Bu ifade, şiirde de büyük vukufiyeti olan Bediüzzaman Hazretlerinin küçük kardeşi, Bediüzzaman’ın ifadesi ile “mühim bir âlim” olan, son haftalarda Şanlıurfa’dan kabir nakli olayında ismi sık sık gündeme gelen, bizlerin üzerinde büyük emeği olan, 11 Haziran itibarıyla 39’ncu sene-i devriyesini idrak ettiğimiz, ruhuna binler Fatihalar gönderdiğimiz ve aynı zamanda Risâle-i Nur’un büyük âlim talebesi olan Abdülmecid Ünlükul’a ait. Bizler de her dem diyoruz: “Eyyühe’l-Üstad..”
23 Mart 1960 günü, “Said Nursî öldü” diye, radyo ve gazetelerde çeşitli isimler ve ilâvelerle vefat ettiğini haber verdiler. Yakınımızdaki gazete bayiinden baktığım bir gazetede bu vefat haberini okuyunca ağlamaya başladım ve gazeteyi alıp eve koştum. Yalnız biz değil başta Türkiye ve haberi işiten âlem-i İslâm da ağlıyordu. Yer ve sema ağlıyordu. Merhum Abdülmecid Nursî, bu haberi Ankara radyosu anonsundan işitiyor, o da gözyaşları ile o hâlet-i ruhiyede eline kalemi alıp hicranla dolu “Eyyühe’l-Üstad!” başlıklı şiirini yazıyor.
Bu şiirin tamamını bir gönül meclisinde okurken, yep yeni sırların ve ilham kaynaklarının açıldığını şiirin satırları arasında 39 yıl sonra görüyoruz. Bizim temaşamız ve tasavvurumuz böyle. Gelişen hadisât da buna çok yakın. 111 gün sonraki ihtilâlcilerin yapacakları kabir naklinden önce Üstadına, ağabeyine diyor ki:
“Urfa’nın topraklarında değildir, salar-ı yemin.
Pek sıcak Nurcuların kalbindedir serdar-ı yemin.”
Sanki olacakları önceden ilhamen hissetmiş ve kalbine doğmuş. Hz. Bediüzzaman’ın kabri Şanlıurfa’dan naklediliyor ve Hz. Üstad o günkü askerî idare tarafından bir semt-i meçhûle götürülüyor. Onun için bizler de her daim dedik: “Kalplerimiz ona mezar olmuştur” O zihniyet gelip kalplerimizi de çalamadı, çalamazlar da.
Şiirin devamında da kalbine yine ilham edileni yazıyor:
“Ey mezarcı! Göm bizi de şu Said’in kabrine
Firkatin dayanamaz Nurcu olanlar kahrine.”
Ne garip bir İlâhî cilvedir ki; ihtilâlci askerler tarafından 111 gün sonra Şanlıurfa’dan kabir nakli olayında merhum Abdülmecid Efendi kabrin başındadır. Kabir uçakla Afyon’a getiriliyor, oradan da yine askerî konvoy ile sabah imsak vaktinde Isparta canibinde bir yerde tabutla birlikte defnediliyor. Defin işleminde Abdülmecid Efendi, mezarın başında, ağaçların altında, bir sütrenin yanında ve feryat ettiği bu mısrada zahir tecellî ediyor.
Uzun zaman kabrin nokta yerini bulmak için çalışan bir serdengeçti olarak diyorum ki; Hz. Bediüzzaman’ın kabri hakkındaki vasiyeti gibi asla esas yeri bilinmeyecektir. Aynen Hz. Veysel Karani’nin kabri gibi. Onun vefatında da üç tabut getirirler, her üçünde de mevtası görünür. Şimdi her ortaya çıkan konuşuyor. Isparta’da, Karadeniz’de, Akdeniz’de, Kıbrıs’ta, Sav beldesinde, Barla’da, Uluborlu yolunda, Van kalasının başında. Hiç çıkış yolu yok mu? Var. İşte şiirin son satırları:
“Dâr-ı dünyada Said’i bizden ettinse cüda. Dâr-ı âhirde beraberce haşret ey Hüda!
Dünkü hâl oldu hayâl, geçti visal geldi zevâl. Bizleri Üstadımızla haşret ya Zülcelâl!” (Abdülmecid Ünlükul [Nursî] / 1960)
Bu gelişmeleri maalesef akıl terazisinde tartamıyorum. Sırlar âlemi ve hikmet dolu manzaralar. Merhum Abdülmecid Ünlükul, bize derdi: “Hazretim, ben bu sene vefat edeceğim.” Biz de ailece derdik: “Müftü efendi, ağabey, yapma, bizi bırakıp gitme.” O da derdi ki: “Ağabeyim Bediüzzaman, Konya’ya son geldiğinde dedi ki: ‘Kardeşim Abdülmecid, merak etme, benim vefatımdan 7 sene sonra vefat edeceksin.’ Vallahi o ne demişse aynen zuhur etmiştir. O bu yıl çıkacak, bana hakkınızı helâl ediniz.”
Ve hakikaten dedikleri çıktı. 11 Haziran 1967’de Hakka yürüdü. Ruhu şâd olsun. Ruhlarımız hep onların hasretinde.
07.07.2006
E-Posta:
[email protected]
|