Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 26 Aralık 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Murat ÇETİN

2006 ile son sohbet



Az kaldı, sen de artık “geçen yıl” oluyorsun. Seneye bu zamanlar da “evvelki yıl” olmaya gün sayacaksın. Oysa daha geçen yıl “gelecek yıl”dın, hatta “yeni yıl”dın; ne çabuk eskidin.

Şimdi seni didik didik ediyorlar: Yılın “en”lerini sıralıyorlar. Yurtta ve dünyada 2006. Sporda 2006. Magazin dünyasında 2006. San’atta 2006. Politikada, diplomaside, parlamentoda 2006… Eski defterler açılacak. Kimisi yeni, kimisi unutulmuş, kimisinin altından nice sular geçmiş olaylar yeniden gündeme gelecek. Kimisi hüzünlü olacak, kimisi komik. Kimisi kızdıracak yeniden, kimisi tebessüm ettirecek. Kimisi “Burası Türkiye” dedirtecek, kimisi “Artık bazı şeyler değişmeli”… Gazeteler birkaç sayfasını böyle dolduracak, televizyonlar birkaç saatlerini böyle geçirecekler… Hayat akıp giderken, medyatik hafızamızı yoklayıp, yeni yıla dair, eski şeyler söyleyecekler…

Sadece gazeteciler mi? Her sigortalı da seni didik didik edecek. Ocaktan başlayıp Aralığa kadar her ne alındı, her ne harcandı ise bir bir karşılarına alacaklar. Gıdaları bir tarafa, sağlık harcamalarını bir tarafa koyacaklar. Arada deterjan almışlarsa, temizlik ürünleri için para harcamışlarsa onları buruşturup atacaklar. Unuttukları, akıllarından tamamen çıkan, o para nereye gittiydi diye düşünüp durdukları paranın aslında nereye gittiğini de bu vesileyle öğrenecekler. Her ne kadar geçmese de, araya mutlaka bir otobüs bileti karışacak. Bakıp bakıp, o yolculuğu düşünecek, belki gözlerinin önünden bir film şeridi gibi geçirecekler.

Eminim ki bunlar senin için yeni bilgi değildir. Nöbet değişimi sırasında, hani o Aralık sonu, Ocak başı gibi, ayak üstü konuşmuşsunuzdur bunları. “Böyle böyle oldu” demiştir, 2005. “Şunlara şunlara dikkat et” diye uyarmıştır. Belki öyle ayak üstü değil, bir kenara çekip, kulağını çekmiştir: “Sakın ha” demiştir, “O iyi dileklere kanma. Bol bol umut dolu sözler söyleyecekler. Ama inandıkları için değil, sırf söylemiş olmak için. Sırf mikrofon uzatıldı diye. İçten gelmeyen neyden hayır gelir ki… Eğer umut etmek istiyorsan, onlara bakma. Hayatta tesadüflere yer yok. Her şeyde bir hayır var, buna inan yeter.” Sen de saygıyla başını sallamış ve “Eyvallah” demişsindir muhtemelen.

Ve aynı şeyleri şimdi 2007 ile de konuşacaksındır. “Biz bunları çok duyduk” diyeceksindir. Tecrübe sinmiş gülümsemeni de eksik etmeyeceksindir.

Ama belki de o kadar büyütmemişsinizdir. Dünya bunu hep yapıyor, güneşin etrafında sürekli dönüyor. “Bir tur daha bitti, alt tarafı” diyorsunuz belki. “Sanki hiç biten bir tur görmedik” diye de ekliyorsunuzdur. “Şu insanlara bak hele, ne garip” diye de gülüşüyorsunuzdur, “Nedir bu curcuna, bu telâş.”

Ne diyeyim, haklısınız…

26.12.2006

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

İsimler ve diziler



Bir okuyucumuz, ilginç bir mail göndermiş.

Bunu sizinle paylaşmak istiyorum:

“Sayın yetkili;

“% 99’u Müslüman olan memleketimizde Müslüman kesimin zihninde dinî bir anlam ifade eden kutsal isimlerin tüm Türkiye’nin seyrettiği dizilerde küçük büyük herkesin beynine kötü imajlar kullanılarak gerçek mânâları dışında kötü bir biçimde yerleştirilmektedir. Bunun tesadüf olduğunu söylemek saflık olur. Bu dizilerin yapımcıları ve arkalarındaki güçler yetkililerce incelenmelidir. Bu şekildeki farklı dizilerin birçoğunun yayınlandığı kanalın ortak adresinin ATV oluşu da dikkate değerdir.

“Gafur: Kelime anlamı olarak, bağışlamada, merhamette sınır tanımayan anlamına gelmekte olup Allah’ın 99 isminden biridir. Çarşamba günleri ATV’de yayınlanan Avrupa Yakası dizisinde psikopat, elinde bıçakla dolaşan, kendisinden her türlü kötülük beklenebilen, cinsel sapkınlıklar sergileyen, özürlü giyinen, komşunun karısına göz dikmiş tipleme.

“Burhan: Sağlam delil mânâsına gelmekte olup Kur’ân-ı Kerim’in isimlerinden biridir. Avrupa Yakası dizisinde ise psikopat, aptal, cinsel sapkınlıklar sergileyen, dedikoducu, salak tiplerden birinin adı.

“Tacettin: Dinin tacı anlamına gelmekte olup Avrupa Yakası dizisinde en şapşal, salak, beyinsiz, herkesin arkasından dalga geçtiği, kolay işletilebilen cahil karakterin adı.

“Aziz: En yüce, en üstün anlamına gelmekte olup Allah’ın 99 isminden biridir. Aziz isimli karakter ise ATV’de yayınlanan Beyaz Gelincik dizisinde kadın pazarlayan, psikopat, katil, başkasının karısına göz dikmiş, aşağılık dizi karakterinin adı…

“Kadir: Her şeye gücü yeten mânâsına gelmekte olup Allah’ın 99 isminden biridir. ATV’de yayınlanan En Son Babalar Duyar adlı dizide sahtekâr, yalancı, para için her türlü dalavereyi çevirebilen başrol oyuncusu…

“Amil: Amel eden, ibadet eden, iş ve aksiyon sahibi anlamına gelmekte olup Peygamberimiz’in isimleri arasında yer almaktadır. Hayat Bilgisi adlı dizide ise aklı fikri para, sahtekâr, yalancı bir okul müdürünü canlandırmaktadır.

“Mennan: Çok ihsan eden, lütufta bulunan anlamına gelmekte olup Allah’ın 99 isminden biridir. Hayat Bilgisi adlı dizide ise üçkâğıtçı, düzenbaz, uyanık, yalancı, ikiyüzlü okul hizmetlisinin adıdır. Dizide, müdür, “Mennan gel lan buraya hayvan” demekte, Allah’ın bu güzel isminin böyle aşağılayıcı bir cümlede kullanılması kesinlikle kabul edilebilir değildir.

“Bu isimler toplumumuzda “Allah’ın kulu” mânâsına gelen Abdülkadir, Abdülmennan, Abdülaziz şeklinde kullanılırken veya kullanılması gerekirken bu dizilerde Abdül kısmının çıkarılıp direkt olarak Allah’ın 99 isminden biri olarak kullanılmaktadır. Dizilerde öne çıkarılan, imrendirilen isimlerin neden yukarıda bahsedilen isimler gibi olmadığı da bir başka soru işaretini aklımıza getirmektedir.

“Bu milletin başına ne geldi ise, bananecilikten geldi. Dilerim sizler milletine ve değerlerine sahip çıkanlardan olursunuz. Saygılar.”

Bu yazıyı gönderen okuyucumuz sadece bize değil, RTÜK’e de göndererek bilgilendirmiş.

Hassasiyeti için teşekkür.

26.12.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Yerli yeniliğin adresi Kayseri



Kayseri, millî ve manevî değerlerine bağlı kalarak örf ve âdetlerini koruyan, bununla birlikte modern toplumun ihtiyaçlarını karşılayacak süreçleri yaşayan, sanayileşen ve refah düzeyini arttıran bir modelin olabileceğine en iyi örnek niteliğindedir.

Anadolu insanı, Birinci Dünya Savaşı sonrası imparatorluk yıkımı altında fakirlik, kıtlık ve yeni kurulan Türkiye’nin zorlukları karşısında maneviyatını yitirmeden azimle çalışıp bu günlere geldi.

Kalkınmanın dinamosu hüviyetinde üç büyük şehrimizin dışında Bursa, Kayseri, Adana, Kocaeli, Konya, Gaziantep gibi öncü ve çevresini besleyen bölge lideri illerden bahsedebiliriz. Bunlara Denizli, Eskişehir, Manisa illerini de katabiliriz.

Üreten şehir olmanın yanı sıra, geleneği ve geleceği beraber yaşatacak dengeli büyüme, ülkemiz insanını daha fazla mutlu eder. Kültür ve sanayi, din ve kalkınma, emek ve üretim, yerel ve evrensel denklemlerin beraberce düşünüldüğü modeller artık önümüzü açmaktadır.

Kayseri ve benzeri sanayi şehirlerini gördüğümde ve gelişmelerini izlediğimde her defasında heyecanlanırım. İnsanımızın, bir dönemin meşhur tabiri olan “makus talihini” yenmesi ve işine, eşine, aşına sahip bir rahatlamanın sonuçları gözlerimin önüne gelir. Çocuklarına maddî-manevî yatırım yapmanın huzurunu netice veren böyle bir toplum, daha vakur bir şekilde demokratik sisteme ilgi duyar ve sahip çıkar.

Ticaretiyle, hesap-kitap ve pazarlık hassasiyetiyle haklı bir şöhretten günümüze yansıyan modern işletmeciliğe geçmiş bir Kayseri var. Rekabette güçlü, üretimde iddialı ve Ankara-Brüksel hattında hedeflenen ülke profiline, kalkınma standartlarıyla yerli yeniliği başaran ve bir arada tutan Kayseri, bir kategoridir.

***

Eski çağlarda, deve kervanlarıyla tüccarların geçtiği büyük merkezlerden biriydi Kayseri. Batıdan gelenler, İran, Orta Asya ve Çin’e Anadolu’dan geçerken, Kayseri’ye uğrarlardı.

O günün tarihi izleri, kendini bugünde yaşatıyor. Kayseri ticaretin merkezi olma vasfını koruyor. Çekirdekten yetişiyor. Gelenekten “yığın yapmayı” öğreniyor. Tasarrufla tanışıyor. Çalışmayı yeğliyor ve gelir odaklı bir tırmanışın serüvenine dahil oluyor.

Kayserililerin aldığı eğitimler, diploma ve proje bilimi, içlerindeki gen modern anlamda ve rekabetçi şartlarda girişimciliğe entelektüel boyut katıyor.

Türkiye’nin hatırı sayılır sanayi kuruluşlarına sahip, Anadolu olmak ve dolu ana kadar verici, üretken ve kazanan iş adamı olmak; Kayseri’yi farklılaştırıyor.

***

Sohbet ettiğimiz 30 yıllık bir sanayicimiz, başarısı ile övünürken, çocuklarına üniversite eğitimleri yerine ticaret eğitimleri aldırdığını, iki lisan öğrettiğini ve hayatı doğru okumalarını bu şekilde sağladığını söylerken, diplomalı kariyerin üretime tekabül etmeyen mantığını sorguluyordu.

İşletme kültürünü oturtmuş bir restorandayız. Restoran sahibi standartlarını akredite etmiş ve hijyenik titizliğini gıda mühendisi kontrolünde sistemleştirmiş. 47 yılını geride bırakmış bir kurum haline gelmiş. Eğitime, yenilenmeye ve yeni yaklaşımlara oldukça ilgi duyuyor.

***

Kayseri’de “Sistem ve Yenilenme” ile ilgili gün boyu verdiğimiz eğitimlerde, yapacağı işin çerçevesini kavramaya özen gösteren, anlayarak yol almaktan yana ve çalışmaya hevesli bir iklim farkı yaşadık. Gençlerin uyum ve hareket kabiliyetlerini bir arada tutan kıvamları ise ayrı bir ahenkti.

***

Mevlânâ’nın babası Bahaeddin Veled’in talebesi Seyyit Burhanettin Hazretleri de burada medfun. Konya’dan aldığı irşatla Kayseri’ye gelen, aynı zamanda Mevlânâ’nın da hocası olan Seyyit Burhanettin, manevî bir imza olarak Konya-Kayseri buluşmasına manevî bir bağ ve ağ örüyor.

Kayseri, Anadolu’nun tam ortasında pazarını büyüterek gelişiyor ve geliştiriyor.

Bu vesileyle bizi yalnız bırakmayan kadim dostlara şükranlarımı sunuyorum.

26.12.2006

E-Posta: [email protected]




Hasan YÜKSELTEN

Cinsel terör



Bir anlamda âhirzamanın dehşetini yaşadığımız günümüz dünyasında, hayatımıza baktığımızda genel bir cinsellik imtihanının kuşatması altında olduğumuz hepimizin malûmudur. Pek çok basın yayın organında nefsin hoşuna giden, ama ahlâken insânî değerleri sukut ettiren birçok görüntü ve haber gözümüzün içine sokulurcasına gösterilmektedir. Kur’ân’ın “Onlar, Allah’ı bırakıp ancak dişilere tapıyorlar. Hâlbuki (aslında) azgın bir şeytana tapmaktadırlar”1 âyetinde belirtildiği gibi günümüzde de birçok insan cinsel duygularının esiri olarak Allah’a kul olmaktan uzaklaşmaktadır maalesef. Yunan mitolojisindeki tanrıların da hep dişil karakterler, yani tanrıçalar olmaları da bu âyetin mânâsını doğrulayan ilginç bir durumdur. Eskinin Yunan mitolojisinin günümüz versiyonu olan, bir kısım bozuk taife de benzer bir tahribâtın öncülüğünü yapmaktadır günümüzde.

Hani kendi yaptıklarının yanlış olduğunu bildikleri halde Hz. Lut’un uyarıları karşısında, kavminin Hz. Lut’a, “Lut ailesini şehrinizden sürüp çıkarın. Onlar temiz kalmak isteyen insanlarmış”2 demesi gibi, günümüzde de birilerinin hâlen temiz kalmış olmasından rahatsız olan, onların temizliklerini örnek alıp temiz olmak yerine kendi kirliliklerini başkalarına da bulaştırmaya çalışan bir taife ‘Herkes bizim gibi kirli olsun’ anlayışındadır.

Kadın çıplaklığının pazarlanması Türkiye’de ilk kez 1948 yılında Hürriyet gazetesiyle basına girmiş. O günden bugüne genel mânâda görsel ve yazılı basında bunun dozajının sürekli arttırılarak kullanıldığı bilinen bir vakıadır. Ancak son zamanlarda benim dikkatimi başka bir şey çekti. Bir müddettir tahmin edebileceğiniz belli gazetelerin manşetlerinde ve TV kanallarının ana haber bültenlerinde hep cinsel sapıklıklarla ilgili haberler çıkmaya başladı. Şimdiye kadar yaptıkları tahribât birileri için yeterli gelmemiş olacak ki artık sapık cinsel ilişkileri ön plana çıkartmaya başladılar. İnsanların midelerini bulandıran, insanlığından utanmasını netice veren bu haberlerle farkında olmadan topluma bir kanalizasyon kültürü aşılanıyor aslında.

Bediüzzaman ‘Batılı tasvir, sâfî zihinleri idlaldir’ der. Dünyadaki kötülükleri, sapıklıkları gösterip insanların duygularını köreltmek yerine iyilikleri ve güzel ahlâkı gösterip insaniyetini yüceltmek olmalıdır yapılması gereken. İnsanın dünyadaki bütün kötülükleri duyması ve bilmesi gibi bir zorunluluğu yoktur. Hele ki milyonda bir bile olmayan, belki haber değeri bile taşımayan, belki de gerçekte hiç olmamış uydurma bir olayı, bütün insanların gözünün içine sokmak, habercilik yapmaktan çok başka maksatlara hizmet ediyor kanaatindeyim. Zira sapıklık dozajı özellikle arttırılarak sunulan bu haberlerde sözde suçlular eleştirilirken, aslında o tür suçların normalleştirilmesi gibi bir mânâ da çıkıyor ortaya. Haberin muhtevasından ziyade sunuş şekli, sapık ilişkileri teşvik edercesine özellik taşıyor. Hiçbir zaman o tür sapıklıkları aklına getirmeyen insanların kafasında, ‘Demek ki bu da olabiliyormuş, bunlar da yaşanabilir şeylermiş’ gibi, sapık ilişkilerin sıradanlaştırılması, normalleştirilmesi süreçlerine hizmet ediliyor. Ve belli bir zaman sonra bu ilişkiler insanlara normal gelmeye başlıyor. On yıl önce insanların duymaktan utandıkları meselelerin bugün gazetelerde, televizyonlarda herkes tarafından çok normal bir şeymiş gibi okunması, seyredilmesi bu tahribâtın sonuçlarını göstermesi açısından önemli bir noktadır bence.

Bizler geniş dairedeki bu tür tahribâtı engelleme imkânına sahip değiliz belki, ama bu tür haberlerin kendi hayatımıza girmesini, kendi psikolojimizi bozmasını, ahlâkımızı tahrip etmesini engelleme imkânına sahibiz. Meselâ bizler TV seyretmek zorunda değiliz, sözde büyük gazeteleri okumak zorunda da değiliz. Sözde gazete yayınladıklarını iddiâ eden, ama haberden çok müstehcen resimler yayınlayan, o resimlerin yanına konan ve haber diye yazılan zoraki satırlarda da sapık ilişkilerden bahseden kâğıt parçalarına bizim ne ihtiyacımız olabilir ki? Toplumun kendi değerlerini aşağılayan, tahrip eden, namus ve ahlâk düşmanlığı yapan ve adeta bir cinsellik terörü uygulayan bu yayınlara, haysiyetimizle, tavrımızla, yorumlarımızla katılmadığımızı, onlar gibi düşünmediğimizi hissettirmemiz gerekmektedir. İnsanların ulvî duygularını öldürmek, ahlâkını tahrip etmek de bir nev'î terördür. Hem de fani hayatlardan öte, ebedî hayatları söndüren çok tehlikeli bir terördür. Bu teröre karşı özellikle dindar camianın her zamankinden daha çok dikkatli ve uyanık olması mutlak bir zorunluluk olsa gerek. Her türlü ahlâkî tahribatın ve günahların alabildiğine yayıldığı bir zamanda bizlere düşen en öncelikli vazife; takvayı esas tutmak, imânî hakikatleri daha çok okumak ve anlamaya çalışmaktır. Zira tahribâtın şiddetine karşı ancak bu şekilde ayakta kalınabilir.

Dipnotlar:

1- Nisa Sûresi, s. 117,

2- Neml Sûresi, s. 56.

26.12.2006

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Şirketlere ‘çevre’ hizası



Yanlışta ısrar edildikçe insanlık kaybetti ve tükenme noktasına gelindi. Günümüzde ‘çevreci olmak’ artık itibarlı bir durum.

İngiltere’de yapılan bir şirket içi ankette, çalışanların yüzde 78’i, bir yıl önceye göre daha çevreci olduğunu söylemiş. Fujitsu Siemens, bu politikalara uygun olarak binasında üç ayrı ‘dönüşüm merkezi’ kurmuş. Ofislerin dışında, isteyen çalışanlar evlerindeki kâğıt, pil gibi atıkları şirkete getiriyor ve burada uygun bir şekilde değerlendiriyormuş. (Bu arada, gazetemizin servis şoförü Ali Kölemen’in, yıllardan beri ‘atık pil’lerimizi toplayıp hepimize çevrecilik dersi verdiğini hatırlatalım...)

Bu sayede Avrupa’daki çevre dostu şirketlerin sayısı hızla artmış. Çünkü çevreci olmamak utanılacak bir şey olarak görülüyor ve tüketiciler nezdinde şirketlerin imajlarına ciddi zarar veriyormuş. (Hürriyet, İK eki, 10 Aralık 2006)

İnşallah Türkiye’de de çevre dostu şirket sayısında artış olur. Çünkü, gerçek anlamda ‘çevre dostu’ olabilmek için en önce ‘insan dostu’ olmak ve ‘hak, hukuk’a dikkat etmek gerekir. “İnsan hakkı”na saygısı olmayanın “çevre”ye saygısı olabilir mi?

*

23 yıllık ‘yanlış’

Danıştay İdare Daireleri Kurulu, Adalet Bakanlığının hakim-savcı alımlarındaki yetkisini, anayasaya aykırı olduğu gerekçesiyle beş ay boyunca durdurmuş. (Nokta, 14-20 Aralık 2006)

Dergiye göre hakim ve savcılar 23 yıldır aynı metodla işe alınıyormuş, ama bu ‘yanlış’lık yıllar sonra farkedilmiş. Yeni hakim alım metoduna “5 ay sonra” karar verilecek olması da tesadüf değilmiş: Nisan 2007’de cumhurbaşkanı seçimi var. Bu işlere, yeni cumhurbaşkanı döneminde karar verilecek.

Ne diyelim, hayırlısı olsun...

*

Kaynak’ın merakı

Eski istihbaratçı Prof. Dr. Mahir Kaynak, 28 Şubat süreciyle ilgili bir ‘merak’ını şöyle dile getirmiş: “28 Şubat sürecinin, benim için karanlık tek noktası kaldı: Erbakan’ın gelişmeleri fark etmesi gerekirdi, ama adeta hız kazanmasını sağlayacak davranışlar sergiledi. O da bu büyük oyunun içinde miydi? Bilemiyorum...” (Nokta, 14-20 Aralık 2006)

Bilen varsa söylesin...

*

Tesadüf yok

“Dr. Kuantum” olarak anılan ve bu konuda 11 kitap yazan Prof. Fred Alan Wolf, “Neden dünya denen bu gezegendeyiz ve ne yapmamız gerekiyor?” sorusuna şu cevabı vermiş: “Dünyadaki yerinizi merak ediyorsanız, kuantum fiziği size şunu anlatabilir: Dünyadaki hiçbir olay diğerinden bağımsız değil. Dünyadaki varlığınızın da bir sebebi var. Tesadüfen dünyaya gelmediniz.” (Hürriyet, Pazar eki, 10 Aralık 2006)

Dr. Wolf, ‘kader’le ilgi bir soru üzerine de şöyle konuşmuş: “Kendimizle ilgili bir şey yaparken aslında dünyanın bütününü etkilediğimizi unutmamalıyız. Dolayısıyla bizim için iyi olan, bütün için iyi değildir ve o zaman (bu istek) gerçekleşmez.”

*

Bir resim altı yazısı

Bir dergide yer alan ‘resim altı yazı,’ Türkiye’de yaşayan gençler için bir mânâ ifade etmese de ‘ihtiyar’lara bir şeyler hatırlatabilir: “Madagaskar, dünyanın en yoksul ülkelerinden biri. Buna karşılık Devlet Başkanı Ravalomanana’nın milyonlarca dolarlık bir servete sahip olduğu söyleniyor. Yoksullara ise birbirlerinin bitlerini ayıklamak düşüyor.”

Dedelerimizden, babalarımızdan dinlediğimiz kadarıyla; bir dönem Türkiye de ‘bit’ ayıklayan çok olmuş...

26.12.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Nalıncı keseri



Başbakanın Penguen dergisine açtığı dâvâyı “Tazminat hakkı, ifade özgürlüğüne karşı silâh olarak kullanılamaz” şeklinde özetlenebilecek bir gerekçeyle reddeden Ankara 1. Asliye Hukuk Mahkemesi için, “Aktulga ailesince bize açılan dâvâya baksaydı acaba ne karar verirdi?” diye sormuştuk.

Bu sualimizin yayınlandığı gün, aynı mahkemenin yeni bir kararından haberdar olduk.

Bu kararında mahkeme, dört yıl önce Erdoğan’ın milletvekili adaylığının yargı kararıyla engellenmesini “yargının siyasallaşması” olarak eleştirdiği için Meclis Başkanına açılan bir dâvâda Arınç’ı ve onunla birlikte, sözlerini yayınlayan gazeteyi tazminata mahkûm etmiş.

Dâvâyı, Erdoğan’la ilgili kararda imzası bulunan Yargıtay 8. Ceza Dairesi üyelerinden biri açmış.

Ve Ankara 1. Asliye Hukuk Mahkemesi, aradan dört yılı aşkın bir zaman geçtikten sonra verdiği kararda Arınç’ı ve Türkiye gazetesini, yasal faiziyle birlikte tazminat ödemeye mahkûm etmiş.

Kararın gerekçesi henüz belli değil. Ama muhtemelen, Arınç’ın Erdoğan hakkındaki kararı “yargının siyasallaşması” olarak eleştiren sözleri ve bu beyanın gazetede “Siyasî dâvâya hukukî kılıf giydirildi” başlığıyla yayınlanması, “kişilik haklarına saldırı” olarak vasıflandırılacak.

Böylece hukukun “nalıncı keseri” gibi hep belli bir tarafa doğru yontulmak istendiği yönündeki izlenim biraz daha güçlenecek.

Karar, siyasetçinin yargıya yönelik genel bir eleştirisini “kişi haklarına saldırı” olarak niteleyip mahkûm ederken, siyasetçiye yönelik incitici, hattâ alaycı eleştirileri dahi hakaret saymayıp ifade özgürlüğü kapsamında gören anlayışın yeni bir örneğini oluşturuyor.

Penguen dergisine gösterilen engin hoşgörünün Türkiye gazetesinden esirgenmiş olması da, zihinlerdeki çifte standart kuşkusunu ayrı bir boyutuyla takviye eder nitelikte.

Bu durumda, söz konusu mahkeme için sorduğumuz sualin cevabını dolaylı şekilde almış oluyoruz: Bizim dâvâ oraya da gitmiş olsaydı, herhalde çok büyük ihtimalle sonuç değişmeyecekti.

Çünkü hayli derinlere nüfuz eden köklü bir zihniyetle karşı karşıyayız. O zihniyet ve yaklaşım sistemin tamamında etkin olduğu için herhangi bir dâvânın şu veya bu mahkemede görülmesi, verilecek kararı pek değiştirmiyor.

Tam da bu önemli tartışmanın devam ettiği bir ortamda Yargıtay Başkanının yargı muhabirleriyle bir araya gelerek yaptığı değerlendirmeler ise son derece dikkat çekici ve düşündürücü.

Yargıtay’ın iş yükünün ağır olduğunu belirten Başkan Osman Arslan, geçen yıl mahkemenin 518 bin 881 karar verdiğini söylüyor.

Ve sözlerini şöyle sürdürüyor:

“Yerel mahkemeler yüzde 100 doğru karar verselerdi, Yargıtay’a gerek yoktu. Yargıtay da hata yapabilir. Günde 2500’den fazla karar çıkıyor...” (21 Aralık 2006 tarihli gazeteler.)

Yargıtay’ın da hata yapabileceğinin bizzat Başkanı tarafından ikrar edilmesi önemli. Ama bu hataların iş yoğunluğundan mı, yoksa söz konusu zihniyetten mi kaynaklandığı tartışılmalı.

Arslan’ın “Yargı devleti değil, bireyi korumak için var” sözünün fiiliyattaki geçerliliği ile, “Hangi bireyleri korumak için?” sorusu da...

26.12.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

İslâm sosyalizmi çarpıklığı



İslâmiyeti anlama konusunda bir arızalı kesim var. Zaman zaman bu hastalıkları depreşir.

İslâmın arkasına bir şeyler ilâve etme gereği duyuyorlar. Samimiyetlerinin ölçüsü nedir bilemeyiz. Çünkü bunu ölçebilecek ne bir âlet var, ne de bu konuda kimsenin yetkisi.

Bir dönemler, Türk-İslâm sentezcileri pek bir modaydı.

“Türk gibi Müslüman.” Ya da İslâmiyetin Türk versiyonu.

Neredeyse Peygamberimizin Arap olmasını içlerine sindirmekte zorlanır bir tarafları vardı.

“Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman” bir zamanların moda sloganıydı.

İslâmiyete büyük hizmetler etmiş ve gelecekte de edecek İslâmın kahraman bir evlâdı; Türk milleti. Zaten Müslüman olmayan Türk de kalmıyor. Türk kelimesi aynı zamanda Müslümanı temsil ediyor. Ama onun ötesinde İslâmiyetin kendi eksiğini Türklükle kapatacak bir durumu yok. Türklük ne kadar Müslümansa, o kadar şerefli olur. Onun ötesinde İslâmiyeti bir yerlere çekmenin anlamı yoktur. Olmadı da zaten.

Bir başka kesim ise, ikide bir İslâmiyeti götürüp, Marks’ın, Lenin’in, Engels’in sosyalizmine yamama derdine düştü. Bunlar huzursuz Müslümanlar. Kendilerince, İslâmı temsil gibi bir ehliyete sahipler. Sanki İslâmı temsil etmenin tapusunu almışlar. Ama sadece İslâmiyetle yetinmek onları tatmin etmiyor.

Cenâb-ı Hakkın gönderdiği Kur’ân, 1400 yıldır hükmünü icra eden İslâmiyet ve şu kâinat yüzü suyu hürmetine yaratılan Hazret-i Peygamberin hükümleri sanki eksik kalıyor, peşine Marks’ın tefessüh etmiş ilkelerini ekliyorlar.

Geçmişleri Milli Görüşe dayanıyor.

Yıllarca, İslâm adına siyaset olmaz diye bağıranları, türlü çeşitli sıfatlarla tesmiye ettiler. Bir ara kafalarını duvara vurunca kalktılar, bu işin yanlış olduğunu anlar gibi oldular, ama bu durum geçici bir şuurlanma gibi gözüktü, sonra tekrar huzursuz hallerine döndüler.

Bunların çok etkilendiği Nasır’ın Arap sosyalizmi ya da Ali Şeriati’nin öğretilerinin ülkelerini ve İslâm toplumlarını getirdikleri nokta ortada.

Şimdi yıllar sonra demode olmuş bu kavramlardan medet ummak kime ne yarar sağlar?

İslâmiyeti bir kulluk şekli olarak değil, sadece siyasî mücadele aracı olarak gören bir kültürden gelenler, 40’lı 50’li yaşlarında insan hakları ve özgürlükler gibi kavramlarla tanışınca, bunları solun malı olarak görüyorlar.

Belki onları yanıltan nokta şu olabilir. Türkiye’de dindarlık ile sağcılık çok iç içe girmiş durumda. Sağ siyasetin devlet yanlısı tutumu ve başörtüsü konusu hariç, insan hakları ve özgürlüklerini savunmayı devlet düşmanlığı olarak gören geleneksel yüzü nedeniyle bu değerler sol siyasetin malzemesi gibi gözüküyor.

Bu konularda duyarlı olmak için mutlaka sol referansa ihtiyaç yok. İslâmiyet, insanlığa bakan binlerce vechesi olan bir din. Bu konuda daha duyarlı olan kesimler, İslâmiyetin bu yönlerini ön plana çıkarırlar. Fıtratı icabı bu tür değerlere hassasiyeti olanlar da gayretlerini bu yapılanmanın etrafında ve Kur’an, Sünnet, İcma-i Ümmet referansları ile birlikte yürütür ve geliştirir. Bu hakikatlerin Müslümanların hayatında,devlet yönetiminde ne tür kurumlar ve düzenlemeler aracılığıyla yer alabileceği konusunda akademik ve idari yönden çalışmalar yapılır.

Kur’ân, Sünnet ve İcma-i Ümmet yerine Marks ya da Lenin referansını koyacak halimiz yoktur.

Hem pratikte de sosyalizmin Stalin tarzının mı, Troçkist yanının mı, yoksa Avrupa sosyal demokratlarının mı, üçüncü yolcuların mı referans alınacağı belli değil.

Ertuğrul Günay insan hak ve özgürlükleri konusunda parlak bir geçmişe sahip bir siyasetçi olmanın ötesinde saygın bir isim. Geçmişi ya da dünya görüşü İslâma saygılı bir sosyalist olmasını gerektirebilir. Ya da Mehmet Bekâroğlu üniversitede maruz kaldığı haksızlığa karşı insan hakları mücadelesini verip gelmiş bir eski milletvekili.

Kişisel dünyalarını şekillendiren değerlere hiçbir şey diyemem. Haddime de düşmez. Ancak onlardan tek bir ricam var. Lütfen siyasî ikbaliniz uğruna İslâmı sosyalizme kurban vermeyin.

İslâm gibi; siyasî görüşleri ne olursa olsun, etnik kökenlerinde ne yazarsa yazsın, bu milleti bir arada tutan elmas kıymetindeki bir değeri, bir dönem daha milletvekili olmak gibi süflî bir sandık hesabına âlet etmeyin.

Hareketinize ne derseniz deyin, ama Millî Nizam’dan başlayarak Milli Görüş zihniyetinin İslâm dininin siyasî emellerine âlet etmesinin dinimize verdiği zararlar ortadayken bir de sizler kalkıp, Hazret-i Muhammed’in getirdiği mukaddes dini, Marks ve Lenin’in kokuşmuş sosyalizmine bulaştırmayın.

Samimiyetinize inanarak, Arafat’ta “Lebbeyk Alla Hümme Lebbeyk” diye tekbir getiren milyonlarca hacı adına sizden istirham ediyorum.

Nişantaşı kafelerinde Haşmet’i bekleyenlere değil, elbette ki, tutarlı bir çizgileri olduğu için Ertuğrul Günay ile Mehmet Bekâroğlu’na yapıyorum bu çağrıyı.

Ayrıca Bekâroğlu’nun Milliyet gazetesinde Derya Sazak’la yaptığı söyleşide, Müslüman sol bir partinin kendi söylemleri olmadığını, bunun medyanın bir fantezisi olduğunu belirtmesi bu açıdan ümit verici bir gelişme.

Bekâroğlu ayrıca Müslüman-sol kavramını da doğru bulmadığını belirtiyor. Ancak bunun daha gür bir sesle dillendirilmesi gerekiyor. Kendilerinin doğrulamadıkları bir tezle anılmak onların da hoşuna gitmez elbette ki. Madem rahatsızlar, yanlış da olsa bu imajı silmek için daha çok çaba sarf etmeleri gerekecek.

26.12.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Benediktus-Bardakoğlu



16’ncı Benediktus’un yüzüne bakanlar onda hemen bir eksiklik bulunduğunu fark ediyor ve sezinliyorlardı. Buldukları eksiklik ise, ilmî yönünün ve akademik geçmişinin ruhaniliğine ağır basmasıydı. İlmî yönü ruhanî yönünü bastırıyordu. Dengeden ziyade yönlerden birinin öne çıktığı ve baskın çıktığı malûl bir durum. Bu anlamda selefiyle tam aksi istikametleri ve karşı kutupları temsil ediyorlardı.

16’ncı Benediktus’un kilise ilahiyatına vakıf ve hakim olduğunu kimse inkâr ve şüphe etmiyor. Bu husustaki yed-i tulası (derinliği) malûm ve müsellem bir mesele. Selefi II. John Paul’un özelliği ise daha başkaydı. Özellikle yaşlılık döneminde olgunlaşmış ve kemale ermişti. Kemal çizgisini temsil ediyordu. Karakteristik özellikleri (melamih) ve çizgileri olgunluğunun ve kemalinin işaretleriydi. Halbuki ilmî konularda halefi kadar derin olmadığı biliniyordu. Akademik çevrelerde pek tanınmıyordu. Buna mukabil, hizmet yönüyle halkla daha fazla kaynaşmış ve bu da onun ruhaniliğini artırmıştı. 16’ncı Benediktus kilise doktrinini tahkim ederek kilisenin zayıflayan zeminini tahkim etmeye çalışıyordu. Selefi ise halka inerek ve onlarda his, ve ruhî neşveyi yeniden canlandırarak bunu yapmaya çalışıyordu. İkisinin tarzları farklı. Birisi mutasavvıf ve keşiş diğeri ise mütekellim ve papaz görüntüsünde. Kal dilindense hal dili elbette kitleler üzerinde daha etkili.

Tabiî sadece ruhanî ayak üzerine giden bir hareket de çabuk yozlaştırılabilir ve sulandırılabilir. Bu itibarla, ikisinin de zayıf noktaları var. Akademik çevrelerden gelenler ise ister istemez bu dünyanın mesafesini ve kuru ve soğuk yüzünü üzerlerinde taşıyor ve temsil ediyorlar. Bu anlamda 16’ncı Benediktus ilmî ve akademik boyutu temsil ederken manevî ve ahlâkî boyutu pek temsil ettiği söylenemez. Selefi ise bu alanda maharet sahibi idi. İlmî boyutu ahlâkî boyutun tamamlamaması insan üzerinde bir iğretilik ve çiğlik meydana getiriyor. Cemal ile celâl, ahlâk ile ilim buluştuklarında kemal tecelli eder. İnsan-ı kâmil zuhur eder.

***

Bu noktada Diyanet İşleri Başkanı Bardakoğlu tam da ağırladığı 16’ncı Benediktus’un durumunu andırıyor. O da akademik bir arka plandan ve ilmî bir camiadan geliyor. Dolayısıyla temsil ettiği kurumun ilmî ve akademik özelliğini az-çok yansıtıyor. Ama onda da bir temsilî eksiklik göze çarpıyor veya batıyor. Bu da 16’ncı Benediktus’ta eksik olan boyuttur. Manevî yönü hakkında konuşmak bize düşmese de algılanması noktasında fikirlerimizi söyleyebiliriz. En azından resmî ve ilmî görüntüsü manevî görüntüsünü bastırıyor veya ona baskın çıkıyor.

Gerçekten de kemal çizgisini temsil etmek kolay değil. Bununla birlikte diyanet, akademik bir kurumdan ziyade hizmet mahallidir. Hizmet kurumudur. Dolayısıyla oraya ilâhiyat fakültelerinin havası değil, hizmet verdiği camilerin ve mescidlerin ruhanî ve feyizli havası ve iklimi daha fazla yansımalıdır. Orada bulunan insan ilmî yanıyla birlikte, hizmet alanı olarak mihrap ve minberi de temsil etmelidir.

Elbette bizim burada Bardakoğlu’na şahsen bir sözümüz yok. Sadece ideal noktayı tasvir ediyoruz. Bugün şeyhlik makamına gelmiş öyle gençler var ki ne mihraba, ne de minbere yakışıyorlar, ama çevrelerinde şeyh olarak tanınıyorlar. Bu da yanlıştır. Denklemin yeniden oturtulması ve yeniden sağlanması gerekir. Hizmet özelliğinden dolayı Diyanet sadece tek boyutla aklî veya ilmî boyutla gitmez. Buna bir de hisse boyut eklenmelidir. O zaman hizmetler inkişafa medar olabilir. İşte o zaman zülcenaheyn yapı istirdat edilecek ve geri alınacaktır.

***

Sayın Bardakoğlu senkretizme yani karma ve harmanlama anlayışlara karşı çıkıyor. Haç ile Kur’ân-ı Kerim’in mübadele edilmesine itiraz ediyor. Bu noktada yerden göğe kadar haklı. Bununla birlikte, dinî hizmetlerle resmî ideolojiyi harmanlamak ve karma yapmak da yanlıştır. Üstelik bu, dinin de laikliğin de ruhuna zıttır. Elbette bundan maksat devletle cedelleşmek değil, dinin ruhunu ve özünü korumaktır. Dine resmî cilâ çekmek doğru olmaz. Elbette bu sıkıntılı bir durumsa da gönüllü olarak devletin resmî duruşuyla dini harmanlamak vebal getirir ve yanlıştır. Bundan dolayı senkretizme sadece sair inançlarla ilgili noktada değil de bu durum muvacehesinde de dikkat etmek gerekir.

26.12.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Çok yönlü bir ibadet



İslâmın hangi emri vardır ki altında sayısız hikmet ve faydalar bulunmasın. İmkânı olanlar için ömürde bir defa farz olan hac da daha ismi anılır anılmaz eşitlik, kardeşlik, fedakârlık, itaat, yardımlaşma, dayanışma, tevazû, hoşgörü gibi birçok güzel hasletleri nice hikmetleriyle gözümüzün önünde canlanıverir.

İslâmın şartları arasında yer alan hac, o kadar önemlidir ki, bu güzel hasletleri bizzat yaşattırarak insanı insanlık zirvelerinde dolaştırır, o semalarda kanat çırpttırır.

Hac, kulluk borcunu arşınlamak, o ufka doğru kanatlanıp uçmaktır. Namazda çokça tekrarlanan, nice mertebeler katettiren, terakkî ettiren tekbirlerin hacda da çokça tekrarlanması bunun içindir. O esnada sıradan bir insan bile bir velî gibi, Âlemlerin Rabbi ünvanıyla Rabbinin huzuruna çıkma şerefine nâil olur. Küllî, geniş bir kullukla müşerreftir. Sözler’de belirtildiği gibi haccın anahtarıyla küllî Rubûbiyet mertebeleri açılır. Haccın dürbünüyle Ulûhiyetin azametli ufukları görülmeye başlar. Yine haccın şeâirini uygulamakla kalp ve hayaline gittikçe genişleyen kulluk daireleri, kibriya mertebeleri ve tecelliyât ufukları açılır. Hacı bu sırada beliren hararet, hayret, dehşet ve heybet-i Rubûbiyeti Allâhüekber, Allâhüekber sadalarıyla teskin ederken, diğer taraftan da kendisine inkişaf eden, gördüğü veya tasavvur ettiği mertebeleri ilân eder.1

Hacı, hac esnasında çokça tekrar ettiği “Lebbeyk, Allâhümme lebbeyk…” kelimeleriyle de Allah’a olan itaat ve bağlılığını sergiler. Kimileri uzun yolları, zor şartları tepip sırf Allah’ın emrine uyma maksadıyla oralara kadar gelmiş, “Emrine âmâdeyim. Ne emrediyorsan başım üstüne” diyerek kulluğun yüce ufkunda gezinmektedir.

Hac esnasında insan, bu dünyada bir misafir ve âhiret yolcusu olduğunu daha yakından hisseder. Beyaz bir kefene sarılırcasına ihrama bürünür, bir nevî dünyadan el etek çekip Rabbine yönelir, âhiretine azık olabilecek ibadetlere sarılır.

Hacta halkla idareci, âlimle cahil, avamla havas arasında fark yoktur. Bütün makam ve rütbeler kalkmış, dilencisinden sultanına varıncaya kadar herkes aynı safta namazda, Kâbenin etrafında tavafta, vakfe için Arafat’ta yan yana gelmiş, iç içe girmişlerdir.

Bu rütbesiz, makamsız omuz omuza geliş aynı zamanda renk, ırk, soy, sop, ülke araştırmaksızın bütün inananları kardeş ilân eden İslâmın, kardeşlik anlayışının ideal mânâda sergilendiği iklimlere taşır insanları. Kardeşliğin gereği olan sevgi, saygı ve dayanışma duygularını yaşatır.

Bir kongre niteliği de taşır hac. Dünyanın dört bir yanından gelen Müslümanlar problemlerini burada gündeme getirir, çözüm bulmaya çalışır, birbirlerine güç, kuvvet verir; bir vücudun organları gibi davranmanın şuurunu göstermeye çalışırlar.

Dipnotlar:

1. Sözler, s. 208.

26.12.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Her varlık, kendi diliyle Allah'ı zikreder



İzmir Hayvanat Bahçesi’ndeki ‘Golyad’ adlı aslanın ‘Allah’ diye kükrediği, diğer aslanların da zikrettiği söylentisi ziyaretçilerin ilgisini artırdı. Kimi de kameraya, CD’ye kaydediyor. Bahçe Müdürü Çağlayan İnanlı, “Aslanın sesini ve görüntüsünü kaydedip ‘Kıyamet alâmeti’ diye CD şeklinde satıldığını duyduk. Golyad’ın ezan saatinde kükremesi bir tesadüf. Bunu başka türlü yorumlamak ise yanlış. Bu haber kulaktan kulağa hızla yayılıyor. Bu işin çıkar amaçlı ve para kazanmak uğruna yapıldığı ortada.” (Mustafa Oğuz / DHA / 22.12.2006)

İnanlı, “tesadüf” değerlendirmesi hariç, haklı. Çünkü, her varlık, kendi diliyle zikreder. Varlıkların sesli ve anlamlı konuşmasını duymaz ve ibadetlerini anlamazsak da, bu akıldan uzak değildir. Çince, İngilizce, Urduca veya Arapça gibi “insanca” konuşanları anlamayız. Bu dilleri öğrendiğimizde ise rahatlıkla anlayabiliriz.

İman dilinin şifrelerini çözdüğümüz takdirde tüm varlıkların kendi dilleriyle Yaratıcılarını tesbih ettiğini anlarız. Meselâ, Türkçe’de Allah, “Tanrı” sesiyle, Almanca-İngilizce’de “God”, Arapça’da “Allah”, İbranice’de “Yehova”, başka dillerde farklı seslerle ifade edilir. İnsanca dillerde böyle olursa, elbette varlıklarda değişik olacaktır.

Onlarca atomaltı parçadan hücreye, uzuvlardan unsurlara, havadan suya, ateşten bitkilere, hayvanlardan yıldızlara, samanyolu, galaksilere kadar her varlık, hal (özellik) ve istidat (potansiyel yetenek) diliyle Yaratıcılarını tesbih edip zikreder. Ağaç ve bitkilerin ibadetleri birer mûsıkî teli gibi zikir melodileriyle kulağa gelir. Dağ, binler dilleriyle tesbihât yapan bir acaip, garip, değişik yaratık mahiyeti gösterir.1

Ki, bütün varlıklar hal (davranış/vücut) diliyle Besmeleyi dilinden düşürmez. Ve kâinat bir mescit olur ve tüm varlıklar halka halka Yaratıcıya ibadetlerini takdim ederler. Kâinatın bir tercümesi olan Kur’ân’da bu hakikat, “Hiçbir şey yoktur ki, Onu övüp Onu tesbih etmesin”, “Yerde ve gökte ne varsa Allah’ı tesbih eder”, “Bitkiler ve ağaçlar secde ederler”, “Biz dağları Davud’un emrine verdik ki, akşam sabah onunla beraber tesbih eder”2 şeklinde beyan edilir.

İnsan; kâinat denilen fıtrî şeriat ve büyük şeriat olan İslâmiyetle örtüşür. Çünkü, kâinatı kim yaratmış ise, insanı da ondan süzerek onun bir minyatürü olarak O yaratmıştır. Kur’ân insanın ve kâinatın yazılım şekli ve programıdır. Kâinat ve insan, Kur’ân’ın açılımı ve cisimleşmiş hâlidir. Esmâ-i Hüsnâ (Allah’ın isim ve sıfatları) ise, hem kâinata, hem de insana tecellî etmiştir. (Esmâ’nın tecellîsi tam yansıma değil, binler perdelerden geçtikten sonra gölgelerinin yansımaları diye düşünebiliriz.)

Yaratıcının isim ve sıfatları kâinata tecellî ettiği gibi, insanda da toplu olarak tecellî etmiş; yazılı olarak da Kur’ân’da yer almıştır. Tüm mevcudâtın özellikleri, yani hem rûhânî, hem cismânîlerin özeti şeklinde yaratılan insanın;3 varlık sahnesine çıkarılmasının en büyük ve ana gayesi imân-ibâdetiyle potansiyel yetenek, kabiliyetlerini ortaya çıkarmak ve diğer varlıkların temsilciliğini yapmaktır.

Herbir halis, hakikî Kur’ân öğrencisi, bir dille değil, belki kardeşleri adedince dillerle ibadet edip istiğfar ederek,4 ibadetini, zikrini ve şükrünü genelleştirir. Ve, yaratıkların en şereflisi, aynı zamanda idrak, şuûr sahibi ve halife olması hasebiyle bütün varlıklar adına ibâdet etmektedir. Evet, insan; halife, reis, kumandan, önder, imam olarak bütün varlıkları arkasına alıp onların ibâdet, zikir ve tesbihlerini kendi nâmına kâinatın Yaratıcısına sunar, tekmil verir.5 Yâni, bütün canlıların selâm ve hediyeleri, fıtrî ibadetleri; tebrike sebep olan canlıların özü olan bütün tohum, çekirdek, dane ve yumurtaların kullukları; canlıların hulâsası olan ruh sahiplerinin özel ibâdetlerini O’na takdim eder.

Dipnotlar: 1- Mesnevî-i Nuriye, s. 63.; 2- Kur’ân, Hadid, 1; İsrâ, 44; Rahman, 6; Sâd, 18; Sebe’, 10.; 3- Sözler, s. 11.; 4- Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 147.; 5- Şuâlar, s. 555.

26.12.2006

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Menemen'de irtica komplosu



Resmî tarihin kayıtlarına göre, 1930 yılı Aralık ayı sonlarında Menemen'de yaşanan "Kubilay cinayeti" irticaî bir hadisedir; hatta, yapılan inkılâplara karşı başlatılan bir isyan hareketidir.

Yine aynı kaynaklara göre, dinî tarikata mensup bazı müritler, Derviş Mehmet isimli şahsın öncülüğünde başka yerlerden toplanarak Menemen'e gelmişler, dinî gösterilerde bulunmuşlar ve onların bu yasa dışı eylemlerine mani olmaya çalışan öğretmen asteğmen Mustafa Fehmi Kubilay'ı hünharca öldürmüşler, ardından da kafasını kesmişler.

Evet, bundan 76 yıl evvel Menemen'de yaşanan bu elim hadisenin "vahşet boyutu" doğrudur. Bunu, zaten hiç kimse inkâr etmiyor.

Ancak, bu vahşetin din adına ve dindarlar tarafından sergilenmiş olduğu iddiası külliyen yanlıştır; yalandır, hatta iftiradır.

Dolayısıyla, o tarihte Menemen'de işlenen cinayet ve sergilenen vahşet tablosu ne derece büyük ve dehşet vericiyse, bu hadisenin dine ve dindarlara mal edilmesi de o nisbette büyük, hatta ondan daha büyük bir cinayettir.

Cinayetin büyüklüğü şuradan geliyor: Kanlı Menemen hadisesini üç çeyrek asırdır dindarların üstüne ısrarla yıkmaya çalışanların ileri gelenleri de biliyor ki, o hadisenin arkaplanında bir kumpas ve bir tertip senaryosu var.

Biliyorlar ki, o vahşiyâne cinayeti hakikî dindanlar ve ihlâslı Müslümanlar işlemedi.

Biliyorlar ki, Kubilay cinayeti, karanlık odakların kullandığı Derviş Mehmet ve etrafındaki bir grup esrarkeş tarafından işlendi.

Evet, bütün bunları en az bizim kadar kesinkes biliyorlar ve o korkunç iftirayı da dindarların üstüne bilerek atıyorlar.

İşte, bizim "daha büyük cinayet" dediğimiz acı gerçek budur.

İkisi de Giritli

Meczup bir esrarkeş olarak bilinen Derviş Mehmet, aynı zamanda Giritlidir.

Ne gariptir ki, onun katletmiş olduğu asteğmen Kubilay da aslen Giritlidir; Giritli Hüseyin Beyin oğludur.

Bu noktada, "Acaba, bu iki aile arasında geçmişe dayanan bir husumet, bir dâvâ konusu var mıydı?" sorusu da akla geliyor.

İhtimaldir ki, senaristler bu noktayı da hesaba katmışlardır.

Ancak, senaryodaki ana temanın, dindarları zan ve töhmet altında bırakmak olduğuda şüphe yok..

Kaldı ki, hemen o tarihte kurulan sıkıyönetim mahkemesince Türkiye'nin muhtelif bölgelerinden toplanarak getirtilen, ancak hadiseyle ve canilerle tamamen ilgisiz onlarca mazlûmun idam edilmesi de, bu kahredici töhmetin açık bir ifadesi olsa gerektir.

Evet, samimi dindarlar, o ağır ceza bilânçosuyla hem zan altında bırakılmış oldular, hem de olanca şiddetiyle bir "gözdağı" vak'asına mâruz bırakıldılar.

Niçin komplo?

76 yıldır dindarların aleyhinde kahredici bir malzeme olarak kullanılan Kubilay hadisesinin bir tertip ve bir komplo eseri olduğunun iki önemli dayanak noktası var.

Birincisi: İslâm dini, dahilde kuvvet kullanmayı, din kardeşinin kanını dökmeyi kat'î sûrette reddediyor, men'ediyor. Bu dine mensup aklı başında bir şahıs, kalkıp da böylesi bir cinayeti işlemez, işleyemez.

İkincisi: Dindar kesim, 1924'ten itibaren öylesine ezilmiş, örselenmiş ve sindirilmiş ki, faraza bir grubun kendi başına o tarihlerde Menemen'de üstelik hiçbir engelle karşılaşmadan böylesi bir kanlı isyan hareketini planlayıp organize etmesine imkân ve ihtimal yoktur. Demek ki, işin için de "bir başka iş" var.

Evet, bu iki nokta, aslında meselenin can damarını teşkil ediyor.

Dolayısıyla, bu iki noktadan hareketle, hadisenin üzerindeki karartma perdesi aralanabilir ve arka plandaki maskeli çehreler kolaylıkla gün yüzüne çıkartılabilir.

Hiç şüphe edilmesin ki, "hakiki vukuatı kaydeden tarih", günün birinde Menemen hadisesi için de "hakikate en doğru şahit"lik vazifesini yerine getirecektir.

GÜNÜN TARİHİ 26 Aralık 1934

Menemen'de Kubilay Anıtı

Menemen'de (İzmir'in ilçesi) dört yıl evvel katledilen öğretmen asteğmen Kubilay adına inşa edilen anıtın açılışı yapıldı. Açılış konuşması, CHP'nin önde gelen isimlerinden Recep Peker tarafından yapıldı.

Kubilay, 23 Aralık 1930'da, kendilerine dindarlık sürü veren bir grup esrarkeş tarafından başı kesilerek katledilmişti. O gün, Giritli Derviş Mehmet diye bilinen bir şahıs, etrafına topladığı bir grup çapulcuyla birlikte, Menemen'de gösteri yaparak ve "Biz şeriat erleriyiz. Arkamızda 70 bin kişilik hilâfet ordusu var. Şapka giyen kâfirdir" diye naralar atarak halkı ayaklandırmaya çalıştı.

Bu densizliğe mani olmaya tedbirsizce giden Kubilay ise, bu kendini bilmezler tarafından katledildi.

Ardından, hadise mahalline giden bekçilerden Hasan ve Şevki Efendiler de yine aynı gafiller tarafından vurularak öldürüldü.

Bunun üzerine bölgede aylarca sıkıyönetim ilân edildi ve grup grup insanlar tutuklanarak idam sehpasına gönderildi.

Bu feci hadisenin mahiyeti hâlâ meçhûl ve karanlıkta olmasına rağmen, işlenen bütün cinayetler kimi şahıs ve odaklar tarafından mâsum dindarların üzerine yıkılmak isteniyor.

26.12.2006

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Zihinlerdeki karmaşa



Saplantı şeklinde kafamıza yerleşen bazı düşünceler, günlük hayatımızı yönlendirmekte, insafsızca yargılara varmamıza sebep olmaktadır. Araştırmadan, insanın hareketlerindeki gerçek yönlendiriciyi keşfetmeden, sadece kendi zanlarımıza göre hareket eder ve insanlar hakkında hüküm verirsek, vicdanların kabul etmeyeceği sonuçlara varırız. Bu sebeple insaf düsturunu elden bırakmamak gerekmektedir.

Olaylara insaflı bir nazarla bakarsak ve yanlış yargıların kul hakkını çiğnememize sebep olabileceğini düşünerek hareket edersek, o zaman insanlar hakkında olabildiğince doğru hükümlere varabilme imkânına sahip olabileceğiz. Aksi takdirde saplantılarımıza ve kötü zanlarımıza göre insanları değerlendirme yanlışına düşmemiz her an mümkün olacaktır.

Karşımızdaki insanların hakkımızda kötü zan beslememesini, hakkımızda yanlış hükümler vermemesini istediğimiz gibi, aynı şekilde bizlerin de olur olmaz zamanlarda insanların arkasından konuşup hukuklarına tecavüz etmememiz gerekir. Duygularımıza, siyasî tarafgirliklerimize göre insanları değerlendirme hakkına sahip olmadığımızı bilmemiz gerekir.

Yıllar önceki hadiselerden dolayı bazı kişiler hakkında kafamızda oluşturduğumuz zanların ilânihaye kafamızda yer etmesi bizleri zalim konumuna düşürebilir. Zira hem kafamızdaki o zanlar yanlış olabilir, hem de o insanlar geçmişteki hatalarını tamir ederek daha müsbet bir konuma gelmiş olabilirler. Her iki durum da bizlerin yanlışlara düşmemize sebep olabilir. Şayet gerçekten düşüncelerimizde haklı olabilsek bile, sohbetlerimizi kişilerin hatalarını konuşma üzerine bina etmememiz gerekmektedir.

Kendilerini yenileme ihtiyacını hissetmeyenler ve her şeyi herkesten daha iyi bildiklerini düşünenlerin yapacağı şey, sâir insanların hareketlerinde yanlışlıklar aramak ve kendi kemallerini başkalarının hatalarında aramak olacaktır. Böylelerinin zihnini ve düşüncelerini tamamen fitneler yönlendirecek ve bunlar hatalarını görmeme hastalığına yakalandıkları için doğruları hep yanlış yerlerde arayacaklardır.

Başta fert olarak bizlerin, arkasından da toplumun fitnelerden arınmış kafa yapılarına ihtiyacı bulunmaktadır. İyi bir insan olmanın gereklerini yerine getirebilmemiz için her şeyden önce zihinlerimizdeki fitnelerden kurtulmamız gerekir. Bizler kendimizi kurtarabilme imkânına kavuşabilirsek, büyük ölçüde toplumun da düzelmesine katkıda bulunmuş olacağız.

İslâm inancının insanlar hakkında tecessüse, yani hata ve kusur arama zihniyetine ve gıybete meydan vermemesi, iyilik ve güzel düşünmenin hep esas alınması; hem fertlerin hem de toplumun fitnelerden, bozgunculuklardan uzak kalması ihtiyacından doğmaktadır.

Bilhassa İslâm inancı hesabına, kötü zan beslemenin ve kendini kusursuz görüp başkalarının kusurlarını aramanın kabul edilebilir tarafı bulunmamaktadır. Mensuplarını güzel zan beslemeye memur eden bir inanç sistemi olan İslâm dini, insanlar arasındaki iyi ilişkileri, her türlü huzur için gerekli kılmıştır.

“Dostlarla mürüvvetkârâne muâşeret, düşmanlarla sulhkârâne muâmele” düsturu, ayrı inançtan da olsa insanların huzur ve barış içinde yaşayabileceği gerçeğini bize hatırlatmaktadır.

Kötülüklerle mücadele azmimizi devam ettirmek ve iyilik duygularımızı daha da ileri götürmek için zihinlerimize yerleşen fitne kalıntılarını kazımamız gerekir. Dünya hayatının bir imtihandan ibaret olduğunu bilen insanlar olarak her yerde, her mekânda karşımıza çıkan fitne ateşlerini söndürmek için büyük gayret göstermemiz gerekmektedir.

Temennî ederiz ki, hatalarının farkına varan ve zihinlerdeki fitnelerin insanı kusurlu bir konuma getirdiğini unutmayan ve bunların hep zarar kazandırdığını bilen insanlardan olalım. Yoksa bizler kendimizi dört dörtlük bilirken, şeytanların hayatımızdaki hâkimiyetleri her gün biraz daha artacaktır. Derken bizler, gövdesinde kurtçukların hüküm sürdüğü çürük ağaç kovuklarına dönüşeceğiz. Aydınlıkları yakaladığını düşünen insanların karanlıklarla karşı karşıya gelmesi ânındaki hâletinin insana verdiği hayal kırıklığına düşmememiz temennisiyle bugünlük sohbetimize son verelim…

26.12.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kurban Bayramına doğru



İzmir’den okuyucumuz: “Kurban kesmenin faziletleri nelerdir? Kurbanlık alımlarında nelere dikkat etmeliyiz?”

Kurban, sözlükte yaklaşmak demektir. Dinî bir terim olarak ise kurban, belirli şartları taşıyan bir hayvanı Allah’a yakınlık sağlamak ve ibadet niyetiyle usûlüne uygun olarak boğazlamak demektir. Maksat “et yemek”, “konuya komşuya et ikram etmek”, “fakire fukaraya et yedirmek” değildir. Bunlar ancak birer hikmet olabilir. Maksat bu olsaydı kasaplar varken bizim de kesim yapmamıza gerek kalmazdı.

Kurban kesmek bir ibadettir. Kurbanı ibadet niyetiyle kesmeliyiz. Çünkü emir var. Dinî hükümlerin bir illeti, bir de hikmeti vardır; bunlar ayrı ayrıdır. Dinî hükümlerin illeti, yani özdeki sebebi emirdir. Üstad Bedîüzzaman’ın da işaretiyle, ibadetlerin “taabbüdîlik” ciheti, yani emr olunduğu için yapılması ciheti her zaman, hikmetinden daha öndedir.1

Kurban kesmenin illeti, yani özdeki sebebi emirdir. Hikmetlerinden bir kısmı ise, et yemek, et ikram etmek, konu komşu arasında kaynaşmayı temin etmek, fakiri fukarayı sevindirmek, kardeşlik bağlarını güçlendirmek... vs. olabilir. Bilemediğimiz başka hikmetler de olabilir. Aklımız var diye her ibadetin her hikmetini bulup çıkarmaya kendimizi zorlamamıza çoğu zaman gerek de yoktur. Aslında hikmet arayışlarını abartırsak, bundan, emre karşı bir güvensizlik de çıkar. Hikmetini anlayamadığımız ibadetler için aklımızla hareket edip, o ibadeti yapmamaya kendimizi yönlendirmemiz doğru olmaz, çünkü Allah’a bağlılığımıza zarar verir bu.

“İbadet” olarak kurban kesmek konusunda Kur’ân’ın açık emri vardır, Peygamber Efendimiz’in (asm) açık uygulamaları vardır. “Rabb’in için namaz kıl ve kurban kes”2 âyetinin namazı da, kurbanı da “Rabb’in için” yapmayı emredişi apaçık bir ibadet çağrısıdır. Bu âyet vücub, yani gereklilik ifâde ediyor. Bunun mezhepler lisanında adı, Hanefî mezhebinde vacip, diğer mezheplerde sünnet-i müekkededir. Demek kurban kesmek farz değil; ama en azından sünnet-i müekkede hükmünde bir ibadettir.

Hazret-i Âişe validemiz (ra) bildirmiştir ki: Peygamber Efendimiz (asm), “İnsanoğlu kurban kesme gününde Allah katında kan akıtmaktan daha makbul bir amel işlememiştir. O kurban, kıyamet günü boynuzları, kılları ve çatal tırnakları ile aynen gelecektir. Çünkü kan yere düşmeden Allah’ın kabul mahalline düşmektedir. Artık kurbanlarla gönlünüz hoşnut olsun” buyurdu. Bir diğer rivayette Peygamber Efendimiz (asm): “Kurban kesen için her kıl karşılığında bir sevap vardır” buyurmuştur.3

Beş cins hayvan kurban edilir: Koyun, keçi, sığır, manda ve deve. Bu hayvanlardan başka hiçbir hayvan kurban niyetiyle kesilmez. Et niyetiyle yapılan kesimler konumuzun dışındadır. Koyun veya keçi sadece bir kişi için kesilir. Sığır, manda ve deve ise yedi kişiye kadar ortaklaşa kurban edilebilir. Bu yedi kişi eşit paylaşmalı ve yedisi de kurban niyetiyle kesmiş olmalıdır. Birisi et almak niyetiyle ortaklığa girmiş olsa, diğerlerinin amelini de iptal eder. Koyun ve keçi bir yaşını; sığır ve manda iki yaşını; deve de beş yaşını doldurmuş olmalıdır. Bunlardan koyun, bir yaşındakiler kadar semiz ve gösterişli olmak kaydıyla altı aylıktan sonra kurban edilebilir.

Kurban edilecek hayvan kusursuz ve besili olmalıdır. Kötürüm derecesinde hasta, yürüyemeyecek kadar zayıf ve düşkün, bir veya iki gözü kör, kulakları, boynuzları, kuyruğu, dili veya memesi kökünden kesik, dişlerinin tamamı veya çoğu dökülmüş hayvanlar kurban olmaz.

Ancak hayvanın doğuştan boynuzsuz, şaşı, topal, deli, zararsız olmak şartıyla biraz hasta, bir kulağı delinmiş veya biraz yırtılmış olmasında bir sakınca yoktur.

***

İsimsiz okuyucumuz: “Dinî nikâhımı geçen Kurban Bayramının ikinci günü akşamı kıydım. Mehir 114 gram altın kararlaştırıldı. Geçen bayram kurban kesmem gerekir miydi? Gerekir idiyse, kesmediğim için şimdi yapmam gereken bir şey var mı?”

Seksen beş gramdan fazla altına veya değerine Kurban Bayramının üçüncü gününe kadar sahip olanlara kurban düşüyor. Kesilmediğinde, vacip terk edilmiş olur. Sonradan kazası yapılmaz. Yeni gelen kurban bayramında gerekli maddî imkâna sahip olunursa yeni kurban kesimi yapılır.

Dipnotlar: 1- Mektûbât, s. 385 2- Kevser Sûresi, 108/2 3- Tirmizî, Kurban, 1

26.12.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri

Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004