Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 11 Kasım 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Meryem TORTUK

Selma



Onu üç yıl önce tanımıştım. Üniversiteyi henüz yeni bitirmişti ve çalışmak için İstanbul’a dayısının yanına gelmişti. Yirmi üç yaşında neşeli ve sempatik bir kızdı. İlk görüşüp tanışmadan hemen sonra sanki çok uzun zamandır birbirimizi tanıyormuşçasına bir yakınlık oluştu aramızda. Selma yüreği güzel insanlardandı.

Tekstil bölümü mezunu olduğu için bir firmada kısa zamanda iş bulup çalışmaya başladı. Arada bir görüşür olmuştuk. Güzel fikir tartışmaları yaşardık. Hayatın anlamına dair çok derin cümleleri vardı. Onları konuşup paylaşırdık. Bazen de, iki bayan gibi dantellerden, örgülerden bahsederdik. O bir seccade örüyordu çeyizine. Ben de dantel örmeyi sevmediğim için yün örgüler yapıyordum kendimce.

Selma hayatı dolu dolu yaşıyordu. Üzüntüsü, sevinci, umutlarıyla gittiği her yerde kendini sevdiriyor ve kabul ettiriyordu. Sitilistlik ve modelistlik kursuna da gidiyordu hafta sonu. “Tekstil alanında aldığım eğitimi bu dalda pekiştirmek ve uzmanlaşmak istiyorum” derdi.

Dünya hayatı var oluşumuz için belirlediğimiz ve anlamlar yüklediğimiz yığınla işlerin ve ihtiyaçların alanı. Olmazsa asla olamayız dediğimiz gereksiz, ama bir o kadar da hayatımızın merkezine aldığımız hayat kaynaklarının içinde boğuyoruz ruhumuzdan kalbimize açılan yolları.

Hayatın bu gailelerinin içinde kaybolduk ikimiz de. Ben de, o da çalışıyorduk. Uzun bir süre ne karşılaştık, ne de haberleşebildik. Sonra Selma’nın karın ağrıları sebebiyle hastahanelere gidip gelmeye başladığını duydum. Uzun bir süre devam eden bu karın ağrılarına doktorlar da bir şey söyleyemiyorlardı. Bütün tetkikler yapıldı, ama karın ağrılarının teşhisi tam olarak konamadı. Bu arada dört ay geçmişti bu ağrıların üzerinden. Ağrılar hafiflemek yerine artıyordu üstelik. En son Erzurum’da doktor olan ablasının yanına gitti ve son tetkikler oradaki hastahane tarafından yapıldı. Artık teşhis konmuştu. Selma bağırsak kanseriydi. Beş saat süren bir ameliyat geçirdi. Zor bir süreç ve savaş bekliyordu onu. Akrabaları ve herkes tarafından sevgi ve ilgi görüyordu, ama yine de kalbi hayata tutunmaktan yorulmuştu sanki. Uzun bir süre sadece haberlerini akrabalarından alabildim. Bir yıl aradan sonra İstanbul’a geldiğinde de görüşme şansımız oldu. O zaman benim de hastalığımın teşhisi konmuştu. İkimiz de kemoterapi alıyorduk. Birbirimizi daha iyi anlar olmuştuk. Hayatımıza, insana ve kendimize bakış açımız çok değişmiş, daha da derinleşmişti her şeye yüklediğimiz anlam. Kalplerimizi ve duygularımızı okurken daha ulvî hissiyatlarla çözümlüyorduk geçmişimizi, hayatımızı.

Sonra Selma İstanbul’dan ayrılıp, Erzurum’a yeniden döndü. İkinci bir ameliyat olacaktı, ama doktorlar bu ameliyatı yapamadılar. Hastalığının çok ilerlemiş olduğunu gördüler çünkü. Selma’ya bir şey söylenmedi tabiî ki. Benim hastahane işlemlerim devam ederken, bir taraftan da Selma’nın durumunu merak ediyor ve sürekli soruyordum. Son dönemlerinde artık hayatla iyice bağı kesilmiş durumdaymış. En son bayramda herkesle konuşmuş. Ağrıları artık çok fazla arttığı için iki saatte bir morfin yapılıyormuş. Son olarak acılarını durdurmak için omirilikte bulunan bir damarı kesmeye karar vermiş doktorlar. Sedyeyle ameliyat haneye giderken, annesine adeta ölümün son anlarını anlatırcasına “Anne ayaklarım üşümeye başladı. Anne soğukluk dizlerime çıktı. Anne soğukluk karnıma kadar çıktı” derken bir taraftan da terler içindeymiş. Son cümlesi, “Abla beni düz yatırır mısın?” olmuş. Sonra da ölüm meleğinin kollarına teslim edilen bir ruh.

Ölüm son zamanlarda en yakınlarımda, kendi bedenimde ve ruhumda yaşadığım bir olgu. Olgu demek onu hafifletiyor aslında. Bir gerçek. Önce bana verilen bir çok cihazın ölümüne şahit oldum. Bedensel ölümümün gerçekliğini ve sonumu görürcesine yakınımdaydı ölüm. Sonra annemin aynı hastalıktan emanetini teslim etmesini yaşadım. Sonra Selma. Biliyorum ki, her gün bu hikâyeler yeniden yeniden birçok kişinin ocağında yaşanıyor. Zaten meselemiz hikâyeler de değil. Hayatın anlamı ve içeriğine bu yaşanmışlıkların kattığı derinlik. Ya da asıl biz yaşayanlara dünyayla ilgili anlatmak istedikleri.

Ölüm aslında dünya hayatının çekirdeği. Nasıl olur böyle bir şey diye şaşırabilirsiniz. Ama ölüm hakikatini ve faniliği gören bizler, hayatımızın asıl anlamına giden yolları ve ruhumuzdan kalbimize yansıyan hakikat pırıltılarını devşiriyoruz. İşte bu hakikatleri bize ölümden başka hiçbir gerçek de derinlemesine yaşatmıyor. Ölümle ancak, “O’ndan gelip, O’na döndürüleceğimizin” hakikat boyutuna dokunabiliyor gönlümüz. Biz de yaşamanın nefes alıp vermek olmadığını, asıl hayatın fani olmayana yapılan yolculuktan ibaret olduğunu anlıyoruz böylece. Yani hayat biraz; yaşa, gör, anla, hisset, esas var edene teslim ol ve olgunlaş arenası…

11.11.2006

E-Posta: [email protected]




Nejat EREN

İman-hayat çizgisi ve merak sahamız



Yaşamak ve hayat: Bu günkü ortamda adeta sihirli iki kelime. Yaşamana bak! Hayatına bak!

Yerkürede yaşayan yığınların, toplulukların vazgeçemediği haller bunlar.

Bütün koşturmalar, faaliyetler, irtibatlar, hareketler hep bunun için. Yaşamak. Hayatını yaşamak için!

Sanki sonsuza kadar böyle gidecek gibi. Gece, gündüz bununla uğraşmak, didişmek.

Hatta en kötüsü, karşıdakiler olarak görülen müşterileri sömürmek! Kandırmak! Kazıklamak! Başkalarını da karalamak!

Ve bu yolda emaneten verilen hayatı mahvetmek.

Bu çılgın ve hızlı hayat herkesi fena halde etkiledi. Ve müthiş ve dehşetli bir şekilde etkilemeye de devam ediyor. Buna ulaşmak için en tesirli ve ucuz silâh da “merak” hissini tahrik etmektir.

Merakımızı, nerede, nasıl, ne şekilde kullanacağımızı biliyor muyuz? Veya ne kadar biliyoruz?

Bu konunun ölçüsü ne olmalıdır? Dozajı nedir? Sahası nereye kadardır? Neticesi ve faydası, getirisi ve götürüsü nedir?

Aşağıda gelecek olan, şu mesaj bizim bizzat kendimizde ne kadar etkili olabiliyor? Ne kadar buna uyabiliyoruz? Tam olarak anlamını kavrayabiliyor ve gereğini yapabiliyor muyuz?

“Risâle-i Nur şakirtlerinin vazifeleri iman olduğundan, hayat meseleleri onları çok alâkadar etmez ve merakla baktırmaz.” (Kastamonu Lâhikası, s. 161)

İşte Risâle-i Nur dâvâsını kendisine dert edinmiş iddiasında olanlara kale gibi bir hüküm!

Günlük hayatımızda bu hüküm, tesbit ve ifadenin kapsadığı alan ne kadar yer alabiliyor?

Evde, işte, sokakta, mesâide, dinlenirken, sohbet ederken, gezerken, otururken, seyahat ederken “iman meselesini” gündemde tutabilmek... Onu kendisine dert edinebilmek... Onunla hemhal olabilmek... Onu gündemimizden düşürmemek... Ve de en baştaki öncelikler arasında tutabilmek var mı uygulamamızda?

Çünkü, arkadan hemen bu yukarıdaki hükmü tamamlayıcı şu düşündürücü harika tesbit geliyor:

“İman kalesini küfrün çürük direkleri tutamaz!”

Bu çürük küfrü, gündemde tutanlar kimler? Onları tesbit edebiliyor muyuz? Onlar zaten belli değil mi?

O zaman şu soru akla geliyor. Ben hangi değirmene su taşımakla meşgulüm? İmanın nurlu dâvâsına mı? Yoksa küfrün karanlık girdabına mı bilmeyerek hizmet ediyorum?

İnsan her zaman bilerek düşmanlık ve zarar etmiyor maalesef! Bazen, belki de şimdilerde olduğu gibi çoğu insan çoğu zaman bilmeyerek küfrün değirmenine su taşıyor. Ama farkında bile değil. Çünkü bu gaddar oyunlar bizi bizden alıp götürmüş. Mecramızdan dışarı çıkmışız adeta!

Hangi vasıtalarla? Başta merak hissi geliyor.

Manevî pusulamız, kaynak eserlere göre, merak hissi nerelerde kullanılmalıdır?

* “Senden sana daha yakın ve senin kalbin O’nun tasarrufunda ve senin cismin O’nun tedbir ve idaresinde olan bir Zât-ı Akdes’in rububiyetini kavramakta.”

* “İnsanın çok mu’cizatlı hilkati ve yaratılışı noktasını araştırmakta.”

* “Arı milletinin o muazzam çalışma sisteminin incelenmesinde.”

* Üzümlerin, hurmaların susuz bir kumda ve kuru bir toprakta nasıl helvalı şeker fabrikası ve ballı şurup makinesi haline dönüştüğünün farkında olmakta… vb.

Merak hissi nerelerde kullanılmamalıdır.

* “Gerçekten insan çok cahil ve zalimdir” hükmünü icra edenlerin icraatlarının konuşulduğu ve görüntülendiği ortamlarda.

* Birbiriyle boğuşanların olduğu yerlerde.

* Yalan ve aldatıcı propagandaların çekim sahalarında.

* Zulmün hüküm ferma olduğu alanlarda.

* Milyonlarca masumların kanlarını sömürenlerin iş sahalarında.

* Zındıka ve dinsizlik fikirlerinin kol gezdiği yerlerde... vb.

Deryadan birkaç damla ile bu geniş hakikate ancak bir dürbün tutmak mümkün.

Heyhat ki hepsini anlamak ve anlatmak ne mümkün!

“Onun için ben yalnız iman üzerine mesaimi teksif etmiş bulunuyorum.” (Tarihçe-i Hayat, s. 543) tesbitine yaklaşmak ve idrak etmek gerek.

En büyük hasaret ve zarar “iman” yerine “hayatın” ikame edilmesidir ki, mübarek ve saf Müslümanların en büyük hataları burada merkezîleşiyor. Allah bu yanlışlıktan hepimizi muhafaza etsin ve bizi aslımıza döndürsün.

Yalancı değil, gerçek hayatı tahkikî iman nuruyla yakalamak ve mutlu sona birlikte ermek dileğiyle.

11.11.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Anlatılanlar uygulanmayınca



Kur’ân, “İnsanlara iyiliği emreder de kendinizi unutur musunuz? Halbuki siz Tevrat’ı okuyan kimselersiniz. Hiç akıl etmez misiniz?”1 diye seslenir İsrailoğullarına.

Emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker dediğimiz iyiliği emredip kötülüğü nehyetmek dinin farz kıldığı emirlerdendir.

Mü’min yeryüzünde iyiliğin hâkim olması, kötülüğün akamet bulması için bu farz görevi yapmakla mükelleftir.

İyiliği emreden herkesten önce ona uymakla yükümlüdür. Çünkü böyleleri model kimselerdir. Sözleriyle, davranışlarıyla topluma örnek olacaklardır.

İşte Kur’ân, Tevrat’ı okuyup anlatan, fakat anlattıklarının tamamen tersini yapan insanları böyle kınar. Hatta daha şiddetli ifadeler kullanır: Buyurur ki: “Kendilerine Tevrat verildiği halde onun hükümlerini yerine getirmeyenlerin hâli, ciltlerle kitap yüklenmiş eşeğe benzer. Allah’ın âyetlerini yalanlayanların misâli ne kötüdür! Allah zâlimler gürûhuna yol göstermez.”2

Aynı hitap Kur’ân’ı okuyup, anlatıp uygulamayanlar için de geçerlidir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim inanan herkesi şöyle uyarır: “Ey îmân edenler, yapmayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah katında pek büyük bir gazap sebebidir.”3

Bu gerçekler çerçevesinde, “Hocanın dediğini tut, gittiği yoldan gitme” sözünün ne kadar yanlış olduğunu anlıyoruz. Hoca, âlim önce örnek olacak, sonra anlatacak, anlattıklarıyla yaşadıkları birbirine ters düşmeyecek, aksine örtüşecek, biri diğerini teyit edecek ve o zaman söylenenler etkili olacak, faydalı hâle gelecek.

İlmin kalbe yerleşen ilim, yani marifet ilmi; dilde olup kalbe, ruha nüfuz etmeyen sözde kalan ilim olmak üzere iki kısım olduğunu belirten Peygamberimiz (asm) bu ikinci ilmin sorgu sebebi olduğuna da dikkat çekmektedir.4

Bu sorgu sonuçta şiddetli bir azabı da getirir. Buharî’de yer alan bir hadis-i şeriften öğrendiğimize göre ateşe atılan ve bağırsakları dışarı fırlayan, kendisi de etrafında dönen insana Cehennemlikler gelir ve derler ki: “Ne oldu sana? Sen bize iyiliği emredip kötülükten sakındırmıyor muydun?” O da: “Evet,” der. “Yalnız ben iyiliği emreder, uymaz; kötülükten sakındırır, onu da pervasızca işlerdim.”

Ne kadar dehşetli değil mi?

Dipnotlar:

1- Bakara Sûresi: 44.

2- Cum’a Sûresi: 5.

3- Saf Sûresi: 2-3.

4- et-Terğib, H. no: 223.

11.11.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Şer ve şeytan



İzmir’den Bekir Tuncer: “İnsanın yaratılış sürecinde şeytanın suçu ve günahı neydi? Ne yapmıştı? Neden kovulmuştu? Daha sonra üredi mi? Eğer üredi ise, sonradan doğan şeytanlar da günahkâr mıdırlar? Oysa suçun şahsîliği prensibi yok mudur?”

Kur’ân, insanlığın yaratılışından bahsederken, meleklerle şeytanı da gündeme taşır. Melekler itaatkâr, günâhsız, isyansız, zikir ve tesbihte kusursuz, muvafık, mütevazi ve hayırlı kimlikleriyle; şeytansa isyankâr, kibirli, büyüklük taslayan, cerbezeci, haddini bilmez, azgın, hasetçi ve düşman tavırlarıyla dikkati çeker. Başka bir ifadeyle Kur’ân tarafından melekler ve Peygamberlerin yüksek ahlâkını idrak ve ihya etmeye teşvik edilen insan, şeytanın kötü ahlâkı, kötü mizacı ve kötü sıfatları karşısında da şiddetle uyarılır.

Şeytan, Cenâb-ı Allah’ın secde emrine uymamış, baş kaldırmıştı. Cenâb-ı Hak, hemen gazap etmedi, müşfikâne sordu: “Sana emrettiğim halde seni secdeden alıkoyan nedir?”1

Şeytan tövbe etmek, pişmanlık duymak, Allah’ın gazabından yine Allah’a sığınmak ve bağışlanma talebinde bulunmak yerine; büyüklük tasladı ve kibirlendi: “Çamurdan yarattığına mı secde edeceğim? Benden üstün kıldığını görüyor musun?2 Hâlbuki beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın; ben ondan üstünüm!” dedi.3

Oysa büyüklük ve Kibriya Allah’a mahsustur! Allah’ın emri karşısında hiçbir mahlûkun, hiçbir iddiada bulunma hakkı yoktur. Cenâb-ı Hak şeytanı rahmetinden kovdu: “İn oradan! Orada büyüklenmek sana düşmez! Çık git! Sen bir aşağılıksın!4 Sen artık kovulmuş birisin! Ceza Gününe kadar lânetim senin üzerinedir!”5

Şeytan sarsıldı, yıkıldı; birdenbire yok olacağı kâbusu yaşadı. “Rabb’im! Beni insanların tekrar dirilecekleri zamana kadar ertele” diye yalvardı.6

Yüce Allah, şeytanın bu niyazı karşısında: “Sen, bilinen gün gelene kadar bırakılanlardansın!” buyurdu.7

İblis, bu defa şükretmek yerine, azgın fikirlerinde âdeta boğuldu: “Beni azdırdığın için, and olsun ki Senin doğru yolun üzerine duracağım. Sonra önlerinden, arkalarından, sağ ve sollarından onlara sokulacağım. Çoğunu Sana şükreder bulamayacaksın.8 Rabb’im! Beni saptırdığın için, yeryüzünde fenalıkları onlara güzel göstereceğim! Halis kıldığın kulların müstesna; onların hepsini saptıracağım!”9 dedi; hırçınlığını, haddini bilmezliğini ve adavetini kustu.

Hazret-i Âdem’in (as) yaratılışı esnasında Allah’ın emrine muhalif davranan, kâfir olan10 ve kıyamete kadar yaşama süresi alan İblis, daha sonra nesil ve soy olarak üremiş olsa da, olmasa da; elbette suçun şahsîliği vardır. Yani secde emrine muhalif davranmasının günahı şahıs olarak kendisinindir.

Ancak şeytan, nevî olarak cinlerdendir.11 Cinlerin Müslüman olanları ve kâfir olanları vardır. İlk günah İblis’in kendisinde kalmak üzere; daha sonra cinlerden kendisine yeni kâfirlerin ve ervah-ı habîselerin katılması elbette mümkündür. Nitekim insanlardan da şeytan vazifesini gören habis ruhlular vardır.12 Bu dünya, herkes için imtihan dünyasıdır. Suçun şahsîliği prensibiyle, herkes kendi günahını yüklenir. “Herkes kendi yaptığına rehindir”13 ve “Hiçbir günahkâr, başkasının günahını yüklenmez”14 ilâhî esasları, şeytanlar için de geçerlidir.

Demek secde emrine muhalif olduğundan Allah’ın rahmetinden kovulmuş şeytan sayı itibariyle bir olmakla beraber, bu şeytanın yaptıklarına, hilesine, tuzağına, şerlerine şerriyle katılan, ortak olan, ona şerde destek veren diğer habis ruhlar da, destekleri ve yaptıkları oranında sorumludurlar, günahkârdırlar, mücrimdirler. Hiç kimse bir başkasının günahını üstlenmez. Herkes yaptığı kadar günahkârdır.

Dipnotlar:

1- A’râf Sûresi, 7/12; Sâd Sûresi, 38/75; 2- İsrâ Sûresi, 17/61,62; 3- A’râf Sûresi, 7/12; Sâd Sûresi, 38/76; 4- A’râf Sûresi, 7/13; 5- Sâd Sûresi, 38/77,78; 6- Hicr Sûresi, 15/36; 7- Hicr Sûresi, 15/37, 38; 8- A’râf Sûresi, 7/17; 9- Hicr Sûresi, 15/39,40; 10- Bakara Sûresi, 2/34; Sâd Sûresi, 38/74; 11- Kehf Sûresi, 18/50; 12- Lem’alar, s. 85; 13- Müddessir Sûresi, 74/38; 14- Necm Sûresi, 53/38.

11.11.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Enerji boyutları, insan ve imân



Ruh/duygu-bedenimiz ile enerji boyutları ve kâinatın tüm unsurları arasındaki inanılmaz bağlantı, alış veriş, karşılıklı etki ve tepkiler var. Dolayısıyla iman gücümüzü dimağımız (hayal, vehim, akıl, hafıza, zekâ, kuvve-i müfekkire), kalbimiz/duygularımız ile psiko-biyo-fizyolojik yapımız ve kâinat-insan arasındaki enerji boyutları ve bu etki-tepki birlikteliğiyle ortaya çıkarabiliriz.

Enerji boyutları, madde-mânâ, psikofizyolojik beraberliğin formüllerini kavramak gayet basit. Önce, herkesin kavrayabileceği şu fizikî kural penceresinden bakalım: Tüm canlıların bütün hücrelerinin etrafında elektrostatik, tüm moleküllerin manyetik rezonans ve bitkiler dahil geniş manyetik alanlar mevcuttur. Hayvanî ve nebâtî (bitkisel) özellikler; madenî (fosfor, altın, bakır, demir, kükürt, kalsiyum gibi elementler) ve bunların kimyevî reaksiyonlarından hasıl olan güçlerdir. Bilindiği gibi, içinde elektron, nötron, proton ve sair yüzlerce unsur olan hücre, sıkılma-kasılma ve gevşeme ile çalışır. Böylece kinetik bir enerji ortaya çıkar.

Biyo-manyetik enerji ise; ısı, ışık, elektrik gibi tabiatta var olan bir kanun, bir güç kaynağıdır. Hücre molekülleri, yüksek frekanslı salınım veya ritimleri sonucunda biyo-elektromanyetik güç, çeken/cezbeden bir kuvvet açığa çıkarıyor ve bunu çok uzak mesafelere gönderebiliyor. Buna manyetik (mıknatısî çekim) alanı da denebilir. Seyyal/akışkan olan manyetik (mıknatısî çekim) alanı, manyetik kuvvet, rûhî enerjinin bir görünümüdür. Diğer taraftan, metafizik (madde ötesi) âlemde de melekî, cinnî, şeytânî gibi binlerce çeşit lâtif enerji boyutları, yâni, akışkan lâtif, enerji akımlarının yüzdüğü ve uzayı dolduran esîr maddesiyle birlikte, câzibe/çekim itme gücü gibi sayısız enerji türleri veya elektro-manyetik dalgalar bulunur.

Ayrıca, astro-fiziğe göre, bu akışkan lâtif, enerji akımlarının yüzdüğü ve uzayı dolduran esîr maddesi bulunur. İşte bu güç akımları, câzibe (çekim) itme gücü ve sair tüm enerji boyutları potansiyel halinde insan ruh ve bedenine de potansiyel çekirdek halinde yerleştirilmiştir.

İnsan; kâinattaki bütün enerji boyutları ve rûhânî varlıkların tümünden süzülmüş ve her şeyi kendinde toplanmış muhteşem bir varlıktır. Diğer bir ifadeyle, büyük âlemin kitabına (kâinata) bir fihriste olarak yaratılmış; kâinatın bir minyatürü. Gayb (metafizik/madde ötesi) âlemde ise, melekî, cinnî, şeytânî gibi nurdan ve nardan/ateşten yaratılmış binlerce çeşit lâtif enerji boyutları da vardır. Rûhumuz; gayb denen metafizik âlemdeki rûhî varlıkların özelliklerinden özetlenerek, komprime ve lâtif bir enerji boyutu sûretinde yaratılmıştır.1 Bunun yanında bize, enerji biriktirme, odaklaştırma, yönlendirme, cezp etme, gönderme vs. potansiyel özelliği ve gücü verilmiştir.

Herbiri bir enerji boyutu olan sevgimiz, ibadetimiz, duâmız, ihlâsımız ve sair bütün olumlu duygu ve hasletlerimizle hücrelerimize de olumlu sinyaller, mesajlar göndeririz. Bunun anlamı da, imanımızı istediğimiz kadar yükseltebileceğimiz, güçlendirebileceğimizdir.

Dipnot:

1-Sözler, s. 476

GEÇMİŞ OLSUN:

Yalova

Temsilcimiz Hasan Ürekli’nin oğlu Gürkan bir trafik kazası geçirmiştir. Geçmiş olsun der, Cenâb-ı Hak’tan acil şifalar dilerim.

11.11.2006

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

"Bir buçuk" hikâyesi



Bugün devlet töreniyle Ankara Devlet Mezarlığında toprağa verilecek olan Ecevit'in Türk halkı tarafından çok sevildiğini, hatta "milyonların kalbinde apayrı bir yeri" olduğunu söyleyenler var. Bunun ne derece doğru olduğuna bakmak lâzım.

Aslında, pek çok kimse hakkında "çok çok sevildiği" türünden sözlere rastlamak mümkün.

Ancak, bugünkü konumuz Ecevit. Çünkü, onun cenaze merasimi var.

En az on bin polisin görev aldığı cenaze törenine, ayrıca on binlerin katılması bekleniyor. Büyük izdihamların yaşanacağı önceden belli. Yaklaşık bir haftadır bu iş için hazırlık yapılıyor.

Bu oran neyin göstergesi?

Gelelim, asıl mevzuya... Yani, halkımızın Bülent Ecevit'i kalben ve samimî olarar ne kadar sevdiği meselesine...

Tabiî, kalpleri açıp bakmanın, çokça var olduğu söyleyen sevginin samimiyet derecesini ölçmenin imkân ve ihtimali yok.

Demek ki, gerçek sevgi için, daha başka verilere, donelere bakmak gerekiyor. Meselâ, seçim neticeleri gibi...

Ecevit'in başında bulunduğu CHP, 1970'li yıllarda yüzde 30'u, hatta yüzde 40'ı aşan oranlarda oy aldı.

1980'li yıllarda, kurucu başkanı olduğu DSP'nin aldığı oylar ise, her defasında yüzde 10'luk barajın altında kaldı.

1990'lı yılların sonlarına doğru oylarını tekrar arttırmaya başladı. 1999'da partisinin oylarını yüzde 20'nin biraz üstüne çıkartarak birinci oldu.

Siyasî hayatının jubilesi, yahut final seçimi ise, 3 Kasım 2002 tarihinde gerçekleşti. Ecevit'in bu son seçimde aldığı oyların toplamı, ancak yüzde 1.5 (bir buçuk) kadar oldu.

Peki, bu ne demektir?

Bu, Bülent Ecevit'in halk tarafından samimî olarak, yani yürekten, yani cân–ı gönülden ne kadar sevildiğinin ispatı demektir.

Onlar, oylarını her şeye rağmen Ecevit'ten esirgememişlerdir. Samimane bir şekilde, oylarımız feda olsun demişlerdir.

Bunun dışındakiler için ise, gerçek sevgiden değil, ancak riyakârane bir sevgiden söz etmek mümkün.

"Bir buçuk mürit" hikâyesi

Bu hikâyeyi çoğunuz bir şekilde duymuş olmalısınız. Yine de özetleyelim.

Yer, yine Ankara. Tarih, 14. asrın sonları. Bundan altı asır kadar evvel.

Vergiden ve askerlikten muaf tutulan Hacı Bayram Veli Hazretlerinin müritleri, günden güne çoğalmaktadır.

Devrin padişahı Sultan II. Murad, bu durumdan kuşkulanır. Bir ferman hazırlatıp gönderir. Hacı Bayram'a, sadık müritlerinin sayısını bildirmesini emreder.

Hacı Bayram ise, gelen hükümet görevlilerine "Benim sadece bir buçuk müridim var" diyerek, bir imtihan zemini teşkil eder: Sırf imtihan maksadıyla, kendisine halis mürit olanları Allah için kurban edip keseceğini söyler.

Neticede, bütün müritler dağılıp gider. Sadece bir kadınla bir erkek "Canımız şeyhimize fedâ olsun" diyerek kalır.

İşte, yüz binlerce müridi olduğu tahmin edilen ve zamanın hükümetini endişeye sevk eden Hacı Bayramın gerçek mürit sayısı budur: Bir buçuk mürit.

Sayısal anlamda (başka anlam çıkarılmasın), Ecevitler'in durumu da bundan pek farklı değil: Son seçimdeki oy oranları sadece yüzde bir buçuk civarında olmuştur.

Kısa kısa

Cola–Efes birleşmesi

Sermaye Piyasası Kurulu (SPK), Coca Cola İçecek'in Efes Sınaî Yatırım Holding'le–devralma sûretiyle–birleşme işlemine izin verdi. (ANKA)

ª Bilindiği gibi, Efes Pilsen, en yaygın bira markasından biridir.

"Laik adam"

Cumhurbaşkanı Sezer "Laiklik, adam olmak demektir" dedi. (AA)

ª Aldı beni bir merak: Acaba, laiklikten (1937'den) önce biz ne idik?

Uçuş yasağı

Bugün Ankara'da uçuş yasağı var.

ª Güvercinler n'apar acaba?

Günün Tarihi

Silâh zoruyla II. Cumhurbaşkanı

11 Kasım 1938: İsmet Paşa II. Reisicumhur seçildi.

Seçilme işi şöyle gerçekleşti:

İstanbul, dün ölen M. Kemal'in cenaze merasimiyle meşguldü.

Ankara ise, bir hayli gergindi. Çünkü, Meclis yeni cumhurbaşkanını seçecekti. Ancak, kimin seçileceği hakkında ciddi tereddütler vardı. Akla ilk gelen isimlerden biri Celal Bayar, diğerleri ise, Fevzi Çakmak, Şükrü Kaya, Tevfik Rüştü Aras ve İsmet Paşaydı.

Bu esnada Bayar, Başbakan idi. Üstelik, onu Atatürk atamıştı.

İsmet Paşa ise, siyasetin kenarına itilmiş durumdaydı. Onu bir yıl önce Başbakanlıktan, dolayısıyla siyasetten uzaklaştıran, yine Atatürk idi.

Yani, ortada hayli tereddüt kaldıran kritik bir durum vardı: Yeni cumhurbaşkanı kim olacaktı?..

İşte, tam bu noktada devreye giren Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa, Cumhurbaşkanlığı seçimine el koydu.

Onun el koymasını, elbette ki silâh zoruyla ve dayatmayla ancak izah etmek mümkün. Nitekim, öyle de oldu.

Ordunun nabzını yoklayan Fevzi Paşa, Bayar'ın "Cumhurbaşkanı adayımız siz olun" teklifine rağmen, İsmet Paşadan yana tavır takındı. Meclisi askerî kordon altına aldı ve bütün mebusların oylarını İsmet Paşaya vermelerini istedi.

11 Kasım 1938 sabahı, Meclis'te önce 323 milletvekiliyle toplanan CHP grubu 322 oyla İnönü'yü cumhurbaşkanı adayı seçti.

Hemen ardından toplanan Meclis genel kurulunda cumhurbaşkanı seçimine geçildi. Kurula katılan 348 milletvekilinin tamamı, İnönü'yü oybirliğiyle cumhurbaşkanı seçti.

Notlar

1) İsmet Paşa, bu tarihten birkaç ay sonra, kendisini Cumhurbaşkanı seçtiren Bayar'ı Başbakanlıktan uzaklaştırdığı gibi, kendisine aynı iyiliği yapmış olan Fevzi Paşayı da (1944'te) ordunun başından uzaklaştırarak emekliye sevk etti.

2) 1946'da çok partili sisteme geçildi. Bayar, Demokrat Partinin başına geçti. Fevzi Paşa ise, milliyetçi Millet Partisinin fahrî başkanı oldu.

3) Türkiye'de mütedeyyin kesimin hakkında en çok yanıldığı kişi, hiç şüphesiz Fevzi Paşadır. O, çeyrek asır müddetle işlenen bütün şerlere seyirci ve suskun kalmakla hem dindarları aldatmış oldu, hem de 1946 seçimlerinde CHP'ye karşı muhalefet bayrağını açan DP'nin oylarını bölerek siyasî gücünü zayıflattı.

11.11.2006

E-Posta: [email protected]




S. Bahaddin YAŞAR

Kendinize yardımcı olun!



Mutlu etmek mi, mutlu olmak mı?

Bir çok insan, başkasına yardımcı olduğu kadar kendisine yardımcı olmuyor. Mutlu etmek adına attığı adımlar kadar, mutlu olmak için adımlar atmıyor ya da atamıyor.

Asıl böyle insanlara, ‘kendilerine yardımcı olsunlar diye yardımcı olmak’ çok büyük bir dostluk göstergesidir. Ona yardımcı olmak da sadece yakınında olmak kadar basit ve zahmetsiz. Mutlu olmak isteyen insan, nasıl mutlu olunduğunu—eğer kendisi için özel bir formülü yoksa—genelde mutlu olan insanlardan öğrenir.

Genelde insan davranışları incelendiğinde, insanlar mutlu insan davranışlarını veya mutsuz insan rollerini birbirinden kopya ederek, alıp geliştirerek elde etmektedirler. Böylece davranış kültürü meydana gelmekte ve çeşitlenmektedir.

Bazen mutsuzluk sebebi, mutluluk kaynağı olabilir

İnsanlar bir mutsuz insanla karşılaştıklarında, kendilerine göre değişik davranışlar tavsiyesinde bulunurlar. Bu tavsiyeler veya nasihatler çoğu zaman timsah gözyaşlarından başka bir şey değil. Bu tür insanlara ‘vah zavallım’ muamelesi yapmak, onu daha da kötü duruma itmekten başka bir sonuç vermez. Bu noktada duyarlı davranış, kişinin yaşanan mutsuzluk sebebinden kolaylıkla sıyrılabileceği ve hatta bu olumsuz durumu kendi yararına kullanabileceğine inandırmaktır. Ancak böylece insanın kendilerine yardımcı olmalarına yardımcı olunmuş olunacaktır. Ki yardım edilen kişi için de başka hiçbir adım bundan daha faydalı olmayacaktır.

Kişilerle olan ilişkilerde ilişkiyi koparmak yerine geliştirmek esas alınmalıdır. Zaten ilişkileri koparmak çok kolaydır.

İyi ve sağlıklı diyaloglar kurmak için, iyi dostlarımızla ilişkilerimizde kullandığımız formül ne ise, diğer insanlarla da aynı formülü kullanmalıyız. Samîmî dostlarımızı yönetmeye veya onu kendi kurallarımız etrafında tutmaya nasıl çalışmıyorsak, diğer insanlar da bu tür bireysel bağlılıklardan rahatsızlık duyarlar. Bu bağlılığın olacaksa, kendiliğinden oluşması beklenir.

İşe yaramayan davranışı ‘şutlayın’ gitsin

Bir kural olarak ifade edilebilir ki, yapılan bir davranış beraberinde bir yarar getirmiyorsa, o davranışı yapmamak yeterli olacaktır. Bunun için çok da bilgiler sahibi olmaya ihtiyaç yoktur.

Bir şey faydalı değilse uygulamak gereksizdir, bir mantık kuralıdır.

Dünyaya birey olarak gelindiğine göre, bütün davranışların elde edilip uygulanması da yine bireye düşen bir sorumluluktur. İnsan, Yaratıcısı karşısında birey olarak imtihan muhatabıdır. Dünyada ne kadar değişik bilgi olursa olsun, onu alıp kullanmak veya kullanmamak yine bireye kalan bir seçimdir.

Bu noktadan bakıldığında, insanlar kendisine has maddî ve manevî özellikleri bulunan bireyler olarak dünyaya geliyorlar. O bireyler, hayat sona erdiğinde aklen, kalben ve vicdanen kabul edip uyguladıkları davranışlarıyla haşrolacaklardır.

Aşağıdaki maddeler bu gözle değerlendirildiğinde, insanın hayatta yalnız yaşadığı ve hayattan ayrılırken de yalnız olacağına dikkatleri çekiyor. Herkes, kabul ettiği ve uyguladığı davranışlarıyla hayatı şekillendiriyor. Diğer insanlara düşen sadece bir arkadaşlık ve yardımcı olmak halidir, gerisi uygulayıcıya kalıyor.

Yazar William Glasser, Kişisel Özgürlüğün Psikolojisi adlı eserinde ‘seçim teorisi’ olarak adlandırdığı 10 aksiyondan bahseder. Bunlar;

1- Davranışını kontrol edebileceğimiz tek kişi kendimiziz. Kimse bize istemediğimiz bir şeyi yaptıramaz. Ceza tehdidiyle karşı karşıya olduğumuzda, yapacağımız şeyi hakkıyla yerine getirmemize imkân yoktur.

2- Başkalarına verebileceğimiz ve onlardan alabileceğimiz tek şey bilgidir. Bu bilgiyle nasıl hareket edeceğimiz bizim seçimimizdir.

3- Bütün uzun süreli psikolojik problemler aslında ilişki problemleridir.

4- Sorunlu ilişkiler şu anki yaşamamızın bir parçasıdır.

5- Geçmişte bize acı veren yaşantılarımızın izleri bugün hâlâ kendilerini belli edeceklerdir.

6- Hareketlerimizin temelini beş genetik ihtiyaç oluşturuyor! Hayatta kalma, sevgi ve ait olma; güç, özgürlük ve eğlence.

Bu ihtiyaçlar tatmin beklemektedir. Ertelenebilir ancak inkâr edilemezler. Başkalarına yardımcı olabilir ama kimsenin ihtiyaçlarını biz tatmin edemeyiz.

7- Bu ihtiyaçları ancak nitelik dünyamızdaki resim ya da resimlerin tatmini yoluyla doyurabiliriz. Bütün bildiklerimiz arasında nitelik dünyalarımıza katmayı seçtiklerimiz en önemli olanlardır.

8- Doğumdan ölüme kadar durmadan çeşitli davranışlarda bulunuyoruz. Bütün bu davranışlar toplam davranışlardır. Birbirinden ayrılmayan dört bileşenden oluşmuşlardır: Hareket, düşünce, duygu ve fizyoloji.

9- Bütün toplam davranışlar fiillerle adlandırılırlar. Meselâ, çöküntü ve moral çöküntüsü yerine durgunlaşmayı seçiyorum ya da durgunlaşıyorum denilir.

Bu aksiyonu kabul etmek dış kontrol psikolojisine inananlar için rahatsızlık verici bir durumdur. Fakat bunu kabul etmemizin ciddî bir bedeli vardır. Özgürlüğü kaybetmek. Dış kontrol psikolojisine inananların hiç sahip olamayacağı harika bir özgürlük durgunlaşmaya son verme seçimi yapmaktır.

10- Bütün toplam davranışlar seçimimiz sonucu ortaya koyduğumuz davranışlardır.

Hareketlerimizi ve düşüncelerimizi değiştirmek kolay değildir. Fakat yapabileceklerimiz bunlardır. Eğer hareketlerimizi ve düşüncelerimizi daha doyum verici olanlarla değiştirebiliyorsak kazanacağımız özgürlüğün boyutları çok büyük olacaktır.

11.11.2006

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Sarıklı Hasan Hoca’dan fetva!



Çocuk istismarıyla ilgili tartışmalar devam ediyor. Konuyla ilgili görüş beyan eden uzmanlar, genel hatlarıyla bilinen ve makul ‘çözüm önerileri’ni de dile getiriyorlar. Ancak bu tesbitlerin uygulanması konusunda sıkıntılar var. Çocukları mağdur eden ‘cinsel istismar’ vak'alarında ‘saldırgan’ı uzakta değil, ‘yakında’ aramak gerektiğine de özellikle dikkat çekiliyor.

Adli Tıp Uzmanı Yrd. Doç. Dr. Birol Demirel, bu konuya dikkat çekip, şöyle demiş: “Aslına bakarsanız saldırganların çoğu yabancılar değil, çocuğun zaten en yakınındakiler. En azından aynı mahalleyi paylaştığı, daha önce tanıdığı kimseler. Kaldı ki, bu çevre faktörünü her zaman kontrol etmeye olanak yok. O yüzden yapacak en doğru şey çocuğu bilinçlendirmek; ona ‘Hayır’ demesini öğretmek.” (Vatan, 7 Kasım 2006)

Bir de şu beyanlara bakalım:

* Çocukların cinsellikle ilgili sorularına kapımızın hep açık olması lâzım. Ama yanıtlarımız her çocuğun kapasitesine göre farklı olabilir.

* Bazı aileler çocukları cinselliği tanısın diye yanında çıplak olmayı bile bir yöntem olarak görür. Biz bunu doğru bulmuyoruz. Çünkü aşırıya gittiğimiz zaman bu kez de duygusal istismara sebep oluyoruz.

* Çocukları istemedikleri zaman, ısrarla öpmemek gerekiyor. İlla ki amcanı öp, dedeni öp demeyin.

* Çocukların anne-babayla yatmamaları gerekiyor. Pek çok istismar vak'ası bu anda meydana geliyor.

* Çocukların cinsel içerikli filmlere, sohbetlere tanık olmamaları lâzım. Tabu olmamalı, ama ihtiyacından fazla bilgi de çok zararlı.

* Çocuklarımızı ne çok kadınsı ne de erkeksi giydirmeli. Bu onların doğal gelişimlerini engelliyor. (Vatan, 7 Kasım 2006)

Şimdi, bu tesbitleri “Sarıklı Müftü Hasan Efendi” yapmış olsa, ‘bir kısım medya’ ya da bazı yazarlar nasıl değerlendirirdi? “Vay, hocaya bak! Bunlar çağdışı!” demezler miydi? Oysa bu tesbitleri yapan; “Sarıklı Müftü, Hasan Efendi” ya da “Gözlüklü Gezen Hoca” değil. Bu beyanların altındaki imzanın sahibi, Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatristi Doç. Dr. Elvan İşeri!

Aslında bu tesbitlerin bir çoğu, sünnetin özüne uygun tesbitlerdir. Meselâ, cinsel bilgileri öğrenmek ‘ayıp’ değil, aksine sünnete uygundur. Anne babanın, çocukları yanında dahi olsa belli bir ‘tesettür’e uyması da aynı şekilde İslâmın tavsiyesidir. Müstehcen film ve sözlerin zararlı zaten malûm. Çocukların giyimlerinde de ‘kız’ ve ‘erkek’lerin ayrı olması da aynı şekilde Peygamberimizin tavsiyesidir. Tabiî bu sadece çocuklar için değil, büyükler için de geçerlidir: Erkeğe benzeyen kadın ve kadına benzeyen erkek lânetlenmemiş midir?

Aynı şekilde çocukların yataklarının ayrılması, imkânsızlık sebebiyle yataklar ayrılamıyorsa ‘yorgan’ların ayrılması emredilmiştir.

Bir örnek: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: Çocuklarınızın yataklarını ayırın.” (Ebû Dâvud, Salat 25, [495, 496])

İnsanlık, her konuda İslâma teslim olmak durumunda. Aksi halde istismarların önü alınamaz...

11.11.2006

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Haydi, ifade özgürlüğü dersi vermeye...



Son günlerin en tartışılan konularının başında TCK’nın “meşhur” 301. maddesi geliyor. Avrupa Komisyonu’nun 8 Kasım’da açıkladığı İlerleme Raporu’nda da bu konunun altı bir kez daha çizildi ve maddenin “şiddet içermeyen” fikirlerin ifadesini kısıtlamaya yönelik kullanılmasından şikâyet edildi. Maddenin daha özgürlükçü bir yapıya kavuşturulması istendi.

Peki, Türkiye’nin önüne her platformda çıkan bu madde ile ilgili ne isteniyor? Düşünce özgürlüğünün, TCK’nin 301. maddesinin ve benzer maddelerin AB standartlarına getirilmesi... Yani, Türk insanının özgürce konuşması, yazması, düşünmesi... Bunu sırf AB değil, Türkiye’deki “özgür düşünce”yi savunan bütün kesimler istiyor.

Meselâ, aralarında, Mazlum-Der, Helsinki Yurttaşlar Derneği, İnsan Hakları Derneği ve Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi’nden oluşan İnsan Hakları Platformu, düşünceye özgürlük adıyla bir kampanya başlatırken, Türk Ceza Kanunu’nun 301. maddesi ve ifade özgürlüğünü kısıtlayan maddelerin kaldırılması için imza kampanyası başlattı. Sonuçları önümüzdeki günlerde açıklanıp, ilgililere iletilecek. (Kampanyaya www.ihopdusunceozgurlugu.org internet sitesinden destek verilebiliyor.)

İkincisi, Başbakan Tayyip Erdoğan, geçen hafta sonu Türkiye’nin en büyük sivil toplum kuruluşlarından oluşan bir heyetle, AB sürecindeki gelişmelerin yanı sıra, ifade özgürlüğü önünde engel olduğu için eleştirilen Türk Ceza Kanunu’nun 301. maddesi görüştü. İlgili STK’lar da ortak bir metin hazırlayıp Başbakana sundular. Metinde, 301. maddenin mevcut halinin “karmaşık” ve “muğlak” olduğunu ve maddenin “yeniden yazılması”nı istediler. Bir kanun maddesinin içeriğinin bu kadar “yoruma açık olmaması” konusuna dikkat çektiler.

Sivil toplum örgütlerinin 301. madde ile ilgili eleştirilerini dinleyen Başbakan, “Ortak bir metin hazırlayın, bize getirin. Biz de yasa değişikliği olarak Meclis’e sevk edelim” diyerek bir kapıyı araladı. Toplantıda ivedilikle böyle bir metnin hazırlanması konusunda uzlaşma sağlandı. Şimdi toplantıya katılan 11 sivil toplum kuruluşu böyle bir metin hazırlama telâşındalar. Ancak edindiğimiz bilgilere göre, Başbakan’ın 14-15 Aralık’ta yapılacak liderler zirvesinden önce bunun alelacele yapılmaması isteniyor. “Sanki AB istedi de Türkiye yaptı” görüntüsü vermemek için, bu konuyu zamana yayma anlayışında olduğu söyleniyor.

* * *

Artık herkes 301. maddenin “her yöne çekilebilecek”, “her cümleye uygulanabilecek” bir madde olduğu görüşünde birleşiyor.

Ancak hükümet kanadında, STK’larla görüşmeden sonra maddeyi değiştirme konusunda adım atılacağı söylense de, yine de bir netlik olmadığı gözleniyor.

Başbakan Erdoğan bir taraftan yasada gereken tadilatı yapacaklarını belirtirken, diğer taraftan “Hükümetin bu konuda herhangi bir çalışması yok” diyor. Bir başka gün farklı bir şey söylüyor.

Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ve Devlet Bakanı Ali Babacan maddede düzenleme yapılabileceğini söylerken, Adalet Bakanı Cemil Çiçek farklı yönde konuşuyor.

Çiçek bu tartışma ilk başladığında, “301. madde, değişmez madde değildir. Ama 301. maddeyle ilgili tartışma siyaseten yapıldı, hukuken yapılmadı. Hukuken bir konu tartışılmayınca da o zaman buna karşı verilecek cevaplar da farklı oluyor” derken, şimdi, “Kim 301’den şey oluyorsa, bir Batı ülkesinden hemencecik bir ödül veriyorlar” diye olaya “farklı” bir boyut kazandırdı...

Ancak, 301. maddeden yargılanan Yazı İşleri Müdürümüz Faruk Çakır, şu ana kadar ne Avrupa Birliği’nden, ne de dünyanın her hangi bir ülkesinden herhangi bir ödül almadı… Onlarca, hatta yüzlerce kişi yargılandı, yargılanıyor, bir ikisi hariç diğerleri ödül almış değil.

Şimdi Çiçek’e sormak lâzım: Konu ödül almaksa, kendisi ödül almak istemez mi? Düşüncenin önünde büyük engel teşkil ettiği büyük bir kesim tarafından artık kabul edilen 301. maddenin kaldırılması veya değiştirilmesi yönünde çalışsın, özgür düşünen insanlar tarafından bir ödül verilecektir…

* * *

Burada hükümet yetkililerine Avrupa Parlamentosu milletvekili Cem Özdemir’in bir sözünü hatırlatmakta yarar görüyorum. “Fransa’nın Ermeni kararının ardından ibre Türkiye lehine döndü ve şu anda 301’i kaldıracak bir Türkiye, Fransa’ya büyük bir ifade özgürlüğü dersi verecek…”

Bu durumda yapılacak iş basittir. Madde değiştirilecek ve uygulamada oluşan çelişkilerin ortadan kaldırılması sağlanacak. Yapılacak değişiklikte, 301. madde düşünce ve ifade özgürlüğü üzerinde tehdit olmaktan çıkarılacak. Bunun için de hükümetin gereken iradeyi kararlılıkla ortaya koyması yeterli olacaktır. Bu yapıldığında da AB’ye uyum için yasalarını değiştiren Türkiye, “düşünceyi yargılayan ülke” imajından da kurtulacak…

İşte bu kadar…

11.11.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Mazlumun âh’ı



ABD seçimleri, beklendiği gibi Bush’un hezimeti ve Demokratların zaferiyle sonuçlandı. Cumhuriyetçiler, Kongre’deki üstünlüklerini Demokratlara kaptırdılar.

Bu tablo, Bush’un Beyaz Saray’da kalan iki yılının kolay geçmeyeceğini gösteriyor.

Hattâ, başkanlık seçimini kaybeden başkanın görevi yeni seçilene devretmesine kadarki birkaç aylık süre içinde bulunduğu konumu ifade için kullanılan “topal ördek” tabiri, Bush için iki sene önceden gündeme geldi.

Topal ördek durumundaki başkan, halefini bağlayacak şekilde yetkilerini kullanamıyor, icraat yapamıyor, köklü ve kalıcı kararlar alamıyor. Bu, yerleşik bir Amerikan geleneği.

Başkanlık seçimine daha iki sene varken Bush bu duruma düştü.

Çünkü Temsilciler Meclisinde ve Senato’da çoğunluğu kaybetti. Artık bütün kararlarını rakip partiye onaylatmak zorunda.

Seçim sonuçlarında öncelikle dikkat çeken hususlardan biri, katılım oranının düşüklüğü: yüzde 40.

Bu durum, genel anlamda Amerikan siyasî sisteminin geleceği açısından alarm zillerinin çalmaya devam ettiğinin yeni ve çarpıcı bir göstergesi. Seçmen kitlesinin yüzde 60’ı sandığa gitmiyor.

Oy kullanan yüzde 40’lık kesimin tercihinde belirleyici etkenler ise şöyle sıralanıyor:

İlk sırada Bush yönetiminin karıştığı yolsuzluk haberlerinden duyulan rahatsızlık yer alırken, ardından terörle mücadeledeki başarısızlık ve üçüncü sırada, uygulanan ekonomik politikaların yol açtığı hoşnutsuzluk geliyor. Irak’taki fiyasko ise dördüncü sırada.

Ancak bunları bir öncelik sıralamasına tâbi tutmak yerine, hepsini birbirine kuvvet vererek seçmenin tercihini tayin eden faktörler olarak değerlendirmek çok daha isabetli olur.

Zaten dikkat edilirse bu sebeplerin adeta “iç içe“ denebilecek derecede birbiriyle çok yakından irtibatlı olduğu hemen fark edilir.

Söz gelişi, yolsuzluk dosyalarında, yardımcısı Cheney başta olmak üzere Bush’a en yakın isimlerle bağlantılı şirketlerin Irak’taki ihalelerden aslan payını almalarıyla ilgili yoğun tartışmalar hatırı sayılır bir yer tutuyor.

Seçmenlerin terörle mücadeleyi başarısız bulmalarında, işgal öncesinde hiç değilse terör üretir bir ülke olmayan Irak’ın bilâhare tam bir terör batağına sürüklendiği tesbitinin hissesi herhalde hiç de az olmasa gerek.

Keza, ekonomik durumla ilgili rahatsızlık, Irak savaşına yüz milyarlarca dolar akıtılmasına ve üstelik tam bir fiyasko ile karşılaşılmasına duyulan tepkiyi de içermiyor mu?

Öte yandan, Cumhuriyetçilerin hezimetinde belirleyici faktörlerden biri olduğunda şüphe bulunmayan Katrina felâketi sonrasındaki yardım çalışmalarında gözlenen gecikme ve aksaklıklar dahi askerî uçakların Irak’a gönderilmiş olmasıyla açıklanmadı mı?

Neticeten, şunu söylemek yanlış olmaz:

Bush’un ve onu yönlendiren neocon çetelerin yaşadığı seçim hezimeti, Irak’ta, Filistin’de, Lübnan’da Amerikan ve İsrail bombalarıyla can veren, yaralanıp sakat kalan, gözyaşı döküp inleyen çaresiz mazlumların âh’ının tutmaya başladığının ilk habercisi...

11.11.2006

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Kurtlar Vadisi



Emniyet, “basın semineri”nde Kurtlar Vadisi’ne geç, ama ağır eleştiride bulundu.

Özetle: “Türk gençliğine en rezil mesaj verildi!” deniyor.

Kim bu sözleri söyleyen?

Polis Akademisi Öğretim Görevlisi Doç. İhsan Bal...

“Polis ve Medya” başlıklı seminerin devamında Bal, terörle mücadelenin halkı kazanmak için yapıldığını söyleyerek, “Önemli olan teröristi öldürmek değil, halkı kazanmaktır. Haklılığınızı medya vasıtasıyla halka anlatamazsanız ne işe yarar?” diyor.

Dahası, ABD film endüstrisinin, vermek istediği mesajları filmlerin arasına sıkıştırdığını da hatırlattı Bal.

Emniyet Genel Müdürlüğünce, düzenlenen “Medya Güvenlik Analisti Semineri”ne basın örgütleri ve bazı yazarlar tepki gösterdi ne hikmetse.

Halbuki “askerî” bir brifing olsaydı, “tepki” gösteren yazarlar bir adım bile kıpırdamazdı.

Demem o ki:

Her türlü eleştiriye rağmen, Kurtlar Vadisi’nin ruhu ekranlarda dolaşmaya devam ediyor.

Çünkü, Hacı, Sağır Oda, Kod Adı gibi dizilerde bu diziyi hatırlatan öylesine çok diyalog var ki... İzleyen “yahu Kurtlar Vadisi’nin bir benzeri bu sahneler” dedirtiyor.

Kurtlar Vadisi’ni öldürdünüz. Ama ruhu hâlâ ekranlarda dolaşıyor, bilesiniz.

RTÜK VE ÇOCUK

RTÜK yeni bir uygulama başlatmış. Duyurmadan edemeyeceğiz:

Çocuklara yönelik web sayfası hazırlıyormuş.

Kumanda’yı çocuklara verip, “eleştiri” yazdırıyor.

Ülkemizde günde ortalama üç saat televizyon izlendiği hesap edilirse, çocukların eleştirel yönünü ortaya çıkarıp, ona fırsat sunuyor RTÜK.

Dahası RTÜK, çocukların televizyon programlarıyla ilgili duygu ve düşüncelerini dile getirebilecekleri bir web sayfası hazırladı:

“www.rtukcocuk.org.tr”dan ulaşılabilir.

Önceki gün yayına giren web sayfasında çocukların hoşlanacağı oyunlar, fıkralar, bilmecelerin, ödevlerini hazırlarken yararlanabilecekleri bilgilerin yanı sıra, çocukların televizyon programlarıyla ilgili duygu ve düşüncelerini, beğeni, öneri ve eleştirilerini yazabilecekleri “Arkadaşım Televizyon” ve “TV Okuru” bölümleri de bulunuyor.

KİLİSEDE DÜĞÜN

Gazete sayfalarında, spor spikeri Burcu Esmersoy'un kilisede evlendiği haberleri dolaştı bir müddet.

Esmersoy, NTV’de hazırladığı spor haberleri ve “gaf”larıyla meşhur.

Tarihî hatalar yapanlar demek ki özel hayatında da hatalar yapabiliyor, tutuyor kilisede evlenebiliyor. (San Agostino Kilisesi, İtalya)

Bravo!

Neden?

Çünkü eşi “Ferrari” kökenli.. İtalyan.

Hanım kızımız, dinini değiştirmediğini ve değiştirmeyeceğini de “özellikle” vurguluyor...muş.

Yok fark etmez.

Sen önce kendi dinini iyice öğren... Mukaddesatının faziletini bil, yaşa... Ondan sonra nerede evlenirsen evlen!

FULL EKRAN

Full-ekran’da Avrupa Yakası oyuncuları TV eleştirmeni Cengiz Semercioğlu’nun konuğuydu (Habertürk).

Tolga Çevik (Sacit), DJ Yavuz (Sertaç) ve Vural Çelik (Kubilay)... Oyuncu Çevik, Amerika’da tiyatro eğitimi aldığını ama bu ülkede kendisine çok şey kazandırdığını anlattı.

Buraya kadar tamam.

Dikkatimi çeken nokta: Oyuncu Tolga Çevik’in konuşma tarzı. Orada kendisi değil, Yılmaz Erdoğan konuşuyordu. Konuşma tarzı, ses tonu, mimikleri... birebir Erdoğan’dı.

Ya onun etkisinde kaldı. Yahut kendisini ona mı benzetmeye çalışıyor, bilemem. Ama Çevik, program sonuna kadar fazlasıyla Erdoğan’dı, hatırlatalım.

11.11.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habip FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004