Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 31 Aralık 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


İslam YAŞAR

Bayramiye kasideleri



Bugün bayram, yarın yılbaşı.

Kurban Bayramı, yılbaşını da içine alarak dört gün devam edecek.

Böylece halkının tamamına yakını Müslüman olmasına ve ecdadı asırlarca Hicrî takvimi kullanmasına rağmen devleti miladî takvimi tercih eden milletler aynı zaman içinde iki farklı hadiseyi birlikte yaşayacaklar.

Aslında dünün bu günden, bu günün yarından hiçbir farkı yok. Hilkatten bu yana aynı minval üzere akıp giden zaman içinde dün nasıl işledi ise bugün de yarın da ertesi günde müteakip günlerde de aynı şekilde geçip gidecek.

Lâkin zamana izafe edilen mânâ itibariyle bugün ve dün birbirinden çok farklı. Bugün İslâm Âleminin en büyük bayramı. Yarınsa Hıristiyan dünyası nezdinde kutsal bir gün.

Dinlerin ve medeniyetlerin husûsî mânâlar atfettikleri böyle zamanlara bazı fertler ve cemiyetler de kendilerine göre değerler yükleyince o günlere gösterilen alâka artacak.

Onun için bu günlerde önce tebrik mesajları karışacak birbirine. Bazı ağızlara hiç yılbaşı değmeyecek, bazılarına Kurban Bayramı. Bazıları önce muhataplarının bayramı, ardından yılbaşını tebrik edecekler, bazıları bunun tersini yapacaklar.

Lâkin hangisi olursa olsun mesajlarda hep basit ifadeler kullanılıp sığ mânâlar nazara verileceğinden tebrik mesajını gönderenler de alanlar da muhataplarının kutlu günlerini gönül rahatlığıyla tebrik ettiklerini bilmenin hazzını hissetmekten ziyade bir vazifeyi yerine getirmenin vicdanî rahatlığını duyacaklar.

Böylece bu yılı idrak eden insanlar iki değişik medeniyet mensuplarının nezdinde kutsal sayılan iki değerli zamanı birlikte yaşarken bunun bir dahaki tekrarına ömürlerinin yetmeyeceğini bilmenin burukluğunu duyacaklar.

Ne var ki hepsi bunu yaparken mürekkepli kalemle ve el yazısıyla yazılmış hususî mektuplarla, isme münhasır kartlarla, manzara resimli kartpostallarla, dâvetiyeli telefonlarla yapılan eski tebrik usûllerinin ve vasıtalarının hasretini hissedecekler.

Fakat muhtemelen kimsenin aklına bayramiye kasideleri gelmeyecek.

***

Halbuki eskiden en muteber bayram tebrik vasıtasıydı kasideler.

Şairler, aylar öncesinden başlarlardı bayramiye hazırlıklarına. Önce muhataplarını seçerler, onların hallerini, hassasiyetlerini, meziyetlerini, zevklerini, sıfatlarını, makamlarını tesbit ederler, manzumenin türünü seçerler ve yan kesilmiş kamışı, siyah mürekkepli hokkayı, terbiyeli kâğıtları alıp tenha yerlere çekilirlerdi.

Aralarında vezin, kafiye, redif gibi ortak âhenk unsurları olan ve birbirini tamamlayan çeşitli bölümlerden meydana gelen orta uzunlukta bir tür olduğundan genellikle kaside tercih edilirdi.

Girizgâh, methiye, fahriye, duâ gibi bölümler mevzua girişi sağlamaya, muhatabı methe, yazanı tanıtmaya, duâya, niyaza müteallik olduğundan şairler hayallerini sadece nesib bölümünde kullanabilirlerdi.

Kasidenin bu ilk bölümünde genellikle mevzu dışı tasvirlere yer verildiğinden şairler, edebî teâmüller içinde san’atkârâne ifadelerle kalıplaşmış mazmunlara hitap ederek muhataplarının dikkatini çekmeye çalışırlardı.

Divan şairlerinin içinde en çok bayramiye kasidesi yazanlardan biri 16. yüzyılın meşhur şairi Nevî idi. Onun kasidelerinin içinde ‘yılbaşı ve bayram’ tabirlerini birlikte kullandığı tek kasidesi de Siyavuş Paşa’ya yazdığı bayramiyeydi.

“Her yıl başında mah görüp îd ider avâm

Göster kaşun ki îd ide erbab-ı dil müdâm

Ebrûlarun kemânına nisbet hilâl-i îd

Gûyâ ki bir yabana atılmış şikeste câm

Çıktı kenare mahî-i simin değül hilâl

Benzer temevvüc itdi bu deryâ-yı nîl-fâm

Şest-i hilâli sahil-i deryâya saldılar

Çün yutdı mihr yûnusını mâhi-i zalâm”

Gerçi Şairin, bu beyitlerin matla mısraında kullandığı ‘îd’ yani bayram tabiri bugünkü bayramları hatırlatsa da ‘yılbaşı’ kelimesi çok farklı bir mânâda kullanılmış ama yine de bu yıl yaşanan ‘yılbaşı, bayram’ beraberliğini tedai ettirmesi açısından manidar.

Hicrî takvime göre ayların, dolayısı ile de bayramların ve yılın, ayın görünmesi ile başladığını düşünen ve halkın nazarında yılın başlamasının da bayram telâkki edildiğini bilen Nevî duygularını, güzelliğin sembolü sayılan bir mazmunu muhatap alarak anlatmak istemiş.

Bütün divan şairlerinin kullandığı edebî bir mazmun olan muhayyel sevgiliye seslenmiş ve onun da hilâle benzeyen kaşını göstererek gönül ehli insanların bayram etmelerini sağlamasını söylemiş.

Nesibin diğer beyitlerinde sevgilinin kaşını hilâle, gözünü denize benzetip kaşın göze aksettiğini düşünerek çeşitli san’atlar vasıtasıyla mısraların mânâ derinliğini zenginleştirmiş.

Oltanın kancasına benzettiği kaşın denize atılması neticesinde lâcivert denizin dalgalandığını; bu dalgaların arasında karanlığın balığının, güneşe benzeyen Yunus’u yuttuğunu anlatarak mânâyı derinleştirmiş.

Bilhassa dinî unsurları ve peygamber kıssalarını san’atına malzeme yapmış ve bayramların mânevî taraflarına dikkat çekerken, her teşbihin neticesinin insanlara bir nev’î bayram mutluluğu yaşattığını hissettirmek istemiş.

Buna benzer hâlleri ve hayalleri hayatlarına aksettiren insanların her zaman hayata o nazarla bakmayı arzu edeceklerini düşünen Şair, muhataplarına da böyle bir bayram içinde bayram yaşama zemini hazırlamaya çalışmış.

Gerçi tebrik ettiği bayramın ne bayramı olduğunu açıkça söylememiş ama nesib bölümünde hilâl, ay, güneş gibi parlak cisimleri işleyerek bu bayramın ‘îd-i fıtır’ da denen Ramazan Bayramı olduğunu ihsas etmiş.

Çünkü bayram içinde bayram yaşama hazzı; ancak zamanı, ona izafe edilen mânâya münasip hâller ve hareketlerle yaşamakla mümkündür. Bu hassasiyeti taşımadan hareket edenler bayram içinde bayram yerine hüsran yaşarlar.

Eskiden insanların hâlleri asil, hayalleri hür olduğundan bunu yapmak çok daha kolaydı. Fakat günümüzde hafızaları medyanın yalanları ve yaygaraları istilâ ettiğinden hâller sathîleşip hayaller sığlaştığı için değil sair zamanlar, bayramlar bile ruhlara hasreti çekilen bayram huzurunu ve mutluluğunu veremiyor.

Bilhassa bu sene Kurban Bayramının heyecanına yılbaşı hevesi de karışacağından bazı müfsit çevreler yılbaşı kutlamalarını bahane ederek insan fıtratına zıt hâlleri ve edebe mugayir sahneleri hayasızca sergilemeye başladıkları için bayram hazzını hissetmek çok daha zorlaştı.

Bu gibi malayanî meşguliyetler ve basit hevesler yüzünden bayramlaşma hassasiyeti zayıfladığı için yeni kuşaklar eskilerin bayramlarını birkaç kelâmlık basit mesajlarla veya kısa telefon konuşmalarıyla geçiştirerek zamanlarını tatil beldelerinde geçirme hevesine kapılıyorlar.

Bu yüzden insanların çoğunun içine düştükleri bu ruh hâline, hasretini çektikleri simaları görememe, umduklarını bulamama kırgınlığı da eklenince bayramı hüzün ve hüsran içinde geçirenlerin sayısı hızla artıyor.

Bilhassa evlâtları gurbette olan anneler, babalar; konu komşunun, yârânın, akrabanın ilgisine ve ihtimamına rağmen dışa karşı mutlu görünmeye çalışsalar da içlerinde sair zamanlardan daha büyük acılar çekiyorlar.

Yaşanan zaman bayram olmasa da hasretliklerine kavuşanlar, beklediklerini bulanlar, hayallerini gerçekleştirenler ve hayat hedeflerine ulaşanlar kendilerini bayramlardaki kadar mutlu ve huzur içinde hissediyorlar.

Eskiden bilhassa bayramlarda insan fıtratının iktizası olan bu gibi hissî hâller gözden uzak tutulmadığından insanlar asıl bayram mutluluğunu, yaşanan hadiselerden ziyade gönülde hissettirmeye çalışırlardı.

Bayramiye kasideleri de işte o hassasiyetin tezahürü idi.

***

“Gûşuma çalınsa ol kûs-ı beşâret subh-dem

Yani îd olsa gelüp dîdâra nevbet subh-dem

Sûre-i Feth okuyup üstine üfürse sabâ

Açılup dergâh-ı şâh itse kerâmet subh-dem

Mihr ile meh meş’al-efrûz-ı der dîvân olup

Âyet-i Nûr u Duhân itse kıra’et subh-dem”

Nevî, Sultan Mehmed Han için yazmış bu bayramiyeyi de.

Nesib bölümünde zaman olarak seher vaktini, tasvir tablosu olarak da kanı hatırlatan kırmızı renkli fecir manzaralarını seçerek bu bayramın ‘îd-i adhâ’ denilen Kurban Bayramı olduğunu ima etmiş.

Bunu yaparken insanların bayrama bakışlarını, o kudsî zamanın feyzinden bekledikleri mânevî füyuzâtı, Kur’ânî, imanî tereşşuhâtı ve cemiyetin âdet hâline getirdiği hareketleri anlatmayı da ihmal etmemiş.

Meselâ yukarıdaki beyitlerde sabahleyin bayramın geldiğini müjdeleyen davul seslerini duyduğunda, bunun aynı zamanda dîdârı ziyaret edip onunla bayramlaşma vakti olduğunu hatırladığını ve ruhunu bayram içinde ayrı bir bayram mutluluğunun daha sardığını ifade etmiş.

İnsanların yaşadığı bayramların aynı zamanda mevcudatın da bayramı olduğunu düşünen Şair, sabah yelinin Fetih Sûresini okuyup dîdârın üzerine üfleyerek o şahın dergâhının kapısının kerâmetvârî bir şekilde açılmasını sağlamasını istemiş.

Ardından güneşin, ayın ve diğer semavî cisimlerin; Nûr ve Duhan Sûrelerinden âyetler okuyarak divanı, yani bayram yeri olarak düşündüğü bütün âlemi aydınlatan birer meş’ale olmasını arzu etmiş.

Eskiden bütün bayramlaşmalarda, bayramlık hediyelerinde, bayramiye manzumelerinde san’at inceliğinin yanı sıra mânâ derinliğine ve teâmüllere riâyet edildiğinden Şair de şiirinde san’atlı, âhenkli, akıcı bir dil kullanmaya itina göstermiş.

Zaman olarak sabahın seher vaktini, muhabere vasıtası olarak da sabah rüzgârını seçerek, sultanın bayramını ilk tebrik eden yakınlarından biri olmak istediğini ima etmiş.

Bâd-ı sabânın, bayramlaşma faslında manzumenin muhtevasına mânâ derinliği kazandıran Kur’ân âyetlerini okumasını isteyerek bedii hisleri bayram hazzı ve fecir tazeliği ile canlandırmaya çalışmış.

Çünkü bir bayram sabahı böyle san’atlı, âhenkli ve manidâr hitaplara muhatap olan kişilerin de sıfatı, seviyesi ne olursa olsun en az söyleyenler kadar san’attan, edebiyattan anlayan ve gerektiğinde ayniyle mukabele edebilen zevk-i selim sahibi insanlar olduğunun farkındaymış.

Şimdi öyle şairler de yok, böyle bayramiyeler yazılacak muhataplar da.

Gerçi sizler varsınız ve her biriniz böyle manzum, mensur nice bayramiyeler yazılmaya lâyıksınız. Fakat ne yazık ki bizde pek şairlik yok.

Onun için Kurban Bayramınızı tebrik etmek niyetiyle, edebiyatımızın bütün bayramiye kasideleri yerine Nevî’nin beyitlerini size ithaf ediyorum.

“Mübârek eylesün Mevlâ sanâ bu îd-i kurbanı

Dahı devründe böyle îd-i kurbân sad hezâr olsun

Sana kurbân olan sürsün safâ-yı kebş-i İsmaîl

Cenâbun Merve’si erbâb-ı hâcâta medâr olsun”

31.12.2006

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Hafif bir tebessüm



Bugün üniversite öğrencilerinin çoğunluğunu 1986 doğumlular ve daha küçükleri oluşturuyor.

"Gençlik" onlara deniyor.

Onlar için Soğuk Savaş, bir bilgisayar oyunu. AIDS doğduklarından beri var.

CD doğduklarından beri var.

Michael Jackson onlar doğduğunda beyazdı.

Eski filmlerde Ajda Pekkan'ı görseler tanımazlar.

Rıdvan Dilmen onlar için sadece bir TV spor yorumcusu ve ona neden "şeytan" dendiğini bilmiyorlar.

Kenan Evren onlar için asık yüzlü bir ressam.

Onlar için "Çarli'nin Melekleri" ve "Görevimiz Tehlike" sadece geçen senenin yeni vizyon filmleri.

Siyah beyaz bir bilgisayar ekranı olabileceğini düşünemezler.

PacMan'i bilmezler.

Amiga ve Commodore 64'leri olmadı hiç.

Siyah beyaz bir televizyon olabileceğine inanmazlar ve uzaktan kumanda olmadan nasıl kanal değiştirileceğini bilmezler.

Balkonda hiç anten ayarı yapmadılar.

Sadece tek bir kanalın günde belirli saatlerde yayın yaptığı dönemlerde dinozorların da yaşadığını düşünürler.

Dallas'ı sadece NBA maçlarından bilirler.

Ve bizim de üniversitedeyken cep telefonsuz nasıl yaşayabildiğimize akıl erdiremezler

Şimdi bakalım yaşlanıyor muyuz bir görelim.....

1. Yukarıda yazılanları anlıyor ve gülümsüyorsan...

2. Artık dışarıda geçirilen bir gecenin ardından öğleden sonraya kadar uyumaya ihtiyacın varsa...

3. Arkadaşların bir bir evleniyor.

4. Küçük çocukların bilgisayarla nasıl çok rahat oynayabildiklerine her zaman hayret ediyorsan...

5. Liseli gençlerin ellerinde cep telefonlarını görünce kafanı sallıyorsan...

6. İşine her geçen gün daha çok bağlanıyorsan. Artık o senin hayatınsa...

7. Arkadaşlarınla her gün telefonda daha az vakit geçiriyorsan...

8. Zaman zaman arkadaşlarınla buluşup, beraber yaşadığınız komik hatıraları tekrar tekrar anlatıp, eski güzel günleri yâd ediyorsan...

9. Bu maili okuduktan sonra bunu bazı arkadaşlarına iletmeyi düşünüyorsan. Onların da bunu beğeneceklerini biliyorsan...

Evet kabul etsek de, etmesek de hepimiz yavaş yavaş yaşlanıyoruz demektir.

Rukiye Akçay'a teşekkür...

YAP/İŞLET/DEVRET

Tüp geçişte Yap-İşlet-Devret modeli başlıyormuş.

İyi.

Tüp-gaz işletmecilerine duyurulur.

31.12.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Kayzer kenti



Yeryüzünde çok az şehir krallara nisbet edilmiştir. Konstantiniyye bunlardan birisidir. St. Petersburg, yeni adıyla Leningrad da bir başkasıdır. Geçmişte de, sonrasında da adı krallar ile birlikte anılmıştır. İstanbul da bir başka çar kentidir. İstanbul hem isim, hem de sıfat olarak çarların kentidir. Kayseri de adını Kayzer'den almaktadır, o da bu yönüyle çar kentidir. Eskiden Rum kralları Kayzer-i Rum olarak anılırlardı. Bu yönüyle Kayseri bir imparatorluk şehri ve bakiyyesidir. Kral kenti olan Kayseri, aynı zamanda kral bir kenttir de. Kadı Burhaneddin'in arizî iktidarı döneminde pay-ı taht olmuş. Tarihte İskender edebiyata konu olmuş ve İskendernameler yazılmış ise, aynı şekilde adı şehirlere isim ve sıfat da olmuştur. İskenderiye, İskenderun, Konstantiniyye, Konstantine gibi şehirler krallarla birlikte anılmaktadır. Eskiden tebalar da krallarla birlikte anılırmış. Bundan dolayı 'insanlar krallarının dinleri üzerinedirler' denmiyor mu ? Kayseri, Sakarya savaşı galibiyetle neticelenmeseymiş kazara modern Türkiye'nin yeni başkenti oluyormuş. Tayin edici öneme haiz Sakarya savaşının seyriyle birlikte Kayseri'nin başkent olma fikri de askıya alınmış. Böyle de bir stratejik derinliğe sahiptir. Anadolu'nun stratejik derinlik noktalarından birisidir. Geçmişte bu şehirde Ermeniler de kalabalık bir nüfus halinde yaşıyorlarmış. Kayseri geçmişte tüccarlığıyla ve pastırmasıyla ve sucuğuyla tanınıyordu. Şimdi ise müteşebbisleri, sanayisi ile de tanınıyor. Konya gibi Anadolu'nun abide şehirlerinden birisi. Girişimciliğiyle makus talihini yenmiş. Kayseri denilince bir de hatırlanan pastırma tadındaki keskin ağzı. Bu ağızı benim kuşağımdakiler Kaynanalar dizisinden tanıyor. Ben de televizyonun televizyon olduğu günlerde Kaynanalar dizisinin tiryakileri arasındaydım. Televizyon henüz romantizm çağındaydı ve bunalım çağına girmemişti.

***

Bazı şeyler galat-ı meşhur halinde aklımda kalıyor ve onları aklımdan çıkarmak bir hayli güç oluyor. Bunlardan birisi de Üstad Necip Fazıl'ın Kayserili olması. Halbuki o Maraşlı. Çeliğe su vermek gibi Maraş da şairlere su verir. Su ile demir kıvamında buluşamazsa, ondan çelik olmaz. Şairler de Sivas, Maraş gibi mekânlarla buluşmazlarsa nadiren şair olabilirler. Azerbaycan ve Moritanya gibi çapraz ülkeler şairler yatağıdır. Galiba suyundan olmalı. Necip Fazıl Kayserili olmasa bile, biraz da olsun Kayseri eliyle tanınmıştır. Bunda emeği geçenlerden birisi Mustafa Miyasoğlu'dur. San’at yılında kırkını deviren Mustafa Miyasoğlu Üstad Necip Fazıl'ın tanıtımı ve anlaşılması için kendisini vakfedenlerden birisidir. Herkesin böyle vefakâr ve hamiyetperver talebeleri olsa ünü cihanı alır. Talebe yoksa üstad da yok. Bundan dolayı Evzaî gibiler birgün imam oldukları halde, bugün adları ve sanları duyulmuyorsa takipçilerinin ve talebelerinin himmetsizliğindendir. Yoksa o zevatın kısır olmasından değil. Himmetli talebeler nesiller ile üstadı arasında kalıcı köprüler kurarlar. Bu bağlamda, Ertuğrul Düzdağ olmasaydı tanınma yönünde Mehmet Akif eksik kalırdı. O destan şairi belki de gerektiği gibi anlaşılmayabilirdi. Bu satırları Mustafa Miyasoğu'nun diyarında not etmiştim. Miyasoğlu Ağabeyle isimlerimizin dışında başka benzerliklerimiz de vardır. Yenge Erzurumludur. Bizim hanım da o anlamda Dadaşlardandır. Bahis Mustafa'lardan açılınca, Kayseri'nin öteki Mustafalarını es geçmek doğru olmaz. Mustafa İslamoğlu da Kayserilidir. Akif Emre ve Yusuf Kaplan gibi Kayseri sınırları tarafından zaptedilemeyince soluğu İstanbul'da alanlardan ve İstanbul'a taşanlardan. İstanbul'da küresel olmak, galiba Kayseri de yerel olmaktan geçiyor. Değerli edip Muhsin İlyas Subaşı da Kayseri'den. O İstanbul'u Kayseri'den aydınlatanlardan. Aslında bu daha zor, ama oluyor. Sivas'ın Ahmet Turan Alkan'ına bedel, Kayseri'nin de Muhsin İlyas Subaşı'sı gibi isimleri var. Kayseri'yi anınca ve Yeni Asya'da da yazınca Ali Hakkoymaz'ı anmamak olmaz. Zaten Kayserililer Yeni Asya deyince hemen Ali Hakkoymazlarını hatırladılar. Demek ki 'kulakları kirişte' denildiği gibi, kulakları İstanbul'da. 'İstanbul kanatlarımızın altında' diyorlar.

***

Evet, Kayzer kenti Kayseri bir kitabistan. Her kitabistan mutlaka fedakârlıklar üzerinde yükselmiştir. Her güzel işin altında mutlaka fedakârlık ve alınteri, göznuru vardır. Neden hacda coşku azalıyor diye bir soruya yine bir Kayserili cevap vermişti: “Kolaylık arttıkça coşku da azalıyor...” Her şey anlam kaymasına uğruyor. İşte Kayseri'yi manevî olarak yaşatanlardan birisi de Akabe Kitabevinin sahibi Esat Ayata. Her gittiğimizde mutlaka çayını içiyoruz. Kitaplarla birlikte mutlaka bir iki kitapsever ve yazarla da mülâki oluyor ve tanışıyoruz. Bu mânâda, Esad Ayata'nın Akabe Kitabevi hem kitabistan hem de bir dergâh. Resmî ve profesyonel bir dergâh değil. Dolayısıyla bu eksiklikleriyle tam bir dergâh. Kayseri'nin Akabe Kitabevi ve Esad Ayata bana nedense hep Konya'daki Esra Yayıncılık ve sahibi Mustafa Bey'i hatırlatıyor. Bu gibi hamiyetli insanlar her şehirde olmalı. Şehirlerin farz-ı kifayesi de budur. Böyle mânâ erlerine ve kitap kurtlarına ve kitapseverlere gerçekten de ihtiyaç var.

31.12.2006

E-Posta: [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Saff-ı evveller



Şimdilerin lügatiyle “öncüler” diyebileceğimiz insanlar..

Geçtiğimiz hafta sonu sade, ama çok ibretli sahnelerle dolu hoş bir programı takip ettik, bir salon dolusu hanımla birlikte…

1920’li, 30’lu, 60’lı yılların karanlığında hayatını iman nurunun neşrine adayan hanımların öyküsüydü dinlediğimiz… Hem de ne şanslıyız ki, ilk ağızdan duyduk…

Bediüzzaman Hazretlerinin Barla’da başlattığı iman hizmetine kadınıyla, erkeğiyle, yaşlısıyla, genciyle, çocuğuyla koşturan saff-ı evvellerden Emine Sungur (Mustafa Sungur’un eşi) ve kızları, Sevim Morgül (merhum Ceylan Çalışkan’ın kızkardeşi), Talia Çalışkan (merhum Ceylan Çalışkan’ın eşi), Şükran Demirel (Ali Demirel’in eşi), Türkân Polat (Mevlüt Polat’ın eşi), Şükran Berk (merhum avukat Bekir Berk’in eşi), Nevin Kutlular (Mehmet Kutlular’ın eşi) Ayşenur Yaşar’ın (İslâm Yaşar’ın eşi) sunumuyla hatıralarını bizimle paylaştılar…

Vakur halleri, müstağnî tavırları, sade kıyafetleri içinde ‘Biz sadece üzerimize düşeni yaptık’ dercesine anlattıkları öylesine etkileyiciydi ki, ortama hâkim olan ihlâsı hissedip, koklayabilirdiniz…

(Abarttığımı sanmayın yaratılış âlemindeki her şeyin özü, bilimin de bugün kabul ettiği gibi aslında bir enerji değil mi? Kullandığımız kelimelerin mânâsı da bir enerji türü işte…)

Değerli katılımcıların isimlerini eşleriyle birlikte zikretmemin hikmeti, bu hizmete birlikte sahip çıktıklarını ifade etmek. Zaten hemen hepsi, hanımların iman hizmeti noktasında eşlerine yardımcı olmaları gerektiğini özellikle belirttiler.

Diyarbakır’da ilk hanım nur sohbetleri

Türkân Polat, İnönü döneminin zorlu şartlarında henüz 16 yaşında tazecik bir gelinken Diyarbakır’da hanımlar arasında başlattıkları ilk Nur derslerinden hatıralar aktardı.

İstanbul’u hanımlar fethedecek!

Değerli eşini evlendikten 1,5 yıl sonra ahiret âlemlerine yolcu eden Talia Çalışkan “Evlerimiz dersaneydi” diyerek, yıllardır “Gerçek payı acaba ne kadar?” diye düşündüğüm bir hatırayı ilk ağızdan naklen aktardı: Bediüzzaman Hazretlerinin has talebesi Zübeyir Gündüzalp, 1960’lı yıllarda kendisinin de içinde bulunduğu İstanbul’da nur hizmetiyle meşgul bir grup hanıma “İstanbul’u kadınlar fethedecek!” müjdesini vermişti…

Her şey daha kolay, yeter ki…

Hanımefendiliğiyle her zaman örnek bir model olan Nevin Kutlular ise 60’lı yıllarda, bir grup hanım olarak Mehmet Emin Birinci Ağabeyden aldıkları dersleri, haftada 150 kelime öğrendiği o şevk dolu günleri aktardı bizlere. Şimdi lügatçe sayfanın hemen altında, çalışmak çok daha kolaydı…

(Yeri gelmişken Birinci Ağabeye acil şifalar diliyoruz…)

Çocuk gözüyle hususî ikramlar…

Sevim Morgül, henüz küçücük bir çocukken Afyon Hapishanesinde babasını ziyarete gittiklerinde hapishane penceresinden onu nasıl içeri aldıklarını, Üstad Hazretlerinin hapishane penceresinden onları seyredişini, o yoksulluk günlerinde Rabb-i Rahîmin ikram ettiği bereketleri aktardı tüm mütevazılığıyla…

Baharda geldiniz…

Şükran Demirel 50’li yıllarda İstanbul’un ulaşımındaki tüm güçlüklere rağmen dersleri nasıl aksatmadıklarını ifade edip, “Biz kışta geldik, sizler baharda…” diyerek rahat meyline kapılmadan nur derslerine devamlılığın gerekliliği üzerinde durdu.

Çok daha kıymetli…

Şükran Berk, şimdinin gençlerini imanî değerlerden alıkoyup yüzünü fani değerlere çeviren TV, internet, sinema, müzik gibi engellerin otuz yıl öncesine nazaran çoğaldığını ifade ederek, şimdinin gençlerinin hizmetlerinin çok daha kıymetli olduğunu anlattı.

Tohumlar meyveye durdu

Şimdilerde nur yüzlü bir ninecik olan Emine Sungur ise “Akıllı olun evlâtlarım, nurlara sahip çıkın!” nasihatini verdi.

“Kim derdi ki, o zaman yaptığımız işleri şimdi buralarda sizlere anlatacağız. O zaman atılan tohumlar bakın nasıl da yeşillendi, meyveye durdu…” diyen Sungur, yedi çocuğuyla neler yaşamamıştı ki…

Eşini nur hizmetine uğurlarken, “Sen bizi hiç merak etme. Ben çocuklara baktığım gibi dikiş diker, sana bile harçlık gönderirim!” diyen Sungur, Eflani’de dağa üç günlüğüne odun toplamaya gittiği günlerden, silâhı var diye evinin basıldığı günlere ibretli sahneler sundu bize titreyen sesiyle.

Evet, o yıllarda komşuları “Bu kadın yanında kocası olmadığı halde, hiçbir şeyden korkmuyor. O halde silahı var!” söylentisini yayarak evinde defalarca arama bile yaptırmışlardı. Tabiî ki hiçbir şey bulamamışlardı.

“Risâleleri okumaya ancak çocukları emzirirken, uyuturken fırsat bulabiliyordum, ama eşime maddî manevî hep destek oldum” diyen Sungur, çok sevdiği Üstadıyla Eskişehir’de görüşmüş ve onun hususî duâsını almış.

Nur hazinesi

Evet, Nur Risâleleri bir hazine… O hazineyle hemhâl olan insanlar da adeta birer hazine. Farkına varıp istifade etmeye çalışmak gerek…

İzlediğimiz program bu gerçeği fark ettirdi…

Böylesine güzel bir organizasyona katkıda bulunan tüm arkadaşlarımıza gönül dolusu teşekkürler…

31.12.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Bayram sevinci



Güzel bir muhasebe, kulluğu tartma, kulluk elbisesini kirletmemek için gösterilen itina, teslimiyet sergileme gibi çetin bir imtihanla yeni yılı ve Kurban Bayramının ilk gününü ihya etmeye çalışacağız.

Bu bayram günlerinde daha bir sevinçli, daha bir mutlu, daha bir neşeli olmakla başbaşayız.

Çünkü on sekiz bin âlemin sahibi ve maliki olan Allah’ın kulu olup emrine çok yönlü itaat etmenin zevkini daha farklı bir tarzda yaşayacağız.

Bayramın, Rabbimizin verdiği sayısız nimetlere karşı geniş ve küllî bir şükran vakti olduğunu düşünüp, Onun “Rabbin için namaz kıl, kurban kes”1 emrine uyarak sabahın erken vakitlerinde bayram namazına koştuk.

Yüz milyonlarca mü’minle birlikte âdeta bir ağızdan Allâhü ekber, Allâhü ekber sadalarıyla Rabbimizin, kâinatta sergilediği akılların tartamadığı, zihinlerin anlayamadığı harika eserleri karşısında Onun büyüklük ve yüceliğini dile getirip zikir ve tesbihte bulunduk.

Âdetâ yeryüzü büyük bir insan hâline geldi; Kâbe-i Muazzama kalbiyle niyetlenip, Mekke-i Mükerreme ağzıyla, Arafat Dağı diliyle o yüz milyonlarca mü’minin hep bir ağızdan söyledikleri “Allâhü ekber”i sanki tek başına söyledik ve bu, mü’minlerin mağara-misâl ağızlarında yankılandı, sonra da gökleri çınlatıp berzah âlemine doğru dalga dalga yayıldı.

Arefe günü, sabah namazının farzından itibaren başlayıp bayramın dördüncü günü ikindi namazının farzına kadar her farz namazdan sonra getirilmesi vacip olan teşrik tekbirleri de hep böyle bayram boyunca âdetâ koro halinde göklerde yankılanıp durdu ve duracak.

Yeryüzünü Kendine secde ve ibadet eder tarzda yaratan, tesbih ve tekbir getirttiren, kullarına bir mescid, yaratıklarına bir beşik yapan Rabbimize karşı yerin atomları sayısınca hamd, tesbih ve tekbir getirip namazlarını eda eden ve niyazda bulunan mü’minler kafilesiyle birlikte kurbanlarımızı kesmek üzere evlerimize yöneldik ve yönelmeye devam edeceğiz.

İnsan ömrünün baharları, en tatlı anları, sevinç ve mutluluk günlerini de yine kulluk elbisesini kirletmeden tertemiz tutmaya bakacağız.

Bayramı bayram yapan nice unsur vardır hayatımızda. Her şeyden önce bu sevinç ve mutluluğun temelinde Allah’a kul olup emrine boyun eğmenin hazzı yatar.

Bu duygularla bugün erkenden kalkıp hazırlıklar yapıp camiye koştuk. Vacip olan Bayram namazını kıldık. İmam hutbede günün önemini hatırlattı. Yardımlaşma, sevgi, kardeşlik, affetme üzerinde durdu. Namazdan sonra da kurbanlarımızı kesmeye başladık.

Ne mutlu bayramı bayram yapabilenlere!

31.12.2006

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

Dünyevîleştirme tuzağı



Dünyevîleşme tehlikesi her insan için tehlikelidir; ama uhrevî hizmetleri gâye edinen ve onun için çalışan insanlar için daha da tehlikelidir.

Çağımızda “dünyevîleşme” tuzağı her insan için en büyük tehlike olmaya devam ediyor. Uhrevî hayatımızı tehdit ettiği gibi, dünyevî hayatımızın da tadını, tuzunu kaçırıyor.

“Dünyevîleşme” illetine karşıhiç bir insanın bir garantisi, bir güvencesi yok gibi. Manevî hayatın uzağında olanların ötesinde, ehl-i din için dahi tehlike olmaya devam ediyor aslında.

Ülfetle veya alışkanlıklarla çoğu zaman tehlikesinin farkında olmadığımız “dünyevîleşme” marazı, günlük yaşantımıza her gün biraz daha giriyor ve ondan sonra da bu illetten yakamızı bir türlü kurtaramıyoruz. Gün geliyor, daha çok tüketmeyi, daha çok harcamayı normal karşılamaya başlıyoruz. Nefis ve hevanın arzuladığı bir hayat tarzını benimseyip, daha çok yiyip-içmeyi, gezip-tozmayı hayatımızın çok normal bir biçimi olarak kabullenmeye başlıyoruz.

Yazımızın başında dediğimiz gibi, böylesine nefis ve hevâya tâbî olmuş bir yaşantı tarzı her insan için aslında sonu olmayan çıkmaz bir yoldur. Bilhassa uhrevî hayatı esas alan ve o yöndeki bir hizmetin içinde olan insanlar için, sırf dünyaya yönelik bir hayat tarzını tercih edip, o şekilde hayatını sürdürmeyi düşünmek oldukça tehlikeli bir hâl olsa gerek.

Aslında insanları, bilhassa bir dâvâsı olan insanları, dünyaya çağıran, onları dünyevîleştirme plan ve tuzaklarının olduğunu düşünüyorum şahsen. Onları ulvî dâvâlarından alıkoyup, hizmetlerine set çekmek için bazı şer odaklarının tuzak ve komplolarıdır diye düşünüyorum “dünyevîleşme” olayını. Bilhassa içinde bulunduğumuz bu asırda “dünyevîleşme” daha çok hız kazansa da; geçmişte de ehl-i dini, hizmetlerinden alıkoymak için benzer oyunların oynandığını, benzer tuzakların kurulduğunu görüyoruz. Bu meyanda, bizzat Bediüzzaman’ın bir ifadesine dikkat çekelim: “Kırk sene evvel bir başkumandan beni bir parça dünyaya alıştırmak için, bazı kumandanları, hatta hocaları benim yanıma gönderdi...”

Bir başkumandanın telkiniyle Bediüzzaman’ı dahi dünyevîleştirmek için, içinde bazı hocaların da bulunduğu heyet Üstad’a bakın neler söylüyorlar: “Biz şimdi mecburuz. ‘Zarûretler haramı helâl edebilir’ kaidesiyle, Avrupa’nın bazı usûllerini, medeniyetin icaplarını kabule mecburuz...”

Haramları helâl dairesine sokarak, o çeşit bir hayat tarzını benimseyen ve Bediüzzaman gibi bir insana da bu çarpık fikirlerini kabul ettirmek için pervasızca böyle beyanlarda bulunan bu heyeti, Bediüzzaman’ın “Çok aldanmışsınız... Ekmek yemek, yaşamak gibi zarurî ihtiyaçlar haricinde başka hangi zarûret var?” diyerek kesin bir dil ile reddettiğini görüyoruz.

Öyle ya, nefis ve hevanın yönlendirmesiyle gayr-ı meşrû bir hayat biçimini benimseyerek, dinin haram kıldığı muâmelelerin içine girmekle, haramları helâl dairesine sokmanın mantığı hiç olur mu?

Yine bir başkumandanın Bediüzzaman’ı yanına almak ve dünyaya çekmek için köşkler, saraylar, yüklü maaşlar, makam ve mevkiler teklif ettiğini ve Bediüzzaman’ın hiç tereddüt etmeden anında bu teklifleri reddettiğini görüyoruz.

Aslında Bediüzzaman’ın, insanlığın faydasına olan medeniyetin yeniliklerine ve dünya nimetlerine karşı olmadığını biliyoruz. Onun ancak insanın hayrına olmayan, maddî ve manevî hayatımız yönünden hiçbir faydası olmayan, bilâkis zararı olan bazı “fantaziliklere” karşı olduğunu görüyoruz. Onun, ibret almak için bir talebesiyle beraber sinemaya gittiğini de biliyoruz. Ama konu ile alâkalı şu tesbiti de önemli mesajlar veriyor: “Sinema, tiyatro, dans gibi şeylerde tiryaki olmuş ise, mutlak zaruret olmadığı ve sû-i ihtiyardan geldiği için, haramı helâl etmeye sebep olamaz.”

Öyle değil mi? Sinema, tiyatro, dans, televizyon tiryakiliğinin dünya ve ahiret hayatımıza olan menfî mânâdaki zararları, hepimizin malûmu değil mi? Kudsî bir dâvânın hadimleri için bu gibi tiryakilikler, zararlı bir meşgale değil mi?

Evet geçmişte olduğu gibi, bu asırda da ehl-i dini, aslî hizmetlerinden alıkoymak için dünyaya çağırma ve dünyevîleştirme oyunları devam ediyor. Asıl vazifeleri, uhrevî hayata hazırlanmak olanlar, bu tuzağa düşmemek için dikkatli olmaları gerekir.

Bütün dost ve okurlarımın bayramlarını tebrik eder, hayırlara vesile olmasını niyaz ederim.

31.12.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kurban Bayramınız mübarek olsun!



Almanya/Köln’den okuyucumuz: “Bayram günlerinde sünnete uygun olarak neler yapmamız gerekir?”

Âlem-i İslâm olarak Kurban Bayramını idrak ediyoruz. Bizi bu bayrama eriştiren Rabbimize sonsuz hamd ü sena olsun.

Bayram günlerinde ihya etmemiz gereken Sünnet-i Seniyyenin başlıcalarını hatırlayalım:

1- Bayram günlerinde erken kalkmak, temizlik yapmak, yıkanmak, güzel koku sürünmek, güzel elbiseler giymek, yolda sokakta karşılaştığımız Müslüman’lara selâm vermek, Müslüman’lara güler yüz göstermek ve bayramlarını tebrik etmek, ihtiyacı olanlara sadaka vermek sünnettir.

2- Bayram namazı kılmak vaciptir. Bayram namazına vakar ve sükûnetle gitmek, giderken ve gelirken tekbir getirmek, ayrı yollardan gidip gelmek sünnettir.

Ömer radıyallahu anhümâ anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm bayram namazına giderken bir yoldan gider, dönerken başka bir yoldan dönerdi.”1

3- Bayram namazından sonra bayram günleri içinde imkân bulanların kurban kesmesi vaciptir.

4- Bayram gecelerinde Allah’a ibadet etmek sünnettir.

Ebu Ümâme radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Kim her iki bayramın da gecesini, Allah’tan sevap umarak ibadetle geçirirse kalplerin öldüğü günde kalbi ölmez.”2

5- Kurban Bayramında, bayram namazından önce bir şeyler “yememek” sünnettir.

Büreyde radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm, Ramazan Bayramı namazına bir şeyler yemeden çıkmazdı. Kurban Bayramında ise, namazdan dönünceye kadar bir şey yemezdi.3

6- Kurban etinden ev halkıyla birlikte yemek, komşulara ve dostlara yedirmek ve kesmeyenlere dağıtmak sünnettir.

7- Bu gün, sıla-i rahim yapmak, yani ulaşabildiğimiz kadar çok dostumuza, akrabalarımıza, yakınlarımıza, komşularımıza, büyüklerimize, yaşlılarımıza, hastalarımıza, derece derece insanlara ulaşmak ve bayramlarını tebrik etmek, onlara duâ etmek sünnettir.

8- Komşularımıza ikram etmek sünnettir.

Nitekim Allah Resulü (asm): “Allah’a ve Âhiret Gününe îman eden komşusuna iyilik etsin. Allah’a ve Âhiret Gününe iman eden misafirine ikram etsin! Allah’a ve Âhiret Gününe iman eden hısımlarına, akrabalarına, yakınlarına, dostlarına, komşularına ve arkadaşlarına muhakkak ulaşsın, kendisine ulaşanlara müşfik davransın. Allah’a ve Âhiret Gününe îmân eden ya hayır söylesin veyahut sussun!” buyuruyor.4

9- Bu gün barışık olmak sünnettir. Dargınlıklar, kırgınlıklar, küskünlükler sırf Allah rızası için, sırf Resûlullah aşkı için son bulmalı.

10- Bu gün öfkemizi yutalım; kırılıp gücendiklerimize karşı onurumuzu, gururumuzu düşünmeyelim; haklılığımızı aramayalım. Allah rızası için!... Kucaklaşalım bu gün. Öfkemizi yenmek, hayatımızda sürekli uygulamamız gereken bir Sünnet-i Seniyyedir.

11- Hastalarımıza gidelim, kalbimizin en sıcak ilgisini götürelim onlara, Şâfî-i Hakîkî’den şifâ dileyelim. Hastaları ziyâret sünnet-i seniyyedir.

12- Fakirleri, yoksulları, kimsesizleri, öksüzleri, yetimleri unutmayalım bu gün. Onların da sevilmeye, sevindirilmeye, şefkate lâyık bir kalbi, bir gönlü bulunduğunu; bu imtihan dünyasında onlara kucak açtığımız derecede, en muhtaç olduğumuz bir gün, Allah’ın şefkat ve merhametinin de bizimle beraber olacağını unutmayalım. Onlara ikrâm etmek, onların gönüllerini almak, onların ikrâmlarını kabul etmek ve onlarla mütevâzıâne bayramlaşmak Sünnet-i Seniyyedir.

13- İnsanların acısını acımız; kederini kederimiz; sevincini sevincimiz bilelim. Sünnet-i Seniyyedir.

14- Teşrik tekbirlerini bayram süresince her farz namazın ardında getirmeyi unutmayalım. Teşrik tekbirlerini getirirken, büyük olan Allah’ın nezdinde hepimizin eşit olduğunu; aramızdaki izafî farklılıkların geçici ve imtihana dönük bulunduğunu; bu gün bizden aşağıda bulunanların yerinde pekâlâ bizim de bulunabileceğimizi; binaenaleyh Allah katında en üstünlük vasfının ancak “takva” ile sağlanabileceğini; başka türlü bir üstünlüğün söz konusu olmadığını; takvanın da insanlara tevazû ile yaklaşmaktan başladığını aklımızın en müstesnâ köşesinden çıkarmayalım.

15- Bu mübarek günlerde, Müslüman’ların üzerinde yoğunlaşan fitnelerin, fesatların ve kan kokan oyunların bozulması ve bertaraf edilmesi için Allah’a duâ edelim. Duâdan başka sarılacak gücümüz var mı?

Mübarek bayramın âlem-i İslâmın huzuru, sükûnu, her türlü fitnelerden uzak kalışı ve insanlığın barışı için hayırlara vesîle olmasını niyaz edelim. Bayramınızı tebrik ederim.

Dipnotlar:

1- Ebû Dâvud, Salat 254, (1156); Nesâî, Iydeyn 1, (3, 179). 2- K. Sitte, 17/5, s. 179. 3- Tirmizî, Salât 390, (542). 4- R. Sâlihîn, 308, 314.

31.12.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Hac bayramı



Bugün Kurban Bayramı. İslâm âleminin ibadet ve şükür bayramı. Kulluğun itaat feyzinde, en zirve buluşmaların ve en toplu ibadetlerin beraberce idrak edildiği bir hac bayramı.

Herkesin haccettiği bir bayram; haccetmek. Diğer ifadeyle; ziyaret ve ibadet merkezli, duâ eksenli ve huşu ile coşku karması, en güzel anların, en müsbet zanların ve en kalbî muhabbetlerle en ruhânî hallerin yaşandığı bir haccetmek.

Haccetmek; ziyarettir, buluşmaktır, yürümektir, duâdır. Taabbüdî olan kaideler zincirine harfiyyen uymaktır. Teslimiyet sancağıyla Allah’a vasıl olmanın en mukaddes mekânlarda ve zamanlarda yaşandığı hususî bir huzurdur.

Milyonlarca mü’min, şu anda hacı oldu. Arafat’ta, Müzdelife’de, Mina’da ve Kâbe’de yoğunlaşan bir ibadet iştiyakı ve yükselen nurânî idrak ile vakfelerini, şeytan taşlamalarını ve tavaflarını yaptılar. Şeytanın yarılan başına üç gün daha taşlar inmeye devam edecek.

Makam-ı İbrahim’de bir gönül selâmı ile hürmet makamında ihtiramla kutsiyetin penceresine açılan kalbin tarafından devir daim misali tavaflar devam ediyor. Hacerü’l-Esved, her zamanki metanetinde rahmete vesile olmanın manevî temsili ile bir yadigâr olarak dokunuşun en has ve halis ruhaniyetine şahitlik ediyor.

Safa Merve sembollerinde, birbirini gören iki dağın birbirine bakan veçhelerinde beşerin en emin ve huzur bahşeden yolculuğu var. Yürüyüşün, kendi içinde hikmetin emarelerini bize ders veren ve değişen ritmiyle gayret ve tezahür farkını ortaya koyan bir haşmet var.

İçilen zemzemin bereket ve seyyaliyet içinde maddî ferahlamanın bünyemize içirdiğimiz ihtiyaç, istek ve rıza suyu var. Suya şeref kazandıran bir farklılık ve hususiyet takdiri var.

Haccetmekte her şey farklı, her şey manidar ve her hareket bir tasarrufun rahmetinde buluşmayı temin eden bir randevu saati gibi sarıyor.

Göz; gördüğüyle hüşyar ve doyumsuz bir seyrin hak ettiği Peygamberî manzaraların şehadetinde basiretle bakıyor. Kulak; İlâhî zikrin mest ettiği seslerin kardeşliği içinde etrafına emanet bir dinleyiş makamında huzur-u daimî ile dinleniyor. Beden; bütün varlığıyla tatmin olan bir hareket ve akış içinde. Diğer manevî lâtifeler ise, şereflenmenin ve İlâhî lutfa mazhar olmanın havsalayı aşan vicdânî hazzında kendilerine verilen bu nimetlerin ve mazhariyetlerin şükrü içindedirler.

Hacda olamayanlar da bunları düşündü durdu. Kalplerindeki “âyine-i Samed” ile başladılar haccetmeye/ziyarete. Kendilerini ziyaret ettiler. Aklın, vicdanın, ruhun, duygunun ve vücudun kurban bayramında, haccın manevî atmosferine kendilerini zihnen ve hayalen götürerek oradan âleme açılan ve âlemine doğan mânâlarla bayram namazına gittiler.

Dünyanın her tarafında, Müslümanlarca aynı yakarış, hüzün ve mutluluk bir arada taleplerinin kabulü için bayram duâsına durdular. Milyarlarca el, Kâbe’ye yönelerek niyaz makamında duâ ederek, Allah’a yalvardılar:

“Ya Rabbi, bu aciz ve çaresiz hallerden bizi halâs eyle. Maddî ve manevî inkişaflar ver. İslâm dünyasında cereyan eden zulümlerden, işgallerden, sefaletten ve eziyetlerden sana sığınıyoruz. Bizi şuurlu, ihlâslı ve metin kıl. Bu belâları def etmemize kuvvet ver. Mü’mince yaşamayı ve insanca düşünmeyi bize lütfet! Dünyanın sükûneti için İslâmı yaşamayı ve yaşatmayı nasip et!”

Dünyanın bütün ibadet mahallerinde mü’minlerin semaya kalkan ellerle ve gönülden dillerle yaptıkları bu duâlar ve “âmin” diyen maddî ve gayr-i maddî âlemlerin münâcâtı inşallah makes bulacaktır.

Camiden çıkarken, gülümseyen yüzler, bayramlaşan mü’minler ve birbirine müşfik ruhlar var bugünlerde. Kurban hazırlığında zevkli bir meşguliyet yaşanıyor. Kurban edilen nefsimiz, günahlarımız ve benliğimiz olsun temennisiyle kurbiyetin/yakınlaşmanın yaşandığı haller sürüklüyor peşinden. Ziyaretler, dost meclislerini ve yakınlık arzularını teşvik ediyor. İkramlar, kalbî duâlarla karşılamalar ve uğurlamalar bolca yaşanıyor.

Teşrik tekbirleri her namazın Kâbe’ye dönük haccetmesinde, bize ayrıcalıklı günleri hatırlatıyor. Kendimizle buluşmanın en güzel dönemini yaşatıyor.

Mazlum ve mağdur Müslümanları, insanları hep hatırlayarak ve bu günlerde daha fazla duâ ederek bayramlaşıyoruz, bayram oluyoruz ve bayram kalıyoruz.

En kalbî muhabbetle ve hürmetle, bütün İslâm âleminin Kurban Bayramını tebrik ediyorum. Huzurla, şefkatle, hikmetle ve ihlâsla daim olmasını diliyorum.

31.12.2006

E-Posta: [email protected]




Habib FİDAN

Kurbanla yılbaşı arası düşünceler



Kurban Bayramı ile yeni yılın birlikte idrak edilmesi sizde nasıl duygular uyandırdı bilmiyorum; ama bana ibret veren bir seyirlik oyun gibi geldi. Evet, durmadan arşınladığımız zaman çizgisi bir yılın daha bitmesiyle gösterdi ki, dünya yolculuğumuzun mukadder durağına adım adım yaklaşıyoruz. Hele de bunun yaklaşma, yakınlaşma anlamını ihtiva eden “kurban”la çakışması, söz konusu düşüncelere bambaşka bir güzellik katıyor.

Aslında Aralık ayı benim için bu açılardan tadına doyum olmayan örtüşmeleri ifade ediyor. Mevlânâ’yı anma törenleri, ki adına sürekli “Şeb-i Arus (Sevgiliyle buluşma gecesi)” denilen törenler ve Kurban’la birlikte idrak edeceğimiz yeni bir yılın başlangıcı gibi anlamlı günler, “tevafuk” denilen olgu içinde güzel bir örtüşmeyi anlatıyor sanki bana. Demem o ki, yeni bir yıla girerken idrak edeceğimiz kutsal bir bayramımızı en azından güzel duygularla karşılamak gerekir. Ne demişler: “Nasıl başlarsan, öyle gider”. Yahut Bediüzzaman’ın deyimiyle: “Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır”.

Bu güzel düşünmeyi bir de tersinden okuyalım. Yani olumsuzlukları görerek olumlu sonuçlar çıkarma san'atı dedikleri şey. Diğer bir ifadeyle, yaşanan “şer”lerin altındaki “hayır”ları görebilmek… Şöyle bir düşünün. Kaynağını, mensubu olduğumuz dinden alan kutsal bir bayramın içindeyiz. Bunun yanında da yılbaşı olacak. Ve kendilerine büyük(!) sıfatını yakıştıran medya kanalları manevî bir değerimize değinmiyor da nâm-ı diğer “christmas” için çeşitli eğlenceler hazırladıklarını ilân ediyorlar. Neymiş, sabaha kadar “çılgın”lar gibi eğleneceklermiş. Hem de Kurban Bayramı gerçeğini, manevîliğini dikkate almayarak… Buna kızdığımı sanabilirsiniz; ama ben kızmak yerine şükrediyorum. Diyorum ki: “Ya yılbaşı eğlenceleriyle birlikte Kurban Bayramı’nı da ifade etseler, o zaman akla karanın karışımı gibi bir durum ortaya çıkmaz mıydı”?

Tabiî bu söylediğim, bir ihtimal. Şayet bu ihtimal için de “Hadi canım sen de!” türünden bir alaylama söz konusuysa, birbirinin ardı sıra iç içe gelen bu önemli günlerin idrak ediliş farklarına bakarak manevîliğin ne kadar ulvî bir şey olduğunu, dinden kaynağını alan değerli bir bayramımız ile gayr-i meşrû eğlencelerle geçirilen bir günün arasındaki bariz farkın büyüklüğünü tüm çıplaklığıyla görmek, belki de tarifi imkânsız bir şükrün gerekliliğini kılacaktır hepimiz için. Yani, yılbaşı gecesinden sabahına kadar yurt çapında meydana gelen zarar ortamı ile Kurban Bayramı sabahında neredeyse hiç kimsenin burnunun kanamadığı, aksine kardeşlik bağlarının daha çok güçlendiği ortamın karşılaştırması maneviyâtı ikinci plana atanların önlerine gelecek somut gerçeklikten başka bir şey olmayacaktır. Bu yüzden zımnen de olsa, böyle bir haklılık elbette güzel düşünmenin gerektirdiği şükrü vacip kılar.

Bayram ve yılbaşının bir de bu gözle tahlil edilmesinde fayda var…

Dili bozan Doğulu’dan inciler(!)

Eurovision Şarkı Yarışması’na İngilizce şarkısı ile katılacak Kenan Doğulu, “Türkçe şarkı ısrarı geri kafalılıktır” demiş. Beklenir doğrusu. “Çakkıdı, hoppidi, baş harfi ben” gibi mantıksız ve Türkçe’nin yapısına aykırı ibareleri kullanması nasıl tabiî ise, bu da tabiî bir şey. Nitekim söz konusu yarışmada eserlerin sadece beste yönünden değerlendirildiğini söyleyen TDK’nın verdiği cevaba bakalım: “İngilizce’den medet umması san'atçının kendisine olan güvensizliğini göstermektedir. Önemli olan Türkçe sözlü bir parçayla ve bu sözlere uygun güzel bir besteyle yarışmaya katılmaktır. Kerâmet, İngilizce’de olsaydı Sertap Erener’in İngilizce şarkıyla birinci olduğu yıl İngiltere, İngilizce şarkıyla katıldığı yarışmada sonuncu olmazdı. Yapılması gereken, Türkiye’nin yarışmaya Türkçe sözlü şarkıyla katılmasıdır.”

Fazla söze gerek yok…

Not: Tüm İslâm âleminin Kurban Bayramı ve yeni yılının hayırlara vesile olması dileğiyle…

31.12.2006

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Bayramlık



Türkiye’de gündemi takip etmek, gündemin hızına yetişmek neredeyse imkânsız hale geldi. Her gün yeni bir konu, birbiri ardına gelen tartışmalar... Bu tartışmalar arasında gözden kaçan ayrıntılar da oluyor. Mübarek Kurban Bayramında bu gözden kaçanlardan bir “demet” sunmak istedim.

İşte ilk notumuz:

Belki de Türkiye’ye böyle değerli bir insan bir daha gelmeyecektir. Yaptığı icraatlarla göreve geldiği 2003 yılından bu yana YÖK’ü hep tartışmanın göbeğinde tutan, görevi boyunca zıtlaşan Erdoğan Teziç’in son marifeti kendi bütçesi görüşülürken, yine Meclis’e gelmemek oldu. Yerine başkanvekili Prof. İsa Eşme’yi gönderdi.

Tabiî bu sürpriz değil. Çünkü Teziç, MEB, YÖK, Yurt-Kur, ÖSYM ve üniversitelerin bütçelerinin TBMM Plân ve Bütçe Komisyonu’ndaki görüşmelerine de katılmamış, Komisyonda da YÖK’ü Eşme temsil etmişti. Teziç, son olarak Genel Kurul’daki 2004 yılı bütçe görüşmelerine katılmıştı.

Teziç’in şimdi de Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi ile başı dertte. YÖK, A.Ü. Tıp Fakültesi’nde yapılan seçimde en yüksek oyu alan dekan Prof. Dr. Tümer Çorapçıoğlu yerine seçime katılmayan dekan yardımcısı Prof. Dr. Erol Özdiler’i ataması üzerine başlayan tartışma toplu istifalarla yeni boyut kazandı. Bu işte işin garibi, YÖK’ün dekan olarak atadığı Prof. Erol Özdiler görevi devralmadan istifa etmesi oldu…

Milleti takmayan birisinin, milletin vekillerinin olduğu bir yeri hiç takmıyor… Günü gelir, millet onu hiç takmaz…

* * *

Sille-i millet korkusu

Cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaştıkça senaryolar birbir ortaya çıkarılıyor. Önce erken seçim, arkasından sine-i millet, ADD başkanlığında oluşturulan “Ulusal Birlik Hareketi Platformu” kurma çalışmaları, onun arkasından “İlk tura 367 milletvekili katılmazsa başlayamaz” tartışmaları birbiri ardına gelmeye başladı. Görünen o ki, bu senaryolar birkaç ay daha yazılmaya devam edecek.

Bu tartışmalar devam ederken, bir milletvekilinin başı sine-i milletle değil de, sille-i milletle tehlikede olduğu ortaya çıktı.

Karşılıksız çek yüzünden alacaklıları tarafından her yerde aranan CHP Denizli Milletvekili Veli Haşim Oral, çareyi koruma görevlisi istemekte bulmuş. Akşam gazetesinde yer alan habere göre, Oral’ı korumak için sivil bir polis görevlendirilmiş. Oral, TBMM’nin Çankaya, Dikmen ve Güvenlik Caddesi’ndeki nizamiye kapılarına, kendisi ile görüşmek isteyen ziyaretçileri kabul etmeyeceğini de bildirmiş.

Sine-i millet konuşulurken, asıl olanın sille-i milletin tartışılması gerektiği bu olayla bir kez daha ortaya çıktı.

***

Tutanaklardaki öküz…

TBMM’de, gerek Genel Kurul’da, gerekse komisyonlarda tutanaklar tutulur. Stenograflar milletvekillerinin ağızlarından çıkan her sözü-buna küfürler de dahil-kayıtlara alırlar. Bu konuyla ilgili son 10’ı kapsayan enteresan bir istatistik yayınlandı…

1996 yılında bu yana kadar internet ortamına da aktarılan tutanaklarda en çok konuşulan kelimeler çıkarılmış. Son 10 yılda “irtica” kelimesi 308 kayıtta yer alırken, işsizlik 2 bin 542, aşk 85, hoca 430, onur bin 387, yavşak 2, başörtüsü 329, kemer sıkma 17, rejim 670 kez yer aldı.

Burada öne çıkan kelimelerden bir demet sunmak istiyoruz. Bakalım milletvekillerimiz hangi kelimeleri en çok kullanmışlar: “İrtica 308, yolsuzluk 2 bin 491, türban 377, açlık 958, YÖK 31 bin 646, işsizlik 2 bin 542, sanayi 9 bin 727, bilgi 10 bin 840, aşk 85, darbe 670, eşek 24, öküz 30, koyun bin 282, köylü bin 720, şehirli 24, eğitim 15 bin 909, millî 20 bin 348, sağlık 12 bin 239, insan 11 bin 765, TBMM 6 bin 283, parti 17 bin 861, devlet 35 bin 970, halk 14 bin 067…”

***

Sezer’in Karnesi

AKP Erzurum Milletvekili Mustafa Nuri Akbulut, cumhurbaşkanlarının karnesini çıkardı. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in son 4 yılda 54 yasayı geri gönderdiğini belirten Akbulut, 1961’den itibaren bu rakamın bir rekor olduğunu bildirdi. Akbulut’un yaptığı araştırmaya göre, Kenan Evren, 26 kez veto yetkisini kullandı. 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ise, 10 bin 150 kararnameden 362’sini iade etti. Sezer döneminde ise, 5 bin 982 kararnamenin 703’ü iade edildi. Demirel, görev süresi boyunca 14 yasayı veto etti. Demirel, Anayasa Mahkemesi’ne 4 kez iptal başvurusu yaptı. Sezer ise 16 kez Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu.

Sezer’in bir çok konuda olduğu gibi, bu konuda da karnesi “rekorlarla” dolu…

Bakalım 17 Mayıs’tan sonra bu rekorlarla dolu karneyle kendine yazarlıkta mı, siyasette mi yer bulacak? Karnesinde bu kadar rekor bulanan Sezer, Köşk’ten indikten sonra halk tarafından nasıl karşılanacak? Onu da 137 gün sonra yaşayarak göreceğiz…

Sezer için şafak 137…

Not: Kurban Bayramınızı tebrik eder, bütün insanlık için hayırlar getirmesini Cenâb-ı Hak’tan dilerim. M.K.

31.12.2006

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Bayram günü idam



Devrik Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin’in, bayram günü idam edilmesi dünyada günün konusu oldu. İktidarı döneminde halkına zulmeden Saddam hakkında kararı elbette tarih verecektir. Ancak onu idam edenlerin de Saddam’dan geri kalmadığını görmek lâzım.

2006’nın son günlerinde (30 Aralık) gerçekleşen bu idam hakkında birbirinden çok farklı değerlendirmeler yapıldı, yapılmaya da devam ediyor. Irak’ta ve idam sürecinde yaşananların ortaya çıkması zaman alabilir.

Saddam’ın ‘diktatör’ olduğu noktasında her halde şüphe yoktur. Irak’tan kaçarak Türkiye’ye gelenlerin anlattıklarına şahit olanların başka türlü düşünmesi de mümkün değildir. Fakat unutulmaması gereken bir nokta var: Saddam, yaptığı bütün icraatlarında ABD’nin doğrudan ya da dolaylı desteğini almıştır!

İran’la savaşırken ve sonun başlangıcı sayılan Kuveyt’e müdahale günlerinde de en büyük destekçisi, teşvikçisi Amerika yönetimi olmuştur. Hadiseye bu cepheden de bakmakta fayda var.

Genelde Ortadoğu’ya, özelde de Irak’a demokrasi getirme iddiasıyla yapılan bu işlerin sonu nereye varacak? Saddam’ın idamı, Irak’ı huzura kavuşturacak mı? Maalesef, ABD Başkanı Bush bile aksini söylüyor. Peki, bütün bunlar Ortadoğu’ya ve Irak’a; barış, huzur ve güvenlik getirmeyecekse neye yarayacak?

Asıl suçlu olanlar, vakt-i zamanında Saddam gibi zalimlere destek olan ‘örtülü/gizli zalimler’dir. Dün dünde kaldı, bugüne bakalım: Amerika ve onun gibi düşünen ‘güçlü’ ülkeler, niçin hâlâ işbaşında olan ve halkına ya da başkalarına zulmeden liderlere destek oluyorlar? Zalimleri önce besleyip, sonra idam etmek marifet midir?

Meselâ, şu anda Filistinlilere kan ağlatan, tamamen keyfî icraatlar sergileyen İsrail’e ve onun yöneticilerine niçin ‘dur’ denilmiyor? Saddam biyolojik silâh kullanınca ‘suçlu’ oluyor da, en son Lübnan’da bile kimyasal silâh kullanan İsrail suçlu olmuyor mu?

Saddam’ın hayatı; bir bakıma ‘su testisi su yolunda’ deyimini de hatırlattı. Bir zalimin eliyle başka bir zalim cezalandırıldı. Ancak, infaz günü olarak bayramın birinci gününün seçilmesi şaşırtıcı. Farklı bir şekilde de olsa İslâm dünyasının ‘bayram sevinci’ gölgelendi. Şu anlamda: Artık bayram ziyaretlerinin birinci gündem maddesi bu konu olacak. “İdam haklıydı, haksızdı” tartışmaları; bayramın manevî havasını gölgeleyecek.

Ümidimiz ve duâmız, yeryüzünde keyfilik ve zulmün kalkıp; adaletin hâkim olması için.

Bu vesile ile; Kurban Bayramınızı tebrik eder, hayırlara vesile olmasını dileriz.

31.12.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri

Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004