Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 07 Ocak 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Abdurrahman ŞEN

Sarmaşık sayı 10, sooon!



Gazetecilikte 2-3 yılı geride bırakmış, fakültede 4. sınıfa gelmiştim ki… Bir dergi yayınlama heyecanı sardı beni… Aslında heyecandan da öte, dergi alanında o yıllarda ideolojik açıdan yaşanan dengesizliğe içerliyordum ve bu açığın mutlak surette kapanması gerektiğine inanıyordum…

O yıllarda yayınlanan edebiyat dergilerine de genel anlamda “sağ” ve “sol” olarak bakınca görüyorduk ki yayınlanan dergilerin sayfaları açısından 2000 sayfaya 150-200 sayfalık bir fark vardı. “Sol”un lehine! Üstelik o sayfa sayısının dışında, “hayatın içinde” olma farkı ve “gazetecilik” yapılmasının getirdiği sevimlilik de ekleniyordu…

İyi de… Bunca geniş bir kitleye sahip olan “sağ” niye daha çok ve daha kaliteli dergiler çıkaramıyordu? Sancılar çekiyor, şikâyetler ediyordum yakın çevreme… Fakültedeki arkadaşlarım da fakülte dışından kimi görüştüklerim de bana hak verenler kervanına katıldı giderek… O günlerin heyecanını yaşayanlardan sevgili Seyfi Şirin kardeşim, Türkiyat koridorundaki sohbetleri hatırlayacaktır. Özellikle Mehmet Aydın’la üçlü olarak attığımız voltalarla…

İlk olarak, “neler yapabiliriz?” sorusuna cevaplar aradık… Bir komite bile kurduk bu sebeple Marmara Kıraathanesi’nde… Ve sonunda 3 kişilik temsilci grubu kurup, -merhum- Kemal Ilıcak ile konuşma kararı aldık… Nazlı Ilıcak ile konuşup randevuyu aldım. Komitemizin aldığı karar gereği Kemal Ilıcak’a dedik ki; “Meselâ Milliyet, ‘Milliyet San’at’ı yeniden yayınlıyor da siz niye ‘Tercüman San’at’ı yayınlamıyorsunuz? Bu sizin boynunuzun borcudur. Gerekirse biz buna tâlibiz!”

Bu hatırlatmamız üzerine Kemal Ilıcak’ın yaptığı savunmayı, bizimle paylaştıklarını, o gün için anladığımızı söyleyemeyeceğim… Ancak meslekte ilerledikten ve o gün geçen isimleri biraz daha yakından tanıdıktan sonra Kemal Ilıcak’ın aslında haksız da olmadığını anladım… Ve işin başa düştüğüne karar verdim!

O görüşmeden sonra bizim komitede de “sağ içi” çatlaklar oluştu ve dağıldık.

“Abdurrahman… Görünen o ki bu işi senden başka yapan olmayacak… Bu senin boynunun borcu… Biz de elimizden geleni yapacağız, sana destek olacağız.” diyenlerin manevî ittirmeleriyle bir de baktım ki ben Lâleli’de bir büro tutmuşum bile… Yeşil Tulumba Sokak’ta… Yanımda sadece, yazmaya da okumaya da uzak, Murat Şimşek’ten başka kimse yok… O derginin sahibi oluverdi ben de yayın sorumlusu…

Devir sıkıyönetim devri… Başvurumuz üzerine valiliğin 19 Mart 1982’de sıkıyönetim komutanlığına yaptığı havaleye; “İlgili yazıda konu edilen Kültüre, San’ata ve Edebiyat’a CEMRE isimli derginin basımı ve yayınına, sıkıyönetim yasaklama ve sınırlamalarının ihlâl edilmemesine özen gösterilmesi koşulu ile izin verilmiştir…” cevabını aldık… 1. Ordu ve Sıkıyönetim Komutanı namına sıkıyönetim kurmay yarbaşkanı Tuğgeneral Celal Demirtel imzalı bu izin yazısı valiliğe 26 Nisan 1982’de gitti ve valilikten de 3 Mayıs 1982 günü resmî müsaadeyi almış olduk.

“Kültüre, San’ata ve Edebiyat’a CEMRE”nin ilk sayısını yayınladığımızda edebiyat dünyasındaki büyüklerimizden çok ciddî eleştiriler aldık. Destekler gördük… Fakültedeki birçok hocamız da çok ciddî övgüler yönelttiler… Özellikle merhum Mehmet Çavuşoğlu Hocamı başa yazarak ifade etmeliyim ki; değerli hocalarımız Mehmet Kaplan, Faruk Timurtaş ve Abdülkadir Karahan’dan, Mertol Tulum’dan, Kemal Eraslan’dan büyük destekler gördük. “Dergiyi elime alınca sanki eski Hisar’ımızı canlanmış gördüm.” diyerek heyecanımızı paylaşan hocalarımızın yanında; “Öğrenciler sanki bize nazire yapıyorlar da dergi yayınlıyorlar. Size mi kaldı dergi çıkarmak?” diyen hocalarımız da olmadı değil ama… O kadar da olsundu!

Dergiye manevî moral verenler yanında kimse maddî destek vermeyince, biz de “daha geniş çevreye ulaştıralım” diye dergiyi bedava dağıtınca, Cemre 2. sayıdan sonra düştü! Sonra 1991’deki ikinci deneme geldi… Daha tecrübeli daha geniş çevreliydik ya…

Dergicilik alanındaki eksikliğimiz, edebî ve kültürel alandaki zayıflığımızdan dert yanmayı sürdüren herkes; “Bak Abdurrahman kardeş… Sen niye kolları sıvamıyorsun?” diyorlardı… Ben de görevden kaçan konumunda olmamak için bir kere daha sıvadım kolları… Özellikle Hasan Aycın dostumun ciddî katkılarıyla birkaç sayı çıkarabildim ama… Arkasını getiremedim yine. Sonunda biriken borçları ödemek için işçi emeklisi babamın 30 yıllık birikimi olan bir arsayı sattırıp borçları ödedim. Duyan herkes” Helâl olsun sana!” dediler…

O günlerden bir-iki anımı burada paylaşmak isterim… İmam hatip okulundan sınıf arkadaşım olan biri müteahhitliğe başlamıştı ve işleri oldukça iyiydi. Dergiyi çıkarınca yanına gittim… Dergiler çantada… Çayımızı içerken muhabbeti kültür san’at ortamına getirdim ve arkadaşıma şu sözü bile söylettim; “ Kardeşim… Yıllardır gazetecisin… Daha önce acemiyken bile dergi yayınladın. Şimdi bu tecrübeyle uçurursun. Niye oturuyorsun kollarını sıvamıyorsun? Bak solcular nasıl çalışıyor…”

O son kelimelerini söylerken çantamı açtım, dergiyi çıkardım, masasına koydum ve dedim ki; “Hah… Bak kardeşim… Ben üzerime düşeni yaptım ve aynen söylediğin gibi kolları sıvadım. Hamallık, amelelik benden, benzini sizlerden!”

Önce ne yapabileceğini sordu dostum, kısılmış sesiyle… Reklâm verebileceğini, toplu dergi alabileceğini ve abone olabileceğini söyledim… Elcevap; “Ya Abdurrahman’ım… N’oldu biliyor musun? Geçen yıl umreye gittiydim. Gelirken de çocuklara bir şeyler getirdim ama evden hiçbirini beğenmediler… Bu yıl başımın etini yediler… Hanımı da alıp çocuklarla birlikte umreye niyetlendik. Şimdi fazla açılmamam lâzım. İleride inşallah!”

Dergiyi masanın üzerinde bıraktım, “o ileri dediğin zaman geldiğinde bakalım dergiyi bulabilecek misin?” deyip çıktım.

Sosyal ve kültürel alanlarda ön saflarda olmayı seven, holding sahibi bir ağabeyim de üniversiteye giden kızına, güvenliği açısından yeni bir Mercedes aldığı için elinin dar olduğunu söyleyip, 90 liraya dergiye abone olamamıştı! Kısmet işte…

Tam da o kapıyı kapatmanın kısa bir süre sonrasında bir başka kapı açıldı ve “Beyazsanat Şirketi”ni kurarak “Beyazsanat Dergisi”ni çıkardık 2 arkadaşla… O da yapılanmadaki aksaklıklardan kısa ömürlü oldu… Ayrıldım.

Ve meslekte 28 yılı geride bırakırken; Beyoğlu Gençlik Tiyatrosu’nun gençleriyle “Sarmaşık Kültür”ü yayınlamak üzere kolları sıvadık. Nisan 2005’de ilk sayısını yayınladığımızda, tahminimizin çok çok üzerinde methiyeler aldık… Taraflı tarafsız herkes hiçbir olumsuzluktan yılmamamızı, birkaç sayı direnmemiz halinde “Sarmaşık”ın tutacağını, kök salacağını söylüyorlardı… Biz de direndik… Özellikle Mehmet Yavuz kardeşimin işin matbaa tarafını üstlenmesiyle süren bu direnmemiz bir yere kadardı bu ekonomik belirsizlik ortamında… Zaman zaman bizim için çok ciddî sayılacak boyutlarda borçlandık yine… Sonrasında başka işler yaparak kapatabildik borcun kabasını… Ve aradan geçen 21 ayın sonunda ancak 10. sayıya ulaşabildik…

Kitap gibi hacimli ve dolu dolu bu 10. sayımızdan sonrasını getirebilmem ise mümkün gö-rün-mü-yooooooor!

Buraya kadarmış dostlar.

“Sarmaşık”ı edebiyatımızın tozlu tarihine bırakıyorum 10. sayıyla…

Bundan sonrasındaki çabalarım arasında – ben niyetlenmeyeceğim, başkası da dergisinin yönetimini bana vermeyeceği için- kolay kolay dergi olmayacak…

İlk Cemre’den Sarmaşık’a kadar gelen dergicilik seyrinde her zaman desteğini gördüğüm ağabeylerime, arkadaşlarıma ve kardeşlerime buradan yürek dolusu teşekkürler…

Her yıl umre yapan, Mercedes değiştiren dostlar gibi düşünenlere de –kısmetlerinde varsa- kültürlü günler diliyorum.

Bu yazıyla kültür dostlarını üzdüğüm için haklarını helâl etmelerini diliyorum. Bundan sonrasında –kısmetse- sanatalemi.net’teki yazılar, Yeni Asya’daki haftalık Cemre’ler ve yönelmeyi düşündüğüm kitap çalışmalarıyla devam… Allah’ın verdiği nasip kadarıyla.

Dergicilik seyrimiz içerisinde her ne kadar sürç-i lisan etmişsek affola…

Adımız Hıdır, elimizden gelen budur!

Omuzlarım çürüdü dostlar!

Buraya kadar…

Şimdi farklı alanlarda yeni şeyler söylemek zamanı bence…

07.01.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

"Farkında" mıyız?



Mallarımız arttı, keyfimiz azaldı.

Daha büyük evlerde, ama daha küçük ailelerle yaşıyoruz.

Konforumuz arttı, ama zamanımız daraldı.

Diplomamız bol, ama sağduyumuz az.

Uzmanlıklar arttı ama problemler çoğaldı.

İlaçlar çoğaldı, hastalıklar arttı.

Çok para harcıyoruz, ama az gülüyoruz.

Akşam geç geliyoruz, sabah yorgun kalkıyoruz.

Az kitap okuyor, çok televizyon izliyoruz.

Çok konuşuyor ama az gönül veriyor ve bol yalan söylüyoruz.

Para kazanmayı öğrendik, ama yuva kurmayı beceremedik.

Aya kadar gidip dönmeyi biliyoruz, ama komşumuza uğramak için karşı sokağa geçmiyoruz.

Uzaya ulaştık ama kendi iç derinliklerimizden habersiziz.

Havayı temizledik ama ruhları kirlettik.

Atomu parçaladık, önyargılarımızı yıkamadık.

Çok yazıyor, ama az gelişiyoruz.

Daha çok plan yapıyor ama daha az sonuç alıyoruz.

Acele etmeyi öğrendik, ama sabırlı olmayı asla.

Gelirimiz arttı, karakterimiz zayıfladı.

Tanıdıklar çoğaldı, ama dostlar eksildi.

Çabalar arttı ama mutluluklar azaldı.

Daha mutlu olabilmek için somurtarak çalışıyoruz.

Varlığımızı arttırdık ama değerlerimizi kaybettik.

Ve nihayet;

Hayata yıllar ekledik, yıllara hayat katamadık.

Teşekkürler Bülent Tatar.

A-KILLI BAŞKAN

Amerikan Başkanı Bush, 2007 yılında "akıllı" davranacakmış.

Ne o?

Yoksa bu yılın başında istifa mı edecek?

Şimdiye kadar durduğu pek akıllıca değildi de...

ONURLU ASMAK?

ABD Başkanı Bush:

"Saddam daha onurlu asılabilirdi" demiş.

Nasıl yani?

Kovboyların yaptığı gibi "katrana" batırarak mı?

KUR'AN ÜSTÜNE YEMİN

ABD Kongresi'ne seçilen ilk Müslüman milletvekili Keith Ellison, Kuran-ı Kerim üzerine yemin etti

Dikkat "irtica":

Amerikan Kongresinde!

NOKTALAMA

Bir haber:

"14 Bin Amerikan silâhı PKK'da mı?"

Cevap?

Sorunun içinde.

07.01.2007

E-Posta: [email protected]




İslam YAŞAR

Âcziyetin zaferi



“İnsan fıtraten gayet âcizdir, zaiftir, fakirdir.”

Bediüzzaman Said Nursî, böyle tarif eder insan fıtratını.

Âcizlik, zayıflık, fakirlik, tembellik, beceriksizlik, iktidarsızlık, kendi başına bir iş yapamamak gibi mânâlara gelen bu sıfatlar, diğer canlılardan ziyade insanda tezahür eder.

Fıtratının aksine her zaman güçlü, kuvvetli, becerikli, varlıklı görünmeye çalışan ve her işin hakkından geleceğini zanneden insansa; sık sık böyle hâller yaşasa da o sıfatları pek taşımak istemez.

Halbuki âcizlik, zaiflik, fakirlik de büyük bir güç ve kuvvet kaynağıdır. Zira acziyetini idrak edip güçsüzlüğünün, zayıflığının, fakirliğinin, çaresizliğinin farkına varan insan, büyük bir güç kaynağı bulup ona sığınma ihtiyacı hisseder.

Nitekim, Bediüzzaman’ın da dediği gibi “Acz ve ceza bîçarelerin kârıdır. Kâmil insanlar, aczde büyük bir lezzet bulmuşlar ve Allah’a acz ile sığınmışlardır.”

Bu fıtrî temayülün tesiriyle sonsuz güç, kuvvet kaynağı ve servet, sehavet sahibi olan Allah’ı bulan insan da “Her matlubunu bulur, hadsiz minnetlerden, korkulardan kurtulur.”

Zîra acz, asla Allah’a ârız olamaz.

***

Acziyet ve zâfiyet hâllerine hayatın her safhasında rastlanır. Fakat insan hayatında bu gibi zaafların en çok hissedildiği zaman bebeklik ve çocukluk yıllarıdır.

Buna rağmen daha rahm-ı maderde iken başlar bebeğin hakimiyeti.

“Nutfeden alâkaya, alâkadan mudğaya, mudğadan et ve kemiğe, et ve kemikten insan sûretine” girerek ruha mesken olmaya başladığı zaman ilk olarak anne hisseder bu canlanışı.

Sonra da bütün ailede sevinçli bir seferberlik başlar.

Sinesinde, kendisininkinden daha hassas ikinci bir kalbin çarptığını hissettiği andan itibaren annenin tavırlarında, davranışlarında, hâl ve hareketinde sürurlu bir hassasiyet peyda olur.

Artık hayatın akışında kendisinin istek ve arzularından ziyade bebeğinin istikbali esastır. Yiyeceği, içeceği, giyinip kuşanacağı şeyleri seçerken hep onu nazar-ı itibara alır.

Sadece onlarla sınırlı değildir bu hassasiyet. Çocuğun karakterinin teşekkülünde ve şahsiyetinin şekillenmesinde tesirli olduğunu bildiğinden baktığı yerlere, dokunduğu şeylere, duyduğu sözlere dikkat eder.

Hatta çoğu zaman bu kadarla da kalmaz, bebeğin ruhunun rencide olmasından endişe ettiği için hislerine, hayallerine, duygularına, düşüncelerine onun varlığını esas alarak yön verir.

Çünkü çocuğu onun, bir gün mutlaka olacağı hevesi ile yaşadığı hayat hedefidir, ömür semeresidir, varlığının sebebidir, ümididir, heyecanıdır, canının canıdır.

Varlığını duyduğu andan itibaren baba da girer bu hakimiyet sahasına. Hayatının meyvesi saydığı bu kıpırdanışın huzuruna, sükûnuna halel gelmemesi için annenin maddî, mânevî, hissî yönden rahat etmesine her zamankinden daha fazla itina gösterir.

Çocuğun bedeninin yediği gıdaların çeşitliliği ve besleyiciliği ile, seciyesinin de o gıdaların helâl olmasıyla şekilleneceğini bildiğinden kazancını alın teri ile kazanıp helâl yerlerde harcamaya gayret eder.

Yakında aileye bir ferdin daha katılacağını ve onun için de ailede yer hazırlanıp bütçeden pay ayrılması gerektiğini düşündüğünden daha çok çalışma ihtiyacı hisseder.

Zîra baba da dünyasında çocuğuna mutena bir yer ayırmıştır. Bütün kalbiyle onun bir gün gelip kendisine ayrılan yeri dolduracağına inandığından, annenin kundağını, beşiğini, emziğini hazırladığı gibi o da ona mükemmel bir hayat zemini hazırlamaya çalışır.

Sadece anne, baba değil varsa ağabey, abla, dede, nine, hala, teyze, amca, dayı gibi ailenin diğer fertleri ve yakın çevresi de daha ismi, cismi bile belli olmayan bir bebeğin çevresinde ilgi ilmekleriyle ördükleri bir sevgi hâlesi teşekkül ettirirler.

Böylece hepsi, gönül bahçesinin gülü nazarıyla baktığı bebeği hasretle beklemekle kalmaz, his ve hayal dünyasında sadece ona has bir sevgi kundağı hazırlamaya çalışır.

Onun için her çocuk nice dünyalarla birlikte gelir dünyaya. Gelir gelmez de hakimiyet sahasını kendine ayrılan dünyalar nisbetinde çoğaltır, genişletir, sağlamlaştırır.

Çevresindeki insanlarının taşıdığı hiçbir sıfat, rütbe hâl ve unvan çocuğun hakimiyet hududunun dışında kalamaz. Padişah, sultan, kral, kraliçe, san’atkâr, bey, paşa, işçi, çoban, zengin, fakir fark etmez.

Çocuk doğduğu anda hepsi onun hizmetine girer.

O güldüğünde bütün dünyalar güler, ağladığında âlemin ağladığı hissedilir.

İsmi, cismi belli olup yürümeye, konuşmaya başladığında yüzler güler, gönüllerde güller açar.

Bilhassa büyük bir millete mensup olmanın hassasiyetiyle hareket eden insanlar, geleceğinin teminatı nazarıyla baktıkları çocukların hakimiyet sahasının aslî unsurlarından sayılırlar.

Onlar da henüz küçük olan çocukların hızla büyüyüp gelişerek bir gün mutlaka memlekete sahip çıkıp millete hizmet edeceklerini düşündüklerinden onlara örnek olma mesuliyetiyle hareket ederler.

Hatta, Arif Nihat’ın da dediği gibi bütün imkânlarının ve zamanlarının yanı sıra, kendilerine hayat veren nefeslerini bile çocuklara hizmet hassasiyetiyle kullanmayı tatlı bir hayat meşguliyeti sayarlar:

“Yemeği soğutmak,

Ateşi canlandırmak,

Alevi söndürmek...

Ama en tatlısı bir küçüğün

Kâğıttan fenerini döndürmek.”

***

Bütün canlılar acziyetleri nisbetinde ihsan-ı İlahîye mazhardırlar.

Bitkiler de hayvanlar da yaşamak için beslenmek zorundadırlar. Beslenip büyüyerek hayatiyetlerini devam ettirmek için de hilkatlerinin iktizası olan hâlleri yaşarlar.

Meselâ ekildikleri, dikildikleri veya Hudâ-i nâbit olarak bittikleri yerlerde duran bitkilerin rızkları ayaklarına gelirken; uçan, yüzen, yürüyen, sürünen bütün hayvanlar rızklarının peşinde koşarlar.

Lâkin Bediüzzaman’ın, “Rızk-ı helâl iktidar ile olmadığına, belki iftikâra binâen verildiğine delil-i kat’î, iktidarsız hayvanların hüsn-ü maişeti ve muktedir canavarların dîyk-i maişeti; hem zekâvetsiz balıkların semizliği ve zekâvetli, hileli tilki ve maymunun derd-i maişetle vücutça zayıflığıdır. Demek rızk, iktidar ve ihtiyar ile mâkusen mütenasiptir, ne derece iktidar ve ihtiyarına güvense, o derece derd-i maişete müptelâ olur” diyerek de ifade ettiği gibi onlar da aczin gücünü kullanırlar.

Yegâne meziyeti âcizliği, zayıflığı olan meyve kurtları meyvenin içinde hareket ederek, iktidarsızlığıyla bilinen bazı balıklar da kum içinde kıpırdanarak mükemmel bir şekilde beslenirler.

Kükrediği zaman dağları titreten ve hayvanların kralı sayılan aslan, yavrusunun acizliği karşısında bir kedi uysallığına bürünür ve kendisi açken onu doyurmaya çalışır.

Bununla da kalmaz, yavrusunu gittiği yerlere götürür, kendi gücü ile yaşayabilmesi için yapması gereken her hareketi öğretir ve bedenen olduğu kadar fıtraten de yetiştirir.

Yavrusu biraz büyüyerek tek başına avını yakalayıp karnını doyuracak seviyeye geldiği zamansa, gerektiğinde ensesine pençe atarak ağzındaki yiyeceğini alır.

Hilkatin iktizası olan bu hayat hâllerini kartaldan serçeye, balıktan kurbağaya, karıncadan gergedana, yılandan solucana varıncaya kadar bütün hayvanlar arasında görmek mümkündür.

Hayvanlar âciz, zayıf yavrularını besleyip büyütmek hususunda gösterdikleri bu fıtrî ihtimamı; onları tabiî felâketlerden veya yırtıcı düşmanlarından korumak için de gösterirler.

Soğuk kış günlerinde, azgın fırtınalarda, sel, zelzele, deprem gibi tabiî felâketlerde her türlü tehlikeye maruz kalan yavrular, annelerinin şefkatli himayesi sayesinde kurtulurlar.

Korkaklığıyla bilinen tavuk, âciz yavrusunu korumak için hayatını feda etmeyi göze alıp ite saldırır veya aptallığıyla iştihar eden keçi, boynuzuyla oğlağını kapmaya çalışan kurdun karnını deşer.

Yavrusunu maruz kaldığı tehlikelerden kurtaramayan bazı hayvanlar, onun cesedinin başında günlerce ağlarlar ve kahırlarından hiçbir şey yiyip içmeyerek hayata veda ederler.

Bunların yanında sivrisineğin, tanrılık iddiasında bulunan Nemrut’u öldürmesi ve karıncanın, en son İlâhî dine savaş açan Deccal’ı perişan etmesi gibi acziyetin başka semereleri de vardır.

Bu itibarla, bütün bunlar birer zaferdir.

Acziyetin zaferi.

***

Ebedî saadete mazhariyet...

Âcizliğini hissetmenin insana kazandırdığı bir başka zafer de budur.

İnsan, mevcûdâtın gerçek yüzünü ancak o sayede bilir, her şeyin fâni, her canlının âciz olduğunu anlar, büyük gördüğü, sevdiği, saydığı insanların ve değer verip bel bağlayarak ümit beslediği güç kaynaklarının güçsüzlüğünü görür.

Fâni olan, hızla zevâle doğru giden ve elim hadiseler karşısında bir şey yapmaktan âciz kalan varlıkların; zahirî görüntüleri ne olursa olsun, ruhundaki beka iştiyakını tatmin edemeyeceğini ve üzerine vurulan acz damgasını silemeyeceğini idrak eder.

O zaman geriye tek tercih kalır:

Ezel ve ebed Sultanına iltica etmek...

Bunun yolunun önce O’nu bilip tanımaktan, ardından da bütün kalbiyle inanarak emirlerine inkıyat, yasaklarından içtinap etmekten geçtiğini bilir ve onları yapmayı hayat hedefi hâline getirir.

Hadsiz derecede fâni ve âciz olmasına rağmen, samîmî bir kalple istediği takdirde bir gün mutlaka Yâr-ı Bâkî’yi bulacağına, Şems-i Sermed’e ulaşacağına ve bütün mevcudâta sahip olacağına inanır.

Ve Bediüzzaman gibi haykırarak bu hakikati âleme ilân eder:

“Fâniyim, fâni olanı istemem,

Âcizim, âciz olanı istemem.

Ruhumu Rahman’a teslim eyledim, gayr istemem.

İsterim, fakat bir yâr-ı bâki isterim,

Zerreyim, fakat bir Şems-i Sermed isterim.

Hiç ender hiçim, fakat bu mevcudâtı birden isterim.”

07.01.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Bir seyahatin ardından...



Kurban bayramı boyunca seyahatte idik. Geçmişin hatıraları ışığında bir ufuk taraması oldu. Hatıraların tazelendiği bir gezi oldu. Hatıralarımızı tazeledik ve dünyanın ne yana doğru evrildiğini bir kez daha gördük. Seyahatimiz bir kez daha artık dünyanın Amerikan siyasi ekseni etrafında dönmediğini gösterdi. Kissinger’in Yenilenme yılları (Years of Renewal Yenilenme Yılları - 1999) dediği yıllar aslında uful yıllarına tekabül ediyor. Amerikan imparatorluğunun batışını Afrika’dan daha iyi görebiliyorsunuz. Ortadoğu’ya gittiğinizde artık ABD’nin köhneleştiğini ve yenilenme değil yıpranma yıllarını yaşadığını idrak ediyorsunuz. Afganistan ve Irak işgalleri geri dönülmeyecek bir şekilde ABD’yi ihtiyarlattı. Yine Kissinger’in Does America Need A Foreign Policy/ABD’nin dış politikaya ihtiyacı var mı kitabı sanki Brzezinski’nin Hegemonya mı liderlik mi? sorusunun cevaplarından birisini teşkil ediyor. Sudan’da artık ABD’nin eskime yıllarına şahit olduk. Kurban bayramı boyunca Darfur’da idik. Ben Darfur’u Sudan’ın Açe’si olarak adlandırıyorum. Bayramımızı bölge merkezi olan Niyala’da geçirdik. Sudan’a birkaç sefer gitmişsem de Darfur’a ilk defa gidiyorum. Daha önce Güney bölgesine ve bu meyanda Vav’a gitmiştim. Daha sonra Rahmetli Yaser Arafat’ın ‘son ömrümü burada geçirmek isterim’ dediği Kordufan’ın başkenti Ubayyıd kentine gitmiş ve burayı gezmiştik. Bu defa Darfur’un başkenti Niyala’da idik. Burada üç Darfur’lu aile varmış. Bunlardan birisi Abdulmecid Amir idi. Onun mihmandarlığında şehri ve kampları turladık. Türkiye’nin etkisini gördük ve bu meyanda Türkiye ve Kızılay yardımlarıyla göz doldurmuş. Sudanlılar safiyetlerini kaybetmemişler ve Türklere en yakın Arap unsurudur dense yeridir. Bundan dolayı da Akif bir şiirinde kendisini Cemaleddin Afgani ve Muhammed Abduh ile Sudan’da bir medrese açarken tahayyül eder. Yani Sudan sadece Arafat’ın değil bizim de hayallerimizi süslemiş ezelden ebede.

***

Arap Birliği zirvesi çerçevesinde Recep Tayyip Erdoğan’ın bütün itirazlara ve zorluklara rağmen Darfur’a gitmesi büyük bir kadirşinaslık örneğini teşkil etmiş. Her türlü takdirin üstünde. Erdoğan gibi Müslüman ülkelerin liderleri Darfur’a gitse nahoş olaylarla birlikte başgösteren Arap kabilelerle Afrika asıllı kabileler arasındaki hissi ve psikolojik mesafe daralır ve yaralar iltiyam eder. Acılar belki tatlıya bağlanır. Sıcak ilgi kopan ilişkileri tamir edebilir. Bu açıdan, Recep Tayyip Erdoğan hem Açe hem ed Darfur gibi bölgelere stratejik geziler yapıyor ve bunun müspet etki ve yansımaları hala devam ediyor. Sudan bölgede gelecek vaadeden bir ülke. Türkiye bu ziyaret ve arkasında bıraktığı müspet tortu, ilgi ve alaka ile birlikte Sudan’ın müstakbel denkleminde yerini alıyor. Hükümetin belediye hizmetlerindeki performansı, ufuksuzluğu ve tıkanmışlığı ve iç politikadaki kimi yanlışlarına rağmen dış politikadaki atakları doğrusu tebriki hak ediyor. Bunun yapıcı izlerini Darfur’da gördük. Yalnız Türkiye’de devlet yeniden reorganize edilmeden bu politikaların kalıcı meyveleri devşirilemez. Zira sizin müspet olarak yaptıklarınızı sahada başka menfi etkiler dengeliyor veya gölgeliyor. Dışişleri çok daha atak ve vizyon sahibi olmalıdır. Bu gibi yabancı ülkelerde vatandaşlarını ve Türk işgücünü çok iyi bir şekilde kanalize etmeli ve yönlendirmelidir. Sonra Kombassan gibi batık yatırımların olmaması için devlet millet kaynaşması sağlanmalıdır. Burada kabahat elbette tek taraflı değildir. Devletin eksik ve yanlış bakış açısı ile kimi ‘İslamcılar’ın eksik vizyonu ve çürük ahlaki altyapıları bu menfi sureti tamamlamaktadır. Bu sadece Türkiye açısından değil Sudanlı İslamcılar açısından da böyledir. Fırsatçılık ve gayri ahlakilik ilişkilerin önünde adeta saatli bir bomba gibidir.

***

Kazakistan ve Sudan gibi örnekler aslında Türk devletinin dışarıdaki işgücünü yönlendirmede eksikliğini ortaya koymaktadır. Geçmişte Almanya’da da böyle olmuştu. Bunun telafisi ancak devletin reorganizasyonuyla mümkündür. Bu sağlandığında Türkiye bölgenin en güçlü devleti olacaktır. Güneş gibi doğacaktır. Kilitleme ve kilitlenme modundan ve pozisyonundan anahtar pozisyonuna geçecektir. Aksi takdirde, patinaj yapmamız kaçınılmazdır. Türkiye Sudan’daki dört önemli ülkeden birisidir. Çin, Mısır, Suudi Arabistan ve Türkiye. Türkiye devletin reorganizasyonunu sağladığında bir numaraya yükselecektir. Er geç de böyle olacaktır. Bu diğerleri için de geçerlidir. Bundan dolayı hem vizyonumuz geniş hem de altyapımız sağlam olmalıdır. Yoksa çürük altyapı büyük bir hamuleyi kaldıramaz ve taşıyamaz. Bu da ancak ahlaki idealizm boyutuyla taçlanır. Neticede, Türkiye’nin bölgedeki yeri sarsılmaz, yalnız bu adımlarını geciktirdikçe bedeli büyür ve bunu hem biz hem de onlar çekerler, öderler. Türkiye’nin ekonomik vizyonunun yanında dini vizyonu da olmalıdır. Diyanet’in Afrika zirvesi bunun için bir başlangıçtır. Yetmez. Sahada faaliyet gösteren bütün cemaatler de buna göre kendisini ve faaliyetlerini yeniden yapılandırmalıdır. Bu konuda, faaliyetlerde rekabet damarlarının ahlaki damarların önüne geçtiğini görüyoruz. Bu hem Türkiye hem de bölge için çok tehlikeli bir durum. Bunun için de devletin hem ahlaki hem de denetleyici boyutuyla işin içinde olması gerekir. Bu da reorganizasyona bağlıdır. Yine gittik geldik aynı noktaya avdet ettik. Bölgede Türkiye’nin boşluğunu dolduracak başka bir ülke gözükmüyor. Ufuklar Türkiye’nin kilit konumundan yeniden anahtar konumuna yükselmesini bekliyor. Türkiye Osmanlıların ardından yeniden ufukların ve sınırların efendisi olacağı günü bekliyor. Bölge de. Gordiom düğümünün çözümü Türkiye’nin değişimindedir.

07.01.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Şebnemin gözbebeği



Sabahın erken saatleri sizi gülün yaprağına, nimetlerin bostanına ve ağaçların dalına hiç götürdü mü? Gün ağarırken, tazesinden dokunduğunuz bir domatesin hafif sulu yüzeyi, size nasıl bir his verir?

Ya da yaprakları mekan edinmiş ve sabahın güzelliğinde saklı denizden bir numune sunan, damladan haber veren ve kendi gizeminde evrene ayna tutan şebneme ne dersiniz?

Şebnem misal, yeryüzünün geçici misafirleri olan sayısız nimetlere düşen çiğ, filizlenecek tomurcuklara bir bereket tohumu olur.

Şebnem düştüğünde, yıkanan bir yüzey vardır. Her sabah sulayan, nemlendiren ve besleyen bir enerji gibidir. Şebnem, bir mesaj paketidir. Bir kurgu bütünlüğüdür. İçinde gizlenmiş güneşin, en küçük noktadaki yansımasıdır.

Şebnem, güneş yokken, yeryüzü sofrasının her noktasında mevzi alır. Billurlaşır kendi kısacık temsilinin günün merhabaya hazırlanan bir deminde. Sonra güneşi karşılar. Onun tüm özelliklerini kendi boy aynasında yansıtırcasına. Buluşmanın akabinde, güneş ısıttıkça giydirir şefkatli ısısını ve aldırır onun bloklaşan sıvısını.

Çiğ düşmüş bütün bitkiler mutludur. Şebnemin gözyaşları, su ihtiyacını karşılar ve bir demet güneş yansıtır. Akan gözyaşları şebnemi eritir yaprakların kucağında, varlıkların ocağında.

Şebnem, bir karşılama bandosudur. Üçte iki su potansiyelinin, varlıklara günaydın dediği bir tanıtımdır, bir promosyondur. Kendine özgü kristal değerinde ölçümlenmesine, damlacık karakterinin akıcılığı ile değişkenliğin ve gelişmenin kimyasını verir konakladığı alana.

Şebnem, hayatın terlemesidir. Varlıkların geceye emanet dinlenmesinde ve büyümesinde, ortaya çıkan faaliyet buharının sıvıya dönüşümüdür. Bir dönüşüm sembolüdür. Kendini her sabah okutturan bir anlamlar bütünlüğüdür. Bir su döngüsüdür buhardan suya, sudan buhara.

Sabah ve şebnem; anlamlı kabulün birbirine can veren zaman ve sonuç dengesidir. Zamanın sabah, sonucun şebnem ve oluşumun güne lütufkâr bir akıcılık katacağı su denizinden bir servis ve bitki dünyasından bir istek duyurusudur.

İlâhî kudretin ışığına güneş kandil/ampul olurken, bu kandilin yansımasına deniz yüzü bir ayna ve onun temsil makamı da şebnem olmuştur yer yüzüne. Kudrete güneş bir ayna, güneşe ışık bir ayna, ışığa da deniz bir ayna ve denize de şebnem bir ayna değerinde. “Şebnemlerin gözleri, birer mirat olmuştur” (Sözler, 1172) hakikati, gözlerin bebeğinde, günün bebekliğine bir göz olmuştur.

“Şebnemin küçük gözü yıldız gibi parlıyor.” (a.g.s.) Gecenin mehtabından mesaj almış yıldızların yere düşen şebnemi, yerden beslenmiş varlıkların özel ağırlanışı ile güneşle kaybolan yıldızlardan kalan bir hatıra değerindedir.

Şebnem, şeffaftır. Özellikleri yansıtır. Fanileşmiştir, onu gören her cismin katresi olmaya hazırdır. Kendini göstermek isteyen varlıkları, parlaklığına alır.

“Şebnemin gözbebeği, küçücük bir güneştir” (a.g.s) aynı zamanda. Güneş onda tecelli, o güneşte teslim. Çünkü “Şu muhteşem güneşte küçücük bir şebnemdir.” (a.g.s) Şebnem, bu fonksiyonu ile denizin küçük güneşi, denizde büyük bir şebnem olur, yeryüzü aynası kudret güneşini yansıtırken.

Yıldızlar, bir parıltı örneği iken, gökyüzü sayfasına çivilenmiş birer işaret, sembol ve mektup gibidirler. Her yıldız, atmosferin birer şebnemidir adeta. Kendi noktasında âlemine ait bir açılım anıdır. Çünkü “O şebnem misal yıldız” tanımında kendini okutturan gökyüzü şebnemleri, yeryüzüne aydınlık veren mahyalar gibi dizilmiş birer lamba, parıltı ve yansıtıcı birer cam gibidirler.

Şebnemle deniz, şebnemle yıldızlar, şebnemle güneş birdirler kudret elinde. Çünkü “Kudreti tanzir eder”, benzer ve hazırlar.

İsterseniz muhteşem ifadeyle bitirelim: “Kudret elinde şems ve zerre birdir.” (a.g.s.)

Güneş ve atom, varlık olarak kudret karşısında birdir. İşte eşitlik, işte imtiyazsızlık, işte san'at ve icat. Kudretin sonsuz rahmetinde sonsuzluk duygusunu tatmak niyazıyla, bir şebnem duâ konduralım yüreğimize.

07.01.2007

E-Posta: [email protected]




Habib FİDAN

“Göçtü Galip dede candan ya hû!”



Kulakları çınlasın, üniversite yıllarında Tasavvuf edebiyatı alanında bilgisinden yararlandığım kıymetli hocam Mustafa Tatçı’nın, “Evet arkadaşlar, Tasavvuf edebiyatı bir sembol dünyasıdır. Birden bin çıkar. Bin de bire bakar. Tıpkı her şeyin Allah’tan çıkıp O’na döndürüldüğü gibi” sözlerinin tahrikiyle ilgi duymuştum kendisine. Sonra ezberlemekle daima mırıldanarak tat aldığım müseddesindeki muhteşem beyitleriyle mest oluşum da ayrı bir vak’a: “Tedbirini terk et takdir Hüdâ’nındır / Sen yoksun, o benler hep vehm-i gümânındır / Birden bire bul aşkı bu tuhfe (hediye) bulanındır / Devran olalı, devran erbâb-ı safanındır”

Bu beyitlerde geçen “birden bire bul aşkı” ifadesi bile, özellikle üslûp ve edebî güç açısından Şeyh Galib’i takdir etmeye yeter. Çünkü burada hem “ansızın ve ânî bir tecellî anlamında aşkın bulunması”, hem de “bir olan Allah’tan gelen ve yine ona giden aşkın bulunması gerektiği” anlamı var. Bu ve buna benzer okumalar, beni baştan başa ateş olup insanı iliklerine kadar yakan Hüsnü Aşk adlı eserine kadar götürdü.

Evet, yıl 1782’dir ve Şeyh Galib’in de bulunduğu bir şiir meclisinde Nâbi’nin Hayrabat’ı okunur. Okuma faslından sonra, oradakiler Nâbi’nin söz konusu eserine denk bir mesnevînin bir daha yazılamayacağını dile getirir. Henüz 24 yaşındayken bir divan sahibi olan Şeyh Gâlib buna içerler. Ve Nâbi’nin Hayrabat’ından başlayarak, o günkü şiirin eksikliklerini bir bir sıralar. Meselâ Hayrabat’ta, süs olsun diye kullanılan zincirleme Arapça ve Farsça tamlamalar üslîp açısından bir fazlalık ve ağırlık olmaktan başka bir şey değil. Bunun yanında, pek inandırıcı bulmadığı mübalâğalarını da çok alçaktan uçan kuşa benzetmekten geri durmaz. Bunun yanında, söylediği hikâyeyi çalıp çırpma bir hikâye olarak değerlendiren Gâlib, öğüt vermeye kalkıştığında herkesin kullandığı, “dünya geçici, ahiret ise ebedîdir” sözlerinin tabiî olmadığını da ekler. Ayrıca söyleyişler eskimişliğinden, binlerce şâirin, şiirlerini aynı teşbih ve mecazlarla ifade etmeye başladığından, aynı fikir ve hayallerin üçüncü sınıf şâirlerin diline düştüğünden ve ne parlak bir fikir, ne de parlak bir hayal kullanan şâirin kaldığından da dem vurur.

Şeyh Gâlib’in bu düşünce ve tenkitleri karşısında, mecliste bulunanlar da bu eleştirilere karşılık, Hayrabat kadar ve hatta ondan üstün bir eser meydana getirmesi gerektiğini ifade ederler. Bu iddia üzerine Şeyh Gâlib eserini yazmaya girişir. Ve 1782-83 yıllarında 6 ay gibi kısa bir sürede Hüsn ü Aşk’ı bitirir. Bununla da kalmaz, bu eserinde hem devrindeki, hem de kendinden önceki şâirlere âdeta meydan okur: “Gencînede (Hazinede) resm-i nev (yeni) gözetdim / Ben açdım o genci ben tüketdim” “İn dem ki zi şâirî eser nist / Sultân-ı sühan menem diger nîst”

Peki Şeyh Gâlib bu haklı gururu neden açık açık beyan ediyor? Çeşitli kaynaklar tarafından Divan şiirinin son büyük şâiri ve son doruk temsilcisi olarak kabul edilen Şeyh Gâlib’den sonra Divan şiirinin çözüldüğü hükmünü hesaba katarsak, bu gurura bir anlam verebiliriz. Nitekim Hüsn ü Aşk’taki kahramanlar ne Leyla ve Şirin gibi somut güzeller, ne de Mecnun ve Ferhat gibi somut âşıklardır. Bu eserde bizzat Hüsün ve Aşk sahnededir. Bu iki kahraman asırlardır dillendirilen eserlerdeki felsefî bakış açılarını anlatmak için âdeta sahneye çıkmışlardır. Tanzimat öncesi ve sonrasında Divan şiirinin eskiliğinin eleştirildiğini nazara alacak olursak, Hüsn ü Aşk’ı yorgun bir medeniyetin son güzel şarkısı addedebiliriz. Evet, Beşir Ayvazoğlu’nun ifadesiyle; bu eser, ateşler içinde kül olmak üzereyken, kuğunun, gagasının en son deliğinden söylediği son güzel şarkıdır. Dolayısıyla da Şeyh Gâlib şem’-i cânda var olan şûlenin, âsumanın fânusuna sığmazlığını bir kez daha ve en güzel şekilde ispat etmiştir.

Gerçekten de eşsiz ve sonsuz bir aşk bestesi olan Divan şiirinin mensup olduğu medeniyetin felsefesini bu eserle veren Şeyh Galib, hazineyi de tüketmiştir. Ama tükettiyse de hazineyi, ismi ve edebiyatımıza kazandırdığı Hüsn ü Aşk mesnevisi asırlardır okunduğu hâlde tükenmedi; hâlâ yaşıyor. Bu açıdan Ocak ayında (3 Ocak 1799) vefat etmesi dolayısıyla, Sururî’nin “Göçtü Gâlib dede candan yâ hû” mısrasıyla, onu rahmetle anmanın sorumluluğu içinde haklı bir gururu yaşıyoruz. Bu gurur böyle âbide şahsiyet ve eserleri dev aynasında bize aksettiren edebiyatımızındır.

07.01.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

“Meşveret saadetin anahtarıdır”



Bediüzzaman Hazretlerinin meşveretle ilgili ilginç tesbitleri vardır.

Ona göre meşveret, maksatları ve meslekleri kesin delil üzerine oturtur, her türlü kemâle uzanan yerleşmiş hak ile hakikatleri birbirlerine bağlar. Bu sûretle batıl, hak sûretini giyip efkârı aldatamaz.1

Meşveret istibdat ve tahakküm belâsından kurtarır.2

Aynı zamanda saadete vesiledir meşveret.3 Hatta “Saadetin anahtarıdır.”4 Saadet güneşinin doğmasını, temayülü, incizabı, ısınma ve kaynaşmayı sağlar.5

Meşveretin bu ve bunlara benzer faydaları sebebiyledir ki, onun hükmettiği dönemlerde millet büyük bir satvet ve kuvvet kazanmıştır. Hürriyet, meşveretin emrine verildiğinde yine eski satvet ve kuvvetini kazanacaktır.6

Bediüzzzaman’ın meşrûtiyeti de, cumhuriyeti de içerisinde meşveret olmak şartıyla kabul ettiğini de görüyoruz. Meşrûtiyeti meşveret-i şer’iyeden ibaret,7 hatta en mühim bir esası olarak görmüş8 “Meşrutiyet, adalet ve meşveretten ibarettir”9 demiştir. “Cumhuriyet ki adalet, meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten ibarettir”10 ifadesi de ona aittir.

Onun meşverete verdiği ehemmiyete, talebeleri ve gerekli kişilerle yaptığı meşverete ise, hayatı ve eserlerinden çok örnekler bulmak mümkündür.

O, bilhassa îman ve Kur’ân hizmetinde meşveretin ehemmiyetine dikkat çeker ve bu kudsî hizmette teennî ve ihtiyatın yanında meşveretle çalışmak lâzım geldiğini söylerdi.11 Talebelerini “Siz, meşveretle ne lâzımsa yaparsınız”12 diye devamlı meşverete sevk ettiğini görüyoruz.

Nurların intişarı ve maslahatıyla ilgili bir meselede, “Siz daha iyi bilirsiniz”13 diye onları tercihlerinde serbest bırakıyor, zaman oluyor mahrem gördüğü bir risâleyi talebeleriyle meşveretle neşretmeyi gündeme getiriyordu.14

Bediüzzaman’ın, Risâle-i Nurlara büyük ilgi duyan Ahmed Hamdi Akseki’ye risâleleri kimin teslim edeceği konusunda da talebeleriyle istişare ettiğini, bu iş için Hüsrev gibi bu işle çok ilgilenen bir talebesini teklif ettiğini de biliyoruz.15

Ayrıca onun Kur’ân’ın, “İş konusunda iştişare et”16 emriyle, “Kardeşlerimle bir meşverete muhtacım” diyerek bazan iâşesiyle ilgili bir hususta da talebeleriyle istişare ettiği bilinmektedir.17

Kısaca mânen görevli olmasına rağmen meşveret, Bediüzzaman’ın aslâ ihmal etmediği İslâmî prensiplerden biriydi.

Dipnotlar: 1- A.g.e., s. 33. 2- Divan-ı Harb-i Örfî, s. 59. 3- Münazarat, s. 47. 4- Hutbe-i Şâmiye, s. 6527. 5- Münazarat, s. 31. 6- Divan-ı Harb-i Örfî, s. 80. 7- Münazarat, s. 23. 8- Divan-ı Harb-i Örfî, s. 69. 9- A.g.e., s. 21. 10- A.g.e., s. 65. 11- Emirdağ Lahikası, 1:81. 12- A.g.e., 1:141. 13- A.g.e., 1:156. 14- A.g.e., 2:215. 15- A.g.e., 2:11. 16- Âl-i imran Sûresi, 159. 17- Emirdağ Lâhikası, 1:23.

07.01.2007

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

İnsanı tehlikeye sokan sözler



Her hâlükârda ağzımızdan çıkanları kontrol altında bulundurmak, dilimize sahip çıkıp güzel şeylerde istimal etmek, büyük ehemmiyet arz ediyor. Her zaman için, faydalı olan şeyleri konuşmak, hoş ve makbul olan söz ve lâfızlara dilimizi alıştırmak ve o şekilde zamanımızı geçirmek, arzulanan güzel bir alışkanlıktır.

Yüce Allah’ın güzel ve nezih bir emaneti olan ağzımızı, dilimizi O’nun rızasının hilâfına, boş, mâlâyâni lâkırdılarda kullanmak, çirkin, zararlı sözlerde kullanmak akıl kârı olmasa gerek.

Güzel ve faydalı olanı konuşmak, hoş ve nezih olanları dillendirmek için bize emanet olarak tevdî edilen dilimizi, bunun yerine yalan, gıybet, dedikodu gibi ahlâkça ve dince yasaklanan fiillerde kullanmanın zararlarını herhalde söylemeye gerek yok.

Hele bir de sinir ve öfke ânında dilimizden dökülen, ağzımızdan çıkan hoş olmayan söz ve kelimeler var ki, hiç de yakışık almıyor. Öfke ve sinirlerimizin mecrâsından çıktığı zamanlarda, akıl ve mantık da otomatikman devre dışı kaldığından, ağzımızdan artık gayr-i ihtiyârî dökülen o mantıksız ve çirkin sözler, insanlık adına utandırıcı bir hal arz ediyor çoğu zaman.

Hiç de arzu etmediğimiz ve normal zamanda istimal etmekten haya ettiğimiz o çirkin ve galiz sözler, elbette ağzımızın birer parçası olan ve birer et parçasından ibaret olan dilimizin veya dudaklarımızın eseri olamaz. O hoş olmayan sözler, o sonucu pişmanlık ve nedamet olan çirkin ifadeler, çoğu zaman bir öfke, bir moral bozukluğu veya bir sıkıntı hâlinin sonucu ve tezahürü olsa gerek.

Bilerek veya bilmeyerek kullanılan ve sonucu dünya ve ahiret hayatı için hiç de iyi olmayan durumlara giriftar eden bu haller, her ehl-i din için büyük tehlikeler arz ediyor.

Bu nevî söz ve kelimelerin istimaline dikkat edilmediği takdirde, manevî hayatımızı dahi tehlikeye sokacak neticeler doğabiliyor çoğu zaman. İnanç ve itikadımızın lekedar olmasına dahi sebebiyet verebiliyor bu gibi düşünmeden söylenen sözler.

Söz gelimi, umduğunu bulamayan veya beklediğine kavuşamayan bir insanın içinde bulunduğu elem ve üzüntüyü ifade babından “Kader utansın!” deyivermesi... Çoğu zaman, herhangi bir işinin ters gitmesi veya beklenmedik bir belâ veya musibetle karşılaşması karşısında akıldan uzak his ve duygularının sevkiyle “Kader utansın!” diyerek güya derdini, üzüntüsünü dile getirerek ferahlayacağını zanneden insanlar, bu çeşit sözleri istimal etmenin manevî bedelini acaba hesap edebiliyorlar mı?

“Kader utansın!” demekle, imanın altı rüknünden birisi olan kadere dil uzattığını, ona itirazda bulunarak Allah’ın işine karıştığını, böyle bir durumun imanını, inancını tehlikeye soktuğunu biliyor mu acaba, bu çirkin sözleri sarf eden insanlar?

Dil bir defa bu gibi mantıksız ve aynı zamanda insanı neredeyse uçurumun kenarına kadar götüren tehlikeli sözleri söylemeyi alışkanlık haline getirmeyiversin... Bu çeşit kötü alışkanlıkları âdet haline getiren insanlar, yeter ki moralleri bozulsun, yeter ki işleri yolunda gitmeyiversin, yeter ki can sıkıcı bir olayla karşılaşıversin, hemen o gibi malâyâni, zararlı sözleri kullanmaya başlarlar.

Bu meyanda canı sıkılan insanların kullandıkları o kadar tuhaf, o derece çirkin sözler var ki çoğu zaman insanın söylemeye dahi dili varmıyor. Bunlardan birisi de “Kahpe felek” lafı... Ne ile ve ne şekilde izah edilir böyle galiz bir söz? Akl-ı selim hiç bir insanın sebebi ne olursa olsun böyle içi boş beylik sözlere ağzını alıştırması lâzım. Çünkü böylesi sözlerin altında yatan gerçek mânâ, Allah korusun, insanın imanını tehlikeye sokabilir.

Yine bu meyanda, “Kaderime küstüm”, “Böylesi alın yazısı olmaz olsun”, “Adın kadir olacağına, kaderin kader olsun” gibi sonucu düşünülmeden insanın ağzında çıkan sözler de, bazı insanların sıklıkla istimal ettikleri mantık dışı, riskli sözlerdir.

Bu yazımızda bazı örneklerini sunduğumuz bu ve benzeri yanlış söz ve ifadelerden uzak durmakta büyük faydalar var. Çoğu insan, bu nevî sözleri, ifade ettiği gerçek mânâyı bilmeden veya nazara almadan istimal ediyor.

En doğrusu, ağzımızdan çıkanı iyi ölçüp biçtikten sonra sarfetmeli; inancımızı, itikadımızı lekedâr edecek böylesi söz ve ifadeleri kullanmaktan kaçınmalı. Çünkü manevî hayatımızı riske sokacak bu çeşit sözlerin şakası dahi olmaz.

Bazı ehl-i dinin dahi zaman zaman bu gibi sözleri kullanıyor olması da, bu işin bir başka acı ve tuhaf tarafıdır. Manevî hayatın yozlaşması, insanlarımızın bazı dinî hassasiyetlerinin kırılmasını netice verdi. Bunun bir sonucu olarak bazı insanlar “sokak ağzı” diyebileceğimiz bir üslûbu alışkanlık haline getirdiler. İyi niyetli bir uyarı karşısında da “Ne var canım bu söylediklerimde?” diyerek tepkilerini gösterir oldular.

Kısaca, her ehl-i din, inancının gereği olan bir dili, bir üslûbu istimal etmeli ve inancına aykırı olan söz ve ifadelerden de uzak durmalıdır.

07.01.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Dünya ve ahiret dostlukları ayırmaz



Adana’dan okuyucumuz: “Ölenlerimizle olan bağımız onlar veya biz ölünce kesiliyor mu? Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, yeğeni için, “Benim yerime şehid oldu.” diyor. Bu nasıl bir sevgi ve muhabbettir? Açıklar mısınız?”

Hayatta yakın olduğumuz, yakınlık hissettiğimiz ve yakınlık kurduğumuz kimselerle, din kardeşlerimizle, Allah için sevdiklerimizle öldükten sonra da ilgimiz ve iletişimimiz devam eder. Bilhassa bu yakınlık Allah için kurulmuşsa, sevgi ve saygı Allah içinse, muhabbet ve hürmet Allah içinse, şefkat ve sadakat Allah içinse öldükten sonra daha sıkı bir birliktelik ve beraberlik ağı kurulur, bağlılık ipi kopmaz derece sağlamlaşır. Peygamber Efendimiz (asm), “Dost, dostuyla beraberdir.”1 buyurmaz mı? Nitekim bu hadisin tefsiri sadedinde Risâle-i Nur’da geçen, “Birimiz şarkta, bizimiz garbda, birimiz cenupta, birimiz şimalde, birimiz âhirette, birimiz dünyada olsak, biz yine birbirimizle beraberiz.”2 Hakikati böyle bir manevî birlikteliği açıklamaktadır.

Sağken iletişim köprümüz nasıl hava, gözlerimiz, şuurumuz, ellerimiz, beden ve ruh dilimiz idiyse, öldükten sonra da manevî bir hava ve manevî araç-gereçler biz bilmesek de, biz farkında olmasak da bize iletişim köprüsü olurlar. Bizim duâmız, gayretimiz, endişemiz, sevincimiz, korkumuz onlara gider; onlar bizi, endişelerimizi ve içinde bulunduğumuz telâşı hissederler. Onların feyzi, bereketi, himmeti ve tasarrufu bizlere gelir; bizler bunları hissederiz.

Üstad Bedîüzzaman Hazretleri dünya ile âhiret arasındaki bu güçlü manevî köprüyü şöyle açıklıyor: “Fâtır-ı Hakîm nasıl ki unsur-u havayı kelimelerin berk gibi intişarlarına ve tekessürlerine bir mezraa ve bir vasıta yapmış. Ve radyo vasıtasıyla bir minarede okunan ezan-ı Muhammedî (a.s.m.) umum yerlerde ve umum insanlara aynı anda yetiştirmek gibi; öyle de, okunan bir Fatiha dahi, meselâ umum ehl-i iman emvâtına aynı anda yetiştirmek için hadsiz kudret ve nihayetsiz hikmetiyle manevî âlemde, manevî havada çok manevî elektrikleri, manevî radyoları sermiş, serpmiş, fıtrî telsiz telefonlarda istihdam ediyor, çalıştırıyor. Hem nasıl ki bir lâmba yansa, mukabilindeki binler aynaya, her birine tam bir lâmba girer. Aynen öyle de, bir Yasin-i Şerif okunsa, milyonlar ruhlara hediye edilse, her birine tam bir Yasin-i Şerif düşer.”3

Demek eğer onlar bize gerçekten dost iseler, bize Allah için yakınlık hissetmişlerse, bizim meselâ hastalık, ameliyat ve bıçak altına yatmak gibi bir endişemizi hissetmeleri, bizimle ilgilenmeleri ve meselâ bize dua etmeleri mümkündür. Bunu bize rüyada hissettirebilirler. Rüyalarımız bir haberleşme vasıtamız olur ve onlarla görüşmekten haz alırız, huzur buluruz. Onların hal ve sıkıntılarını veya mutluluklarını da biz rüyalarımızda görebilir ve onlara dua gönderebiliriz. Dualarımız onlara ulaşır. Nitekim Bedîüzzaman, kabirdeki yakınlarımızın gerek uyanık iken, gerekse uykuda ve rüya halinde bizlerle münasebetlerinin ve gerçek biçimde bizlerle haberleşmelerinin mümkün ve vaki olduğunu bildiriyor.4

Üstad Bedîüzzaman, çok sevdiği yeğeni ve talebesi Ubeyd ile şehid olduktan sonra yaptığı bir haberleşmeyi şöyle zikreder: “Ubeyd isminde bir yeğenim ve talebem vardı. Benim yanımda ve benim yerime şehid olduktan sonra, üç aylık mesafede esarette bulunduğum zaman, mahall-i defnini bilmediğim halde, bence bir rüya-yı sâdıkada, tahte’l-arz bir menzil suretindeki kabrine girmişim. Onu şüheda tabaka-i hayatında gördüm. O, beni ölmüş biliyormuş. Benim için çok ağladığını söyledi. Kendisini hayatta biliyor; fakat Rus’un istilasından çekindiği için, yeraltında kendine güzel bir menzil yapmış.”5

Üstad Hazretlerinin bu hatırası, bize kuvvetli manevî bağlılığın ve kuvvetli irtibatın ölümle kesilmediğini haber verir. Yoksa ölüm ve ecel kişiye özeldir, müstakildir; Cenâb-ı Hakkın hususî takdiridir.

Dipnotlar:

1. Müslim, Birr, 165

2. Şuâlar, s. 470

3. Şuâlar, s. 589

4. Mektûbât, s. 13

5. Mektûbât, s. 12

07.01.2007

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Diktatörler de ölür...



Bu yazıyı yazıp yazmama konusunda çok tereddüt yaşadım. Bu tereddüdüm bir tarafı eleştirirken, diğer tarafı savunur pozisyonuna düşmemekten kaynaklanıyordu.

O bir diktatördü, zalimdi. Akrabalarını dahi kendi menfaatleri için gözünü kırpmadan öldürmüştü. Binlerce masum insanı katletmişti. Evet, Saddam Hüseyin bir diktatördü. Ancak diktatörlerin de adil yargılanma hakkı olduğunu düşünüyorum. Düzmece mahkemelerle verilen idam kararlarının hukukîliğini kimse savunamıyor. Okyanus ötesinden kalkıp geleceksin, ülkeyi işgal edeceksin ve o ülkenin devlet başkanını astıracaksın…

Irak’ta her gün yüzlerce insan öldürülüyor. 2006 yılında öldürülen–tabiî bunlar basına yansıyan-Irak’lı sayısı 12 binin üzerine çıkmış. Sadece Aralık ayında öldürülen Iraklı sayısı 2 bini aşıyor. Bu ölüm olayları çoğu zaman gazetelerde ve televizyonlarda haber dahi yapılmıyor. Artık ölümler, katliâmlar günlük değil, böyle aylarla, yıllarla ölçülür oldu. Zalimler, işgal ettikleri topraklarda kardeşi kardeşe kırdırma taktiğini güdüyorlar.

***

Peki akan bu kanın hesabı sorulmayacak mı? Elbette zamanı gelince sorulacaktır. Şimdi dünyanın lideri konumunda olanlar, gün gelecek güçsüz duruma düşecekler. Çünkü bütün diktatörler, şimdiye kadar olduğu gibi, bundan sonra da diktatörlüklerini ömür boyu sürdürememişler. Tarihte halkına her türlü acıyı yaşatan diktatörlerin sonu idam, intihar veya hapiste ölüm olmuştur

İşte birkaç örnek:

Hitler, 2. Dünya Savaşı’nda tüm dünyaya büyük acılar yaşattı. Savaşı kaybeden Hitler, sığınakta intihar etti. Mussolini, halkına ve işgale kalkıştığı ülkelerin halklarına her türlü eziyeti çektirdi. İtalyan mukavemetine mensup savaşçılar tarafından öldürüldü, Milano’nun Loreto Meydanı’nda sallanırken bulundu. Çavuşesku’nun, halkı açlık sınırındayken, lüks ve ihtişama dayalı ömrü karısıyla birlikte kurşuna dizilmesiyle son buldu. Stalin, beyin kanamasından, Portekiz’i kan gölüne çeviren Salazar beyin travmasından, İspanyol diktatör Franco kalp sorunları sebebiyle acı çekerek, yıllarca Şili’yi baskı altında yöneten, binlerce kişinin yargısız infazından sorumlu tutulan Pinocet ise, kalp krizi geçirerek öldü.

***

“Demokrasi getireceğiz” diyerek bir ülkeyi pis emelleri için işgal edenler, şimdi kendi diktatörlüklerini orada ilân ettiler. Astığı astık, kestiği kestik politikalarla emellerini gerçekleştirme gayretindeler. Bush da bir diktatördür ve ona da bir gün hesap sorulmalıdır, sorulacaktır da… Bu dünyada sorulmazsa, âhirette hesabı sorulacaktır. Bu dünya Hitler ve Mussolini gibi diktatörlere kalmadığı gibi, hiçbir diktatöre de kalmayacaktır.

Şiî-Sünnî gerilimi tırmandırılmak için yapıldı belki de böyle bir idam. Hem de bayram sabahı, hem de idamı için 26 gün süre varken… Tam bir fitne plânı…

Bu idamdan sonra Irak’ın geleceği tartışılıyor şimdi… Mezhep çatışmalarının büyüyeceğinden endişe ediliyor. İdamın gerçekleştiği ilk gün, Irak’ta ölü sayısının-yine basına yansıdığı kadarıyla-30’un üzerinde olması bunun en büyük göstergesi.

***

İngiltere’de yayınlanan Independent gazetesi yazarı ve Ortadoğu uzmanı Robert Fisk’in Saddam’ın ABD ve İngiltere’yi ele vermemesi için apar topar idam edildiği görüşünü söylemesi de dikkate değer. Fisk, “Sırlarını mezara götürdü. Suç ortaklığımız da onunla öldü” başlıklı yazısında, idamdan ABD ve İngiltere’yi sorumlu tuttu. “Washington ve Londra’da birçokları onun sonsuza kadar susmasıyla rahat bir nefes aldı” diye yazdı.

Saddam’ın Şiiler’in öldürülmesinden yargılandığı dâvânın ilk başhakimi Rizkar Muhammed Emin, Saddam Hüseyin’in idam edilmesinin Irak kanunlarına aykırı olduğunu söylemesi de dikkat çekti. Saddam Hüseyin’e karşı yumuşak davrandığı gerekçesiyle gördüğü siyasî baskılardan dolayı mahkemedeki görevinden istifa eden Emin’in, Irak kanunlarının idam cezalarının bayramda infaz edilmesini yasakladığını, idam cezalarının Temyiz Mahkemesinin kararından 30 gün sonra infaz edilmesini öngördüğünü, infazın 26 Aralık’taki mahkeme kararından hemen sonra gerçekleştirilmesiyle, kanunların bir kez daha ihlal edildiği yönündeki sözleri de analiz edilmesi gereken açıklamalardandı.

***

Bu konuda daha çok şeyler yazılabilir. Ancak biz şimdilik bu kadar yazmakla yetinelim.

Bunca zalimlikler karşısında Bediüzzaman’ın şu sözü ile yazımızı noktalayalım: “Zâlimler için yaşasın cehennem…”

07.01.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Selâmı yayınız!



Anlaşılan, medyadaki namaz ve mescid aleyhtarlığı bitti, sıra ‘selâm’ aleyhtarlığına geldi. Aslında yapılan yayınlara ‘aleyhtarlık’ değil, ‘düşmanlık’ demek lâzım; ama biz yine de ‘aleyhtarlık’ demeyi tercih edelim.

Neymiş, İstanbul Müftülüğü, Şubat ayında camilerde okutulacak olan ‘hutbe’yi internet sitesinde yayınlamış. “Selâmlaşmak” başlıklı hutbede cemaate selâmlaşmanın önemi anlatılıyor. Kartel medyasının buna itirazı var. Neymiş, “İstanbul Müftülüğü toplumda yeni bir ayrımcılık ve kamplaşma yaratmak için dahiyane fikir geliştirmiş”miş. (Melih Aşık, Milliyet, 5 Ocak 2007)

Hutbe metninde de ifade edildiği üzere, “Bir Müslümanın diğer Müslüman kardeşi için hayır temennisinde bulunması”nı, “ayrımcılık ve kamplaşma” sebebi sayan anlayışla nereye gidilir? Böyle bir değerlendirme yapmak için insaf ve iz’an anlayışlarını silip atmış olmak gerekmez mi?

Ne yazık ki, yapılan bu hatayı yaygınlaştırma çalışmaları da devam ediyor. Melih Aşık’ın açtığı yanlış yolda dolu dizgin ilerleyenlerin başında Emin Çölaşan geliyor. Çölaşan, bir gün sonra yazdığı yazıda “Dünkü Milliyet’te Melih Aşık’ın köşesinde yer alan belgeli olay kanımı dondurdu” demiş. (Hürriyet, 6 Ocak 2007)

La havle ve la kuvvete illa billahil aliyyil azim! Yahu, “Selâmün aleyküm” denilmesi kimin, ya da kimlerin kanının dondurur, siz söyleyin?

Güya ‘araştırmacı gazeteci’ler de, ‘belge’siz konuşmazlar! Sanki büyük bir yolsuzluk yapılmış ve bunun ‘belge’sini ellerine geçirmişler. (‘Belge’siz konuşmayan ‘büyük’ gazetecilere not: Bu hutbe, çok az değişiklikle 14 Şubat 2003 tarihinde de Diyanet İşleri Başkanlığı sitesinde aynı başlıkla yayınlanmış.) Hutbe, selâmlaşmanın önemini ve nasıl yapılması gerektiğini anlatıyor; onlar ise ‘selâm vermeyenin mü’min olmadığı’ neticesini çıkarıyor. Bakınız, Çölaşan internet sitesinde yayınlanan bu önemli ‘belge’yi açıkladıktan sonra şöyle demiş: “Bundan sonra her kim başkalarına ‘günaydın, iyi günler, merhaba’ falan derse, Diyanet İşlerine göre o mümin değildir.” (agg.)

İyi de, hutbede böyle bir hüküm yok ki!

“Selâmlaşmak, karşıdaki kişi ile ilgi kurmak ve o kişi için emniyet ve güven vermektir. Milletlerin geleneklerine göre selâmlama şekilleri çeşitlilik arzeder. Dinimizde selâm verme kısaca, ‘Esselâmü aleyküm’ veya ‘Selâmün aleyküm’ şeklindedir. Kendisine selâm verilen kişi de ‘ve aleykümüsselâm’ şeklinde karşılık verir. Bunun anlamı ‘Allah’ın emniyet ve güveni sizinle olsun’ demektir. Mü’minlerin birbirleriyle karşılaştıklarında selâmlaşmaları dinimize göre sünnettir. Verilen bir selâmı almak ise Müslüman için yerine getirilmesi gereken bir haktır” şeklindeki ‘hutbe’den başka bir anlam çıkarmak insafa sığar mı?

Şikâyet konusu yapılan hutbede de belirtildiği üzere, Peygamberimiz Hz. Muhammed, (asm) “Size, aranızda sevgiyi arttıracak bir şey söyleyeyim mi? Aranızda selâmı yayınız” buyurmaktadır. (Riyazu’s-Salihin c.2 s.228)

Hutbede şu hususa da dikkat çekilmiş: “Kültürümüzde mevcut olan iyi günler, merhaba, günaydın gibi cümlelerle de insanlar birbirleriyle ilgi kurmaktadırlar. Ancak kişinin esenlik ve mutluluk temennisini ‘Esselâmü aleyküm’ veya ‘Selâmün aleyküm’ şeklinde ifade etmesi en güzel ve sünnete en uygun olanıdır.”

Bu tesbitlerden, “Diyanet ya da İstanbul Müftülüğü selâm vermeyen mü’min değil dedi” şeklinde bir hüküm çıkarmak, ancak kartel medyasına mahsustur! İşte, bazılarının ‘kanını donduran’ ve bazıların da ‘toplumda yeni bir ayrımcılık ve kamplaşma yaratmak için dahiyane fikir’ dedikleri budur!

El insaf, vel iz’an!

07.01.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri

Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004