Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 25 Ağustos 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Ali FERŞADOĞLU

İman gücü ne demektir?



Maddeyi mânâ, bedenimizi ruhumuz yönetir. Ruhumuzu harekete geçiren duygularımızdır. Duygularımızı ise, düşüncelerimiz, inançlarımız, imanımız yönlendirir. İnandığımız gibi düşünür, düşündüğümüz gibi hareket ederiz. Bu her din, her ideoloji, her sistem için böyledir.

Her şey iman derecesine göre şekillenir. Çünkü, iman, nurdur, enerji kaynağıdır, temeldir, köktür; fiil, hâl ve hareketlerimizin itici gücüdür.

İman dendiğinde kâinatın Yaratıcısına, meleklerine, kitaplara, elçilerine, ahirete (öldükten sonra dirilişe), kadere (olmuş ve olacak her şeyin plan ve programlandığına) inanma ve kabul etme kastedilir. Ancak bu, sadece kuru bir “kalbî tasdik ve lisanî ikrardan” ibaret değildir. Bilgi, obje/nesne, olay ve soyut düşünceler, zihnimizin basamakları olan “tahayyül” (hayal etme), “tasavvur” (tasvir etme), “taakkul” (akıl terazisine vurma), “tasdik” (doğrulama), “iz’ân” (anlama, kavrama, idrak etme), “iltizam” (taraf ile teslim olma) teknelerinde tahlil edilir, senteze tâbi tutulur, yoğrulur ve en son kademede “itikad” (imân, yüksek inanç, kesin kanaat) şeklinde oluşan bir süreci ifade eder. Aynı zamanda kalp, vicdân gibi duygularımıza mâl edilerek özümsenir, meleke/mahâret hâline getirilerek pratiğe dökülür.

İmanımız ne kadar güçlü ise, duygu, düşünce ve fiillerimiz de o nisbette olumlu ve verimli olur.

İman; fikirleri, kalb ve vicdanları Sâni-i Hakîm’e çevirip bağlar. Fikirlerin Allah’a yönelmesi, itaat ve kayıt altına girmeyi netice verir. İtaat ve inkıyad ise, ferdi intizam altına alır. Ferdin intizam altına girmesi ise, ferdî, âilevî ve sosyal hayatın mükemmel bir düzene kavuşmasıdır.

“İmân-ı billah” aynı zamanda “ma’rifetullah ve muhabbetullah”ı gerektirir. Bu da, Onu isim ve sıfatlarıyla tanımayı, bilmeyi ve sevmeyi... Rabbimizi bilirsek, kendimizi tanır ve geliştiririz; nefsimizi terbiye eder ve tekâmül ettiririz. Bu açıdan bakıldığında iman; önce Yaratıcı, sonra diğer varlıklarla sıhhatli ve doğru bir iletişim kurmaktır.

İman bir anlamda ilim, tefekkür, ibadet ve zikir, olumlu düşünce ve duygularla mesleğine, işine yoğunlaşmak, odaklaşmaktır. Mâneviyâta, düşünceye, ruhâ/duygulara kazandırılan bu özellik; tam mânâsıyla fenâya mazhar olmayı, yâni kendini hak yola vermeyi; bu da Allah’ın izniyle maddenin, varlığın metafizik boyutunu inkişâfı netice verir.

Güçlü iman, aynı zamanda istidatları (potansiyel yetenekleri) ortaya çıkarma, inkişaf ettirme ve rûhî kuvvetle bedenin dıştan gelen etkilere karşı direncini artırmaktır. Yani, duygu, kabiliyet, düşünceleri; tefekkür, ibâdet, zikir, fikir, şükür ile geliştirip duyarlılıklarını artırıp yükseltmektir…

Güçlü iman, “Hayatın, varlığın ve ölümün anlamı nedir? Kimim, nereden geliyorum, nereye gidiyorum, beni gönderen kimdir, niçin göndermiştir ve nereye gidiyorum?” şeklinde sıralanan soruları akıl, kalp ve vicdanı tatmin edecek tarzda cevaplandırmaktan doğan muhteşem bir rahatlama ve huzur bulmadır…

Kezâ, sair iman şartlarından olan Kur’ân’î ve Peygamberî öğretiler çerçevesinde ruhumuzu tanır, nefsimizi terbiye eder ve hayatımızı programlarsak potansiyel halindeki yeteneklerimizi keşfeder ve fevkalâde geliştiririz. Yâni, “marifetullah” ile aklımızı, “muhabbetullah” ile kalbimizi olgunlaştırır, tekâmül ettiririz. Rûhî tekâmül, bize sayısız ihtiyaçlarımızı ve aczimizi fark ettirip; sonsuz kudret, zenginlik Sahibine dayanarak, ona hakiki “kul/abd” olmaya yönlendirir. Aynı zamanda bu iman gücü, bize olağanüstü bir güç/enerji verir.

25.08.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Yaratılışta altı gün kavramı



Metin Gül: “‘Biz gökleri ve yerleri altı günde yarattık’ mânâsındaki âyetin açıklamasını yapar mısınız? Âyeti nasıl anlamalıyız?”

Kur’ân’da birden fazla âyet, göklerin ve yerin altı günde yaratıldığını haber veriyor. Meselâ Hud Sûresi yedinci âyeti şöyle diyor: “Arşı su üzerindeyken, hanginiz daha güzel işler yapacaksınız diye sizi imtihan etmek için gökleri ve yeri altı günde yaratan O’dur.”1 Bir diğer âyet şöyle buyuruyor: “Şüphesiz ki sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra da Arş üzerinde hükmünü icra eden Allah’tır. O gündüzü peşi sıra kovalayan gece ile örter. O güneşi, ayı ve yıldızları da emrine boyun eğmiş olarak yarattı. İyi bilin ki, yaratmak da Ona aittir, yarattıklarının tedbir ve idaresi de. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın şanı ne yücedir.”2

Şu âyetler altı günlük zaman dilimini daha da detaylandırarak, semanın iki zamanda, dünyanın da dört zamanda yaratılışlarının tamamlandığını bildiriyor: “De ki: Yeryüzünü iki günde yaratan Allah’ı inkâr edip de başkalarını O’na denk mi tutuyorsunuz? O âlemlerin Rabbidir. O yerin üstünde sabit dağlar yerleştirdi. Onda bereketler yarattı. Rızık arayanların azıklarını eşit olarak dağıtmak üzere iki günde takdir etti ki, yerin yaratılışını böylece dört günde tamamladı. Sonra duman halinde olan göğe yöneldi, ona ve yerküreye ‘İsteyerek veya istemeyerek gelin!’ dedi. İkisi de: ‘İsteyerek geldik.’ dediler. Yedi göğün yaratılmasını da iki günde tamamladı ve her bir semaya, ona ait emirleri bildirdi. Dünya semasını da Biz, kandillerle süsleyip koruyucu kıldık. Bu, kudreti her şeye galip olan ve ilmi her şeyi kuşatan Allah’ın takdiridir.”3

Bize göre gün, dünyanın kendi ekseni etrafında döndüğü sürenin adıdır. Bizim kullandığımız bu gün ile Allah’ın kitabında ifade buyrulan gün tabiri arasında süre farkı vardır. Esasen zamanın izafî olduğu malumdur. Şu âyetlere dikkat edelim: “Rabbinin katında bir gün, sizin hesabınıza göre bin yıl gibidir.”4 “Melekler ve Cebrail, elli bin sene uzunluğunda bir gün olan kıyamet gününde, Allah’ın emrini almak üzere Arşa yükselirler.”5 “Bütün işler, sizin gününüzle bin sene kadar uzun olan bir günde O’na arz olunur.”6

Âyetlerden de anlaşılacağı gibi, bizim gün saydığımız zaman birimiyle, Allah’ın katındaki gün aynı süre değildir. Bazı müfessirlere göre bin yıl, elli bin yıl gibi ifadeler birer kinayedir. Sürenin uzunluğunu bizim anlayacağımız dilde anlatmak içindir.

Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerine göre Kur’ân’ın yaratılışı altı günle izah etmesi, insan dünyasının ve hayvan âleminin altı günde yaşayacağına işaret ediyor.7 Keza, Dokuzuncu Sözde Bediüzzaman, ikinci sabah namazı ile birlikte altı vakte ulaşan günlük namazların her birinin, altı gün yaratılıştan birini hatırlattığını, ondaki büyük inkılâpları gözler önüne serdiğini ve her bir zaman diliminde gerçekleştirilen yepyeni yaratılışla ilgili olarak Allah’a şükretmek ve Allah’ın azametini ve kibriyasını bilmek için her bir zaman dilimine denk düşecek şekilde bir namazın emredildiğini bildiriyor.8

Bediüzzaman’ın bu müşahedesi üzerinde biraz duracak olursak: Sabah namazının, kâinatın ve yer kürenin altı gün yaratılışından birinci gününü hatırlattığını; öğle namazının ikinci gününü, yani yeryüzünde insanın yaratıldığı günü; ikindi namazının üçüncü günü, yani insanlığın Son Nebîsinin (asm) geldiği günü; akşam namazının dördüncü günü, yani yerkürenin ve kâinatın kıyamet öncesi harap olduğu günü; yatsı namazının beşinci günü, yani yerkürenin ve kâinatın bütünüyle kapandığı kıyametin kopuşu sonrası günü; ikinci sabah namazının ise haşir sabahı olan altıncı günü hatırlattığını anlamak mümkün.

İlginçtir; Bigbang teorisine bakacak olursak, birinci gün, galaksilerin yaratılışına kadar kendi içinde gene altı zaman diliminde tamamlanıyor: Büyük patlama anında sıcaklık 12–14 trilyon derecededir. 1. Zaman dilimi: Yüzde bir saniye sonraki zamandır. Sıcaklık yüz milyar dereceye düşmüştür. 2. Zaman dilimi: Onda bir saniye sonraki zamandır. Sıcaklık otuz milyar derecededir. 3. Zaman dilimi: Bir saniye sonraki zamandır. Sıcaklık on milyar derecededir. 4. Zaman dilimi: On dört saniye sonraki zamandır. Sıcaklık üç milyar derecededir. 5. Zaman dilimi: Otuz beş dakika sonraki zamandır. Sıcaklık üç yüz milyon derecededir. 6. Zaman dilimi: Yedi yüz bin yıl sonraki zamandır. Sıcaklık beş bin derecededir ve galaksiler yaratılmıştır. Kâinatın tahmin edilen yaşı ise yirmi milyar senedir.

Dipnotlar: 1- Hud Sûresi: 7 2- A’râf Sûresi: 54; keza benzer âyetler için bakınız: Hadid Sûresi: 4; Furkan Sûresi: 59 3- Fussilet Sûresi: 9, 10, 11, 14- Hac Sûresi: 47 5- Mearic Sûresi: 2 6- Secde Sûresi: 5 7- Sözler, s. 150 8- Sözler, s. 46

25.08.2006

E-Posta: [email protected]




Halil USLU

Mi'rac ve sosyal hayat



Bazı şaşkınlar, kafaları almadığından, tefekkür dünyaları cılız ve kör olduğundan, fevkalâde bir ilmî araştırmaya yanaşmadıklarından, Mi’rac mucizesini inkâra kadar gitmişlerdir. Gerçek akıl ve gerçek vicdan bunu yargılar ve kabul etmez.

Cenâb-ı Allah bir hadis-i kudsîde “Levlâke levlâk lemâ halaktü’l-eflak” (Sen olmasaydın felekleri, kâinatı yaratmazdım) hitabında bulunacak, bütün kâinatın sahibi olacak ve en sevdiği kulunu, peygamberlerinin de en büyüğünü yanına, kâinatta yarattığı sistem içinde almayacak, olur mu öyle şey? Cenâb-ı Allah’ın Peygamber Efendimizi Arş-ı Âlâ’ya Sidretü’l-Münteha’ya almaması aczin ifadesi olur ki; bu da muhaldir ve olamaz. Öyle ise bu Mi’rac olmuştur ve makuldur. Hz. Allah’ın kudret cilvesidir ve ta kendisidir.

Başta birkaç iktisat profesörü olmak üzere, bazı kişiler “Efendim nasıl cesediyle, gözü, kulağıyla gider?” diye itiraz ediyorlar. Peki kâinatı, ahireti ve bütün beşeriyeti alâkadar edecek İlâhî bir davete, Hz. Peygamber (asm) nasıl rüya ile veya başka şekilde gidecek? Bu da mantık dışıdır. Bugünkü konjonktür ve ilimler açısından elbette Hz. Peygamber (asm) cesediyle götürülmüştür, Burak’a bindirilmiştir. Gözü yanında, kulağı aynı ceseddedir. Kendisini yaratan Rabbi ile görüşmüştür, konuşmuştur ve bize takdim edilen hediyeleri emirleri, İlâhî bir müjde olarak alıp getirmiştir. Yalnız bize değil Cinler âlemine de getirmiştir. Çünkü Hz. Peygamber (asm) “ins ve cin” kavimlerinin peygamberidir.

Onun için büyük şair Ali Ulvi Kurucu hüzzam makamındaki şiirinde der ki:

“Doğmazdı kalbe iman, inmezdi arza Kur’ân,

Meçhul olurdu esmâ, Levlâke yâ Muhammed

Mâtem tutardı gökler, gülmezdi hiç melekler,

Mahzûndur Arş-ı Âlâ, levlâke yâ Muhammed”

Şimdi sosyal ve içtimaî hayatta lütfen bir nebze düşünün. Acaba Hz. Peygamber (asm) olmasaydı beşeriyet ve cinler âlemi nice olurdu? Melekût âlemi nasıl olurdu? Kâinat ve dünya ne olurdu? Acaba ona (asm) ümmet olmanın gerçek mânâsını anlayıp yaşayabiliyor muyuz? O (asm) olmasaydı ahiret olur muydu? vs.vs...

İkinci ve günümüze bakan bir tesbit şudur: Sevgililer Sevgilisi, Güneşler Güneşi (asm) semadan, başta namaz ve saadet-i ebediye müjdesiyle döner ve çıktığını haber verir Mekke ahalisine. Fakat Mekke ahalisinin inanmayan müşrikleri, Hz. Peygamberi (asm) mağlup etmek isterler. Çünkü Hz. Peygamber (asm) hayatında hiç Mescid-i Aksa’ya gitmemiş. Fakat verdiği haberde “Mescid-i Aksa’da bütün peygamberlere imamlık yaptığını ve oradan arşa çıktığını, vs.” söylüyordu.

Müşriklerin “Anlat bakalım bize Mescid-i Aksa’yı Ya Muhammed” dedikleri zaman Hz. Peygamber (asm) biraz sıkılır ve zorlanır, işte o anda bugunkü ilimlerin tasdiki ortaya çıkar. “Naklen yayın” olayı. Perdeler açılır, kâinatta var olan ilim ortaya çıkar ve Hz. Fahr-i Kâinat Efendimiz, her şeyimiz, canımız cananımız, Mescid-i Aksa’yı anlatır, anlatır. Müşrikler Hz. Ebûbekire (r.a) giderler ve “Böyle şeyler olur mu, vs.” derler. O Sıddık-ı Ekber tek kelime ile “Bu sözleri o (asm) söylediyse doğrudur, ondan yalan sudur etmez” der. Evet işte mucizeler, işte miladi 621 ve miladi 2006. İşte naklen yayın.

Miladi 621 yılında Recep ayının 27’nci gecesinde zuhura gelen bu müthiş Mi’rac mucizesi bugün bütün tazeliğiyle ve şeffafiyetiyle ilim deryasında tazeliğini muhafaza etmektedir. Sanki dün olmuş gibi. Mi’racın ibadet yönü, ispat yönü vesâir yüzlerce ve çağımıza bakan yönleri vardır. Mi’rac bir geceye sığmaz, bugün iki nokta ile iktifa ediyoruz.

Yine Hz. Peygamberin (asm) ışığında ve onun yolunda bu hafta sonu Marmara bölgesindeyiz.

25.08.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Tezkere sancısı



Hükümet canibinden ve AKP yönetiminden gelen sinyaller, Başbakanın önceden ABD’ye verdiği anlaşılan söze uygun olarak, Lübnan’a asker gönderme kararının alındığını gösteriyor. Şu anda yapılanlar, kamuoyunu bu karara alıştırma ve partideki aykırı sesleri susturma hazırlıkları.

Nitekim “Henüz karar vermedik” açıklamalarının yapıldığı günlerde, Başbakanın karşı çıkan milletvekillerini “ikna” görüşmelerine başlayacağı yönünde haberler de çıktı.

BM belgesindeki “Barış gücü gerekirse zor kullanarak silâhsızlandırma işini de üstlenecek” ifadesine ve Bush'un o yöndeki ısrarına rağmen böyle birşeyin söz konusu olmayacağına dair “güvence” veren Annan’ın 6 Eylül’de asker işini görüşmek için Ankara’ya gelecek olmasının dahi hükümet tarafından “Bakın, ne kadar önemli bir ülkeyiz, artık ayağımıza kadar geliyorlar” şeklinde bir “ikna argümanı” olarak kullanılacağı belli.

Batılı liderlerin, kendileri asker gönderme konusunda alabildiğine mesafeli ve çekimser davranırken Erdoğan’a peş peşe telefon ederek gaz vermeleri de aynı amaçla kullanılmadı mı?

Zaten Erdoğan’ın ve Gül’ün bu husustaki yaklaşımlarını ifade ederken başvurdukları en önemli gerekçe de “Türkiye ağırlığı olan bir ülke olarak bölgedeki gelişmelere seyirci kalamaz” söylemleriyle dile getirilmedi mi?

Açıkça görünen o ki, Erdoğan aylarca bekledikten sonra güç belâ kopardığı Beyaz Saray randevusuna, Bush’un talebini yerine getirmiş, yani Lübnan’a asker göndermiş bir ülkenin başbakanı olarak gitmek istiyor.

Gül’ün de, Erdoğan’ın Çankaya’ya çıkması durumunda başbakanlığın en kuvvetli adayı olma konumunu koruyabilmek için bu meseleye bu derece asıldığı yönünde iddialar var.

Tepe noktadaki iki belirleyici isim bu konuda bu kadar “angaje” olunca, AKP içinde farklı düşünenlerin etkili olma şansı ne?

Doğrusu, durum pek açıcı görünmüyor.

Parti içerisindeki tepki ve itirazlara rağmen “Bu kanun çıkacak, başka yolu yok” diyerek TMK’yı çıkarttıran Erdoğan’ın, aynı tavrı Lübnan’a asker tezkeresi için de sergilemesi ve netice alması ihtimali oldukça kuvvetli.

Artık seçim sath-ı mailine girildiği ve milletvekillerinin yeniden seçilebilmek için liderin gözüne girme kaygısını daha fazla hissettikleri bir süreçte, “direnme cesareti” gösterecek vekillerin sayısı da herhalde pek fazla olmaz.

Dolayısıyla, şu günlerde bazı AKP’li vekillerden aykırı sesler yükseliyor olsa dahi, tezkere Meclise geldiğinde reddedilmesi zor.

Gerçi 1 Mart tezkeresi de haddizatında reddedilmemiş, yalnızca kabulü için gereken sayıya erişilemediği için “reddedildi” muamelesi görmüştü. Lübnan tezkeresinde böyle bir sonuç çıkması ihtimali hayli zayıf görünüyor.

Bu durumda, sivil topluma büyük görev düşüyor. Lübnan’a asker gönderilmesine karşı öyle bir kamuoyu oluşturulmalı ki, hükümet de, Meclis de duyarsız kalamasın.

Ve kamuoyu muhalefeti “küllî bir dua” hükmüne geçerek nihaî sonucu belirlesin.

Irak tezkeresinde de öyle olmamış mıydı?

25.08.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

İsrail'deki derin çürüme



İsrail’in 20 yıl sonrasını görmesi gerçekten de sürpriz olabilir. Son yıllarda şaibesiz hiçbir siyasî ve askerî lideri kalmadı. Hepsinin muhakkak bir şaibesi var. Aslında, İsrail ahlâken yozlaşmış, bitmiş, tükenmiş ve iflas etmiş durumda. Ahlâksızlık girdabına batmış durumda. Sadece iskeleti zorla vücudunu taşımaya çalışıyor. Son yıllarda cumhurbaşkanlarını alt alta sıralayın ve karıştıkları şaibe ve yolsuzlukları bir şerit gibi gözünüzün önünden geçirin. Haim Herzog, Weizman sırasıyla hepsi de Moşe Katsav’ın geçtiği yoldan geçti. Ezer Weizman da son dönemlerinde yolsuzluklarla alâkalı soruşturma geçirmişti (Bak. Herald Tribune, Tuesday, April 26, 2005). İsrail’in altıncı cumhurbaşkanı Haim Herzog da aynı yolun yolcusuydu. Başbakanlara baktığımızda durumun değişmediğini görüyoruz. Olmert, aynen selefi Şaron gibi, emlâk alım satımından dolayı ve gayr-i meşru zenginlikten dolayı suçlanıyor. Ehud Barak da şaibelerden kendisini kurtaramamıştı. Olmert’in en güçlü rakiplerinden kabul edilen Netanyahu ise, hükümeti dönemindeki kaçamaklarından ve başka hususlardan dolayı soruşturma geçirmişti. Savunma bakanlarına baktığımızda da, aynı manzarayı görüyoruz. Hizbullah’ın iki İsrailli askeri kaçırmasından sonra, Dan Halutz borsadaki yatırımlarıyla oynuyor. Daha önceki savunma bakanlarından Irak asıllı Mordahay da bugünkü müstafî Adalet Bakanı Haim Ramon gibi, elinin altındaki kadınlara tacizde bulunmuştu. Moşe Katsav ise, anlaşılan yapılanlara tam tüy dikmiş. Hakkında bir değil, birden fazla suçlama var. İki eski çalışanı bayan Katsav’ın kendilerine sarkıntılık yaptığını ifşa ettiler. Onları iskat etmek için şantaja başvurmuş ve ağızlarını sıkı tutmazlarsa işlerinden kovulabilecekleri tehdidi savurmuş. İsnat edilen suçlar da bir değil. Bazı kadınlar cinsel taciz suçlamasında bulunurken, bazıları da akçeli işlerden dolayı kendisini suçluyorlar. Mahkûmları serbest bırakma karşılığında rüşvet aldığını ileri sürüyorlar. Bu da İsrail toplumunun topyekûn infisah ettiğini çürüdüğünü gösteriyor. Geriye dönüp Moşe Katsav’ın vukuatlarına baktığımız zaman, özellikle yerli ve yabancı bayan gazetecilerin onun huzurunda farkında olmadan büyük bir badire ve tehlike atlattıkları anlaşılıyor. Besbelli adam tekin birisi değilmiş. Bu suçlamalar bir değil bin değil. Sözgelimi İsrail Başsavcısı Menachem Mazuz, Kadima Partisi’nin bir diğer önemli ismi Tzachi Hanegbi hakkında usûlsüzlük yapmak, rüşvet vermek ve yeminli ifadesinde yalan söylemek suçlamalarıyla dâvâ açılmasını kararlaştırdı. İsrail yargısı bu kadar şaibenin altından nasıl kalkacak? Ya yargısı da sivil ve askerleri gibi ise? Ayıkla pirincin taşını…

***

İsrail devlet olarak da güvenilmez. Adamı tam yarı yolda koyar. Geçmişte yine AKP üzerinden bir zamanlar Şam’da deşifre edildikten sonra idam edilen ve Ben Dan adıyla hayatı kitaplaştırılan eski ajanının kemiklerinin teslimi için Türkiye’yi Şam nezdinde devreye sokmuştu. Tabiî ki sondajlardan bir sonuç çıkmadı. Lübnan’a sözde iki askerini kurtarmak için giren İsrail bunu askerî yollarla başaramayınca şimdi de amacına, başkalarını kullanarak diplomatik yollardan ulaşmaya çalışıyor. Ama gizli tutulması gerektiğini söylediği temasları yine kendisi ifşa ediyor. Bu bir ahlâkî zaafa bulanmış diplomatik hastalıktır. İsrail bu oyunlarıyla Türkiye’yi muhatapları veya diğer ortakları nazarında güvenilmez kılıyor. Veya en azından güven zedeliyor. Türkiye’yi işbirlikçisi veya ortağıymış gibi gösteriyor. Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Namık Tan, Bakan Gül’ün kaçırılan İsrailli askerlerin aileleriyle görüşmesinin duyulmasını istemeyen tarafın İsrail olduğunu, ancak daha sonra da medyaya bu bilgiyi sızdırmasının ilginç olduğunu söylemiştir. Aileleriyle görüşülmesi ve arabuluculuk yapılması talebinin İsrail Dışişleri Bakanlığı’ndan geldiğini belirten Sözcü Tan, “Madem bilinmesini istiyorlar o zaman bütün unsurlarıyla bilinmesi gerekir. Biz de neler bilinmesi gerekiyorsa söyleriz” diye tehdit kokan tepkisini ortaya koyuyor.

***

İsrail’in sadece sivil yöneticileri veya askerî bürokrasisi değil, aynı zamanda istihbaratı da çökmüş. Galiba görüntüyü kurtarmak için Türkiye gibi ülkelerden gelen vizeli gazetecileri saatlerce sorguda tutuyorlar. Öbür taraftan da Nasrallah diye Baalbek’li bakkal Nasrallah’ı yakalıyorlar. Yani adamların istihbaratı da sakar. İsrail’le yedekler kazan kaldırıyor, ordu krizde. Hükümet krizde ve cumhurbaşkanlığı makamı krizde. Krizde olmayan bir kurum var mı? Yok... Öyleyse İsrail nasıl ayakta duruyor? Bu, olsa olsa komşularının marifeti ve kerameti olsa gerek!.

25.08.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Ayaklar yere basacak mı?



Heyecan dalgası yerini, serinkanlı değerlendirmelere bırakıyor.

Her ağızlarını açtıklarında Türkiye’nin Lübnan’a neden gitmesi gerektiğine ilişkin gerekçeleri sıralayan Dışişleri bürokrasisi dahi, geçici ateşkesten bu yana ilk kez, ABD’nin tek taraflı kararlar alması durumunda Türkiye’nin asker göndermeyeceği ifade edilebildi.

Ankara’nın coşkusunu frenleyip, ayaklarının yere basmasını sağlayan olay, ABD Başkanı Bush’un Hizbullah’ın silâhsızlandırılması için gerekirse ikinci bir karar çıkartılacağına ilişkin sözleriydi.

İsrail başından beri bunu zorluyor. Barış gücünü görüşmek üzere ABD yapılan toplantıya İsrail’in sunduğu tekliflerden biri bu. Bir diğeri ise, barış gücünün silâhlı çatışmaya girebilecek şekilde oluşturulması.

Türkiye bunu bilmiyor mu? Hem de çok iyi biliyor. Ancak bunlar kamuoyuna sızdırılsa, kim destekler Lübnan’a asker gönderilmesini?

Dışişleri bakanı Gül, Suriye Devlet Başkanı Esat ile görüşmesinden sonra, “Türkiye, Lübnan’a asker göndermeye karar vermesi durumunda, bunun Suriye tarafından da memnuniyetle karşılanacağını duymaktan mutlu olduğunu” söylemedi mi? Söyledi.

Peki ne oldu? Gül Türkiye’ye döndü. Henüz mesaiye başlamadan, Esat’ın Lübnan ile sınırına Barış Gücü’nün yerleştirilmesini reddettiği haberi geldi. Başka bir haber daha geldi. Abdullah Gül o sırada Şam’daydı ve Esat’la görüşmesini henüz gerçekleştirmişti. Gül’ün Pazar günü İsrail’de olduğu sırada kaçırılan askerlerin ailesiyle görüştüğü fısıldandı kulaklara. Gül, bu görüşmenin basına sızdığını öğrenince, kıpkırmızı kesildi. Sözcüsü Namık Tan, “Bu hususta bir gizlilik olmasını isteyen taraf İsrail’dir. Buna mukabil bunu duyuran da İsrail’dir. Bu hususa dikkatinizi çekmek isterim” diyebildi ancak. O da utana sıkıla... Çünkü bu olay, Şam’da bulunduğu sırada Gül’ün elini zayıflatacak bir olaydı. Ve İsrail, bir kez daha medya aracılığıyla Türkiye Cumhuriyeti’ni zor durumda bırakmıştı. Hem de Abdullah Gül gibi kendilerine çok güvenen birini, hem de Şam’ın tam orta yerinde. Aynen İsrail’in ihbarları sonucunda “Hizbullah’a silâh taşıyor” diye indirdiğimiz İran uçaklarından pirinç ve un çıkması gibi. Henüz Lübnan’a gitmeden başımıza bu tür çoraplar ören bir ülke oraya gittiğimizde ne yapmaz?

Lübnan’a barış gücünün liderliğine önce Fransa oynuyordu. Ancak ABD ve İsrail’in tehlikeli bir oyun içinde olduğunu fark etmiş olmalı ki, Fransa bu talebinden vazgeçti. İtalya’nın durumu ise, karışık… İtalya Dışişleri Bakanı D’Alema, İsrail birliklerinin Güney Lübnan’da çevreye ateş açması halinde çokuluslu güce asker göndermeyeceklerini açıkladı.

Bizim Lübnan’a göndermeyi plânladığımız birliğe getirdiğimiz görev tanımı ile ABD ve İsrail’in beklentilerinin aynı olmadığı ortaya çıkıyor. Asker göndereceksek de, hiç olmazsa bunları kamuoyundan gizlemeyelim. Asker gönderilir ya da gönderilmez. Ancak böylesine kaypak bir zeminde, güven vermeyen ortaklarla birlikte davul zurna çalınarak gidilebilecek bir yer değil Lübnan. 1978 yılında geçici bir süreliğine kurulmuş Lübnan’daki barış gücü. Yıl 2006 olmuş, bırakın lağvetmeyi sayısı artırılıyor. Hem ayrıca ABD ve İsrail’in kuyruğuna takılmış bir Türkiye görüntüsü, büyük bir devlet olma iddiası ile bağdaşmıyor. Aynen kamuoyundan gerçekleri gizleyerek, sürekli olan yalan söylenmesinin büyük devlet adamlığına uygun olmadığı gibi. Şu günlerde birilerinin sürekli olarak burnu uzuyor, söylediği yalanlardan dolayı...

Daha yolun başındayız. Emin olun daha çok şey yaşayacağız. Hevesle bindikleri Amerikan atından, dilerim pek çabuk inmezler...

25.08.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004