyh Ahmed Elbûnî, “Cifir ilmi, doğru bir senedle/belgeyle Cafer-i Sâdık’tan ilim ehline intikal etmiştir”12 der.

İslâm uleması arasında hurûf ilmiyle uğraşanların başında Hallâc-ı Mansûr (ö. 922) ibn Nedim (ö. 987)’den sonra ibnü’l-Arabî (1165-1240), ibn-i Haldûn (1332-1406), Abdurrahman-ı Bistâmî (ö. 1454) ve Sarı Abdullah Efendi (1584-1660) gelir.

Biyo-kimya, fizik gibi ilimler insanlığı mahvı için kullanıldığı gibi, harf ilminin de Hurufilik tarafından putlaştırılıp saptırılması mümkündür. Bu meseleyi bir altbaşlık olarak ileride ele alacağız.

Dipnotlar:

7. Müsned-ül Firdevs, 2, 43.; 8. Ebû Dâvûd, Cihad, 71; Müsned-i Ahmed 4/65, 289; 5, 377; 9. Tefsir-i İbn-i Cerir, 1/68-71; Tefsir Ed-Dürr-ür Mansur-İmam-ı Suyûtî, 2/22; Tefsir-i İbn-i Kesîr, 1/37.; 10. Şuâlar, s. 349; 11. Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 87-88.; 12. Mukaddemet-ü İbn-i Haldûn, s. 334

11.07.2006

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Partilerüstü Filistin dâvâsı



Yaklaşık bir asırdır Filistin'de çekilen kahır ve ıztırabı hepimiz biliyoruz.

Bölgede, Osmanlı'nın çekilmesi ve İngilizlerin hakimiyet kurmasıyla başlayan son 80 yıllık dönemde, kan ve gözyaşı hemen hiç durmadı. En çok da, Müslüman Filistin halkının kanı aktı, canı yandı o mukaddes beldelerde...

Duâlarımızla, maddî–manevî yardımlarımızla, her zaman için Filistinli kardeşlerimizin yanındayız. Her platformda onları desteklemekten de geri durmuyoruz.

Bu arada ve ne yazık ki kanlı zulüm harekâtı da, artarak devam ediyor.

Bundan da anlaşılıyor ki, ortada "Meselenin hal çaresi nedir, nasıl olmalıdır ve ne yapılmalıdır?" gibi can alıcı suâllerin cevabı yok.

Tabiri caizse, bu konuda her kafadan ayrı bir ses çıkıyor. Meselâ, Hamas'ın formülü başka, El–Fetih'in yöntemi başka, intihar bombacılarının hadiseye bakış açıları başka, Filistin dışındaki İslâmî cemaat ve teşkilâtların öngörüleri ise bambaşkadır.

Bütün bunlar gösteriyor ki, dâvâyı akl–ı selimle ele almaya ve meseleyi her yönüyle yeniden müzakere ederek en isabetli çıkış yolunu bulmaya ihtiyaç var.

* * *

Öte yandan, yüreği sızlayan Müslümanlar, Filistin'de canı yanan din kardeşleri için birşeyler yapma arzu ve emelini taşıyor.

Bu arzular, zaman zaman "kuvveden fiile" çıkıyor. Dünyanın dört bir yanında, Filistin dâvâsıyla ilgili seminerler, piyesler, paneller, konferanslar, mitingler yapılıyor, yürüyüşler sergileniyor.

İyi, güzel, hoş... Başka bir maksada âlet edilmediği sürece, bunların da kendi çapında bir faydası olabiliyor.

Ne var ki, bu tür organizasyonlarda zaman zaman samimiyet dışı ve son derece itici bazı durumlarla da karşılaşılıyor.

Meselâ, bir siyasî parti teşkilâtı "Filistin'e destek" adı altında bir miting tertipliyor. Ancak, bu organizasyonun hemen her safhasında kendi partisinin reklâmını, propagandasını ön plana çıkarıyor.

Kendimiz de gördük, gerek mitingin duyurusu için ve gerekse bayrak, flama, broşür, afiş, el ilânı gibi şeylerin dağıtıldığı stand benzeri noktalarda, ayrıca partiye üye kaydı ve parti propagandası faaliyetlerine alabildiğine ağırlık veriliyordu.

Hatta, bazı muhabirlerin tesbitlerine göre, miting sahasında bile partiye üye kaydı için stantlar kurulmuş.

Bunlar da bir yana, ortalık o siyasî partinin bayrağından geçilmiyor. Konuşmacıların, partilerini sembolize eden selâmlama biçimleri de cabası...

İşte bu durum, son derece soğuk ve itici geliyor. Zira, Filistin dâvâsı, bu suretle bir partinin propaganda aleti haline getirilmiş oluyor.

İşte, bu noktada durup düşünelim: Filistin dâvâsı, acaba böylesi bir mantık ve anlayış tarzıyla başarıya ulaşabilir mi?

O halde, Filistin meselesi partilerüstü tutulmalı ve hatta mümkünse miting ve benzeri organizasyonlar bile ortaklaşa yapılmalı.

Tâ ki, Sultan II. Abdulhamid'in dediği gibi "Filistin, bütün İslâm âleminin ortak dâvâsı" haline gelsin, öyle görünsün ve bütün dünyada öyle anlaşılsın.

Aksi halde, ciddî bir hal çaresinin ve çıkış yolunun bulunması, mümkün olamayabilir.

GÜNÜN TARİHİ

Mübarek'ten "İhvan-ı Müslimin" uyarısı

11 Temmuz 1996: Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek, Türkiye Başbakanı Necmettin Erbakan’ı “İhvan-ı Müslimin/Müslüman kardeşler” örgütü konusunda uyardı.

Mübarek, Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller’e de aynı konudan söz etti.

İhvan-ı Müslimin teşkilâtı, Cemal Abdunnasır’ın iktidarı zamanında (1950–60'lı yıllar) ağır darbe yedi.

Bu teşkilâtın mensupları, iktidarı ele geçirmeye meyilli olduklarından, Mısır ve diğer bazı Arap hükümetleri tarafından daima sakıncalı görülürler.

İslâmı her hal ü kârda yaşama ve yaşatmayı gâye edinen Müslüman Kardeşler, siyasete fazla eğildikleri için zaman zaman pek büyük tazyik ve taarruzlara maruz kalmışlardır. Bir dönem Suriye'de on binlerce teşkilât mensubu gaddarca katledildi.

Nasır ve İhvanlar

Mısır, 1950'den evvel krallık sistemiyle yönetiliyordu. 30 yıldır bağımsız görünmesine rağmen, ülke genelinde eski sömürgeci Mısır'ın hakimiyeti yine de devam ediyordu.

Yönetimin başında Kral Faruk vardı. Ancak, 26 Temmuz 1952'de gerçekleştirilen bir askerî darbe neticesi krala da, kraliyete de son verildi. Sözde cumhuriyet ilân edildi.

Darbenin ardından, Tümgeneral Muhammed Necib devlet başkanı oldu. Ancak iki yıl sonra, yani 25 Şubat 1954'te Cemal Abdünnasır yönetime el koyarak Necip'i görevden uzaklaştırdı.

Nasır, bu son derece riskli ve tehlikeli dönemde İhvan-ı Müslimin ile işbirliği yaptı. İktidardakileri devirmek için birlikte çalıştı. Ne var ki, ipleri ele geçirdikten kısa bir süre sonra tavır değiştirdi. Birlikte hareket ettiği bu insanlara acımasızca kıymaya başladı.

Abdünnasır dönemi, tam bir baskı ve zulüm devresidir. Abdulkadir Udeh ve Seyyid Kutub başta olmak üzere çok sayıda Müslüman âlim ve mütefekkir, onun diktatörlük zamanında tutuklandı, hapse atıldı ve sonunda (1967) idam edildi.

Müslüman Kardeşler cemaatinin mensupları, bu zulümlü dönemde ya bir şekilde öldürüldüler, ya da hapse atıldılar.

Abdünnasır, sosyalist anlayışa dayalı bir Arap milliyetçiliğini savunuyordu. İhvan-ı Müslimin ise, siyasî İslâm iktidarını hedef almışlardı. Eski rejimin yıkılmasında birlikte hareket eden bu iki cereyan, yeni iktidar paylaşımında anlaşamayarak birbirine düşman kesildi.

Mısır'da kendince yeni bir iktidar sultası kuran Hüsnü Mübarek, İhvan-ı Müsliminin yeniden canlanmasından korktuğu için, gerek ülke çapında ve gerekse ülkeler arası diplomatik sahada bu cemaat mensuplarının faaliyetini kontrol altında tutmaya çalışıyor.

11.07.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Eşya mı, mehir mi?



Karabük’ten Ali KILINÇ: “Eşya ile mehirden hangisini tercih etmeli? Fakir aile çocukları için evliliği kolaylaştırmaya hangisinden başlamalı?”

Eşya mı, mehir mi diye sorulursa, mehir deriz. Çünkü eşyayı eşler daha sonra da edinirler. Edinmeseler de olur. Allah mahşer gününde neden eşya edinmediniz diye sormaz. Ama mehir bir haktır. Mehir ödenmezse bir mahşer hakkı olarak kadın lehine, koca aleyhine yazılır. Bundan dolayı mehir mümkün mertebe geciktirilmeden ödenmeli ve kadın bu konuda razı edilmelidir.

Öte yandan, fakir olanları evlendirmek, evlenmelerine yardımcı olmak ve kolaylık sağlamak Allah’ın emridir. Kur’ân, “İçinizden bekâr olanları ve köle ve cariyelerinizden salih olanları evlendirin. Onlar fakir iseler, Allah onları lütfuyla zenginleştirir. Allah’ın lütfu geniştir ve O her şeyi hakkıyla bilir. Evlenmeye imkân bulamayanlar da, Allah’ın onları lütfuyla zenginleştirinceye kadar iffetlerini korusunlar.”1 buyuruyor.

Öyleyse, fakirlik evlenmeye engel değildir. Çünkü Allah’ın lütfu geniştir. Allah onları lütfuyla zenginleştiricidir. Halk arasında gezen, “Allah evlenenlere ve ev yapanlara yardım eder.” sözü bu âyetten beslenmektedir.

Günümüzde maalesef evlenmeyi geciktirmekten başka bir işe yaramayan lüks ve gereksiz harcama kalemleri artmış, kızın özlük hakkı olan mehir de arada boğulmuş ve işe yaramayacak derecede budanmış bulunmaktadır. Lüks tüketimi artırmak, bunun için evliliği geciktirmek günah olduğu gibi, imkân varken kızın gerektiği gibi mehir almasına özen göstermemek de günahtır. İmkân yoksa buna sözümüz olamaz. İmkân yoksa kız mehrini hafifleştirmeli, oğlan da kıza sahip çıkmalı, ileride ufak tefek geçimsizlikleri boşanma sebebi saymamalıdır. Salon takımı, yatak odası takımı, mobilyası, bulaşık makinesi, düğün salonu parası, kuaför parası, fotoğraf parası… Vs. gibi sıkı bir görenek belâsı haline gelmiş öyle kalemler var ki, Allah katında hiçbir değeri yoktur. Allah katında hiçbir değeri olmayan kalemler yüzünden gençlerin evlilikleri geciktiriliyorsa, gençler veya aileler bu yüzden yok veya eksik diye yargılanıyor ve kınanıyorsa, hem gençlere, hem ailelere, hem de görevsiz yargıçlara yazık olur.

Gençlere yazık oluyor; beş para etmeyen kalemler yüzünden evlenme tarihini ha bire geciktiriyorlar ve günaha itiliyorlar.

Ailelere yazık oluyor; ellerindeki dişlerinden tırnaklarından artırarak güç belâ oluşturdukları imkânları görenek belâsına çar çur ediyorlar. Çocuklarının istikballeri için elle tutulur bir harcama yapmaktan geri kalıyorlar. Yok yere borçlanıyorlar. Ve yıllarca bu borcu sırtlarının bir kamburu olarak taşıyorlar. Mobilyalar eskiyor, borçlar hâlâ tükenmiyor.

“Falanca evleniyor da hiç eşyası yok…” diyen görevsiz yargıçlara yazık oluyor; bir yığın insanın günahını zayıf omuzlarına yükleniyorlar. Allah’ın adaletinin, “Eden bulur” prensibi ya da “Gülme komşuna gelir başına” ilkesi gereği, günün birinde kendileri de aynı belaya düşüyorlar. Onlar da yargılanıyor, onlar da kınanıyor, onlar da başka insanları günaha sürüklüyor.

Oysa evlilikle ilgili olarak yapılması gereken, kızın hakkı olan mehrin dışındaki gider kalemlerini çok iyi tutmak ve gereksiz giderler yüzünden gençlerin evlilik yolunu kesmemektir. İmkân varsa mehri yüklü tutmak, imkân yoksa veya kısıtlı ise de ayağını yorganına göre uzatıp, evliliği geciktirmemektir. Aile büyükleri bu konuda zorlaştırıcı değil, kolaylaştırıcı, kınayıcı değil, yara sarıcı, problem oluşturucu değil, problem çözücü olmalılar.

DUÂ

Allah’ım! Bizi dünyada ve âhirette darda bırakma, zorda bırakma! Her darlığımızda, her zorluğumuzda, her sıkıntımızda bize yardım et! Bizi yardımsız, bizi inâyetsiz, bizi rahmetsiz, bizi çaresiz bırakma! Bizi, dünyanın en izzetli derdi ve en şerefli dâvâsı olan Senin yüce dînine yardım eden kullarından eyle! İslâm’a ve Müslümanlara yardım eyle!

Âmîn... Âmîn... Âmîn...

1. Nur Sûresi: 32,33

11.07.2006

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Gidişat nereye?



İçimiz kan ağlıyor. Ateşe giden gençlerimizi engelleyecek gücü kendimizde bulamıyoruz. Onları kurtarmak istediğimiz halde, elimiz kolumuz bağlı bir şekilde onları seyretmekten başka bir şey yapamıyoruz. Çünkü ateşin korkunçluğunu göremiyor insanlarımız. Anneler-babalar ne kendilerinin akıbetini düşünüyor ne de çocuklarının asıl geleceklerini düşünebiliyor.

Çoğumuz hayatları karanlıklara götüren gidişatın dehşetinden bihaberiz. Sadece gençlerimizin değil, kendimizin dahi geleceğine uzanamıyoruz. Hep yakınlarla avunuyoruz. Hayatın, yakınlardan ötesindeki akıbetini düşünme ve tedbir alma melekesini kaybetmişiz. Kendisine ağlamayan ve yalancı gülmelerle gün geçirmeye çalışan insanlar, elbette bilhassa gençliğimizin içinde bulunduğu tehlikenin farkına varamazlar.

Bizler dünyanın bazı cazibelerine kapılıp hayatlarımızı sürdürürken gençlerimiz el ele, kucak kucağa ebedî azapların yaşanacağı dünyaya doğru hızla ilerliyorlar. Bizler çocuğumuzun geleceğini düşündüğümüzü sanırken, onların gerçek geleceklerinin kurtuluşu için kılımızı bile kıpırdatmıyoruz.

Kendi elimizle yavrularımızı ateşlere doğru gönderiyoruz. Paralar döküyor ve hatta duâlar ediyoruz ciğerparelerimize fani dünyalar kazandırmak için. Ya farkında olmuyor veya kendi kendimizi kandırıyoruz. Güya yavrularımızın geleceklerini kurtarmak için çaba gösteriyoruz. Lüzumsuzu, hiç olanı, geçici olanı kurtarmaya çalışırken, ebedî olanı kaybettirdiğimizi düşünemiyoruz. Fani olan için gösterdiğimiz çabanın yüzde birini bile ebedî hayat için göstermiyoruz.

Hafız mektebinden aldığımız çocuklarımızı, paşa olsunlar diye, dünyalarını kurtarsınlar diye başka diyarlara uğurluyoruz. Paşa olan, dünya nimetlerine kavuşan yavrularımızın isyanlarıyla karşılaşınca bile yanlış yaptığımızı düşünmediğimiz zamanlar olmaktadır. Bir gaflettir ki gözlerimize kara perdeler indirmiştir. Kör ebe oyunlarıyla hayatımızı devam ettiriyoruz ve yavrularımızı ateşlere göndermeye devam ediyoruz.

Dünyalarını kurtarsınlar, gençliğini yaşasınlar diye sağa sola gönderdiğimiz yavrularımızın dünyalarını da kararttığımızı görmeyecek kadar dünyaya bağlanmışız. Dünya bağımlısı olmuşuz. Çocuklarımızın sadece bu geçici dünyalarını değil, ebedî hayatlarını da kararttıklarını görebilseydik ve bunu gaflet perdesini aralayarak kendi kendimize kabul ettirebilseydik bu kadar rahat olmazdık şüphesiz.

Gerçekten aklımız başımızda olsaydı, bahanelerle yavrularımızın geleceklerini karanlıklara mahkûm etmemek için tedbirler alırdık. Hiçbir şey yapamazsak bile göz yaşlarımızı döker, günde beş vakit Rabbimize yalvarırdık. Yavrularımızın ahiretini ikinci plana aldığımızı ve her şeye dünya hayatı açısından baktığımızı ciddî bir şekilde görebilseydik ciğerparelerimize karşı davranışlarımız farklı olurdu. O zaman el ele, diz dize, arkadaş arkadaşa karanlıklara kanat açan gençliğimizin önüne geçer, onları aydınlık memleketlere yönlendirmek için gönül huzuruyla çabalarımızı yoğunlaştırırdık.

Kendi hayatımızdan hiç ibret almamışız. Geride kalan onca yıllardan sonra bu dünya hayatının ehemmiyetsizliğini anlamamışız. Ölüme giden onca yakınımız ve dostlarımız bize asıl memleketimize hazırlanmamız gerektiği gerçeğini kabul ettirememiş. Bu sebeple rahatız. Bu sebeple fani dünya hayatını kazanmak için rahatlıkla ebedî hayatımızı feda edebilmekteyiz. Kendimizi tehlikeye attığımız gibi yavrularımızı da dönülmesi zor karanlık yollara uğurlamaktayız. Uğursuz memleketlere, hayırsız diyarlara gözlerimiz kapalı olarak göndermekteyiz gençlerimizi.

İmansızlığın, inançsızlığın, sefahetlerin karanlık vadilerinde çukurdan çukura yuvarlanan zavallı gençliğimiz helâket ve felâket asrının sancılarını çekiyor. Ve biz hiçbir şey yokmuş gibi hayatımızı sürdürüyoruz. Hatta kendimizin de uçurumların kenarında olduğumuzu da bilmemekteyiz. Derdimiz büyük…

11.07.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

TMK vebali



Geride bıraktığımız günlerin en kaygı verici gelişmelerinden biri, yeni TMK’nın TBMM Genel Kurulunda kabulüydü.

Böylece, aylar önce partisinin Güneydoğu milletvekillerini kanunun çıkması için ikna etmek üzere toplayan Başbakanın, toplantıyı sona erdirirken söylediği “TMK çıkacak, başka yolu yok” sözü gerçekleşmiş oldu.

Keşke bu kararlılık TMK gibi netameli bir konuda değil de, üç buçuk yıldır mağduriyetlerinin giderilmesini bekleyen kesimleri rahatlatacak adımlar atmak için gösterilmiş olsaydı!

Ne yazık ki, oralarda hiçbir gelişme yok.

Öyle ki, YÖK’ün bile nihayet yerden yere vurduğu yasaklı ve adaletsiz ÖSS için üç yıldır dile getirilen “Bu son olsun” temennîsini tekrarlamaya dahi artık gerek görülmüyor.

Zira bu noktadaki ümitler tükenmiş durumda. Ve kimse AKP’den çözüm beklemiyor.

Böyle bir ortamda TMK, Başbakanın kararlı ve sıkı takibi sonucu, tatil öncesinde Meclisten geç ti.

Ancak kanunun kaç milletvekilinin oyuyla kabul edildiğine dair bir bilgiye ulaşamadık. Meclisin resmî internet sitesindeki görüşme tutanaklarında dahi sonuç “Kabul edenler... etmeyenler... Kabul edilmiştir” gibi klasik bir tekerlemeyle kayda geçirilmiş.

CHP sözcüsünün kanunu engellemeyecekleri, ama gördükleri eksik ve yanlışlar sebebiyle olumlu oy vermeyecekleri şeklindeki beyanlarına bakarsak, TMK büyük ölçüde AKP’lilerin oylarıyla geçmiş görünüyor.

Destek sözü verenler arasında DYP’lilerin de yer alması, ayrı bir talihsizlik olsa gerek.

Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in bile, tasarının kabulünden sonra yaptığı konuşmada “Umarım, bu kanun hiç uygulanmaz” temennîsini dile getirerek, kanunun zorunluluğunu kabul edenlerin dahi bu noktada endişeler taşıdığı ikrarında bulunması hayli dikkat çekiciydi.

Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ise daha rahat. Kanunu eleştirenlere “Tasarının ilk şeklinin yol açtığı kaygılar giderildi” diyerek, metnin son halini okumaları çağrısı yaptı Gül.

Ancak asıl önemli olan, savcı ve hakimlerin bu “okuma”yı nasıl yapacakları. Uygulamanın eski alışkanlık ve reflekslere mi, yoksa yapılan AB reformlarına göre mi oluşacağı.

Dönem Başkanlığını Avusturya’dan devralan Finlandiya’nın Ankara Büyükelçisi Maria Serenius, diğer AB temsilcilerinin de katıldığı yemekli toplantıda bizzat Başbakanın yüzüne karşı TMK'ya ilişkin kaygılarını dile getirmiş.

“Terörle mücadelenin bedeli temel özgürlükler olmamalı. Yeni TMK bu anlamda kaygı nedeni” demiş. (Radikal, 8 Temmuz 2006)

Ve aynı konuşmada, 9. reform paketinde yer alan 12 kanundan sadece ikisinin çıkarılmış olduğuna da dikkat çekmiş Serenius.

Böylece, Başbakanın kimbilir kaçıncı kez tekrarladığı “AB yönelişimizde en ufak bir sapma yok” söyleminin “TMK-AB reformları” ikilemindeki erozyonunu açığa vuruyor.

Aslında gizli anayasaya “evet” diyen hükümetin TMK’yı sahiplenmesi sürpriz değil.

Peki, kanunda CHP’nin eleştirdiği maddeler vetoya takılırsa işin sonu nereye varır?

11.07.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Endülüslü Mansur



Franko’dan sonra Kurtuba makus talihini yenebilirdi. Ama hâlâ bahtsızlığının üzerinde olduğunu söyleyebilirim. Medeniyetler çatışması yerine, uyumu konuşulduğunda ilk akla gelen yer Kurtuba. Ama en zor olanı da ortak hayat herhalde. Sünnîsi, Şiîsi Bağdat’ta ortak yaşamayı beceremezken, Kurtuba’da 72 milletin birlikte yaşaması, olağandışı olmasa da, gerçekten de zordur. Adeta imkânsızı yaşamaktır.

Kurtuba bu imkânsızı başarmış şehirdir. Yoksulluğu paylaşmak kolay, ama varlığı paylaşmak zordur. Bundan dolayı, kırlarda evliyalık yapmak kolaydır. Asıl evliya, şehrin evliyasıdır. Burada imtihan daha ağırdır. Franko’nun ölümünden sonra, başta Garaudy olmak üzere, çok kişi Kurtuba üzerine odaklandı. O insanlığın ortak yaşadığı kayıp bir Atlantis’di. Franko sonrası çokları onu yeniden keşfe çıktı. Bunu ilk deneyenlerden birisi Garaudy idi.

Onun Kurtuba’da medeniyetler buluşmasıyla ilgili ilginç tezleri ve teklifleri vardı. Bu fikri ilk ortaya atanlardan birisi olmasına rağmen, gerisini getiremedi. Garaudy, Endülüs üzerinden İslâm medeniyetinin derinliğini ve yüksekliğini ispat etmek istiyordu. Bunun için de “Roger Garaudy Foundation”ı kurmuş ve bunun üzerinden İslâm merkezli yeni bir dünya kurmanın düşlerini görüyordu. Kendisi zaman zaman Kurtuba’ya geliyor, Filistinli eşi Selma Faruki de burada yaşıyordu. Uygarlıklar diyalogunu ilk ortaya atan Garaudy idi ve bunun için model aldığı mekân da Kurtuba’ydı. Onun ruhunu yeniden diriltmenin mücadelesini veriyordu. Bir konuşmasında ihtida öyküsünü ve Kurtuba’ya vurgun olmasının köklerini şöyle anlatıyordu: “Dinin, insan ve toplum hayatındaki önemi tartışma kabul etmez. Çünkü din, insan hayatını ve onun mutluluğunu hedef almaktadır. Daha önce bazı eserlerimde de açıkladım. Dinin, insan hayatına verdiği değeri, ilk kez, 14 Eylül 1940 yılında gördüm. Ben o dönemde Fransa, Almanya savaşı esnasında bir anlaşmazlık üzerine Cezayir’e sürgün edildim. Cezayir o tarihte Fransa’nın sömürgesidir. Fakat halkı Müslümandı. Bilindiği gibi, otorite boşluğunda ve savaş anlarında en kolay iş, istemediğiniz insanları kurşuna dizmektir. İşte ben de böyle haksız bir şekilde kurşuna hedef gösterildim. Ancak o gün elinde silahı olan Cezayirli bir asker, aldığı emre rağmen, bana karşı silahı kullanmadı. Sebebini sorduğumda, ‘İslâm dini savaş halinde de olsa, elinde silah olmayan insanı öldürmeye izin vermez’ dedi. Bu cevap beni çok düşündürmüştü. Bir müddet daha Cezayir’de kaldım. Bu süre içinde İslâm dinini, medeniyetini ve kültürünü inceledim. İlk konferansımı, ‘İslâm kültürünün dünya kültürüne katkıları’ ismi altında verdim. Böylece hayatımda her zaman din duygusunun önemli bir yeri olmuştur. Bu nedenle İspanya Kurtuba’da bir müze kurdum. İçinde önemli eserlerin yer aldığı bir sergi açtım. Orada İslâm medeniyetinin dünyaya neler getirdiğini anlattım. Ayrıca büyük bir kütüphane oluşturdum. Böylece İslâm’ın Avrupa’daki rolünü hatırlatmaya gayret ettim. Gerçekten bir Endülüs medeniyetini inkâr etmek mümkün değildir. En son yazdığım kitapta bu hususlara yer veriyorum.”

***

Garaudy, Kurtuba ile ilgili bir işaret fişeği yaktı ve daha öteye gidemedi. Bayrağı başkaları kaptı, devraldı. Garaudy gibi, Kurtuba’yı bir model olarak öne çıkaranlardan birisi de Amerika’da ‘ılımlı’ fikirleriyle ün yapan Faysal Abdurrauf ‘dur. Kurtuba İnsiyatifi’nin de kurucusu. Bir diğer Kurtuba aşığı da rahmetli dostumuz Prof. Ali Kettani idi. İstanbul’da Ceylan Oteli ve Topkapı Sarayı’nda yapılan Avrupa Müslümanları toplantısı onu hatırlamama ve yâdetmeme vesile oldu. Otobüste rastgele bir koltuğa ilişmek durumunda kaldım. Yanımdaki koltukta oturan zâta selâm verdim. Nereli olduğunu, doğrusu kestiremedim. Kendisi Endülüs Müslümanlarındanmış. Junta Islamica (İslâm Meclisi)’nın da başkanı imiş. Mansur Escudero Bedate. Endülüslü olduğunu duyduğumda sevindim ve biraz bilgi almak istedim. Endülüs’te Franko’nun karanlık döneminden sonra, 20 yılda yaklaşık 50 bin kişi yeniden Müslüman olmuş. Göçmenlerle birlikte, ülkede Müslümanların sayısı 2 milyonu buluyormuş. Endülüs Müslümanları ilginç, eski adetlerine de yeniden dönüyorlar. Bunlardan birsi de herisa çorbasının yeniden keşfi.

***

Endülüslü Mansur bir yaraya da parmak bastı ve konuşmamız bir hüzne de eşlik etti. Kurtuba’da kurulan İbni Rüşd İslâm Üniversitesinin akibetini sordum. Atıl vaziyette kaldığını söyledi. Nedenini sorduğumda, üniversitenin kurucusu ve rektörü M. Ali Kettani’nin vefatını gösterdi. Kettani sıradan biri değildi. İlimle mamur bir aileden geliyordu. Onun ötesinde beş kıtada, beş dilde ders vermek gibi ender özelliklerin sahibiydi. Gerçekten de, bir alimin ölümünün nasıl alemin ölümü olduğunu, onun yokluğunda daha iyi anlıyoruz. Arapça, İngilizce, Fransızca ve İspanyolca okuyup yazabilen Kettani, İbni Rüşd Üniversitesi’nin ve Kurtuba’nın temel ve mihenk taşı idi. Onun yokluğunda işler eskisi gibi gitmiyormuş. Maalesef… Üniversitenin açılışını bugün gibi hatırlıyorum. Türkiyeli dostlarından Suat Yıldırım gibi, hocalar da açılışa katılmışlardı. Onun yokluğunda Kurtuba ve İbni Rüşd Üniversitesi adeta yetim ve boynu bükük kalmış. Bu da bize Ali Kettani gibi kozmopolit değil, ama evrensel adamlara ihtiyacımız olduğunu yeniden hatırlattı.

11.07.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Akıllı bina’da buluştular



Önce Orta Öğretim Kurumlar sınavı açıklandı.

İstanbul’dan iki öğrencimiz Yiğit Yargıç ile Selin İşgüven sıfır hata ile tüm soruları doğru yanıtlayıp, 500 tam puanla birinciliği paylaştılar. İkinci olan Zeki Can Uzun isimli çocuğumuz ise, 1 yanlışla tam 498 puanla ikinci oldu. Onları yetiştirenler açısından ne kadar büyük bir mutluluk. 46 bin öğrencimizin sıfır çektiğini, birincileri çıkaran İstanbul’un ise il sıralamasında 33’ncü olduğunu da unutmamak gerek. OKS ve üniversite sınavlarında büyükşehirlerdeki düşüş dikkatinizi çekiyor mu?

İstanbul, Ankara ve İzmir’de eğitim geriliyor, okullarda şiddet ve suç çeşitleri artıyor.

Kör bir inat uğruna; militanca bir yaklaşımla, ortaöğretimi imam hatip ve katsayı, yüksek öğrenimi de türban sorununa endeksleyip, rejimi kurtardığımızı düşünürken, büyükşehirlerdeki okullarda ders zillerinden önce, alarm zillerinin çaldığını, ne yazık ki göremiyoruz.

Birkaç gün dalga geçtikten sonra, bu konuyu da rafa kaldıracağız. Çünkü bizim, cepheler kurmak, erken seçim kararı aldırmak, Çankaya savaşları vermek gibi büyük gündemlerimiz(!), pardon kavgalarımız(!) var.

Rahşan Hanım cephesini kurmak üzere dün ATO’daydı. Rahşan Ecevit bu turlara başladığı günden bu yana, ilk kez isabetli bir yeri ziyaret etti. Neden mi? Bunun iki sebebi var: Biri doğrudan Sinan Aygün. Yaptırdığı takvimde Atatürk’ün heyetinin arasına fotoshop sistemiyle kendi kalpaklı fotoğrafını yerleştirecek kadar cephe heveslisi Sinan Aygün. İkincisi ise, Rahşan Hanım oluşturacağı cepheye ATO’dan çok sayıda emekli general temin edebilir. ATO ticarî bir kuruluş, ama ekonomistten ziyade, emekli general danışmanlık yapıyor ATO’ya. Sinan Aygün de emekli generallerin çok sayıda, “ya Sevr ya terk et” türünden kitaplarını yayınlıyor. Ancak onun da bu işe aklı yatmamış. Çünkü ziyarette Rahşan Hanıma, “Bülent Ecevit’in isteğini devam ettirmenizi hoş karşılıyorum” dedi ve ekledi: “Ama ülke gerçekleriyle bağdaşmadığını görüyoruz.” Tabiî soğuk bir hava esti. Aygün yetinmedi, “Bunun bir hayalden daha öteye gitmeyeceğini de şu günden ben görebiliyorum” dedi. Rahşan Hanım ne karşılık verdi biliyor musunuz? “Siz belki bunu bir hayal olarak görüyorsunuz, ama en azından düşüncemizin doğru olduğunu söylüyorsunuz.”

GATA’da hayat mücadelesi veren bir koca ve kapı kapı gezip, onun hastalığını siyasî ranta dönüştürmeye çalışan bir eş... Bunun siyasetle, stratejiyle, cepheyle izah edilecek bir tarafı yok. İnsanlık dışı bir istismarla karşı karşıyayız.

Rahşan Hanım cepheden eli boş dönerken, Ankara’da tüm gözler başka bir ziyarete odaklanmıştı.

Başbakan Erdoğan’ın CHP Genel Merkezini ziyaretinden söz ediyorum. Bu, aslında Erdoğan’ın Baykal’ı üçüncü ziyareti. 3 Kasım seçimlerinden hemen sonra gitmişti CHP Genel Merkezi’nde Erdoğan. O zaman henüz başbakan değildi. Seçim kazanmış, partisi tek başına iktidar olmuş, ancak kendisi bırakın Başbakan olmayı, milletvekili bile olamamış bir lider olarak ziyaret etmişti Baykal’ı. Bu görüşmeden kısa bir süre sonra Erdoğan’ın Başbakan olmasının yolu açıldı. Önce Siirt seçimleri iptal edildi, ardından da Erdoğan Siirt milletvekili olarak girdiği parlamentoda Başbakanlık görevini üstlendi.

Bu yolun açılmasında Baykal’ın ciddi katkısı oldu. Parti içi muhaliflerin eleştirisine karşın Baykal, “Dışarıda kalırsa, mağdur rolünü oynar. İçeride olsun, yıpransın” tezini savundu. Baykal o ziyarette Erdoğan’a bazı telkinlerde de bulunmuştu. “Aman vazo kırılmasın” demişti CHP lideri. Rejim kavgalarına girmemesi, ülkeyi germemesi, askerle uğraşmaması konusunda Erdoğan’ı ikaz etmiş ve bir vazoyu taşımanın titizliği içinde hareket edip, fincancı katırlarını ürkütmemesini istemişti.

Erdoğan’ın ikinci ziyareti 17 Aralık tarihinden önce oldu. AB ile tam üyelik müzakereleri için tarih alınması aşamasında muhalefetin desteğini alarak gitmişti Brüksel’e Başbakan Erdoğan. Ancak o görüşmeden sonra cicim ayları bitti ve Baykal’ın sert muhalefeti ile diyalog yerini gerilime bıraktı.

Mal varlığı tartışmaları nedeniyle karşılıklı olarak ağır suçlamalarda bulundu iki lider. CHP’nin yeni genel merkez binasında gerçekleşen bu görüşme o açıdan önemliydi.

CHP’nin, “Akıllı bina”sında gerçekleşen görüşmede iktidar ile muhalefet, akıllı bir başlangıç mı yapıyorlardı acaba? Öncelikle bir kafiye uğruna,iktidar ile muhalefetin sorumsuz ve akılsız olduğunu peşinen kabullenip, akıllı bir başlangıç yapıldığını söylemek haksızlık olur. Ama her açıdan akıllı bir adım, yararlı bir buluşmaydı. Türkiye’nin 12 Eylül öncesinde Demirel ve Ecevit’in küslüğünden çok çekip, 12 Eylül’ün gerekçelerinden birini liderlerin küslüğünün oluşturduğunu kaydedip, bu tür diyalogların görünürdeki nezaketinin ötesinden çok büyük kapıları açtığını belirtmek istiyorum.

Bu diyalogun bir siyasî sonucu olacak mı? Çok abartmamak lâzım, ama bir araya gelmeleri bile başlı başına bir sonuçtur. Ayrıca, Başbakan bu ziyarete Abdullah Gül başta olmak üzere, 3 bakan, grup başkanvekilleri ve kendisi yurt dışında olduğunda genel başkanlığa vekalet eden Mir Dengir Fırat’ın da arasında yer aldığı 12 kişilik bir heyetle gitti. AB ile ilgili tartışmada Meclis’te kürsüyü bırakıp, belgeyi Baykal’a uzatan Abdullah Gül’ün de heyette bulunması, CHP liderine bir gönül alma ziyaretiydi. Görüşme 1 saat sürdü. İki lider görüşmenin çerçevesini aşıp, büyük siyasî misyonlar yüklemek niyetinde değillerdi. Özellikle Baykal, bunu siyaseten doğru bulmamış olmalı ki, nezaketen yapılmış bir ziyaret olduğunun altını çizdi. “Komşuluk ziyareti” derken, AK Parti’nin Söğütözü’nde yaptırdığı yeni genel merkez binasını işaret etti.

Görüşmeden önce renkli anekdotlar var. Başbakan birkaç dakika gecikmeli olarak geldi CHP Genel Merkezi’ne. Kapıda, genel başkan yardımcıları ve Baykal’ın özel kalem müdiresi tarafından karşılandı. Baykal o sırada asansörün kapısında bekliyordu. Foto muhabirlerine, “Burada bol bol fotoğraf çekin, sonra tokalaşmadılar demeyin” dedi. Rahşan Ecevit’i asansörün kapısında karşılayıp uğurlamadığı ve tokalaşırken fotoğraf vermediği için eleştirilmişti CHP lideri. Başbakanı karşılarken de Baykal, “Tekrarı yok bunun” diye takıldı. Baykal iki grup halindeki foto muhabirlerine, “İki tarafa da döndük” diye laf atarken, Başbakan, “Aynı istikamete bakıyoruz” dedi.

Dışı iyi ambalajlanmış, içi seviyeli bir görüşmeydi, Cumhurbaşkanlığı ve genel seçimler gibi, iki önemli sınava hazırlanan Türk siyaseti açısından sağduyulu bir adımdı. Ayrıca Meclis dışında cephe oluşturmaya çalışanlara karşı da iktidar ve muhalefet olarak verilmiş bir mesajdı.

11.07.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004