Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 01 Mart 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Mustafa ÖZCAN

Tezad gerçekler



Condoleezza Rice Bağdat’a gittiğinde Amerikan askerleri de dahil olmak üzere Bağdat Güvenlik Planı uygulaması dahilinde yapılan operasyonlarda mezhep ayrımcılığı yapıldığını ileri sürdü ve buna Amerikan askerlerinin de dahil olduğunu söyledi. İranlılar ise aksini iddia ediyor, ülkede ve bölgede mezhep kışkırtıcılığını Amerikalıların yaptığını ileri sürüyorlar.

Peki! Hangisi doğru? Belki garip gelecek, ama ikisi de birden doğru. Bu bağlamda, Şubat ayının başlarında Şam’ı ziyaret etmekte olan İran Dışişleri Bakan Yardımcısı Menuçehir Muhammedi’ye Suriyeli reformist İslâmcılardan Muhammed Habaş şu soruyu tevcih ediyor: “İran Suriye için gerekli olduğu gibi, Suriye de İran için gereklidir. Liderlerimiz ABD için acı olan bir takım ittifaklar gerçekleştirdiler. Biz araştırmacılar olarak meşveret takdimiyle birlikte sokağa Suriye-İran mihverinin gerekliliğini izah etmeye çalışıyoruz. Bu noktada İran’la alâkalı bazı suçlamalar var. İran’ın Suriye’de Şiilik mezhebini yaymaya çalıştığına dair kulaktan kulağa bazı şayia ve rivayetler yayılıyor. Halbuki biz biliyoruz ki, öte taraftan da Amerika bölücülük ve mezhepçilik fitnesini yaymaya çalışıyor. İran’ın bu anlamda meseleyi görmezlikten gelmesi kesinlikle yapıcı değildir. İran konumunu açıkça izah etmeli ve kendisinin mezhebî ihtilaflarla değil de siyasetle ilgilendiğini fiilî olarak da ortaya koymalıdır... (El Hayat, İbrahim Hamidi, 07/2/2007)”

Burada İran’ın karanlığa taş attığını ve Amerikalıları mezhep fitnesini kışkırtmakta suçlayarak kendisini bu töhmetten sıyırmaya çalıştığını müşahade ediyoruz. Ama el altından da Yemen’den Şii Üçgene kadar bu işin içinde bulunduğu söyleniyor. Muhammed Habaş’ın, Muhammedi’ye söyledikleri de bunu ortaya koyuyor. Eskiler, ateş olmayan yerden duman çıkmaz demişlerdir. Belki de İran teşeyyüü dalgalarını mezhep fitnesi olarak görmüyor, belki mukavemetini mezhep fitnesi olarak görüyor olabilir. Bu anlamda bütün İslâm âleminin Şii olmasının bir hak ve hakkı olduğuna inanıyor olabilir.

***

Amerikalılar da tam bu noktada İran’ı suçluyorlar. Bu bağlamda, ABD Ulusal İstihbarat Direktörü emekli Oramiral Mike McConnell, Senato Silahlı Hizmetler Komitesinin “Küresel tehditler” konulu oturumunda konuşma yaptı. McConnell, Irak’ta Sünnî Arap azınlığının katliama maruz kalması durumunda Sünnî Arap devletlerinin müdahale edeceğini de söyledi. Ulusal İstihbarat Direktörü McConnell, İran’ın Irak’taki nihaî amacının da bir Şiî yönetiminin ülkeye hükmetmesi olduğu görüşünü dile getirdi. Buna mukabil bir İranlı yetkili de aksi yönde ifade beyan ediyor. İran Meclisi Millî Güvenlik ve Dış Siyaset Komisyonu üyesi Hamid Rıza Hacıbabai, ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra yaşanan süreçte sıkça söz edilen Şii-Sünni ihtilafı konusunda kendi zaviyelerinden şunları söylüyor: “ABD, 11 Eylül saldırılarından sonra Müslümanlara saldırma kararı aldı, ama başarısız oldu ve yenilgiye uğradı. Müslümanlarla karşı karşıya gelmede başarılı olamayacağını anladı. Bu yüzden kendi Batılı yandaşlarıyla, Müslümanlar arasında, özellike Şii ve Sünniler arasında çatışma çıkarmaya çalışıyor. Bu bir komplo. Şii ve Sünniler yüzyıllarca birbirinin yanında barış içinde yaşadı. Ortada bazı küçük anlaşmazlıklar olabilir, ancak önemli olan birçok ortak noktaya sahip olmalarıdır. Şiiler ve Sünniler arasında anlaşmazlık çıkarma, kesinlikle ABD’nin işi. Müslüman ülkeler olarak bunların giderilmesi için birlikte hareket etmeliyiz.”

***

Tek başına tango olmaz. Partner olması gerekir. Tek başına Amerikalıların böyle bir fitne çıkarmaları mümkün olamaz. İçeriden de partnerleri olması gerekir. 2004’te Kongre önündeki ifadesinde Wolfowitz Şii milisleri desteklediklerine veya en azından göz yumduklarına dair itirafta bulunmuştu. Çünkü Şiileri Kürtler gibi aracı bir sınıf en azından Sünnilere karşı potansiyel bir müttefik olarak görüyorlardı. Şiiler de iğvayı karşılıksız bırakmamışlar ve durumdan vazife çıkarak işgalden yarar sağlamışlardır. Amerikalılar, siyasî denge aleyhlerine dönünce bu defa Sünnilerin mağdur olduğunu hatırladılar! Irak’ta iktidarı Şiileştiren Neoconlar oldu. Bunun sonucunda, bugün Irak’ta İran (yanlısı) iktidarı, Sünnî direnişi ve Amerikan askeri bulunuyor.

01.03.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

İkiyüzlü olan sadece ‘aydın’lar mı?



“İkiyüzlü olmak,” “çifte standart” ya da “çoklu standart” uygulamak Türkiye’de sık rastlanan bir durum. “Bana dokunmayan ‘yılan’ bin yıl yaşasın” anlayışının başka bir şekilde ifadesi olan bu durumdan aslında herkes şikâyetçi. Buna rağmen çifte standart uygulaması devam ediyor.

TCK’daki 301. madde tartışılırken, Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in, sergilenen ‘ikiyüzlülük’le ilgili sözleri de tartışıldı. Çiçek, “Şöhret sahibi olmayanlar için kimsenin gıkı çıkmaz, şöhretli kişi için neler yazılır. 301. madde tartışmalarında Türk aydınının ne kadar ikiyüzlü ve çoğunun omurgasız olduğunu gördüm” demişti. (Sabah, 25 Şubat 2007)

Çiçek’in bu beyanı da, 301. maddeyi savunan diğer beyanları gibi tartışılıp eleştirildi. Tabiî ki her sözde bir hakikat payı olma ihtimali olduğu gibi, bu beyanda da bir hakikat payı var. Ortada bir ‘ikiyüzlülük’ var, ancak bu ‘suç’u sadece ‘aydın’ların üzerine atmakla sorumluluktan kurtulmuş olur muyuz? Daha açık bir ifadeyle, ‘ikiyüzlü’ davranan sadece ‘aydın’lar mı? Aynı koroya, siyasetçisinden sanatçısına, ekonomistinden işadamına kadar toplumun büyük bir kesimini katamaz mıyız?

Siyasetçilerin seçim meydanlarında verdikleri sözler ile, iktidara geldiklerinde yaptıklarını karşılaştırmak bize bu konuda bir fikir verir sanırım. ‘Aydın’ları ‘ikiyüzlü’ olmakla suçlayan bir siyasetçiye kendi icraatları hatırlatılabilir.

Kimin daha ‘ikiyüzlü’ olduğunu tartışma yerine, var olan ‘ikiyüzlü’lüğü ortadan kaldırmak için nelerin yapılması gerektiğini konuşmak daha faydalı olmaz mı? Bir defa, toplumun bütün kesimleri ‘ikiyüzlü’ davranmanın en başta kendilerine/kendimize zarar verdiğinin farkında olmalı. “Sus”tukça, sıranın “biz”e geleceğini bilir ve ona göre hareket edersek, ikiyüzlü davranıştan kurtulabiliriz. Bilhassa, hak ve hukuk konusunda küçüğe büyüğe bakmadan “haklıdan yana” tavır almalı ve “haksız”a dur demeliyiz. Eğer bunu başarabilirsek, “ikiyüzlü olmak,” “çifte standart” ya da “çoklu standart” uygulamalarından kurtulabiliriz.

Türkiye, ‘ikiyüzlü’lüğe topyekün karşı çıkmalı, ‘birimizin derdi, hepimizin derdi’ diyebilmelidir.

*

Darbeciler sahipsiz

28 Şubat 1997 darbesinin üzerinden 10 yıl geçti. Darbeye maruz kalanlar belli bir bedel ödedi, ancak darbeciler de bedel ödedi ve ödemeye de devam ediyor.

Darbeye maruz kalanların ‘sakalı traş edildi’ ancak darbe yapanların ‘kolu, kanadı’ kırıldı. Çünkü darbe yapanlar, umduklarının aksine ‘dua’ değil, ‘bedduâ’ almaya başladı. Kimse onları hayırla yâd etmiyor. Bazıları pişmanlıklarını dile gitirirken, bazıları da kendilerini savunmak uğruna bin dereden su toplamaya çalışıyorlar.

Yeni darbeler ancak “Hepimiz darbeye karşıyız” diyenlerin çoğalmasıyla önlenebilir. İnşaallah ülkemiz bir daha darbe şartlarına ve darbelere sürüklenmez...

01.03.2007

E-Posta: [email protected]




Murat ÇETİN

Farkında mısınız?



Hiç film çekmemiş birinin Oskar alma şansı ne kadarsa, askerî müdahaleleri destekleyen birinin demokratlık sıfatı da o kadardır... Farkında mısınız?

21. yüzyıldayız ve geçtiğimiz yüzyıla dair fikirler savunmaktasınız... Farkında mısınız?

İçinde seçim sözcüğü geçen her cümleden korkuyorsunuz... Farkında mısınız?

İçinde “siyasal” sözcüğü geçen her cümleden de korkuyorsunuz... Farkında mısınız?

İçinde “korku” sözcüğü geçen, ama sizin adınızın geçmediği cümlelere ancak filmlerde rastlıyoruz... Farkında mısınız?

Kendi halkınızdan korkuyorsunuz... Farkında mısınız?

“Yargı” kararlarını referans gösterdiğiniz konular, kanunları referans gösterdiğiniz konulardan daha fazla... Farkında mısınız?

Güce bu kadar tapmanız, aslında zayıflığınızdan... Farkında mısınız?

Güce bu kadar tapmanız, aynı zamanda fikirlerinizin de zayıflığından... Farkında mısınız?

Farklı fikirlere tahammülsüzlüğünüz de, kendi fikirlerinize güvensizliğinizden... Farkında mısınız?

“Tehlike” diye saydığınız herşey, içinde yaşadığınız toplumun gerçekleri... Farkında mısınız?

Sizin kriterlerinize göre “tehlikeli” bir toplumda yaşıyorsunuz... Farkında mısınız?

Aslında yaşadığınız toplumu hiç ama hiç tanımıyorsunuz... Farkında mısınız?

“Tanısanız çok severdiniz” diye bir cümle kurmadım... Farkında mısınız?

Zira önyargılarınızın farkındayım... Farkında mısınız?

“İrtica”, “Cumhuriyet”, “rejim”, “Anayasa”... Ne derseniz deyin, hepsinin kapısını bir şekilde “din”e çıkarıyorsunuz... Farkında mısınız?

Aslında derdiniz “din”le de değil, içinde Allah inancı olan her türlü düşünce ve inançla... Farkında mısınız?

Adına “Cumhuriyet” de deseniz, “demokrasi” de deseniz, devletin sahibi zaten millettir ve bu yüzden devlet “ele geçirilebilir” ya da “elden gidebilir” birşey değildir... Farkında mısınız?

Devletin sahibi siz zaten olamazsınız, olmamalısınız bu yüzden... Farkında mısınız?

Yıl 2007. Yer: Avrupa’nın bir parçası olmaya aday Türkiye. Yani 1900’leri çoktan geçtik. Güney Afkika ya da Orta Amerika’ya çok uzağız... Farkında mısınız?

Özgürlüklerden sizden başka rahatsız olan yok... Farkında mısınız?

Sizin kavganız hayatın ta kendisiyle... Farkında mısınız?

Öfkeniz, nefretiniz, korkularınız sizi yiyip bitiriyor... Farkında mısınız?

Tehlikenin farkında mısınız?

01.03.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Sahipsiz darbe



28 Şubat tartışmalarına baktığımda, neredeyse hiç kimsenin bu “postmodern darbe”ye sahip çıkmadığını görüyorum.

Peki, 10 yıl önce yaşananlar neydi?

Faili meçhul bir darbeyle mi karşı karşıyayız?

Hani, Uluslararası Adalet Divanı:

“1995’teki Srebrenitza katliamı soykırım, ama Sırbistan sorumlu değil” demesi gibi bir garabet.

Eski Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş’ın:

“Dış güçler darbe olmasını istiyordu” derken, Amerika’yı hedef gösterdi.

“Ben bunu daha sonra anladım” diyor.

Ve “Darbeyi Demirel, Karadayı ve ben önledim” dedi. (CNN Türk, Tarafsız Bölge)

Yine aynı Savaş, parti kapatma gerekçesi olarak, RP eski Genel Başkanı Necmettin Erbakan’ın sözlerini aktarırken, Saadet Partisi Genel Başkan Yardımcısı Mukadder Başeğmez’in, “O sözler mecazdı. Her liderin bir üslubu vardı” demesi kadar basit miydi?

Bu nasıl iştir ki; 28 Şubat’ın aktörleri bir bir itirafçı kesilirken, suçu da “Amerika”ya atmaktan geri durmuyor.

Ne demek 28 Şubat’ın faili, “bazı görevlileri yönlendiren Amerika”dır demek? Yanlış okumuyorsunuz, bu sözleri bir zamanlar adaletin temsilcisi olan biri söylüyor.

Yani, Başeğmez’in dediği gibi, gerçekten 28 Şubat “sarhoşluk hali” miydi?

*

10 yılında 28 Şubat tartışılıyor elbet... İtirafçılardan biri de Milli Güvenlik Kurulu eski Genel Sekreteri Tuncer Kılınç...

Diyor ki:

“28 Şubat’ta alınan 18 karardan sadece biri uygulamada... O da 8 yıllık eğitim.”

“28 Şubat devam ediyor mu?” sorusuna:

“O günkü ortam haliyle sürüyor. Toplumun bir kesimi tarafından kuşkuyla izleniyor.”

Ve:

“28 Şubat’tan ders alınmıştır. Süreç devam ediyor.” (NTV, Neden adlı program, Can Dündar)

Peki, kim bu “toplumun bir kesimi?”

Kuşkuyla izlemek ne demek? Yani bu “kesim”in varlığını kabul etsek bile, bu insanlar hayatı boyunca kuşkuyla yaşayacak mı gerçekten? O halde psikolojik rahatsızlıktan sözedilebilir...

Ne yani, bir avuç kesimin korkuları dinsin diye, ikide bir “darbe” mi yapılmalı? Yani sırf bu kesim için Türkiye “darbe manyağı” mı olmalı, bunu mu anlamalıyız?

Kılınç’ın itirafları bununla sınırlı değil elbet. YAŞ kararlarıyla ordudan atılan subaylarla ilgili olarak “bu kişilerin birinci, ikinci ve üçüncü kademe komutanları tarafından uyarıldığını, ‘değişeceklerine’ dair söz aldıklarını... buna karşın, “irticaî(!) düşüncedeki subay ve astsubayların değişmediğini, ibadette ve dinî etkinliklerde aşırıya gittiklerini, eşlerinin tesettüre göre giyindikleri”ni öne sürerek “eşlerine söz geçiremiyorlar” ifadesini kullanıyor. (Flash TV)

Peki, nereden biliyorlar bunları? Kılınç Paşa gayet rahat, “Bizde oto/kontrol var, o bilgeler gelir” diyor.

Kılınç “Bizi ilgilendiren çağdışı şahıslar... Bir tarikat mensubu şeklinde kendini yoğun olarak dine vermiş, tesettür gibi, bunlar bize ters” diyerek bakış açısını da bir güzel ortaya koydu.

*

Toparlayalım.

Hasan Celal Güzel konuyu özetledi:

“28 Şubat darbedir. 12 Mart, 12 Eylül gibi değil, farklıdır. Ama darbedir. Erbakan hatalıydı. İftar ve Libya seyahati çok yanlıştı. Bunlar bahane edilmiştir. Kurt kuzuyu yemeye karar vermiştir. Evet, operasyon yapılmadı, ama tank yürümüştür. Muhtıra verildi. Hukuk müptezel hale getirilirken siyasallaşmıştır. Hukukun yüzkarası ve cuntadır. Batı Çalışma Grubu illegaldir.” “NTV, Neden”

Diyoruz ki:

28 Şubat “Postmodern bir darbe”dir. Bunu o günün kudretli generalleri bizzat söyledi.

Ancak bu süreç, hak ve özgürlüklerin üstüne örtülen kalın bir örtü ve sayıları milyonları bulan mağdurları ile hep hatırlanacak.

01.03.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Yürekleri yaralamadan...



Toplumun dilini çözemeyenler, hafife alanlar, değer yargılarını küçümseyenler, bir de bunu sanat ve mizah ambalajında yapanlar, halkın sessiz homurtularla başlayan tepkisiyle karşılaşırlar. Özellikle Tanzimattan bu yana Batının sinema kültürü ve sanat anlayışı ile kendi tarih ve inanç perspektifini sürekli sorgulayan bir anlayış var ki, düşüncelerinin yabanî kodlarını bu şekilde topluma yansıtıyorlar.

Eleştirel bakış, sorgulama, eğitici ve ibret alıcı bir yönlendirmenin yapılacağı sanat eserlerine fazlasıyla ihtiyacımız var. Toplumun kanayan yaralarına değinilmesi de takdire şayan bir konu. Geleneğin cehaletten beslenen boşluklarına ve buna mukabil yenileyici argümanlara da önemli açılımlar yapar.

Yukarıdaki genel yaklaşımımızdan hareketle, Şanlıurfa’da film setinin basılmasına değinmek istiyorum. Televizyonda gördüğümde şaşırmıştım. Böylesi bir tepkiyi doğuran nedenleri merak etim. Daha öncesinde de Şanlıurfa Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Sayın İsmail Demirkol’un, Şanlıurfa’da çekimleri süren “Yaralı Yürek” filmi ile ilgili tepkisini ve bu filmin kaldırmaya yönelik olduğu beyanını okumuştum.

Bu mesajı ilk okuduğumda, hem irkilmiş, hem de bu demeci önemsemiştim. Çünkü, sayın Demirkol, saygın ve her Şanlıurfalının beyefendiliğine toz kondurmayacağı akl-ı selim sahibi bir zattır. Yıllardır oda başkanıdır, uzlaşıcı, medeni ve demokratik değerleri olan biridir. Buna rağmen filme tavır koyması manidardır.

Hakeza, Şanlıurfa Belediye Başkanı Ahmet Eşref Fakıbaba da film hakkında benzer bir sitem içinde. Şanlıurfa’nın örf, âdet ve geleneği ile aile değerlerine yakışmayan bir senaryonun icra edildiğini ve bu tür bir tanıtımın Şanlıurfa’yı yaraladığını düşünüyor. Böylesi sanat aldatmacaları, hayalî ithamlar ve özellikle dar bir perspektiften yerel bazı uygulamaların genelleştirici ve gerçekmiş gibi takdimi, halkı üzmüştür.

Yıllar yılı terörün en civcivli döneminde bile huzurdan yana olan hoşgörü sembolü bu ilimizi, böyle yaralı, daha doğrusu karalı göstermek, huzursuzluk çıkarmaktan başka bir şey değildir. Birliğin ve sağduyunun bu kadar güçlü olduğu, sınırda ve hassas bölgedeki Şanlıurfa’yı film setine çevirip, rahatsız etmek sanat adına da olsa şık kaçmamıştır.

Beri tarafta üç beş gencin galeyanı ve set basması ise asla tasvip edilemez! Doğru değildir. Bunun üzerinden belli sanat çevrelerinin kafalarındaki belli imajlara uygun tahrik edici beyanlarda bulunmaları da yakışmamıştır.

Adlî işlem ve yargı süreci başladığı için bu kısma daha fazla girmek istemiyorum. Yalnız bu haftanın başında Şanlıurfa’daydım. Halkın işinden ve aşından yana kendi arasında uyumlu ve mütevekkil hali dışında bir şey görmedim. Televizyonda estirilen hava ile gördüğüm ortam birbirine uymuyor. Belediye Başkanı Sayın Fakıbaba’yı iş başında, kararlı ve sevecen haliyle gördük. Kısa telefon görüşmemizde, problemlerin üstesinden gelmekten, daha çok çalışmaktan bahsetti. Gazetelerin yazdığı gibi tarz ve üslup olarak “tahrik edici” bir yapısı söz konusu değil.

Bir günlük kısa programımda, geçmiş olsun ziyaretleri yanı sıra halkın hoş sohbet havası, her türlü müsamahanın sembolüydü.

Filmin yanlış algılara kapı açan mesajlarının gözden geçirilmesini, her sağduyu sahibi ister. Sanal ve sanat deseniz de, bu toplumu yaralama hakkını vermez!

Huzur adası bu şehrin, diğer bazı bölge ve illerimizde olduğu gibi medya eliyle negatif imaja sürüklenmesine fırsat vermemek gerekir.

Şanlıurfa’nın uğradığımız Suruç ilçesinde, bir dost taziyesinde halkın gündemi başkaydı. Birecik ilçesinde, akşamın ışıltılı Fırat manzarası, tarihî Ulucami’de okunan ezanın davudiliği ile birleşince hayatın aksi sedası ve halkın yaşayan değerleri bir bütünlük arz ediyordu. Birecik Belediye Başkanı Sayın Abdülkadir Yüksel, Birecik ilçesini bir şelâle kentine çevirmiş, tarihî dokunun yanında, gülümseyen ve büyüyen bir imaj vermiş. Bu haliyle Birecik, küçük İstanbul gibiydi. İlçenin Menderes’ten kalma “Boğaz köprüsü” bile var.

Gecenin Gaziantep’te bizi karşılayan sıcaklığı ve paylaşımı ise, ayrı bir sohbet ve derinlik kattı günümüze.

Hep tekrarladığım gibi, Anadolu yolları sevgi, coşku ve gayret doludur. Her defasında beni kamçılar, şevk verir ve cesaretlendirir. Gerçek hayat filmi sevdalı yüreklerle kürek çekenler orada, gerisi sanal bir gösteri.

01.03.2007

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Siyam ikizleri



Kulise adım atar atmaz, Başbakan’ın grup toplantısındaki konuşması karşılıyordu insanı.

Sesi öfkeliydi.

CHP’yi, Cumhuriyet gazetesini ve Baykal’ı hedef almıştı.

“Müflis tüccar” ilân ediyordu. Statükodan şikâyet ediyordu. Dünyanın hızlı bir değişim içinde olduğunu anlatıyordu. AKP iktidarı ile Türkiye’nin bu değişime ayak uydurmaya çalıştığını söylüyordu. “Paranoyalara pabuç bırakmayacağız” diyordu. “Bostanlardaki korkuluklar” gibi, CHP’nin Türkiye’yi “korku krallığı”na çevirmek istediğinden söz ediyordu.

Tabiri caizse burnundan soluyor, kulaklarından ateş fışkırıyordu.

“Cumhuriyeti koruma adına öcülerin çıkarıldığı”nı belirtiyor, “kriz üretim merkezi” gibi hareket ettiklerini söylüyordu.

Bu sözlerinin hedefi de Cumhuriyet gazetesiydi.

Geriye gitmeye meraklı gazete, bu kez de Cumhurbaşkanlığı seçimiyle birlikte Türkiye’nin 100 yıl geriye gideceğini savunuyor ya...

Bunlar öfke ile ya da siyaseten söylenmiş sözlerdi.

Ancak bir sözü vardı ki çok manidardı. Aslında bir değil iki sözü vardı.

Biri, “Sizi buraya tıkan kudret böyle istiyor” diyen zihniyetin hâlâ var olduğunu söylüyordu.

Bu söz Yassıada mahkemelerinin ünlü hâkimi Salim Başol’a aitti.

Salim Başol, anayasayı, yasayı, hakkı, hukuku bir kenara bırakmış orada tek kanunun ihtilâlcilerin emri olduğu söylemişti.

İnsanlık tarihinin yüzkarasıydı o sözler.

“Sizi buraya tıkan kudret böyle istiyor” diyerek, haksız, hukuksuz yere asmıştı Menderes ve arkadaşlarını.

Başbakan neyi ima etti bilmiyorum, o sözleri dinlerken kalabalık salonda tüylerim diken diken oldu.

Başbakan’ın ikinci manidar sözü ise, iktidarları döneminde aydınlatılamayan suikast olmadığını söylerken, “Biri var ki, hususiyetlerinden dolayı aydınlatılamamıştır”dedi.

Necip Hablemitoğlu cinayetini kast etti. Ancak bunun hususiyeti nedir çözemedim.

Hablemitoğlu için Alman istihbaratından, CIA’ye, MİT’e kadar birçok seçenek sıralanmıştı. Başbakan’ın bu sözleri küllenmeye yüz tutan kuşkularımı yeniden alevlendirdi.

* * *

Erdoğan’dan sonra bir süre Baykal’a kulak verdim.

Özellikle de Başbakan’ın doğrudan, isim vererek, tarif etmek suretiyle yaptığı ithamlara vereceği cevabı merak etmiştim.

Baykal da öfkeliydi. Hem de ne öfke.

Bir ara elinin tersiyle vurup, mikrofonu aşağıya düşürecek zannettim.

Ancak Başbakan’ın konuşmasını sonuna kadar dinleyip grup toplantısına öyle giren Baykal ya dinlememiş ya da sıcağı sıcağına verecek cevap bulamamıştı.

Geçen hafta Kanaltürk’ten Tuncay Özkan ile Cüneyt Arcayürek’i savunduğu gibi bu kez de Milliyet gazetesinin Ankara temsilcisi Fikret Bila’ya göğsünü siper etti.

Hatta MGGK ile ilgili haberi sızdırdığı için Başbakan’ın abartılı bir vatan haini suçlamasına maruz kalan Bila’nın üzerinden başbakana “aynaya bak” demeye getirdi.

Ancak seçmenlere öyle bir seslenişi vardı ki sormayın gitsin.

“Oy sizin ırzınız, namusunuz” derken bir ara kürsüden aşağıya düşecek gibiydi.

Ne öfke ne öfke…

* * *

İki lider öfkeden sanki kuzu sarması olmuşlar gibi.

Erdoğan da, Baykal da bulmuşlar işin kolayını.

O ona çatıyor, öbür berikine sataşıyor.

Ahbap çavuş ilişkisi içinde biri iktidar, diğeri ana muhalefet yollarına devam ediyor.

3 Kasım’dan bu yana herkes rolünden memnun.

Şimdi düşman kardeşleri oynuyorlar. AKP bir dönem daha iktidar olmak istiyor. CHP ise anamuhalefet rolüne çoktan razı.

Şimdi yaptıkları da kayıkçı kavgası…

Ta ki, böylece 4 Kasım 2007 seçimlerinden sonra da tahterevalli gibi bir aşağı bir yukarı oynamak istiyorlar.

Merkez sağda her gün şapkadan bir tavşan çıkaran, “Yavuz Abi” formülleri de ekmeklerine yağ sürüyor.

Gazeteci Yavuz Donat’ın ikide bir gündeme getirdiği cephe arayışları, DYP ve ANAP’ın DP çatısı altında seçime gitmesi gibi sihirbaz Mandrake’ye bile parmak ısırtacak modeller ise kafa karışıklığından başka bir işe yaramıyor.

Böylece DYP’nin rüzgârı kesilmek istenirken meydan, siyasetin “siyam ikizleri” olan Erdoğan ve Baykal’a kalıyor.

01.03.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Emanet sahibi



Yediğimiz, içtiğimiz, giydiğimiz, kullandığımız ve faydalandığımız eşyaya varıncaya kadar herşey Allah’ın birer ihsanı ve ikramıdır. Onun için yerken, içerken, giyerken, kısacası her hâlükârda Allah’ı hatırlar, Ona şükür ve hamd ederiz. Zaten hayatın bir anlamda gayesi de hamd ve şükür değil midir?

Ne var ki insanoğlu verildiğinde sevinir de alındığında üzülür, şikâyete başlayıverir. Oysa Allah verirken de, alırken de kulunu denemektedir. Verdiğinde şükre, aldığında da sabra davet etmektedir.

Kur’ân kulun bu şikâyetçi, isyankâr hâlini şöyle anlatır: “Ne zaman Rabbi onu imtihan etmek için kendisine nimetler verse ve ikramda bulunsa, insan ‘Rabbim beni üstün kıldı’ der. Ne zaman rızkını daraltarak imtihan etse, bu defa da ‘Rabbim bana hor baktı’ der.”1

Verilince iyi de, alınınca niye kötü? Hepsi Allah’tan değil mi? Sonra şükür de, sabır da sevap kazandırır. Sonuç kazanç. İmtihan hakkı ise Allah’a ait. İnsana düşen de varlıkta şükür, yoklukta sabretmektir.

Hz. İbrahim (as) büyük bir iştiyakla Rabbinden evlât istemiş ve ihsan ettiğinde de onu kurban edeceğine söz vermişti. Onca yıl bekledikten sonra tam 99 yaşında evlâda kavuşan Hz. İbrahim, Rabbinin hatırlatması üzerine oğlu İsmail’i kurban etmeyi göze almıştı. Veren Allah’tı. Şimdi ise emanetini istiyordu. Özlemle bekleyip kavuştuğu biricik evlâdını en çok sevdiği Rabbi için kurban edecekti. Göz kırpmadan fedâya girişmiş, imtihanı başarıyla kazandığı için Cenâb-ı Hak onun yerine koç kurban etmesini emretmişti.

Demek Cenâb-ı Hak bazan çok sevdiğimiz şeyleri ihsan etmekte, bazan da hikmeti gereği onu almaktadır.

Resûl-i Ekremin (a.s.m.) kızı Hz. Zeynep’in Ebu’l-As bin Rebi’den Ümame ve Ali isimli iki çocuğu olmuştu. Küçük yaşta vefat eden Ali ölüm döşeğine düştüğünde Resûl-i Ekrem (a.s.m.) hemen yetişti. Son demlerini yaşıyordu. Herkesin, özellikle kızının teselliye ihtiyacı vardı. Şöyle buyurdular Kâinatın Efendisi (a.s.m.): “Şüphesiz ki veren de Allah’tır, alan da. Allah’ın indinde herşeyin tayin edilmiş bir eceli vardır.”

Sonra da can çekişen çocuğu kucağına aldı. Gözlerinden yaşlar döküldüğünü gören Sa’d bin Ubade, “Ya Resûlallah, siz de mi ağlıyorsunuz?” dediğinde, “Bu, Allah’ın kullarının kalbine koyduğu bir rahmettir. Allah kullarından ancak merhametli olana merhamet eder” buyurmuşlardı.

İnsan elbet fıtratı gereği üzülecektir, ağlayacaktır. Ama ölçüyü kaçırmadan. Allah’tan geldiğini, yine Ona gittiğini düşünerek. Rahmeti, hikmeti sonsuz Allah ne murat etmişse o olur.

Dipnotlar:

1- Fecr Sûresi: 15-16.

01.03.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Kâinat Halıkının büyük delili: Peygamberlik müessesesi



Tarihin şahadetiyle sabittir ki, insanların en akıllı, en zekî, en ahlâklı, en dürüst, en masum ve günahsızları İlâhî mesajcılar, yani peygamberlerdir. Dolayısıyla onlar, Allah’ın varlık ve birliğine en büyük belgedirler.

Peygamberin doğruluğuna delil ise, mu’cizedir.

Mu’cize, Allah’ın izniyle, alışılmış tabiat kanunları dışında1 cereyan eden harisedir. Olağandışı olay meydana gelmeden önce peygamberin bildirdiği,2 doğrudan doğruya Allah’ın bir fiilî olup3 elçisinin dâvâsını fiilen tasdik4 ettiği; yani onun peygamber olarak görevlendirildiğini bildiren beşer üstü bir olaydır.

Bir devlet başkanının huzurunda, “Başkan beni şu işle görevlendirdi” diyen birinden doğru söylediğine dair delil istenildiğinde, Başkanın “Evet” demesi, o kişinin doğruluğunu tasdik etmesidir. Ayrıca başkanın âdet ve vaziyetini onun için değiştirmesi, “Evet” sözünden daha kesin ve sağlam bir şekilde, o elçinin dâvâsını doğrular.5 İşte mu’cize de, peygamberlerin kendilerinin Allah’ın elçileri olduklarını insanlara ispat edebilmeleri için Allah’ın onlar üzerinde gösterdiği beşer üstü hallerdir. Yâni, diğer insanların yapması imkânsız olan hayret verici işlerdir.

Bunun mantığı şudur: Peygamberler insandır. Fakat, Allah’ın elçileridir. Özel bir görev ile, Onun mesajlarını, diğer insanlara bildirirler. Onların doğru söylediklerinin anlaşılabilmesi için, belgeleri olması gerekir. İşte, doğruluklarına dair işâret, belge ve göstergeye mu’cize deniyor.

Mu’cizeyi, Allah’ın izniyle yalnız peygamberler gösterirler. Çünkü, Cenâb-ı Hak, tabiatta her şeyi bir kanuna, bir prensibe, bir düzene bağlamıştır. Zira, insanlar, asalarıyla (bastonlarıyla) işaret edip denizi yaramazlar, taştan su çıkaramazlar, ağır hastaları elleriyle sıvazlayıp tedâvi edemezler, elleriyle demiri hamur gibi yoğuramazlar, elbiseleriyle ateşe atıldıklarında yanmaktan kendilerini kurtaramazlar, hiçbir vasıta kullanmaksızın rüzgâra binip üç aylık yolu bir günde katedemezler, çok uzaklardaki tahtı ışınlayarak getiremezler, güneşi durduramazlar, ayı ikiye bölemezler, ağaçları yürütemezler, bir porsiyon yemekle 300 kişiyi doyuramazlar, bir sürâhi dolusu sudan 1500 kişiye su içiremezler.

Eğer bir insan bu mu’cizelerden birisini veya birkaçını gösteriyorsa o; bütün unsurları yaratan ve kudret, ilim gibi sıfatları sonsuz olan birisinin izniyle yapıyordur. Bütün peygamberler birer mu’cize göstemiştir. Öyle ise, onların söyledikleri doğrudur. Öyle ise, Allah vardır ve birdir.

Öte yandan, bir insan olarak Hz. Peygamberin (asm) dâvâsının tazeliğini koruyan prensipleri, sözleri, fiilleri, tavsiyeleri yanında bizzat şahsiyeti de mu’cizedir. Şahsiyeti, kendi peygamberliğine delil olduğu gibi, hem tevhîde, yâni, Yaratıcının varlık ve birliğine, hem diğer imân şartlarına asla çürütülemez bir belgedir. Bunun ispatlarından birisi, insan dimağından dökülmesi mümkün olmayan ve asırları tarayan sözleri, hem o çağın kalıp ve birikimine sığmayan harika tavrı, üstün ahlâkı ile fen ve sosyal ilimlere getirmiş olduğu fezlekeler, prensipler ve açılımlardır.

Peygamberler Allah’ın elçileridir, söyledikleri şeyler doğrudur. Öyle ise, kâinatın Sahibi Vahid’dir, Ehad’dir, Samed’dir...

Dipnotlar: 1- Lem’alar, 60-61.; 2- Şuâlar, 355; 3- İşârâtü’l-İ’câz, 314; Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 121; 4- Asâ-yı Mûsâ, 98; Şuâlar, 99; 5- Mektûbat, 91.

01.03.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Nur ve ateş arasında yüz yıl (9)



"Dehşetli lekedar"

1950'den kısa bir müddet önce, tek parti döneminin vicdan sahibi idareci ve bürokratlarına mektup yazan Bediüzzaman Said Nursî, "elli sene sonra parlak mazisini dehşetli lekedar, belki mahvedecek bir kısım nesl–i ati"nin eline, yolunu aydınlatmak için mânevî projektör vazifesi görecek nurlu hakikatleri vermek için çalıştıklarını söylüyor.

Ama ne yazık ki, Said Nursî'ye hakkıyla kulak verilmiyor.

Dahası, o nurlu hakikatleri ihtiva eden Risâle–i Nur eserleri bir kez daha (1948, Afyon) müsadere ediliyor; müellif ve talebeleri de hapse atılarak ağır cezada yeniden yargılanmaya başlıyor.

Bu, Eskişehir (1935) ve Denizli'den sonra (1944) gerçekleşen "Üçüncü Medrese–i Yusufiye" idi.

Gerçi, hapishanede de boş durulmuyor ve en azgın katiller bile terbiye edilerek, vatana, millete hayırlı bir unsur olarak yeniden kazanılıyordu.

Peki, ya dışarıdakiler... Ya "elli sene sonra" gelecek ve mazisini dehşetli lekedar ile bir kısmı kendini dahi mahvedecek olan istikbâl nesli için ne yapılıyordu?

Bugün, işte o nesil ile karşı karşıya bulunuyoruz. Mâzisine sırt çeviren, mukaddesatını çiğnemekten zevk alan, ahlâkî değerleri tarumar eden ve her türlü mikroplu illeti kapmaya hazır hale getirilen zavallı nesil...

* * *

İşte bakın bugünkü neslin (yüzde 80'inin) en acınacak haline...

Gafletinden ve irade zaafından istifade ile, sürüklenmiş oldukları bataklıkların içinde debelenip duruyor.

Her türlü ahlâk ve edep dışı yollara, suç teşkil eden hareketlere, davranışlara kolaylıkla sürüklenebiliyor.

Gasp çetesinden uyuşturucuya kadar, kapkaça, hırsızlığa, can, mal ve nâmus saldırısına kadar, örf ve kànun dışı çalışan menfî bütün örgütlere eleman veya malzeme olmaktan kurtulamıyor.

Bu vaziyette iken, gelişen teknolojiyi de aynı istikamette kullanıyor. Telefon, televizyon, kamera, bilgisayar, internet gibi bütün vasıtaları birer suç ve günah makinası şeklinde kullanıyor.

Özellikle interneti, bugün hemen her türlü günâh ve kebâirin, vurgun ve soygunun, gasp ve cinayetin, aldatma ve ihanetin, iş ve âile fâciasının, hasılı hemen her türlü felâket ve fecaatin en yaygın vasıtası olarak kullanabiliyor.

Acaba, ciddî tedbirler alınmadığı takdirde, dalâlet vadisinden yuvarlana yuvarlana giden böyle bir neslin hali ne olacak? Onları nasıl bir gelecek bekliyor?

Sorumluluk sahibi herkesin bu gidişatı düşünmesi gerekmez mi?

Alınan/alınacak mesafe

Şükürler olsun ki, yakıcı ateşlere mukabil, nesillere nur gösterenler de var.

Gösterilen nurlar sayesinde, şüphesiz ki iman ve hidayet dairesine de akın akın gelenler bulunuyor.

Fakat, doğruyu söylemek gerekirse, arada uçurumlar kadar fark var, yine de.

Öyle olmasaydı şayet, inanç, örf, an'ane ve ahlâk dışı nevzuhur modalar, yaşantılar, telâkkiler bu milletin evlâtları arasında bu derece yaygınlaşamazdı. Aniden ortaya çıkıp, baş döndürücü bir hızla yayılamaz ve bilhassa savurgan gençliği pençeleyip esir alamazdı.

Bundan da anlaşılıyor ki, henüz tahkiki sûrette bir "umumî iman inkışâfı" sağlanabilmiş değil.

Oysa, sıkıntı ve ıztırabı dindirecek olan nihaî hedef budur: Tahkiki sûrette, bir umumî iman inkişâfı.

Kur'ân şâkirtleri, bu istikamette hizmet sunmaya devam ediyor ve etmeli... Zira, alınacak daha çok büyük bir mesafe var.

(Devamı var)

"28 Şubat"ın aksi tesiri

Onuncu yıldönümü münasebetiyle, "28 Şubat hareketi" üzerinde farklı değerlendirmeler yapılıyor. Dünden bugüne, savunmaların hızı kesilirken, eleştirilerin dozu daha da yükselmiş görünüyor.

O dönemin vitrindeki aktörleri ise, darmadağınık ve paramparça olmuş durumdalar. 27 Mayıs ve 12 Eylül cuntacıları kadar olsun, yakınlıkları, müştereklikleri bulunmuyor.

Bununla beraber, "28 Şubat"ın henüz "bilinmeyen", yahut henüz "görünmeyen" bazı noktaları da bulunduğu anlaşılıyor. MGK'daki konuşmaların çoğu, zaten bilinemiyor; öğrenmeye daha çok zaman var.

Dolayısıyla, ortalığı objektif değerlendirmelerden ziyade, tarafgir değerlendirmeler kaplıyor.

Vakıa, meydanda o uğursuz günlerin sayısız mağdurları var, maduriyetleri var. Kezâ, o dönemin dayatmaları neticesi, siyasî, idarî, hukukî, sosyal ve ekonomik alanda birçok acılar, dramlar, krizler yaşandı.

Aciptir ki, kimse çıkıp da o dönemde yaşanan mağduriyetlerin faturasını yüklenmiyor. Bir taraf diğerini itham ederek "Bütün bunlar sizin yüzünüzden çıktı" demekle yetiniyor.

Bundan dolayı da, mağduriyetlerin asıl fâil ve müessir sebepleri üzerinde, umumî kabul görecek ciddî, sağlıklı ve objektif bir analiz yapılamıyor.

O halde, şimdilik biz de herhangi bir analiz yapma cihetine gitmiyoruz. Sadece, "sonuç–sebep" perspektifinden bakarak, "28 Şubat"ın sonuçlarından biri, meselâ siyasî sonucu üzerinde kısaca durmak istiyoruz.

* * *

Hemen herkesin kabul ettiği (en azından reddetmediği) bir realite var ki, o da şudur: "Eğer 28 Şubat süreci yaşanmasaydı, muhtemelen AKP diye bir parti ortaya çıkmayacak, çıksa bile açık ara önde bir iktidar partisi olamayacak ve Tayyip Erdoğan da bu partinin başkanı olarak yüzde 35 oy nisbetiyle başabakan olamayacaktı. Demek ki, bu süreç en fazla Erdoğan ve partisine yaradı."

Evet, AKP iktidarının "28 Şubat"ın bir siyasî meyvesi veya sonucu olduğunu söylemek yanlış olmasa gerek.

Bunun gerekçesini de şu şekilde sıralamak mümkün:

1) R. T. Erdoğan, henüz belediye başkanı iken, şiddetli bir haksızlıkla gadre uğradı. Onu hapse tıkayan 28 Şubat süreci ise, mağduriyetini daha da ziyadeleştirdi. Bu mağdur siyasî, o süreçten itibaren tabanda görülmedik bir destek ve teveccühe mazhar oldu. Daha hapiste iken, kuracakları yeni siyasî hareketin stratejisini belirledi. Zaten, gerekli taban ve altyapı şartları da hazır hale gelmiş durumdaydı.

2) "28 Şubat" mağduru olan Erdoğan'ın bizzat kendisi de, "28 Şubat gerginliği"ne yol açan, yahut sebep sayılan o radikal söylem ve üslûp tarzını büyük çapta değiştirmeye başladı. "Millî görüş gömleğini çıkardık" dedi. Dinî veya İslâmî bir parti olmadıklarını defalarca tekrarladı.

3) Hem "28 Şubat süreci"nin mağduru olan, hem bu süreçle hiç takışmamaya dikkat eden, hem de bu sürecin tetikleyicisi olarak addedilen siyasî üslûp ve davranışlardan uzak durmaya çalışan AKP lideri Erdoğan'ı destekleyen seçmen kitlesinin de gerekçesi farklıydı: Meselâ, kimi mağdur olduğu için ona taraftar olurken, kimi de eski tarzını terk ederek "28 Şubatçılar"la takışmadığı, yani o sürecin mantalitesiyle hesaplaşmaktan veya kavga etmekten kaçındığı için Erdoğan'ın partisine destek verdi.

Özet–1: Eski Erdoğan ve yakın arkadaşları, bir cihette "28 Şubat süreci"nin SEBEBİ sayılır iken, yeni Erdoğan'ın yeni siyasî oluşumu (AKP) ise, aynı sürecin bir NETİCESİ halini aldı.

Özet–2: Hiçbir gerekçe, 28 Şubat sürecinde yaşanan dehşetli kıyım ve yıkımları haklı kılamaz, mâzur veya mâsum gösteremez.

Özet–3: Parti kapatmaların çare olmadığı ve milletin hiçbir problemini halletmediği âyân–beyân ortada. Biri kapatılsa, aynı kulvarda bir başka parti kurulur. Demek ki, partiyi kapatmak yerine, burada da "suçun şahsiliği" prensibiyle hareket edilmesi gerektiği, iyice anlaşılmış olmalı.

01.03.2007

E-Posta: [email protected]




Raşit YÜCEL

Baharın kokusu



Yavaş yavaş ısınıyoruz. Gerçi bu kış çok da üşüdük sayılmaz ama...

Bahar, dirilişi hatıra getiriyor.

Dört yüz bin nebâtî ve hayvanî çeşidi, dünya yüzeyinde var eden, canlandıran Cenâb-ı Hak, her bahar mevsiminde bunları tekrar be tekrar diriltiyor.

“Bende hayat var” diyen canlı dünyaya tekrar “merhaba” diyor.

Bu dönüşüm ve gelişmeler insanlara birçok şey anlatıyor.

Âyetteki “Çürümüş kemikleri kim diriltecek?” sorusuna tekrar âyette cevap veriliyor:

“Onları önce kim diriltmiş ise yine o diriltecek”

Evet, “O diriltecek” örneklerini görüyoruz.

İnsanı en mükemmel mânâda yaratan ve dirilten Allah, elbette onun ebedî arzularını tatmin etmek için âhiret kapısını açacak.

İnsan zannediyor mu ki başıboş kalacak?

Hâşâ.

İnsan gerçek ve daimî hayatı öldükten sonra yaşayacak.

Dünyayı bir konaklama ve “bekleme salonu” olarak görmek, yolculuğun şartlarındandır.

Beklerken durumumuz önemlidir.

Çevreye ve kendimize zarar vermemek, o hanın sahibinin emirlerine göre hareket etmek, salonun adap ve kanunlarındandır.

Bahar yeniden dirilişi hatırlatırken bunları nazarlara sunuyor.

Her haşir ve neşirde bunlar nazara çarpıyor.

İnsanı böylesi muazzam cihazlar ile donatan Allah, onu ebedî kalkmamak üzere toprağa hapsetmez.

Bu, hikmet ve rahmetine uygun gelmez.

Merak etmiyoruz. Bizim her şeyimiz muhafaza ediliyor. Her amelimiz yazılıyor.

Çünkü biz kabirde de misafireten duracağız.

01.03.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Demirci'den reşit vicdanın sesi



Geçtiğimiz Şubat tatilinde Manisa Demirci’de bir grup başarılı üniversiteli kız öğrenci bir okuma programı düzenlemişler. Bir hafta boyunca sabah namazından itibaren okuyup müzakere ederek, düşünüp tartışarak kalplerini ve akıllarını zenginleştirmişler, ruhlarını inkişaf ettirmişler, gönül dünyalarını yarınların hizmet ufkunda dalgalandırmak üzere harekete geçirmişler.

Programın sonunda bir fikir platformu oluşturmuşlar ve beyin fırtınası yapmışlar. Sorunlarını tartışmışlar. Platform sonucunda oluşan fikir demetlerini de köşemize yazmışlar. Biz; sorunlarını sorunlarımız sayarak, güzel ülkemize, okuyan ve okumak isteyen Türkiye’nin nesl-i âtisi gençler açısından daha sorunsuz günler dileyerek, yazdıklarını sizlerle paylaşıyoruz:

Mukadder Demir: “Ben, diğer kardeşlerim gibi bir başörtüsü mağduruyum. Zararımız, gençliğimiz göz ardı ediliyor. Eğer biz de bu ülkenin vatandaşıysak, bizim de babalarımız bu ülkede vergi veriyorsa, artık biz de eşitlik istiyoruz, adalet istiyoruz, başörtümüzle okumak istiyoruz. Diğer kardeşlerimiz gibi biz de insan olduğumuzu anlamak istiyoruz. Asıl duâların sahibine emanetiz.”

Ayşe Küçüker: “Nedir başörtüsü? Bir aksesuar mı? Hayır! Başörtüsü bu kadar kıymetsiz olamaz! O bir şeâir ve bizim koruyucu meleğimiz. Hakkını veriyor muyuz elmas kıymetinde olan başörtümüzün? Fatma anamız gibi biliyor muyuz örtümüzün kıymetini? Başörtüsü İslâmiyet’in nazik, nazenin, nazdar bir çiçeği, yüreğimizin kanayan yarası, vücudumuzun ayrılmaz parçası, hani ruh bedenden çıkınca beden bir anlam ifade etmez ya, tıpkı bunun gibi başörtüsü.. Bedenimize hayat veriyor, hayatımıza anlam katıyor.”

Ünzile Kaya: “İnsan, fıtratı gereği örtünme ihtiyacı hisseder. Nasıl ki sahip olduğumuz bir elması elimize alıp sokak sokak gezdirmeyiz, ipekler arasına sarıp sandıklara koyarız kilitler vururuz üstüne.. Öyle çok saklar, sakınırız, onu her şeyden, herkesten.. Peki, asıl mücevher hükmünde olan insan, hususan kadın, niçin kendini sokaklarda teşhir etme ihtiyacı duyuyor? Asıl mülk sahibi Cenâb-ı Hakkın vermiş olduğu en kıymetli emaneti ulu orta teşhir etmemiz ne kadar akıl kârı bir davranıştır! Niçin o emanete hakkıyla sahip çıkmıyoruz, niçin koruyup gözetmiyoruz? Bu hassas dâvâmızda ihlâs, uhuvvet ve tesanütle hareket etmediğimiz sürece bireysel çırpınışlarımız fayda vermeyecektir. Tüm din kardeşlerimizi tek vücut halinde bu dâvâda birlik olmaya ve duâya çağırıyorum. Muvaffak olma temennisiyle.”

Fatma Ulusoy: “Bir başka sevdik biz onu, bir başka değer verdik, bir başka âşık olduk hani ölümüne olanlardan. Bir başka baktık biz ona, onu bir başka taktık. Ama hiç kimse bizi anlamadı, anlayamaz da. Evet, biz bir şeâire bağlandık. Bu bağ o kadar kuvvetliydi ki, gücünü bin yıllık ecdadımızdan alıyordu! Ama bir o kadar da narindi. Kopardılar bağımızı! Artık hep gözyaşımız vardı başörtümüz yerine. Ama şunu bilmediler: Saçlarımız kadar başımızı fedâ edeceğimizi bilmediler, bilemezdiler de.. Elbette bir gün bitecek; bittiği gün gözyaşımız dinecek! Ey mağdur kardeşler; her zaman ümitvâr olunuz.”

Büşra Nur Ünlü: “Başörtüsü... Bir hayat duruşu… Güçlü bir İslâm inancı… Amacım okumaktı. Ben de kavga için gelmemiştim. Tevekkül umut pırıltısı saçan gözlerin onurlu bekleyişini gözyaşlarımın ılık sağanağı boşalırken seller gibi dik durmayı öğrendim şemsiye niyetine tutarken vakarımı. Henüz yaşım 18. Çocukluktan yeni çıktım daha. Hani şu yaşıtlarım banka reklâmlarında zıplarken, hâlâ oyuncaklarımdaki polis maketi canlanıp dikildi karşıma. Bunlar gerçekti, vurduğunda acıtacak kadar gerçek. Suç onların değildi, onlar da emir kuluydu çünkü... Bu zulüm bir gün bitecek. Yıldıramazsınız imanlı sineleri!”

Şeyma Kösmene: “Günlük değil, bir ömürlük fırtına yaşadığımız. Bizim bu derdimiz, bu fırtınamız hiç dinmedi. Defalarca tartıştık, çok gözyaşı döktük, çok çaba sarf ettik, çok yıprandık. Bazılarımız çaresizlikten boyun eğdi, bazılarımız terk etti ülkeyi, bazılarımız uzaktan seyirci kalmayı tercih etti. Belki hepimiz kaybettik, belki hepimiz kazandık. Ama hiç ayrılmadık, hiç vazgeçmedik, hiç vazgeçmeyeceğiz. Yok, öyle ye’se düşmek, isyanlara girmek. Bu zulüm bitecek bir gün; inanıyoruz. Birlikteyiz duâlarımızla, duâlarınızla.”

Dilek Gürbunar: “Ey bizi tahkir edip hor görenler! Ninelerinize bir bakın! Çanakkale savaşına evlâdını vatanına kurban olsun diye kınalayıp dualarla gönderen analarımıza bir bakın! Onlar da başörtülü.. O günler ne çabuk unutuldu? Şimdi ise ne esef verici ki, değer verilmiyor o kutsal şeâirimize. Tek kelimeyle kınıyorum!”

Emine Gökdemir: “Sesimize kulak verecek misiniz? Biz sizden sadece saygı bekliyoruz ve inancımızı rahatça yaşayarak okumak istiyoruz. Çok şey mi istiyoruz? Bizim kimseye zararımız dokunmadı, dokunmuyor ve dokunmayacak da. Siz zulme devam etseniz bile.”

01.03.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Bu nasıl iş?



Ankara eski temsilcimiz ve yazarımız Cevher İlhan’a yaklaşık sekiz yıl önce Yeni Asya’da çıkan deprem yazıları sebebiyle verilen mahkûmiyet kararı için “Son olsun” temennîmizi dile getirdiğimiz yazımızı yayına verdiğimiz gün ikindi saatlerinde gazeteye Bağcılar Cumhuriyet Başsavcılığının üç yeni tebligatı ulaştı.

Üçünde de “Para cezası ödeme emri tebligatı” başlığının kullanıldığı birer sayfalık bu yazılarda, para cezası ödeme emrine neden olan suç “Basın Kanununa muhalefet etmek” olarak ifade edilirken şu ortak metne yer veriliyor:

“Yukarıda belirtilen suç dolayısı ile hakkınızda hazırlık soruşturması yapılmakta olup; sevk maddesinde belirtilen ve aşağıda miktarı gösterilen para cezasının asgarî haddini, soruşturma giderlerini bu ödeme emrinin tebliğinden itibaren 10 (on) gün içerisinde Başsavcılığımız Basın Bürosuna müracaat ederek ödediğiniz takdirde hakkınızda kamu dâvâsı açılmayarak kovuşturmaya yer olmadığı kararı verileceği,

“On gün içerisinde ödemediğiniz takdirde ilgili mahkemeye kamu dâvâsı açılacağı, Türk Ceza Kanununun 75. maddesi hükümleri uyarınca tebliğ olunur. İmza ve sicil numarası.”

Üçü de aynı tarihi taşıyan tebligatlarda, “Ödenmesi gereken para cezası müfredatı” başlığı altında, gazetemize isnad edilen suçlar şöyle sıralanıyor:

* 22.01.2007 tarihli Yeni Asya Gazetesinin 1. sayfasında yayınlanan “Bu gençler eğitim sisteminin ürünü” başlıklı yazıda,

* 23.01.2007 tarihli Yeni Asya Gazetesinin 3. sayfasında yayınlanan “Gençlik nereye gidiyor?” başlıklı yazıda,

* 25.01.2007 tarihli Yeni Asya Gazetesinin 1 ve 4. sayfasında yayınlanan “Hayal: Pamuk akıllı olsun- Samast cinayeti kabul etti” başlıklı yazıda

5187 S.K.’nun 21/c maddesine muhalefet.

Suçlamaya dayanak gösterilen 5187 sayılı Basın Kanununun 21. maddesinin c fıkrasını açıp baktığımızda şu ifadelerle karşılaşıyoruz:

“On sekiz yaşından küçük olan suç faili veya mağdurlarının kimliklerini açıklayacak ya da tanınmalarına yol açacak şekilde yayın yapanlar bir milyar liradan yirmi milyar liraya kadar ağır para cezasıyla cezalandırılır. Bu ceza bölgesel süreli yayınlarda iki milyar liradan, yaygın süreli yayınlarda on milyar liradan az olamaz.”

Bizden istenen para toplam 30 bin 12 YTL.

Peki, Savcılığın sıraladığı haberlerin, bu kanun maddesiyle uzaktan yakından bir alâkası var mı, olabilir mi? Eğer konu Samast’ın resmini basmaksa, bu resmi yayınlanması için basına dağıtan kişi İstanbul Valisi değil miydi? Böylece basın devlet eliyle “tuzağa” mı düşürüldü?

Mahkemelerin gereksiz dâvâlarla meşgul edilmesini önlemek için konulduğunu zannettiğimiz TCK 75’le düzenlenen “ön ödeme” sistemi, böyle uygulamalara mesned olabilir mi?

Olursa—ki bu örneklerde olduğu görülüyor—ve savcılar kendilerini hakim yerine koyarak peşin cezaya hükmetmeyi alışkanlık haline getirirlerse, bu işin sonu nerelere varır?

Peki, “Cezayı öde, yoksa dâvâ açarım” korkutmacasının hukuk mantığındaki yeri ne?

Umalım, bu ödeme emirleri bir zühul eseridir. Yoksa daha söyleyeceğimiz çok şey var...

01.03.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004