Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 28 Mart 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


İsmail BERK

Çalanlar ve çalınanlar



Kendinizi güvende hissettiğiniz meskeninizde, gecenin 02.30’unda hırsızın ansızın evin içinde dolaştığını bir düşünün. Sonra tıkırtıyla uyanan evdeki çocukların psikolojisini tahmin edin. Derken konu komşunun dikkatini çeken gürültüyle mahalleye yayılan tedirginlik halini tasavvur edin.

Yaşanan tedirginlik sonrası bir daha uyuyamayacak kadar huzursuz olan birinden dinledim bu olayı. Daha taze. Öncesinde defalarca dinlediğimiz benzer vak’alar, ülkenin her tarafında cereyan edenlerle örtüşüyor.

Bir mobil telefon için gençlerin katledildiği, hanımların bilezikleri için ellerinin darbeye maruz kaldığı, soygun için işyerlerinin basıldığı ürkütücü tabloları maalesef son zamanlarda fazlasıyla yaşıyoruz.

Hırsızdan bahsedince sopa bulundurmayı ihmal etmeden tedbir alsak da, bu mevzu öncelikle kamu düzeni açısından emniyeti alâkadar ediyor. Bunun yanı sıra toplumsal yapımızın boşluklarını fark etmemiz konusunda uyarıcı niteliği bulunuyor. Sadece kolluk kuvvetlerinin caydırıcı gücü ve suçluyu yakalama süreci yetmiyor. Öncesinde suça iten sebeplerle bunu önleyici kısımlarına da dikkat çekmek gerekiyor.

Suçun sebepleri arasında, ortam ve işsizlik faktörünün yanı sıra sevgisizliğin de önemli bir başlık teşkil ettiğini söyleyebiliriz. Kapkaç, soygun ve hırsızlık olayları, ciddî boyutta toplumu tehdit ediyor. Bu çürümüşlüğün vebaline hepimiz az çok ortağız. Dolayısıyla topyekûn bir silkinme ve disiplin içinde kanun hakimiyetinin tesisi şart.

Yargı ve yasama boyutuna baktığımızda, defalarca yakalanıp, serbest bırakılan kapkaççıların bunu artık meslek haline dönüştürdüklerini görüyoruz. Birçok yerde bu çetelerin bütün hareketleri kontrol altında olmasına rağmen, yasal caydırıcılığın yeterli olmaması, suç işleyeni cesaretlendirmekle kalmıyor, güvenlik güçlerini de zaafa uğratıyor.

Bir arkadaşımın mağazası, belli aralıklarla dört defa soyuldu. Hırsızlık yapanların kaydı bile var. İlgililer de tanıyor. Ancak yakalama ve içeri atma konusunda bir türlü sonuç alamıyor. Üst düzey görüşmeler yaptı. Silâhlı güvenlik elemanı da vermiyorlar, üstelik şikâyet zincirini ilerlettiği takdirde, yeni tepkilere maruz kalıyor.

Özellikle büyük şehirlerde gittikçe artan hırsızlık olayları ve otobüs duraklarına inen kapkaç dehşeti ile sokakta şiddete maruz kalan insanların ürküten tabloları karşısında daha sıkı ve radikal bazı tedbirler alınmalıdır.

Yine geçenlerde, sokakta birkaç kişinin jiletli saldırısına uğrayan bir gencimizin başından geçenleri anlatırken yaşadığı korku dolu anlarını hatırladım. Allah’tan ki ucuz atlatmış.

Okullardaki şiddetin bir nebze önü alınmaya çalışılsa da, uyuşturucu illetinin salgın bir belâ olmaya devam ettiğini üzülerek öğreniyoruz. Uyuşturucu konusunda daha “cidî” tedbirler alınmalıdır.

Bütün bu sıkıntılı hallerin özüne inildiğinde, toplumdaki zembereğin amaçsız bir şekilde boşaldığı, kitlesel tatminsizliklerin ve yetersizliklerin şiddet yoluyla, kendisini mutsuz eden toplumdan öç almaya götürdüğünü söyleyebiliriz.

Peki, mutluluğumuzu, mukaddesatımızı ve aile bağlarımızı çalanlar veya zayıflaştıranlar, sizce daha mı az gaspçıdırlar?

Esas alınması gereken tedbir, ahlâkî çürümüşlüğün ve yozlaşmanın önlenmesi ile birlikte aileden başlayan sevgi ve sorumluluğun doğru bir şekilde verilmesidir.

Maneviyatımızı çalanlar daha suçlu. Çünkü çalınan sadece dünyamız değil, ahiretimiz de yanmaktadır.

28.03.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Sporda uslup



Spor medyası çoğu zaman çatal dillidir. Köşe yazılarından taşan taşkınlık, ekrana yansıyınca istenmeyen olaylar gelişiyor. Bu argo tabirler, tribüne yansıyınca taşkınlık diz boyu...

Habertürk sitesinde spor yazar ve yorumcuların ettiği kelamlar var. Tarihe not düşülen gafları derlemişler. Biz de size o “gaf”ları sunalım istedik.

*

“Ağzınla kuş tutsan... Ne kuşu! Ejderha tutsan bunlara yaranamazsınız...” (Ahmet Çakar)

*

“İyi püskürtmüş!..” (Şansal Büyüka, hakeme tüküren oyuncu için)

*

“Letonya’nın defansı kalas gibi, kessen iki oturma takımı bir masa yaparsın...” (Erman Toroğlu)

*

“Zago’nun kel kafasından kayan top hız kazanıyor...” (Show Radyo spikeri Gençlerbirliği-Beşiktaş maçını anlatıyor)

*

“Gooool!!! Durum 2-1 hatta 3-1...” (Juventus-Udinese maçında TV8 spikeri, Juventus’un 3. golünü aktarıyor)

“Yediğimiz golü önceden çalışmıştık!..” (Zamanın Samsunspor Teknik Direktörü Erdoğan Arıca, Galatasaray maçı sonrasında)

“Şu anda bas bas bağıran bir Sabri var, çok fena basmışlar, inşallah önemli bir şeyi yoktur...” (Fatih Terim Olympiakos maçı sonrasında)

“Tenceren dibin kara, seninki senden kara...” (Tanju Çolak)

*

“Baba, ama Noel Baba gibi her lafa giriyorsun!..” (Ziya Şengül, Ahmet Çakar’a)

*

“Evet Sayın seyirciler elin zencisi, elin Arap’ı hat-trick yapıyor, bizim Hakan’ımız, bizim Oktay’ımız uyuyor!” (Belçika-Türkiye maçında Oliviera hat-trick yapıyor, İlker Yasin sinirleniyor)

*

Ahmet Çakar: Bugüne kadar Fatih Terim’in yönetimi sırasında 20’ye yakın yabancı alınmış...

Güntekin Onay: Tam sayısı 22...

Ahmet Çakar: Global konuşuyorum ben.

*

Erman Toroğlu: Şimdi hocam yan hakem napıyo, Tommiks falan mı okuyor?

Şansal Büyüka: Aman hocam ya, ben de okuyorum!

*

“Ahmed Hassan saklıyor topu, saklambaç oynuyor, toplu saklambaç!..” (Sabri Ugan)

*

Erman Toroğlu: Türkiye’de 3 büyük takım var: 1)Beşiktaş, 2)Galatasaray, 3)Beşiktaş... Anladın mı Şansal?

Şansal Büyüka: Tamam hocam da pozisyona bi göz atsaydık hiç olmazsa...

*

“Hasan Şaş söyle eliyle ‘Allah belanı versin hocam’ gibilerinden bir hareket yaptı...” (Süper FM’de Galatasaray-Fenerbahçe maçı spikeri)

*

“Hiçbir Beşiktaşlı yönetici maymun değildir, Beşiktaş Başkanı da hayvan terbiyecisi değildir, Beşiktaş Yönetim Kurulu da hayvanat bahçesi değildir!..” (Ahmet Çakar, istifa eden Beşiktaşlı yöneticinin “Yönetim kurulunda maymun gibiydik!” sözünü değerlendiriyor)

*

“Karpuz yata yata büyür, futbolcu oynaya oynaya oynar...” (Erman Toroğlu)

*

“Dünden bugüne bir günde gelinmez...” (Hıncal Uluç’un Beşiktaş’ın değişen oyun tekniği ile ilgili muhteşem yorumu)

*

“İlhan’ın henüz iki 45 dakika, yani bir 90 dakika çıkaracak gücü yok...” (Ahmet Çakar)

*

“Ronaldo ile İbrahim Toraman bu takımın emniyet sibobu...” (Kazım Kanat)

*

“Gollerimizi Hagi ile Arif attı sayın seyirciler. Bu tablo bana büyük Türk bestecisi Hacı Arif Bey’i hatırlatıyor nedense...” (Ümit Aktan, Grasshoppers-Galatasaray maçında)

*

“Bu... Bu... Bu gol katliamı, başka bir şey değil...” (Rangers-Fenerbahçe maçında Fener’in kaçırdığı bir pozisyondan sonra Ziya Şengül)

*

“Liverpool kalemize akın akın geliyor. Yüreğimiz ağzımıza gelmekten, ağzımızda yer kalmadı sevgili seyirciler!..” (Ertem Şener, Liverpool-GS maçını anlatıyor)

28.03.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Krizin perde arkası



Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulundan Adalet Bakanıyla Müsteşarına yöneltilen suçlamaların arkaplanı giderek aydınlanıyor.

Bu hususta özellikle, emekli Yargıtay Savcısı Ahmet Gündel’in yaptığı açıklamalar önemli.

Buna göre, geçen sene Yargıtay’da 10 üyelik boşaldığında yüksek mahkeme başkanlığı Adalet Bakanlığına bir yazı yazarak durumu bildirmiş. Bakanlık da konuyu HSYK gündemine taşımak istemiş. Ancak seçim yaptırılmamış.

Çünkü o günlerde yüksek kurulda da iki üyelik boşalmış ve Cumhurbaşkanınca doldurulmaları beklenmiş. Ve yeni Yargıtay üyelerinin seçiminin, bu atamalarla “belli bir görüş” lehinde çoğunluk sağlanarak yapılması hesap edilmiş.

Ama bu hesap, hükümetin, Yargıtay’ın bir kısım görevlerini istinaf mahkemelerine devredip, yüksek mahkemedeki daire ve üye sayısını azaltmayı öngören yasa tasarısıyla zora girmiş.

Ve bu defa da Bakanlık bu tasarıyı gerekçe göstererek Yargıtay’a üye seçimini istememiş.

Çünkü tasarı kanunlaştığında Yargıtay’daki üye sayısı 250’den 150’ye düşecekmiş. Dolayısıyla, yeni üye seçmeye gerek kalmayacakmış.

Burada, HSYK’nın yapısını da bilmek gerekiyor. Kurul, beş yüksek hakimle Adalet Bakanı ve Müsteşarından oluşuyor. Gündel’e göre, geçen yıl Sezer’in iki yeni üyeyi atamasından sonra kurulun yüksek hakim üyeleri Bakan ve Müsteşarıyla diyalogu tamamen kesen bir tavra girmişler.

Yargıtay’a üye seçme işini tümüyle kendi aralarında yapmak isteyen HSYK üyelerinin bu tavrının ardındaki asıl niyet Ahmet Gündel’e göre şu:

“23 üyenin tamamını kendi yandaşlarından seçerek Yargıtay’da mutlak çoğunluk elde etmek, kadrolaşmanın ötesinde bunu mutlak hakimiyete dönüştürmek. Anayasal kuruluşlar aracılığıyla hükümetleri kuşatma altına almak.”

Ahmet Gündel, olayın sadece Yargıtay’a üye seçme meselesi olmadığını, iktidara gelemeyenlerin Türkiye’nin geleceğinde halk iradesinin karşısına bürokrasiyi çıkarma hesabının söz konusu olduğunu söylüyor (Zaman, 26.3.07).

Yargıtay’da çoğunluğu elde etmek devlet içi dengeleri belirleme açısından da çok önemli.

Çünkü bu yüksek mahkemenin üyeleri, temyiz merciinde görevli olmaları hasebiyle yaptıkları işlerin yanında, Yargıtay Başsavcısını, Anayasa Mahkemesinin bir kısım üyelerini, Yüksek Seçim Kurulu üyelerini, HSYK’nın Yargıtay kontenjanındaki asıl ve yedek altı üyesini, Yargıtay Başkanını ve daire başkanlarını seçiyorlar.

Hal böyle olunca, Gündel’in “içeriden” bir isim olarak yaptığı değerlendirmeler ve “CHP gibi, anayasal kuruluşları ‘kale’ olarak görenlerin de önemli menfaatleri var” diyerek seslendirdiği “kadrolaşma” uyarıları ayrı bir ciddiyet ve önem kazanıyor. Bu çabaların bizatihî Yargıtay içinde de rahatsızlığa yol açtığı ve bu durumun üyelerce Başkana iletildiği haberleri de.

Bu bilgiler ışığında olaya bakıldığında, Adalet Bakanınyla Müsteşarının tavrı anlam kazanıyor. Ama ne yazık ki, dünkü toplantıdan çıkan sonuç bu tavrın pek fazla dayanamadığını gösteriyor.

Keşke “Yargıtay reformu” tasarısı Mecliste CHP’nin engellemeleri aşılamayarak sürüncemede bırakılmasa ve olayın krize dönüşüp bu şekilde sonuçlanmasına meydan verilmeseydi...

28.03.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Knesset ‘goyim’lerin Kâbe’si mi?



1977 yılında Sedat aniden İsrail’e giderek Arapların icma ve oybirliğini İsrail’in de uzletini kırmıştır. Ve bunun sonucunda Arap yakasında bir dönem İsrail’in uzletini paylaşmak durumunda kalmıştır. Mısır’ı bu durumdan ve vartadan İKÖ zirvelerinde bir şekilde Türkiye kurtarmıştır.

Camp David barış antlaşmasıyla birlikte İsrail’in amacı Mısır’ı Arap blokundan ayırmaktı. Bunda kısmen de olsa başarılı olmuştur. Ama bu başarı geçici kalmıştır. Siyasî hareketi başarılı olmuş ama psikolojik hareketi natamam kalmıştır. Mısır’la halktan halka bir barış istemesi ve ilişkilerin normalleşmesini arzu etmesi neticesiz ve akim kalmış ve başarısızlığa uğramıştır. 1977’de Sedat’ın ani ve mukaddimesiz Knesset ziyareti iki yıl sonra Camp David anlaşmasını netice vermiştir. Bu barış antlaşmasının mimarı İsrail tarafından Menahem Begin, Mısır’dan Sedat ve ABD’den Carter idi. Bu anlaşmanın mimarı olan Carter, İsrail ve Filistin’le ilgili olarak son yazdığı kitap nedeniyle bazı Yahudi çevreler tarafından ‘Yahudi aleyhtarı’ olmakla suçlanmış ve adeta aforoz edilmiştir.

Liberman’la ilgili son esir skandalı patlak verince Sedat’ın yeğeni İsmet Sedat da İsrail’le barış anlaşmasının iptalini istemiştir. Zira Carter, İsrail’in Filistin’de Güney Afrika’nın sabık yönetimini ve onun Apartheid politikalarını hatırlatan politikalar izlediğini ifade ediyordu. Bu eleştiriler İsrail dostlarına ağır gelmiştir. Asıl problem de İsrail’den ziyade dostlarındadır. Neoconlar gibi. Özellikle de Carter’ın da ifade ettiği gibi İsrail’i İsrail değil onun diasporası idare ediyor. Asıl mevzumuza dönecek olursak Camp David Barış Antlaşmasının yapıldığı yıl (1979) kaderin bir cilvesi Mısır’da talebe idim. O ortama aşinayım. Sonra Mısır’daki iç dengeler bozuldu. Bunun nedenleri arasında Sedat’ın antlaşmaya olan muhalefeti içine sindirememiş olması ve tehevvüre kapılması da vardır. Belki baş nedendir. Bu adeta yangına benzinle gitme mesabesinde olmuş ve bu gelişmeler ve Mısır’ın sürüklendiği iç kargaşa, 1981 yılındaki korkunç sonuna hazırlamıştır.

***

1977’den 30 yıl sonra yani 2007’de Araplar bu defa Riyad’da toplanıyorlar ve Mısır’ın açtığı çığırın hilâfına bir blok olarak İsrail’i barışa davet ediyorlar. Esasında bu çağrı, 2002 yılında yine Suud Kralı Abdullah’ın veliaht prens iken hazırladığı Arap barış planına dayanıyor. Yine kaderin garip bir cilvesi 2002 yılında bu barış planının ortaya atıldığı ortamda hac mevsimi itibarıyla kutsal topraklarda bulunuyordum. Planının NY Times’in kıdemli yazarlarından Thomas Friedman’ın kaleminden dünyaya duyurulmasını yakından takip etme fırsatı bulmuştum. İsrail’in reddi üzerine barış planı buzdolabına konulmuştu.

Filistinlilerin Mekke buluşmasından ve barışından sonra Suudlular yeni bir hamle ile bir kez daha planı canlandırma çabası içine girdiler. 1977 yılında Arap tarafı antlaşma konusunda Sedat’ı yalnız bırakmıştı. 2002’de Beyrut’ta yapılan Arap zirvesinde de bazı çatlak sesler çıkmıştı. Ama şimdi HAMAS’lı hükümet de dahil Arap tarafı bir blok halinde plana sahip çıkıyor. Neredeyse planının İsrail’den başka muhalifi yok. İsrail de doğrudan karşı çıkmak yerine kesip budayarak akim bırakma manevrası yapıyor. İsrail blok barışa oldum olası karşıdır. Arapları bölerek ve birbirine düşürerek teker teker yanına çekmek ister. Ama bu defa Amerikan tarafı da Ortadoğu’da seçeneklerinin bitmesinden dolayı Ortadoğu barışı için her zamankinden daha fazla istekli olmak zorundadır. Buna mukabil, İsrail tarafı tarihinin en zayıf hükümetlerinden birisine sahiptir. Hizbullah karşısında bir varlık gösterememiştir. Bu da Olmert hükümetinin itibarını neredeyse sıfıra indirmiştir.

***

Ama bir takım göstergeler hâlâ İsrail’in burnundan kıl aldırmadığını ve kibirlenmeye devam ettiğini gösteriyor. Barışın önündeki en büyük engel de budur. Arapları Knesset’e davet ediyor. Yani Sedat modelini herkese tamim etmek istiyor. Tevrat’ın yazdığı gibi ulusların İsrail’i ‘abi’ kabul etmesini İsrail’e boyun eğmesini ve gerdan kırmasını istiyor. Sözgelimi Olmert’in yardımcısı Şimon Peres barış yapmak için Esad’ın Sedat gibi Knesset’e gelip yüz sürebileceğini söylemişti. Beşşar Knesset’e gitmese bile Alon Liel ile birlikte gizli görüşmelerin eşbaşkanı İbrahim Süleyman, Knesset’e gidip yüz sürecek. Bu neyse de işin vahim tarafı Kral Abdullah’ın taltif ettiği ve 2002’de planını duyurmak için davet ederek kendisine özel uçak dahi tahsis ettiği Thomas Friedman’ın İsrail namına Abdullah’dan Knesset’e gidip yüz sürmesini istemesiydi.

Abdullah’ın da Sedat gibi Arap barışını oraya arz etmesi veya arzı ubudiyette bulunması gerekiyormuş. Knesset goyimlerin siyasî ve dinî Kâbe’si mi oldu? İsraillilerin nazarında böyle midir? Beyaz Saray’ı anladık da Knesset de goyim siyasetçilerin (Yahudi olmayan) Kâbe’si mi oldu? Bilmiyorum: Bu zihniyetle barış olabilir mi, olursa ne kadar devam edebilir? Bunu da Araplar düşünsün...

28.03.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Yeni Asya misyonu



“Evet, Zülfi kardeşimiz, mektubunuzu okuyunca çok hislendik. Bir nev'î gözlerimizle beraber, kalbimiz dahi ağladı. Ve sana mektubunuzun yarısında şunu sorduk: ‘Peki, mübarek bu kadar iltifatla kanaat edindiğin Yeni Asya’da çalışan bu zevatın, pek âşikâr Adalet Partisini mevcut partiler arasında tutmasının bir mânâsı ve hikmeti belki vardır’ diye neden araştırma ve sorma lüzumunu hissetmediniz?”

Bunlar 1970’li yıllara ait, Üstadın talebelerinden Mustafa Sungur Ağabeyin bir Nur talebesine yazdığı mektubunda yer alan bazı ifadeler. Bu soruyu sorduktan sonra Mustafa Sungur Ağabey mektubuna şöyle devam ediyor: “Hakikaten sâfî bir hizmet-i diniyyede bulunan bir cemaatin, siyaset âleminde naşir-i efkârı bulunan bir gazete, bugün ‘Masonları tutuyor’ diye ittiham edilmektedir. Ve bunu bile bile ve ithamı sinelerine çeke çeke ve sizin gibi çok berrak ve âlî ruhlu, İslâmiyet hadimi kardeşlerimizin en ağır ve ezici hücum ve kalbî itiraz ve feveranlarını göze ala ala Adalet Partisini bugünkü ortamda muhafazaya çalışan Yeni Asya, milyonlar ve milyarlar üstünde bir menfaat ve kâr-ı milleti için, vatanı için, İslâmiyet ve Kur’ân’ı için ve mukaddes hizmet-i Kur’âniyesi için bu yolda yürüyor da ondan…” diye devam ediyor mektup.

Gerçekten Üstadın basın dünyasında lisanı olan Yeni Asya, dün onun görüş ve düşünceleri ışığında siyasî tesbitlerde bulunmuştu. Bugün de zikzak çizmeksizin aynı yolda devam ediyor.

Geçen yıllar birçok gerçeği birden ortaya çıkardı. “Zaman en iyi müfessirdir” hakikati gereğince, hayallerle, özellikle din adına siyasete atılmakla İslâma ciddî ve salim bir hizmet yapılamayacağı anlaşıldı. Dinin, umumun malı olduğu, bir partinin tekeline giremeyeceği görüldü. Salim bir hizmetin ancak gerçek bir demokrasiyle, hatta AB’ye girilerek daha hür bir atmosferde yapılabileceği fark edildi.

Yeni Asya da yıllar boyu hep bunu savunmuştu. Üstad, Dört Halifeden dindar bir cumhuriyetçi olarak söz etmiş, demokrasinin meşrûtiyet-i meşrûa dediği ciddî ve şartlarına uygun, sözde değil gerçek, hak ve hürriyetlerin hiçbir kısıtlamaya maruz kalmaksızın ve kuvvetin kanunda olarak uygulanmasıyla mümkün olacağından bahsetmişti. Yeni Asya da 371 gün kapatılma riskini dahi göze olarak bunları söyleyegeldi.

Geçenlerde Nevşehir’de Üstadın talebelerinden Hasar Okur Ağabeyimizi ziyaretimiz esnasında, birgün kendisini Mustafa Sungur Ağabeyin aradığını, Yeni Asya çizgisinin isabetli olduğunu, onda devam etmesini tavsiye ettiğini söylemişti.

Gerçekten Yeni Asya kararlılığıyla tebrike şâyan.

28.03.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Asr-ı Saadet sevgi modeli



Her şeyi, yüce Rabbimizin Habîb, Rahîm, Vedûd gibi sonsuz isim ve sıfatları hesabına seversek; sevgimizin gücü de sonsuzlaşır. Allah’ı tanımaktan gelen sevgi, en büyük maya ve iksir olur (Mektubat, s. 434).

Allah’ı sevmek de, Onun sevdiğine tâbi olmaktır. Yani Sünnet-i Seniyye’yi yaşamaktır. Bize Resûlullah’ın (asm) sevgisi hâkim olursa; o zaman problemlerimizi rahatlıkla aşarız.

550’li yılların Arap yarımadasını düşünün: Bedevî, kavmiyetçi-ırkçı, kan dökücü, faizci, kumarcı... Alkol, fuhuş ve zina gibi ahlâksızlığın en katmerlisi hüküm sürüyor... Kadının hiçbir değeri yok... Kızlarını diri diri gömecek kadar vahşî... Birbirinin gözünü oymak için yarışan insanlar... Cahiliye asabiyeti, kin, nefret, düşmanlık damarlarına işlemiş, bağımlılık haline gelmiş.

İşte Peygamberimiz (asm), 23 sene gibi kısa bir zamanda en kötü ahlâkları, anlayışları kaldırmış, sevgiyi yerleştirmiştir.

Birbirinin gözünü oymak için Haram aylarını kısaltma hesabı yapan o insanlar, İslâmla şereflendikten sonra namazda safta dururken, öylesine bir muhabbetle saf tutuyorlardı ki, omuzlarından elbiseleri yırtılırdı.

Hz. Ömer’i düşününüz: İslâmdan önceki, putlara tapan, kızını diri diri gömecek kadar katı kalbini, Asr-ı Saadet sevgi modeli ne hale getirdi? Şöyle diyordu Hz. Ömer (ra): “İki şey var. Birini hatırladığımda ağlarım, birini hatırladığımda gülerim! Kızımı gömmek için kuyu kazarken sakalıma bulaşan kumları, toprakları kızım temizliyordu. Onu hatırladığımda ağlarım. Helvadan put yapardık, onlara tapardık, acıktığımızda da onları yerdik! Bunu hatırladığımda da gülerim!”

İşte Asr-ı Saadet’teki sevgi modeli, en vahşî ve kan dökücü, çapulcu insanları dünyanın en medenî, en segili, en hakperest insanları haline getirdi. Ve asırları kucaklayacak bir sevgi aşıladı…

Resûlullah (asm), torunları sırtına çıktığında beklerdi veya onları düşürmemek için rükua ve secdeye yavaşça eğilir, giderdi...

Hz. Ebûbekir (ra), “Ya Rabbi, vücudumu o kadar büyüt ki, Cehennemde ehl-i imana yer kalmasın!” diyordu.

“Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım” der Bediüzzaman.

Bizi kurtaracak ancak, bu sevgi modelidir. Çünkü, uygulandığında hem fert, hem aile, hem toplum, hem de toplumların huzur ve mutluluğuna vesile olduğu, bizzat yaşanarak tecrübe edilmiştir.

Kurtuluş reçetesi, Asr-ı Saadet sevgi modelinde…

28.03.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Zındıka cereyanı Ankara'yı zehirledi



Ali Şükrü Bey cinayetinin işlendiği 1923 Mart'ında Ankara'da bulunan Bediüzzaman Said Nursî, yeni kurulan o günlerin hükümet merkezine dair dehşet uyandıran bir tesbitini şu sözlerle ifade ediyor: "1338’de (1922–23) Ankara’ya gittim. İslâm Ordusunun Yunan’a galebesinden neş’e alan ehl–i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne çalıştığını gördüm. 'Eyvah,' dedim. 'Bu ejderha imânın erkânına ilişecek!'" (23. Lem'a, "Bir İhtar" bölümü.)

Üstad Bediüzzaman, bir yandan iman sahiplerini birbirine düşürmeye, bir yandan da imansızlığı yaymaya çalışan bu zındıka cereyanının tesirini kırmak için, Ankara'da Hubâb ve Tabiat Risâlesi isimli eserleri telif ile neşreder. Ayrıca, dinde ve bilhassa namaz gibi ibadetlerinde lâkayt davranan meb'uslara hitaben 10 maddelik bir Beyannâme yayınlar.

Yapılan bu hizmetlerin tesiri bir derece görülür görülmesine, ne var ki ejderhaya dönüşen dinsizlik cereyanı da gemi azıya almış, bütün kuvvetiyle mânevî değerleri yakıp yıkmaya devam ediyor.

Bu arada, Ankara'da I. Lozan Konferansıyla ilgili olarak, Meclis'te peşpeşe gizli celseler (gizli oturumlar) yapılıyor. Zira, bir süre sonra II. Lozan Konferansı başlayacak ve Türkiye'den istenilen tâvizler, taahhütler listesi görüşülecek...

İşte, ne gariptir ki, Ali Şükrü Bey cinayeti tam da bu atmosferde işleniyor.

Ali Şükrü Beyin günahı (!) neydi?

Yeni Meclis'in ilk kurbanı Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey oldu. Millî Mücadelenin bu kahraman siması, bir siyasî tertip sonucu katledildi.

Peki, neydi onun suçu, yahut günahı?

O tarihteki Meclis Zabıtlarına bakıp görüyoruz ki, Lozan Antlaşmasıyla ilgili görüşmelerde son derece hararetli konuşmalar yapmış, Ali Şükrü Bey.

Meselâ, şunları söylemiştir: "Mehmetçiğin süngüsüyle ve şehitlerin kanlarıyla kazanılan muazzam zafer, Lozan'da heba ediliyor. Yani, harp meydanında kazandıklarımız, götürülüp masada kaybediliyor.”

Onun bu meyandaki konuşmaları, rakip grubun lider kadrosunu hiddete getirmiştir. Öyle ki, Meclis'te Ali Şükrü Beyin üzerine silâhla gidenler dahi olmuş, ama o yine de yılmamış ve inandığını söylemeye devam etmiştir.

* * *

Ali Şükrü Beyin bir diğer günahı (!) ise, onun yeni Meclis'in kurulduğu daha ilk günlerde gündeme getirmiş olduğu "içki yasağı" meselesidir.

Evet, 14 Eylül 1920'de Meclis'te kabul edilen "Men'i Müskirat Kànunu" özellikle Ali Şükrü Bey ve dindar demokrat arkadaşlarının gayretleriyle yürürlüğe girdi.

Bu da, içki müptelası bazı şahısların hiddetini celp etti ve onları rakiplerini fikirle ve Meclis iradesiyle değil, kuvvet ve tedhiş yoluyla sindirme yoluna itti.

* * *

Ali Şükrü Beyin üçüncü bir günahı (!) da, Bediüzzaman Said Nursî'ye olan yakınlığı ve bazı eserlerini kendi matbaasında tab' etmesiydi.

İşte, bütün bu makbul hizmetler, dindar demokrat grubun lideri konumundaki Ali Şükrü Beyi—yukarıda ifade ettiğimiz—zındıka cereyanının adeta boy hedefi haline getirdi.

Yine, ne yazık ve ne tuhaftır ki, gayet sinsice çalışan bu cereyan, Trabzonlu Ali Şükrü Beyin karşısına Giresunlu bir hemşehrisini çıkarttı.

Aynı zamanda kendisi de bir Millî Mücadele kahramanı olan Giresunlu Topal Osman, türlü hile ve entrikalarla iğfal edilerek, hemşehrisi olan Ali Şükrü Beyin aleyhine caniyane bir şekilde sevk edildi.

Ve, yine binlerce yazıklar ve teessüfler olsun ki, bu iki komşu şehrimizin (Trabzon ile Giresun) insanları birbirinden soğutulmaya, hatta birbirine düşman edilmeye çalışıldı.

Biri diğerine kırdırılan bu iki vatanperverin cenazesi de, yine peşpeşe alınıp (1923 Nisan'ında) memleketlerine götürüldü. Ali Şükrü Bey Trabzon'da, Topal Osman ise Giresun'da medfundur.

Bu her iki kahraman vatanpervere Cenâb–ı Hak'tan rahmet ve mağfiret dilerken, onları birbirine düşüren zındıkları ise tel'in ediyoruz.

Mezar ziyareti

Bundan on beş sene kadar evvel Trabzon'a yaptığımız bir seyahat esnasında, yüksek bir tepede denize nâzır bir noktada bulunan Ali Şükrü Beyin mezarını da gidip ziyaret ettik. Gayet temiz ve bakımlı bir mekân burası.

Orada rivâyet olunur ki, 1925 baharında Van'dan alınarak Trabzon limanı üzerinden Batı Anadolu'ya sürgüne gönderilen Bediüzzaman Said Nursî, bir fırsatını bularak Ali Şükrü Beyin mezarına da gidip ziyarette bulunmuş.

Mezar ise, o karanlık günlerde hayli bakımsız ve harabe bir durumda imiş.

Bu vaziyeti müşahade eden Üstad Bediüzzaman ise, o eski dostunu vefâ ile yâdederek şunları söylemiş: "Ali Şükrü Bey bu tepeye uymuş, fakat bu mezar ona uymamış."

Neyse ki, bu mezar yeri daha sonraki yıllarda gayet derecede temiz, düzenli ve bakımlı bir hale getirildi. Mekânı Cennet, makamı Firdevs olsun.

28.03.2007

E-Posta: [email protected]




Sami CEBECİ

Anadolu ayakta



Bir asra yaklaşan uzun ve bereketli ömrünü bu Müslüman milletin dünya ve ahiret mutluluğuna adayan büyük İslâm âlimi Bediüzzaman Hazretleri, Anadolu genelinde lâyık olduğu şekliyle muhteşem kutlamalarla anılıyor.

“Hz. Mevlânâ benim zamanımda gelseydi Risâle-i Nur’u, ben onun zamanında gelseydim Mesnevî’yi yazardım. O zaman hizmet Mesnevî tarzındaydı, şimdi ise Risâle-i Nur tarzındadır” diyen Bediüzzaman, aynı dâvânın takipçileri olduğunu ifâde ediyor. UNESCO tarafından bu yıl, Mevlânâ sevgi yılı olarak ilân edildi. Bu vesileyle, Yeni Asya grubu olarak Bediüzzaman Haftasını sevgi üzerine kurduk. Kin ve nefret tohumlarının ekilmeye çalışıldığı ve toplumun sevgi ve kardeşliğe susadığı bir zamanda, bu konunun ele alınması çok anlamlı oldu. İnşaallah bu çalışmalar, milletin birlik ve beraberliğine vesile olur. Bu vazifede bir hayli arkadaşımız yükü omuzladı. Anadolu’da elliden fazla anma programları yapıldı ve hâlâ devam ediyor. Emeği geçen herkesi yürekten kutluyoruz. İnşaallah Kutlu Doğum Haftası ile birlikte bu programlar yetmiş-sekseni bulur.

Bu çalışmalar çerçevesinde bize düşen ilk program Kırşehir’de gerçekleştirildi. Beş yüz kişilik salon tıklım tıklım doluydu. İki yüzden fazla insanın içeri giremeyip geri dönmek zorunda kaldığı ifade edildi. Nasıl dolduracağız diye telâş edenlerin, boşuna endişelendikleri anlaşılmış oldu. Gayret ve teşebbüs bizden, insanları toplamak ve yardım etmek Allah’tandır. Vazifesini yapıp, Allah’ın vazifesine karışmamak iman ve tevekkülün gereğidir. Sevgiye, kardeşliğe, birlik ve beraberliğe dâvet eden ve sevginin nasıl olmasının gereklerini izah eden mesaj yüklü program bittikten sonra, hepimizin mutluluğu yüzümüzden okunuyordu. Kitap imzalama faslından sonra gönül dostlarımızla vedalaşıp Ankara’ya döndük.

Bir sonraki Cumartesi Malatya’dayız. Belediye Kültür Merkezinin bin beş yüz kişilik salonu tamamen dolmuş, insanların bir çoğu aralarda ayakta dinlemek zorunda kalmıştı. Aşr-ı Şerif okunduktan sonra kürsüye çıkan Mehmet Kutlular Ağabey, kırk dakikalık mesaj yüklü bir konuşma yaptı. Toplum olarak tahkîkî imana, ahlâka, sevgiye, birlik ve beraberliğe ihtiyacımız vardı. Demokratikleşme çabalarımız sürdürülmeliydi. Artık askerî müdâhaleler son bulmalıydı. Temel hak ve hürriyetlerin en geniş anlamıyla millet tarafından yaşanmasına imkân verilmeliydi. Irkçılık en büyük bir belâydı. Osmanlı, çok dinli, çok dilli ve çok ırklı bir milleti altı yüz sene idâre etmeyi başarmıştı. Türkiye Cumhuriyeti de bunu yapabilirdi. Millet irâdesi kayıtsız şartsız hâkim olmalıydı. Meclis de millet adına hükümranlığını hiçbir korkuya kapılmadan icrâ etmeliydi. Herkes birinci sınıf vatandaştı. Kimsenin kimseye ikinci sınıf vatandaş muâmelesi yapmaya hakkı yoktu. Bu ülkenin tapusu, etnik kökeni ne olursa olsun hepimize aitti. Bu tesbitler, çok önemli ve en hayâtî konulardı.

Biz de, her şeyin ifrat ve tefritine karşı bir denge adamı olan Bediüzzaman’ın görüşleri ışığında, sevgi duygusunun nasıl dengeli bir tarzda kullanılacağını izah ettik. Allah, Peygamber, insan ve sâir varlıklara yapılan sevginin ölçülerini anlamaya çalıştık. Her iki konuşmayı can kulağıyla dinleyen Malatya ve civarından gelenlerle kitap imzalama faslından sonra, Elazığ iline geçtik.

Sabah sekiz uçağıyla Kutlular Ağabeyi İstanbul’a uğurladık. Biz de, Elazığlı gönül dostlarımızla önce Bediüzzaman’ın ilk talebelerinden ve ihlâs kahramanı olan Hulusi Ağabeyin Harput’taki kabrini ziyaret ettik, fatihalar okuduk. Elazığ kültürünü yansıtan ve müze haline getirilen evi, Cami-i Kebiri, Arap Baba’yı, Sara Hatun Camiini ziyaret ettik. Balakgazi tepesinden Elazığ’ı yükseklerden seyrettik. Elazığlılar, Harput gibi yüksek bir şehirden düz ovaya inmişler, gittikçe büyüyen bir şehir oluşturmuşlar. Bölgenin tek sivil havaalanı bulunan Elazığ, şimdi milletler arası bir havaalanı inşaatının en kısa zamanda gerçekleşmesinin heyecanını yaşıyor.

On beş uçağı ile havalandığımız zaman koltuk arkadaşım genç bir elektrik mühendisiyle sohbete başlamıştık bile. Bir saatlik uçuşun nasıl bittiğini anlayamadık, mevcut iki kitabı ona hediye ettim. Esenboğa terminalinde tekrar buluşmak dileğiyle vedâlaştık.

Anma programları münasebetiyle Anadolu’yu ayakta ve teyakkuz halinde gördüm. Hizmetin geçmişini, meslek ve meşrebin temel prensiplerini çok iyi bilen bu isimsiz kahramanlar hizmetlerine ve meselelerine hâkimdi. Mü’min ferâseti her cihette onlarda görülüyordu. Onları durdurmak ve yanıltmak mümkün değildi. Hizmetin geleceği emin ellerdeydi. Genç kuşakları da geleceğe hazırlıyorlardı. Anadolu, benim penceremden işte böyle görünüyordu.

[email protected]

GSM: 0533 417 93 44

28.03.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

“Barış” ibadetini ihmal etmeyelim



Ayşe Hanım: “Dargınlık hakkında biraz bilgi verebilir misiniz? Yeterince bilgiyi bulamıyorum.”

Dargınlığı dostumuza verdiğimiz bir tür ceza olarak tanımlayabiliriz. Dostumuzu kendimizden mahrum etme cezası. Oysa unutmayalım: Hatalı, kusurlu, kabahatli ve günahkâr mü’minlere dargınlıkla ve konuşmamakla ceza vermemizi uygun bulan ne bir âyet, ne bir hadis mevcut değildir. Bilâkis suçu ve kabahati ne olursa olsun, dargın olmamak, küs durmamak ve dargınları barıştırmak, Kur’ân’ın “Mü'minler ancak kardeştirler. Öyle ise dargın kardeşlerinizin arasını düzeltin”1 emri gereğince bir sosyal ibadettir. Bilindiği gibi ibadetlerin belirli vakitleri vardır. “Mü’minlerle uhuvveti bozmamak ve barışı korumak” ibadetinin zamanı da bilhassa dargınlık ve kırgınlık zamanlarıdır. Bu sosyal ibadeti ihmal etmeyelim. Vaktinde, vakti girmiş bir namaz gibi, bir Allah emri olarak bu ibadeti de ifa edelim.

Mahşer gününde Cenâb-ı Hakkın buğz edeceği bir takım yanlış hareketlerini gördüğümüz ve hatta bize de zararı dokunan kimseler eğer mü’min iseler, yapmamız gereken şey, ıslâh olmaları ve yanlıştan kurtulmaları için duâ etmek ve yanlışta devam edenlere acımaktır. Onlarla konuşmayıp kin ve husûmet beslemekle, zaten var olan aramızdaki soğukluğu fırtınaya çevirmiş oluruz. Bu durum ise; 1- Bizim yararımıza olmaz, 2- Bizi onun zararından korumaz, 3- Allah katında makbul bir tavır olmaz, 4- Topluma esenlik getirmez, 5- Hasmımızı yanlış davranışından alıkoymaz. 6- Sadece şeytanı sevindirir.

Biz, Müslümanlara karşı yargıçmışız gibi davranamayız. Zararlı kimselerin zararlarından kendimizi elbette koruyalım. Ama barışı bozarak değil. Ona güleryüzümüzü eksik ederek değil. Ona selâm vermeyi keserek değil. Onunla konuşmayıp dargın durarak değil. Sadece uyanık olarak. Yani “hüsn-ü zan; ama adem-i itimadla” davranarak. Yani insanlara “iyi zan” besleyeceğiz; ama “güvenmeme” hakkımızı da kullanacağız. Her zaman gerekli zahirî tedbirleri alacağız.

Çoğu zaman dargın durmanın çok problemi çözeceği sanılır. Oysa dargınlık hiçbir problemi çözmez; aksine kör düğüm yapar. Çünkü dargın ortam, hasım tarafın düşmanlığı sürdürmesi için daha uygun bir zemindir. Öyle ki, hazır siz kendisiyle konuşmazken; o belki verdiği zararı artırmak da isteyebilir. Siz ise onunla konuşmadığınızdan tedbir almanız mümkün olmaz.

Öte yandan, Kur’ân; suç, kabahat ve kusurlar ile barış ve affı kesin çizgilerle ayırmakta ve çok net biçimde barışın ve affın sağlanmasından yana tavır koymaktadır. İnsanları affedenleri, “lütuf sahibi ve âlicenap” olarak takdim eden Kur’ân, kabahatlileri affedenlerin doğru bir davranış içinde olduğunu bildirmek için de, “Affetsinler, aldırmasınlar, Allah’ın sizi bağışlamasını istemez misiniz? Allah, Ğafur’dur, Rahîm’dir”2 buyurmaktadır.

Hiç şüphesiz, çoğu zaman insanları affetmek dünyanın en zor işi olur çıkar. Ama bilinmelidir ki, bu zoru başaranlar, yani kendine ve duygularına hâkim olarak “affı” tercih edenler, Kur’ân nazarında en makbul adımı atmış olurlar. Bu makbûliyeti muhafaza etmek için, karşı taraf suçlu da olsa,—zaten karşı taraf suçlu olmadığında affı gerektiren bir husus da söz konusu olmaz–afta ve barışta ilk adımı atan taraf olmak olgunluk ve faziletten başka bir şey değildir.

Diğer yandan, barışta ve afta ilk adımı atan taraf olmak, takvaya ulaşmak için önemli bir çabadır. Nitekim Kur’ân, “takva sahiplerini” şöyle tanımlar: “Onlar, bollukta ve darlıkta sarf ederler. Öfkelerini yutarlar, insanların kusurlarını affederler. Allah, ihsan sahibi ve âlicenap olanları sever.”3

Kur’ân’ın, o ulaşmak istediğimiz “takvâyı” sosyal davranışlarımızla izah etmesi ne düşündürücü değil mi? Hani; namaz kılmak, oruç tutmak, tesbih çekmek, zikir yapmak gibi şahsî ibâdetler yerine, takvâya ulaşmak için “1- Hayırda sarf etmek, 2- Öfkeyi yutmak ve 3- İnsanları kayıtsız şartsız affetmek” gibi sosyal davranışların öne çıkarılması, barışın ve affın Kur’ân nazarında ne derece önemli bir amel olduğunun en net ifâdesidir.

Keza, şu âyetler de af ve barış çağrısı niteliğindedir:

* “Kim affeder ve barışırsa, onun sevabı Allah’a aittir.”,4

* “Kim sabreder ve affederse; işte bu, işlerin en değerlisi ve en faziletlisidir.”5

Dikkat edilirse; Kur’ân, “Karşı taraf hatasızdır, suçsuzdur, kabahatsizdir, kusursuzdur” demiyor. Yalnızca işlerin mahşer gününe bırakılmasını istiyor. Dünyada ise affın hâkim kılınmasını emrediyor.

Bediüzzaman Hazretleri bu âyetlerin tefsirine bir risâle tahsis eder ve uhuvvetin önemini zengin bir perspektifte izah eder. Mü’minlerin kusurlarını, kabahatlerini ve hatalarını birer “âdi çakıl taşına” benzeten Üstad Said Nursî Hazretleri, bu âdi taşlar yüzünden mü’minin kalbindeki Kâbe hürmetinde bulunan îmânın ve Uhud Dağı azametinde bulunan İslâmiyet’in yok sayılamayacağını beyan eder ve îmân ehline karşı “kinin, adâvetin, şikâkın, ayrılığın ve dargınlığın” muhakkak sona erdirilmesi çağrısında bulunur.6

İnsanlara, belirli aksi davranışlarında, belli ölçülerde tavır koymayı ve tepki vermeyi elbette haklı bulabiliriz. Ancak bu tavır ve tepkide ölçünün kaçırılarak dargınlığa ve kırgınlığa dönüştürülmesi ve af ve barışın geciktirilmesi Kur’ân’ın kabul edeceği bir davranış değildir.

Binâenaleyh, dargınlığı sürdürmek yerine, hasmımızı affa mahkûm etmek de pekâlâ bir cezaî müeyyidedir. Hasmımızı yaptıklarından mahcup olmaya iten davranış, husûmeti sürdürmek değil; affı başarmak ve barışı korumaktır.7

Dipnotlar:

1- Hucurât Sûresi, 49/10. 2- Nûr Sûresi, 24/22. 3- Âl-i İmrân Sûresi, 3/133, 134. 4- Şûrâ Sûresi, 42/40. 5- Şûrâ Sûresi, 42/43. 6- Mektûbât, s. 254. 7- Mektûbât, s. 256.

28.03.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

‘Saray’lı ya da saraysız: Adalet şart



“Adalet mülkün temeli” olduğuna göre, adaletle hükmetmeye ve âdil olmaya dair ne kadar vurgu yapılsa yeridir. Çünkü günümüzde insanların en çok şikâyet ettiği konuların başında ‘adaletle hükmedilmediği’ yönündeki şikâyetler gelmektedir.

“Adaletle hükmetme” deyince akla sadece ‘hukuk ve mahkemeler’ gelmemeli. Bu konudaki sıkıntı, en başta hukuk sisteminde olmakla birlikte başka sahalarda da kendisini hissettiriyor. Bir işçi, aldığı ücretin azlığından şikâyetle, ‘patron’unun haksızlık yaptığından bahisle ‘adalet’ isterken; bir öğrenci de aldığı düşük not sebebiyle haksızlığa uğradığını dile getirebiliyor.

Hukuk sisteminde yaşanan sıkıntıları en başta hukukçular biliyor ve görüyor. Öyle ki, her önemli ‘hukuk günü’nde, devir-teslim törenlerinde bu yöndeki şikâyetler dile getiriliyor. Hatırlamak lâzım; “Vicdanla cüzdan arasında sıkışmak istemiyoruz” diyen de hukukçu kimliği taşıyan bir isimdi. Önemli görevlerde bulunan hukukçular, bilhassa emekliliklerinden sonra dikkat çekici açıklamalar yapıyorlar. Sistemin tıkandığı söylenerek sıkıntıların aşılması için onlarca, yüzlerce teklif gündeme getiriliyor.

Son yıllarda, büyük maddî yatırımlar yapılarak ‘adalet saray’ları yenileniyor. Artık adliyelerde, ‘daktilo’ seslerinden ziyade, ‘klavye’ sesleri duyuluyor. Peki, bu maddî yatırımlar ‘hukuk sistemi’nin sıkıntılarını sona erdirebildi mi? Maddî yatırımlar elbette çok faydalı olmuştur, ama sıkıntıların sona erdiğini söyleyebilmek mümkün değildir.

Mevcut haliyle Türkiye’deki en büyük ‘adalet sarayı’ olan Bakırköy Adalet Sarayının hizmete açılış töreninde konuşan Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in konuşmasına bakılırsa sıkıntılar bitmiş değil. Adalet Bakanı, çok sayıda ‘adalet sarayı’nı hizmete açmış olmakla haklı olarak övünüyor. Fakat bilinmelidir ki, ‘adalet’ dağıtımı için ‘saray’dan ziyade, zihniyet değişimine ve ‘adil hukukçu’lara ihtiyaç vardır.

Yargıtay Onursal Başkanı Sami Selçuk’un aynı günlere denk gelen açıklaması ‘yargı’daki sıkıntının kaynağını ortaya koyuyor. Öz İplik-İş Sendikasınca Gaziantep’te düzenlenen ‘’Düşünce Özgürlüğü ve Demokrasi’’ konulu panelde konuşan Selçuk, TCK’nın 301. maddesiyle ilgili bir sorun olduğunu belirtmiş.

Selçuk, şöyle konuşmuş: ‘’Sorun şudur: Kimileri 301. maddeyi kutsallaştırdılar. Hiçbir hukuk kuralı kutsal değildir. Her an değişmeye hazır olması gerekir, çünkü yanlışlıklar olabilir. Ama, Türkiye’de öyle olmamıştır. Öyle Türklüğe hakareti boş bırakalım sorunu filan değil. Nedir sorun? Hukuk açısından sorun vardır. 301. maddenin düzenlenişi yanlıştır, sakattır. Niçin? 301. madde bütün ceza yasalarının temelini oluşturan, anayasalara ve uluslar arası sözleşmelere giren temel bir ilkeye aykırıdır. Nedir o ilke, suçların yasallığı ilkesi. Çünkü, suçları öyle düzenleyeceksiniz ki, insanlar, yasaklar hangi sınırdan itibaren başlar onu bilecek. 301. madde buna izin vermemekte. Hiçbir yargıç, hukukçu 301. maddeyi yorumlarken bir başka arkadaşı ile aynı sonuca ulaşamamaktadır.’’

Yargının ta içinden gelen bir hukukçunun bu tesbitleri ve benzer şekildeki diğer tesbitler dikkate alınmadıktan sonra ‘saray’lar açarak adaleti temin edebilir miyiz? Sistemimiz ‘saray’sız olsa da, adaletsiz olmasın...

28.03.2007

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Dünya Çankaya'dan ibaret değil



Gecenin bir yarısında, Kahire’de, Han Halil’in hediyelik eşya satılan dükkânlarının, nargile içilen kahvehanelerinin arasından geçip, geniş meydana çıktığımda tam karşımda minareleri ışıl ışıl yanan tarihî mekânın, “El Ezher” olduğunu öğrenince çok sevinmiştim.

Gündüz birkaç kez uzaktan gördüğüm El Ezher bende tarihî bir yapı olmanın ötesinde omuzlarında ilmin izzetini taşıyan bir mekân olarak gözüktü.

Bu yüzden karşısında saygıyla eğilirken, sabah yaptığımız tartışmayı hatırladım.

El Ezher’de doktora yapan bir Türk öğrenciye, “Etrak Yurdu”nun muhafaza edilip edilmediğini sormuş, “Aynı şekilde koruyoruz” cevabını almıştım.

“Peki Ekrad Yurdu duruyor mu?” diye sorduğumda aynı zamanda mihmandarımız olan gençten, tepkisel bir cevap almıştım.

“Onu Kürtçü gençler uydurdu. Ekrad Yurdu diye bir şey yok” demişti. Ben okuduğum kaynaklardan, o ise yıllardır eğitim yaptığı El Ezher’den söz ediyordu.

Sadece, “Oradaki mânâ, Kahire gibi bir ilim şehrinde Arab’ı, Afrikalısı, Türk’ü ve Kürt’ü İslâm ateşinin potasında pişip, ırkçılık hastalığına maruz kalmadan, din ilimleriyle birlikte hukuk, tıp gibi eğitimleri de alınca, bölgelerine döndüklerinde ırkçı bir genç olarak değil, bulundukları yeri ilim ve İslâm kardeşliği ile aydınlatan birer kandiller olarak gidiyorlar. Bu yüzden de ırkçılık hastalığı etkili olmuyordu. Keşke bunun bir benzerini de biz Güneydoğu’da kursaydık, şimdi Kürtçülük, Türkçülük gibi ortaçağ kalıntıları ile boğuşmazdık” dedim.

Nil nehrinin üzerinden geçerken konuştuklarımız Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğünün 19. yüzyılın başındaki fotoğraf, plan ve belgelere dayalı olarak hazırladığı, “Osmanlı döneminde Irak” konulu eseri incelerken karşıma çıktı.

Kerbelâ şehrinin krokisinden Felluce’de inşa edilen piyade kışlasına, Bağdat’ın sokaklarına, Kâzimiye Camiinden Dicle üzerindeki köprülere oradan Musul’a, Kerkük’e kadar tarihin zaman tünelinde bir yolculuk yaptık.

Bir strateji dehası olan Sultan Abdülhamit’in 1900’lü yılların başında Irak topraklarında hazırlattığı petrol haritasına bakarken, Cerciş Peygamberin kabrinden, İbrahim Er Rumi Tekkesine, Markorkis Kilisesinden, Keldani Patrikhanesine kadar çok dilli, çok dinli bu toprakları huzur içinde yöneten ecdadımızdan, bırakın farklı dinleri, işgali, mezhep savaşlarını düşündüm.

Tarihle yaşanmıyor. Ama tarihsiz de yaşanmıyor. Hele bir de bizim gibi zorla ecdada küfrettirilmek istenen bir zihniyetten geliyorsanız, Ortadoğu ve Kürt-Türk sorununda çıkmaz sokağa girdiğimiz bir dönemde artık bütün peşin hükümlerimizden sıyrılıp, ibret almak için tarihe bakmamız gerekiyor.

Hadiseler artık zorluyor bizi.

Irak başta olmak üzere Ortadoğu’da karşı karşıya olduğumuz tabloyu, Suriye’nin Londra Büyükelçisi Sami Hiyami Guardian’daki makalesinde çok çarpıcı bir şekilde özetlemişti. ABD’nin Ortadoğu politikası: “Bölgede egemenlik kurarak, petrolü ve küreselleşme sürecini kontrol etmek.”

Küreselleşme terazisinde zerrede bir miskaldi Saddam.

Hiyami bölge gerçeklerine olan vukufiyetle, “Ortadoğu’da uyumlu toplumlar var olduğu sürece bu sürece ulaşılamaz” diyor. Peki ne yapmalı. İşte bugünkü yaşadıklarımız çıkıyor orada karşımıza.

“Bu nedenle hedeflenen sadece rejim değişiklikleri değil, ulus devletlerin temellerini sarsmaktır.” Biz dahil İran ve Suriye gibi devletler sarsılmıyor mu?

“Bu politika mezhep farklılıklarını, etnik bölünmeleri, bölgesel yabancı düşmanlıklarını ve sonunda da Arap Ortadoğu’sunun Balkanlaşmasını teşvik etmek üzere hazırlanmıştır.”

Sahi Ortadoğu hızla Balkanlaşmadı mı? Mutlaka adının Kosova ya da Bosna, Hırvatistan ya Sırbistan mı olması gerekiyor.

ABD’nin Irak’taki varlığının sadece petrol olmadığı, Irak’ı bütün Ortadoğu’yu Lübnanlaştıracak bir savaşın içine iterken İran’a yönelmesi de bu küresel savaşın yönetilmesi stratejisinin bir gereği değil mi?

7 yıl önceden belli olan bir cumhurbaşkanlığı seçimini tartışmaya 2 yılını veren bir ülke pek tabiî bunları anlamıyor.

Sayın deyip demediği için biz başbakan hakkında soruşturma açalım İrlanda’da, Muhafazakâr Birlik Partisi ile İRA’nın siyasî kanadı Sinn Fein ortak hükümet kurmak için anlaştı. Demokratik Birlik Partisi İrlanda’nın en muhafazakâr partisi, liderleri Paisley de Sinn Fein’i baştan beri terörist ilân etmiş, sertlik yanlısı bir lider.

İRA, terörü bıraktığını ilân edip silâhlarını teslim etmişti. Paisley de, “Geçmişte yaşanan dehşet ve trajediler karşısında haklı olarak duyduğumuz nefretin, çocuklarımız için daha iyi bir gelecek kurmamıza engel olmasına izin vermemeliyiz” dedi.

Biz ise sayınla uğraşıyoruz.

Ha dünya bir de başka bir şeyle uğraşıyor.

Kömür ve Çelik Birliğinden Avrupa Birliğini oluşturup 50 yaşına bastıran Avrupa, şimdi başşehri Brüksel olan tek parlamentosu, tek bayrağı bulunan Birleşik Avrupa Devletlerini tartışmaya başladı.

Biz Çankaya seçimlerini konuşurken...

28.03.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004