Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 01 Eylül 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Halil USLU

Yalova düğünü



Çok kısa zamanda çok geniş çalışmanın içinde bulunmaktayız. 2006 yılı itibarıyla Türkiye ve Dünya nüfusu sür’atle artmaktadır. İki milyara ulaşan Müslüman nüfusu, Hz. Peygamber’in (asm) sosyal hayata bakan evlilik sünnetini imkânları muvacehesinde yerine getirmektedirler. Müslüman olmalarına rağmen örnek düğünler aranılmakta ve benimsenmektedir. Örnek ve sade bir düğün için, bizi yakından bilen Çoban ve Özdemir ailesi iki ay önce beni aradılar. Geçtiğimiz Pazar günü Yalova’daki düğünleri için...

Dünyada vefa borcu azaldı, tesbitlere göre yüzde 20 civarında. Beni, Hizan ilçesinden arayan damadımız Mehmet Özdemir’in baba ocağı Trabzon. Kendileri Eskişehir Üniversitesinden mezun, her cihetle fevkalâde bahtiyar bir genç. Gelin kızımız Yalova’da, bu itibarla bu geniş harita Yalova’da bir araya getirildi. M. Özdemir kardeşimizin üniversiteden mezun olan olmayan arkadaşları, düğün salonuna çeşitli illerden gelmişlerdi. Ahde vefa... Ayrıca onun yetişmesine emeği geçen anne ve babalarının dışında Eskişehirli ağabey makamındakiler de iştirak etmişler. Öte yandan Yeni Asya gazetesi Yalova Temsilciliği müntesipleri her cihetle bu kardeşimize ve onun misafirlerine ellerindeki imkânlarla sahip çıktılar. Temiz ve asude bir düğün oldu. Okunan Kur’ân-ı Kerim’den ve yapılan resmî nikâhtan sonra, biz de, birçok düğün salonunda olduğu gibi “Aile Hayatı ve Hz. Peygamber (asm)” başlıklı konuşmamızı özetle ve sıkmadan ifade etmeye çalıştık.

Konuşmak ayrı bir Allah vergisidir. Yani ördeğin yumurtadan çıkıp suda yüzmesi gibidir. Fakat insan öğrenmekle mükellef olduğu için mekân ve zaman dilimlerini ve muhataplarını iyi tahlil ederek konuşması bir belâgattır ve fazilettir. Yani mukteza-i hâle göre hitap etmek lâzımdır. Özellikle düğünler çok önemli, alınacak ve verilecek çok dersler ve mesajlarla yüklü olması lâzım. Düğünler konferans salonu değil, düğün konuşmaları bir pastanın dilimleri gibidir. O tatlı havada satır aralarında nüktelerle verilecek öz mesajlar her şeye bedeldir. Bu düğünde ağlayan anne ve babaları, alkışlayan hanım kardeşlerimizi gördüm. Demek görev ifa edilmiştir. Bu cihetle Çoban ve Özdemir ailelerini ve buralara kadar gelen herkesi tebrik ediyor ve ayakta alkışlıyorum.

Sıfır rakımlı, nem oranı yüksek ve deprem yarası bulunan bu güzel Yalova’ya giderken Bursa iş adamlarından şair ve dâvâ arkadaşım muhterem Eyüp Otman’ın vesilesi ile Yeni Asya Bursa vakfının görkemli binasına uğradık. Cumartesi gecesi Bursalı ve çevreden gelen kardeşlerimize, “Rusya’dan Ortadoğu’ya kadar ve 1910 yıllarından bugüne kadar Hz. Bediüzzaman’ın tesbitleri ve kıyasları” üzerinde durdum ve çeşitli müşahhas misaller verdim. Zaman dilimini aşmadan, dün ile bugünün kıyaslarını yapmaya çalıştık. Çok can dostlarıyla burada da tekrar hasret giderdik. Aynı vakıfta sabah namazı akabinde “Mir’ac Risâlesi” üzerinde ilmî bir müzakerenin yapıldığı derse de iştirak ettik.

Uzun yıllar Türkiye’nin bir çok beldesinde verdiğim hizmetlerden dolayı, bizi tanıyanların ve gönülden Allah için sevenlerin sayısı bir hayli kabarık. Bu itibarla onların dâvetlerini de dışlayamıyorsunuz, o vakit yaptığınız hizmetin de mânâsı kalmaz. Benim Eskişehir’den geçeceğimi öğrenen Zeliha Demir Hanımefendi, kendi yelpazesinde Yeni Asya Neşriyat’la ayakta tuttuğu hanım kardeşlerime bir sohbette bulunmamı istemişler. Onların da bu arzularını fedakâr Şekerci ailesinin geniş mekânlarında yerine getirdik. Yüzü aşkın hanıma, Bediüzzaman Hazretlerinin bugüne bakan müthiş tesbitlerini dile getirdim ve sordukları bütün suallere cevap verdik. Aynı mekânda icra edilen Eskişehir-Emek semt dersinde de erkeklerle “Okumanın mahiyeti, Rusya ve Orta doğudaki gelişmeler” konularında sohbette bulunduk. Hz. Allah’a şükürler olsun.

Çoban ve Özdemir aileleri benim bu sıcak günlerde dört günümün yine dop dolu geçmesine vesile oldular. Demek ki onlar her cihetle sünnetin yolunda Hz. Allah’ın yolundadırlar. Düğünleri mübarek olsun, kalpleri nurlarla dolsun. Bu hizmetlerde emeği geçen herkesi gönülden kutluyor ve bu üç aylarda onlara duâlar ediyorum.

01.09.2006

E-Posta: [email protected]




Zafer AKGÜL

Tarih bizi çağırıyor



Bazı milletler tarih yazar, bazıları da tarihin akışına göre yerini alır. Biz, yüzyıllardır tarih yazmış bir konuma sahipken her neler olduysa son yüzyılda tarihe yön vermek yerine tarihin yönlendirilmesine maruz kaldık. Bu gün gücümüzü küçümsemiyoruz, olduğundan fazla büyük de görmüyoruz ama tarihe yön verme misyonundan kaçtığımız ölçüde sanki tarih bizi eteğimizden tutuyor, çekiyor olmamız gereken yerlere. Ne kadar kaçmaya çalışsak da geçmişteki kimliğimiz ve konumumuz peşimizi asla bırakmıyor.

Hükümetin Lübnan’a asker gönderme kararını açıklamasının ardından bu düşünceler geldi aklıma. Bizim coğrafyamız çok geniş ve çok çeşitli. Kültürel yönden o kadar çok milletle irtibatımız ve mazimiz var ki bunları görmezlikten gelmek ve kayıtsız kalmak mümkün olmuyor. Evet denizaşırı ülkelerin ve pek de irtibatı olmayan milletlerin Lübnan’a barış gücü gönderdiği ortamda, kapı komşumuz sayılacak topraklara kayıtsız kalmamız, olayları kale arkasından seyretmek gibi bir şey.

Geçen yazılarımda ifade ettiğim gibi büyük devletler risk alan devletlerdir. Tabiî bu bir macera ve çılgınca bir kumara giriş riski gibi değerlendirilmemeli. Her şey enine boyuna incelenir, hesabı kitabı yapılır, şartlar gözden geçirilir ve diplomasinin ön planda olduğu bir strateji ile hareket edilir. “Bizim ne işimiz var? Bize ne?” diyerek gerçeklerden kaçarsanız yukarıda belirttiğim gibi tarih sizi eteğinizden çeker.

Dünya siyaseti, öyle hiçbir şeye karışmamakla olmuyor. Çünkü bu dünyanın içinde biz de varız ve er ya da geç birtakım gelişmeler, değişmeler bizim de kapımıza dayanacaktır. Nemelâzım diyerek bu dünyada yaşamak istiyorsanız, o zaman evinizin kapılarını kapatın, odanıza çekilin, perdeleri sımsıkı örtün ve kapınızı çalanlara da evde kimsenin olmadığını söyleyin. İnandırabilir misiniz?

Lübnan’a gidişimiz elbetteki emrivaki değildir. Kendi inisiyatifimizle ve şartları görüşerek gideceğiz. Dünya barışı için ve barışı tehdit edenlerin engellenmesi için gideceğiz. Bu arada her yönüyle ortak değerlerimizin olduğu bölgeye bizden önce Fransa, İtalya ve İspanya gibi daha az ortak değerleri olan ülkelerin gidişi de değerlendirilmeli. Bu ülkeler medeniyetler çatışması değil, medeniyetler arası diyalog taraftarı bir kamuoyu ve yönetime sahip ülkelerdir. Ortadoğu insanına ve özellikle İsrail devletine ve tarihsel süreç içindeki Yahudi kimliğine hiç de yabancı değillerdir. Bu ülkelerin dışında BM barış gücü dahilinde bölgeye gelecek diğer ulusların askerleri için de bir çok gerçeği görme fırsatı oluşturacaktır. En azından bölgedeki İsrail-Filistin çekişmesinin nasıllığı, niceliği ve fecaati konusunda dünya kamuoyunun kanaatini değiştireceği ihtimali için bile olsa önemli gelişmelere ve değişmelere kapı açacaktır.

Türkiye’nin kendisini doğrudan ilgilendiren konularda manevra yapabilmesi ve itimat telkin edebilmesi için Lübnan’a girişinde önemli kazanımlar mevcuttur. Bunları saymaya gerek görmüyoruz. Tarih, bu gün belki de arayıp da bulamadığımız önemli bir fırsatı sunuyor bize. Yarın başka bir fırsat sunmayabilir. Hem bölgesel hem de küresel çapta ve tam da bu zamanda bize yapılan çağrılara kulak tıkamak ve pasif kalmak, yarınki konumumuzu da zora sokacaktır. Evet tarih kapımızı çalıyor ve bizi çağırıyor. Karar yüce milletimizin ve meclisimizindir.

01.09.2006

E-Posta: [email protected]




Raşit YÜCEL

Zaferler



Zafer bir bedel ister.

Zafer her şeyin ortaya konulması ile elde edilir.

İslâm zaferinin bedeli gazilik veya şehitliktir.

Büyük bir makamdır.

Şehadet mertebesine mazhar olan bir insan ölüm acısını tatmaz.

Sorgusuz, sualsiz Cennete girer.

İslâm tarihinde milletimizin bin yıllık cihangirliğinin temel felsefesi budur.

İki yüz bin kişilik Bizans ordusunu, elli bin asker ile mağlûp eden Sultan Alparslan buna büyük bir misâldir.

İslâmın ilk harbinde, Bedir kahramanları, ilk zaferin kilidini açmışlardır.

İslâm ordusuna melekler dahi yardımcı olmuştur.

Daha sonra dillere destan olan bütün savaşlarda binlerce, hatta milyonlarca şehit verilmiştir.

Geçtiğimiz Ağustos ayı bu mânâda zaferler ile anılmıştır hep.

Avrupa kâfir zalimleri ve Asya münafıkları, yüzyılın başında, cihana hükmetmiş bir İmparatorluğu boğmak için var güçleri ile üzerimize çullanmışlardı.

Bu milleti yok etmek için ellerinden ne geldi ise yaptılar.

Adeta yok edilen bu millet, tekrar bir silkiniş ile istiklâliyetini yeniden elde etti.

Maddeten yok edilemeyen bu milleti, mânen yok etmek için, kökü dışarıda, ucu içeride bazı güçler, bu aziz milleti tekrar bir girdabın içine sokmuşlardır.

Avrupa zalimlerinin gayesi İslâmı ve Müslümanları boğmak idi.

Lozan’da tanınan istiklâliyete bedel manevî değerlerin feda edilmesini isteyenlerin arzularına, günün hâkim güçleri onay vermişlerdi.

Topraklarımızın bir kısmını kurtarmıştık ama, maneviyatımızı kaybetmiştik.

Asıl istiklâliyetimizi 1950 yılında kazandık.

Beyaz bir ihtilâl ile, milletin helâl oyları ile iktidara gelen Hürriyetçi Ahrarlar, bu boğulmak istenen değerlerimizin tekrar dirilmesine vesile oldular.

İkinci zaferi o zaman kazandık.

Ve bugün yaşanan dinî tazelik ve heyecanın asıl kaynağı budur.

Zafer kurtarılmıştı.

01.09.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Cami üzerine sorular



Hayati Binler: “Camilerle alâkalı bir kaç suâlimiz olacak. Mümkünse âyet, hadis ve sair dinî delâil ile de destekleyerek cevaplandırabilirseniz seviniriz: 1 Camiin altında veyahut üstünde mesken, tuvalet ve ticarethane olmasının hükmü nedir? 2. Cami duvarına bitişik mesken, ticarethane ve tuvalet bulunmasının hükmü nedir? 3. Camilerde bulunan mihrabın, minberin ve vaaz kürsüsünün hükmü nedir?”

1 ve 2. sorularınızın cevabı: Dini Mübîni İslâm, şefkati gereği ve Müslümanların takva harcıyla yoğrulmuş dirayetlerine ve inisiyatiflerine güvenmesi sebebiyle, temel meselelerde hüküm ortaya koyduktan sonra, bazı detay konuları örfe bırakmıştır. Bu meselemizde mabet civarına yapılan bölüm ve eklentiler için temizlik, nezaket, ibadet esenliği, göz ve gönül estetiği, hissi zahirîye uygunluk, ibadet adabına uygunluk, mabet ruhunu zedelememek gibi önemli kriterler şüphesiz gözetilir ve gözetilmeli.

Bu kriterler gözetilmek şartıyla, Dini Mübini İslâm, camilerin, mescitlerin, mabetlerin veya ibadet yapılan mabet hükmünde yerlerin altına veya üstüne ev yapmayın demiyor; sıhhî şartlarda ve müstakil kanal sistemiyle ibadet yapılan bölümü kirletmeyen bir proje ile yapılması şartıyla tuvalet yapmayın demiyor; ticarethane açmayın demiyor; iç kısmına hutbe okumaya, namaz kıldırmaya ve vaaz etmeye yarayacak değişik kürsüler koymayın demiyor. Bu saydıklarım konusunda dinin ne emri var, ne de yasaklaması.

Dinin çizdiği ölçüleri burada zikredelim:

Kur’ân, “Allah’ın mescitlerini ancak Allah’a ve ahiret gününe iman eden, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah’tan başkasından korkmayan kimseler imar eder. İşte doğru yola ermişlerden olmaları umulanlar bunlardır”1 buyuruyor. Yani mescitlerle ilgili olarak yapılan her şey takva hamuruyla yoğrulmalı, ibadet ruhuna uygun olmalı, kulluğun şanına yaraşmalı. Âyetin istediği bu.

Temizlik ibadet için şart. Fakat tuvalet de bir ihtiyaçtır ve namazın bir şartı ve farzı olan necasetten taharetin yeridir. Öyleyse sünnete göre, necasetten taharet yerini mabede uzak yapmamalı, fakat içine de getirip koymamalı; koku yapmayacak şekilde mabede yakın bir yerde, ama pisliğini orijinal kanallarla mabetten uzak bir yere taşıyan bir projeyle düzenlemeli.

3. Peygamber Efendimiz (asm) hutbelerini yüksekçe bir kuru hurma direğine dayanarak okuyordu. Sonra minberi şerif yapıldı ve Peygamber Efendimiz (asm) minberde hutbe okumaya başladı. Peygamber Efendimiz’in (asm) kendisinden ayrılması sebebiyle kuru hurma direğinin hamile deve gibi inleyip ağladığı meşhurdur. Bütün cemaat kuru direğin ağladığını işitmiştir.2

Cami ve mescitlerde mihrap geleneği de kaynağını sünnetten alır. Nitekim sünnete göre namaz kıldıran imamın cemaatten önde durması gerekmektedir. Bu da mihrabı sünnetin bir gereği haline getirmiştir. Şüphesiz mihrap denilen öne doğru çıkıntı olmasa da imam önde durabilir. Fakat lükse kaçmamak şartıyla camiler bina edilirken mihrabın yerinin belirli olması için öne doğru bir çıkıntı verilmesinde dinen bir sakınca yoktur.

Hutbenin yüksekçe bir yerde okunması zaten sünnettir. Vaaz kürsüsünün de, bu sünnet ölçü alınarak sonradan örf haline geldiği görülüyor. Vaaz kürsüsü hutbe makamından ayrı olarak düzenlenen bir ders ve nasihat kürsüsüdür. Bunun mabetlerde bulunmasının da dinin özüyle çelişir bir tarafı yoktur.

Dipnotlar:

1- Tevbe Sûresi: 9/17

2- Mektubat, s. 131; Nesai, 3/102; Buhari, 2:11; Müslim, 2374

01.09.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Kaçımız imanın tanımını yapabiliriz?



Gariptir ki, göğsümüzde dolu dolu olduğunu söylediğimiz imanın derli toplu, ilmî veya fikrî tanımını yapamadığımız gibi; onu tahkîke çıkarıp geliştirmenin, yükseltmenin metodlarını da pek bildiğimiz söylenemez.

İman ve şartları, İlahiyat fakültelerinde bile yalnızca okunup geçilen, üstünkörü öğrenilen bilgilerle tekrarlanıyor. İtiraf edelim ki, imanın nasıl bir güç kaynağı olduğunu tam olarak bilemediğimiz gibi, güçlü bir imanın çalışma, ilim ve tefekkürle nasıl kazanılabileceğinin de pek farkında değiliz.

İmân yalnızca, dil ile “Kabul ediyorum, inanıyorum” sözünü seslendirip kalben kuru ikrardan ibâret midir? Yoksa dimağımızın merhalelerinde yoğrulan ve bilgi boyutlarında oluşan muhteşem bir güç kaynağı mıdır? Sadece “İnanıyorum!” sözünden ibaret bir iman, olsa olsa taklidî bir imanın tanımı olabilir.

Akıl, kalb, vicdan ve ilim ile irtibatlı; insana, duygularına, kâinata, eşyaya, olaylara bir anlam yükleme ve yüce bir anlam kazandırma olan İslâm imânıyla, pratikten kopmuş sâir inançları karıştırmamak gerekir.

Psikoloji açısından genel inanç; dış dünyayı idrak etme sonucunda zihinde oluşan bir anlayış biçimi; idrak, duyu organları yoluyla objelerin (nesnelerin) kalitelerinin ve münâsebetlerinin farkına varılmasıdır.1 “Farkına varma” ise, dış dünya ile insan zihni arasındaki bir etkileşim sonucu ortaya çıkan yorumdur. Bu yorum, zan ya da bir delile dayanarak benimsenmesinden ibârettir.2

Terim olarak iman; hak dini, aklî, mantıkî ve naklî belgelere dayanarak anlama, kabul etme, tasdik etme ve İslâm’ın, inanılması gerekli olan altı imân esaslarına inanmaktır. Istılâhî tarifine gelince: Mânevî sahaya, gayba (metafiziğe, görünmeze) inanma; Allah’ı, Onun vahiyle bildirdiklerini kabul etme, onlara bağlanma ve böylece Allah’ın emri altına girmekten doğan emniyet duygusudur. İmân, kâinatın tesadüfen değil, sonsuz kudret ve ilim sahibi bir varlığın yaratması ile meydana geldiğine inanan kişinin; onun tesadüfen yok olmayacağına, dolayısıyla Allah’tan başka kimsenin onu yok edemeyeceğine, O’nun garantisi altına girdiğine olan güvenidir.3

Bediüzzaman’ın naklettiği, Sa’dı Taftazânî’ye göre imân; Cenâb-ı Hakkın, istediği kulunun kalbine, kul hür irâdesini kullandıktan sonra koyduğu bir nurdur. İmânın kabul, tasdik (doğrulama), iz’an (yüksek bir anlayış), iltizam (taraf olma), nûr, kuvvet (enerji kaynağı) olduğunu söyleyen Bediüzzaman, onu çok çeşitli boyutlarıyla ele alarak muhteşem tarifler getirir:

Resûli Ekrem’in (asm) tebliğ ettiği dinin zarûrîyatını, temel prensiplerini detaylı, zarûriyatın dışındakileri özetle tasdik etmek, doğrulamak, kabul etmekten meydana gelen bir nur, bir ışıktır.

İman, Şemsi Ezelîden ihsan edilmiş sonsuz mutluluktan bir parıltıdır. Ve o parıltıyla, insanın vicdanında bulunan bütün emel, arzu, meyil ve istidatların (potansiyel yeteneklerin) tohumları bir tuba ağacı gibi gelişmeye başlar, ebed memleketine doğru hareket eder, gider.

Ona îman etmek, şânı büyük Kur’ân’ın ders verdiği gibi, o Hâlıkı sıfatları, isimleriyle bütün kâinatın şahitliğine dayanarak kalben doğrulamak ve elçileriyle gönderdiği emirleri tanımak ve günah ve emre muhâlefet ettiği vakit kalben tevbe edip, pişmanlık göstermektir.4

Yarınki yazıda da, iman ilmini adeta şiirleştirerek bize sunan Bediüzzaman’ın, imana sonsuzluk ufuklarında açtığı ıstılâhî yaklaşımlarını birlikte takip edelim.

Dipnotlar:

1. Prof. Dr. Sabri Özbaydar, Psikoloji, s. 26.; 2. O. Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğü, s. 151.; 3. Prof. Dr. Süleyman Hayri Bolay, Felsefî Doktrinler ve Terimler Sözlüğü, Akçağ, Ank., 7. bask., 1997, s. 215.; 4. Emirdağ Lâhikası, s.199.

01.09.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Eşsiz ve çocuksuz



Türkiye’de öldükten sonra emeklilik tartışılıyor. Mısır’da da emeklilikten sonra evlenmek. Nedenine gelince: İşsizlik meselesi, mesken sıkıntısı ve eğitimli kadınların evlenmeye yanaşmamaları geleneksel toplumsal düzeni altüst etmiş durumda. İnsanlar yaşları geldiği ve geçtiği halde evlenmiyorlar veya evlenemiyorlar. Geleneksel yapıda büyük kırılma var. Yapı yenilense gam yemeyeceğim; o takdirde, gelenek pek umurumda da olmayabilir. Kırılma var, ama yenilenme yok. Bu ise her zaman söylediğim gibi insanlık ve onun ötesinde kâinat için ontolojik bir tehlike. Varlık yokluk meselesi. Şimdi insanlık varlık ve yokluk arasında bir berzahta. Uçurumun kenarında. İnsan soyu bekası için zamanla yarışıyor.

Mısır Ulusal Sosyal Araştırmalar Merkezi Başkanı Ahmet Meczup resmî istatistiklere dayanarak Mısır’da 35 yaşını aşmış ve hâlâ evlenememiş 9 milyon gencin bulunduğuna parmak basıyor. Elbette ki bunların bir kısmı erkek, bir kısmı da bayan. Arapların ‘anvese’ dedikleri bekârlığın birkaç ana nedeni var. Bu ana nedenlerin bır kısmı ekonomik, diğeri de eğitim ve onun kazandırdığı yeni değerler manzumesi ile alâkalı. Ve onun sonucu yeni oluşan sosyal yapı ile alâkalı.

Kadın eğitim programlarının yanlışlığı bu evliliğe giden yolları tıkıyor. Zorluyor. Zira kadını, erkeğin ortağı ve eşi göstereceği yerde hayattaki rakibi olarak gösteriyor. Dolayısıyla bu eğitimle birlikte ontolojik bir anlam kayması yaşanıyor. Kadın erkekten müstağni hale geliyor. Bu da uyumu zorluyor ve geçimsizliği arttırıyor. Ve bunun sonucu basit nedenlerden dolayı evlenen insanlar bile boşanabiliyor.

Hayat bir mücadele değil, yardımlaşma alanıdır. Batı medeniyetinin iktizası ise tersidir. Hayat bir yardımlaşma değil cidal alanıdır. Batı medeniyetine ayarlı eğitim müfredatı da gençlere hayatı bir mücadele alanı olarak gösteriyor. Dolayısıyla egoların yarıştığı ve mücadele ettiği ‘hayat arenası’nda ortak bir noktada buluşma gerçekleşemiyor. Egoların tepişmesi yeni nesillere maloluyor. Bundan dolayı evlilikler azaldığı gibi, müşterek yuvalar da bunun sonucu olarak basit sebeplerle çatırdıyor. Hayat her alanda erkekle dişi arasında bir rekabete ve mücadeleye dönüşüyor. Bu da bütün bir beşeriyeti ve insanlığı ontolojik bir yıkımla karşı karşıya getiriyor.

***

İskenderiye Üniversitesi Edebiyat Fakültesi öğretim üyelerinden Prof. Muhammed el Ünsi Mısır’da evlilik yaşında olan genç kızlardan yüzde 17’sinin bekâr yaşadığını ortaya koymuştur. Bu oran giderek artarken ilden ile de değişiklik arz ediyor. Bekârlığın sebepleri arasında işsizlik, mesken probleminin yanında üçüncü neden bayanların eğitim düzeyinin artması. Kabahat elbette eğitim düzeylerinin artmasında değil, ama onları erkeklerden yabancılaştıran eğitim müfredatının keyfiyetinde. Fakirlik de bir başka neden. Mısır’da 13 milyon fakir ve 4 milyon da fakirlik sınırının altında yaşayan varmış.

***

Eşsizlik veya bekârlık işin bir yönü ise diğer yönü de çocuksuzluktur. Bunu da Newsweek dergisi kapağına taşımış. ‘Whatever Happened to Having Kids? başlıklı kapağında neden eşlerin çocuksuzlaştığını ve giderek bu fenomenin yayıldığını sorguluyor. Çin’de cebrî bir şekilde eşler birden fazla çocuk yapamazken ve buna müsaade edilmezken kapitalist toplumlarda ise bu sonuç gönüllü olarak benimseniyor. Orada baskı ile yapılan, burada bencillik veya zevk için yani gönüllülük esasına göre yapılıyor.

Dergiye göre, Japonya’da çocuk yapan kadınların yüzde sekseni veya daha fazlası tek çocuğu tercih ediyor. Geleneksel değerler aşınmış veya yok olmuş durumda. Avrupa’da daha önce İtalya, İspanya ve Yunanistan sadakatli aileler (fruitful families) kuşağı olarak tanınırken bugün onlar da hedonizmin kurbanı olmuşlar. Zevkperestliğin ve hazperestliğin pençesinde Avrupa’nın en düşük çocuk oranına sahipler. Tek kelime ile modernizm kurutuyor. Newsweek dergisinin yazdığı gibi slogan şu: Özgür ve tek. Ama insan bütünüyle özgür, kayıttan azade ve tek yaratılmamış ki! İnsan içtimaî bir varlık. Ya bu hakikatı unutursa? İşte o zaman seyreyleyin gümbürtüyü ve işte o zaman insanlığın kıyameti kopar.

01.09.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Herşey vatan için!



Bir dönemlerin sakıncalı ismiydi Zülfü Livaneli... Bu yüzden uzun bir süre yurtdışında yaşamak zorunda kalmıştı.

Komünizmle mücadele adına en pespaye yöntemlerin kullanıldığı, devleti kurtarma adına yasaklamaların, cezaevlerinin, işkencelerin, miting meydanlarında, okul önlerinde silahla taramaların revaçta olduğu dönemdi. Nasıl ki şimdi “İslâmcı terörist”, Taliban ya da El Kaide damgasını vurdun mu adama istediğini yapman meşrû kabul edildiği gibi, o zaman da solcu olmak vatan hainliği ile eşdeğerdi.

Sadece Livaneli değildi sakıncalı olan. Zülfü Livaneli’nin türkülerini söylemek, kasetlerini bulundurmak da bir o kadar suçtu.

Şimdi gençler onun türküleriyle romantik anlar yaşarken, o zamanlar “Odam kireçtir benim” demesiyle devletin yıkılacağı, “Leylim ley, leylim ley” türküsüyle rejimin sarsılacağına inanılırdı.

Türkülerinin genç beyinleri yıkadığına inanılsa da aslında sol fraksiyonlar Zülfü’yü pek sevmezlerdi. Onun burjuva gibi yurt dışında yaşadığını düşünürler, ancak solcu gençlere ters düşmemek için de seslerini çıkarmazlardı.

O sıralarda kızı popçu Aylin Livaneli henüz bebekleriyle oynadığı için sol grupların, “kızı popçu” deyip, “goşist” damgasını yememişti.

Rejimin sakıncalısı Zülfü Livaneli, 30 Ağustos Zafer Bayramı için hazırlanan özel program kapsamında yıllar sonra sahneye çıktı. Ve yıllardır seslendirmediği parçalarını okudu. Zülfü Livaneli hayranları açısından her yönüyle bir nostalji yaşattı.

Düşüncesi, çizgisi, geçmişi ve geleceği bir yana bir dönemin “sakıncalı ismi”, “vatan haini”, “devlet düşmanı” olarak gösterilen Zülfü ile 30 Ağustos Zafer bayramını kutladı Türkiye...

***

Yine o günlerde Alpaslan Türkeş şiirlerini okumadığı için henüz meşrulaşmamıştı Nazım Hikmet.

Kaçıp gittiği Sovyetler’de, “Beni yarattı” dediği Stalin tarafından bir kâğıt gibi buruşturulup köşeye atılmanın hayal kırıklığını yaşarken, burada onun şiirlerini okuyanlar cezaevlerine atılıyor, kitaplarını bulunduranların canına okunuyordu.

Şimdi hoşgörünün simgesi ve hatta “Ben değiştim” demeden değiştiğini göstermenin bir işareti oldu, okkalı bir Nazım şiiri okumak.

Nazım’ın,

“Dörtnala gelip Uzak Asya’dan

Akdeniz’e bir kısrak başı gibi

Uzanan bu memleket bizim”

Şiiri ülkücü yazarların ilham kaynağı da oldu artık.

***

Bunca sözden sonra diyeceğim odur ki, soğuk savaş döneminin “vatan hainleri”, “sakıncalıları”, “Sovyet uşağı kızılları” olarak görülenler, değişen konjonktürle birlikte Zafer gecelerimizin millî sanatçısı, kurtuluş savaşının en büyük şairlerinden biri olup çıkabiliyor.

Herkesin elinde bir damga, önüne gelene “vatan haini” damgasını vurduğu bir yer burası. Kimilerinin kafasındaki şablona göre, siyahla beyaz gibi, memleket Edirne’den Kars’a tam ortasından vatan haini olanlar ve olmayanlar diye ikiye bölünmüşken, küçük bir hatırlatma yapmak istedim.

Yarın konjonktür değişir, sizin vatan haini dediklerinizin güfteleri ve besteleri eşliğinde 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı kutlamaları yapılırsa şaşırmayın.

Bu ülkede değişen konjonktüre göre tehdit değerlendirmesi yapıldığı için bir de bakarsınız ki, siz vatan haini saflarında yerlerinizi almış olursunuz.

“Kırmızı Kuşak” devrinin hainleri ulusalcı, yeşil kuşak devrinin vatanperverleri sakıncalı olduktan sonra bu ülkede kimin ne zaman kahraman, ne vakit hain olacağı pek bilinmez.

Demem o ki, kolay yoldan kimseye vatan haini damgasını vurmayalım. “Millî Siyaset Belgesi”nin tehdit değerlendirmesi istikametinde birbirimizin boğazını sıkıp, boş yere gerginlikler üretmeyelim...

“Ne yaptıksa vatan için yaptık” diyenler bir gün kendilerini Mamak zindanlarında buldukları gibi, vatan haini olarak Ziverbey Köşkü’ne çekilenler bugün Çankaya Köşkü’nün en itibarlı konukları oldu.

Zülfü Livaneli’yi dinlerken, bir yandan da Yavuz Bingöl, “O Şimdi Asker” filminde, “Nice Koçyiğitler yere serilir. Ölen ölür kalan sağlar bizimdir” türküsünü söylüyordu.

Devirler değişir, tehditler değişir, geçmişin haini kahraman, kahramanı hain olur.

Ölen ölür, kalan sağlar her zaman bizimdir. Ne de olsa her şey vatan içindir...

01.09.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004