Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 04 Haziran 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Murat ÇETİN

Takvim



Bizim takvimlerimiz de, huzur listesinin başlarında yer alan herhangi bir ülkenin takvimi kadar temiz olsun. Belki takvimimiz bu kadar kirli diye 92. sıraya kadar düştük, unutulmasın.

Çamur sıçramışsa, kan sıçramışsa da bazı günlerimize, meselâ 27 Mayıs’a, 12 Mart’a, 12 Eylül’e, 28 Şubat’a ve 27 Nisan’a; diğer günlerimiz korunsun. Ve bu kirletilmiş günlerimizin üstündeki inatçı lekelere karşı mücadelesini inatla vereceğimiz bir demokrasimiz olsun.

Korkacaksak, “kocakarı soğukları”ndan korkalım, ısınacaksa memleketin havası “pastırma yazı”nda ısınsın. Düşecekse birşeyler, cemreler var. Fırtınalar, takvim yapraklarındaki kadar masum essin.

Bizim takvim yapraklarımız kirlenmesin bir daha.

Üstüne postallarla basılmasın, namaz vakitlerinin.

Fişlenmesin, bugün doğacak çocuklara verilecek isimler.

Zehir edilmesin günün mönüsü insanlara, bünyemizin kaldıramayacağı yemekler midemize oturmasın.

Faydalı bilgiler yerine; bildiriler, muhtıralar, sert açıklamalar, ima etmeler, andıçlar geçmesin.

Bir köşede hep duran Hicri takvimden bahaneler üretilmesin.

İlmihal bilgileri üzerine soruşturma açılmasın.

Günün sözü, insana, hayata ve iyiliğe dair ibret verici nitelikte kalıp, gözdağı verici, tehdit edici, ayırıcı, kamplaştırıcı olmasın.

Kıssadan hisselerde, asılan başbakanlar değil, ideal devlet yönetiminin örnekleri verilsin; adalete, hakka, hukuka, insanlığa dair olsun menkıbeler.

Uzayıp kısalan günler ve geceler olsun, hukuk eğilip büküleceğine. Demokrasimiz değil, ezanî saat geri alınsın.

Hiçbir yaprağımızdaki günün tarihinde, “Asker yönetime el koydu” yazmasın.

Yırttığımız yapraklar, hep saklayacağımız kadar güzel ve temiz olsun. Yapraklarla beraber hayatı da yırtıp parçalamayalım.

Herhangi bir ülkede, her kavramın yerli yerinde oturduğu, adaletin, hakkın ve hukukun ve özgürlüğün en yüce değer olduğu herhangi bir ülkede, takvim yapraklarında ne yazarsa, bizde de o yazsın.

Ve öyle bir ülkede gazeteler ne yazarsa, nasıl yazarsa, neyi dert edinirse, neyden rahatsız olursa, onu yazsın, onu dert edinsin, ondan rahatsız olsun.

Herhangi bir ülkenin, herhangi bir vatandaşı olarak yaşayalım.

Herhangi bir ülkenin, herhangi bir seçmeni gibi gidelim sandığa.

Herhangi bir takvimde...

04.06.2007

E-Posta: [email protected]




Hakan YALMAN

Namaza dil uzatmak edepsizliktir



Namaz, insanlık âlemi adına ve o âlemin en şereflisinin (asm) yaşadığı zirve nokta olan Mi’rac’ın en güzel meyvesidir. Aynı Mi’rac duygusunun her fert tarafından tekrar yaşanmasına imkân veren bir kapı olarak Rabbimiz tarafından bizlere hediye edilmiştir. Bu belki de hayatımızda aldığımız en büyük hediyedir. İnsanlığımızın ve kulluğumuzun kemal noktasıdır. Bu bir tercih veya siyasî eğilim şeklinde fertlerin algısına sınırlı kalabilecek bir hakikat olamaz ve bu zeminde ele alınamaz. Âlemlerin Rabbi tarafından âlemlere rahmet olarak gönderilen zat (asm) vasıtası ile günde beş kez huzuruna çağıran ve üst düzey görüşme imkânı veren bu İlâhî hediyeye dil uzatmak en büyük edepsizliktir.

Bir insanın hayatındaki en önemli eğitim, kendini ve varlığı tanımlama eğitimi olmalıdır. Bunun da en sağlam zemini kulluktur. Bu anlamda bir ibadethanenin en çok yakışacağı yerlerden biri okuldur. Okulda mescit tartışmaları sırasında namaz kılmak nedeni ile okuldan atılışımızı hatırladım: 1979 yılında büyük hayallerle, üniformanın sembolize ettiği asil ve necib bir milletin, fertleri Peygamberimizin (asm) adı ile anılan tek kurum olan ve “peygamber ocağı” olarak bildiğimiz bir kuruma, orta okulu bitirmiş bir gencin hayalleri, idealleri, vatan ve millet aşkı ve toplumsal psikolojimizin derinliklerinde önemli bir yer tuttuğuna inandığım şehadet arzusu ile adım atmıştık. O yıllarda benim için üniforma giymek, dünyevî anlamda ulaşılabilecek en büyük noktaydı. Üniforma, bu vatan ve onun mayasını teşkil eden din, bayrak, şeref, haysiyet gibi değerler uğruna canını feda etme talep ve arzusunu dile getiren ve bu uğurda kanını akıtmış, canını ortaya koymuş ve bunu “Allah! Allah!” nidaları ile dinî bir ruh dokusu içinde hayata geçirmiş bir millete mensubiyetin gururunu sembolize eden farklı bir elbiseydi. Ona kavuşabilmek için on dört yaş psikolojisinin verdiği hayal ve arzuların çok güçlü olmasının da etkisiyle geceleri saatlerce Rahmanü’r-Rahim’e yalvardığımı hatırlıyorum. O da duâlarımızın karşılığını verdi ve Deniz Lisesi talebesi olarak üniformaya kavuştuk.

Bir taraftan bu nimeti ihsan edene şükrümüzü yerine getirmek, diğer taraftan her yönüyle iyi yetişmiş bir Türk subayı olmak arzusu ile benim duygu âlemime yakın bulduğum on civarında arkadaş hem okulun yoğun programı içinde namaz kılıyor, hem de ders ve disiplin durumumuzu en üst düzeyde tutmaya gayret ediyorduk. Nitekim, ben Deniz Lisesi’ni birincilikle bitirdim ve ilk on kişi arasında namaz kılan en az üç kişi vardı. Sınıf arkadaşlarımız ve komutanlarımız, öğretmenlerimiz ile gayet uyum içinde, geleceğe umutla bakan, donanmamızı teknik açıdan en üst düzeylere çıkaracak bilgi birikimi ile kendimizi yetiştirmeye gayret ediyorduk.

Deniz Harp Okulu’nda Elektrik-Elektronik branşına seçilmiştik. Üniforma sevgisini dinî ve millî duyguların mezcinden hasıl olan bir ruh haline dayandırmış ve şu an üniforma ile olan bağından koparılmış bir başka arkadaşımla istirahat için ayrılan vakitleri bile laboratuvarda geçiriyor ve kendi üretimimiz olabilecek bir güdümlü füze üzerinde çalışıyorduk. Bu çalışmalarımızda o dönemde binbaşı olan ve Deniz Harp Okulu’nu derece ile bitirmiş başarılı bir elektronikçi, Kayıhan Elitaş öncülük ediyordu. Kısacası, okulun bütün kurallarına belki herkesten fazla uymaya çalışan, ders ve disiplin durumu ile bütün âmirlerinin takdirini yazılı ve sözlü şekilde kazanmış, Deniz Kuvvetleri ve Türk milletinin geleceği için büyük hayalleri ve bu uğurda gayretleri olan gençlerdik. Bütün bunların yanında şartların elverdiği ölçüde kulluk vazifelerimizi yerine getirmeye çalışıyorduk.

Bizler, “Namaz kılmayı alışkanlık haline getirmek, Said Nursî’nin kitaplarını okumak, başkalarına dinî telkinde bulunmak” suçlamaları ile ordudan ihraç edildik. Benim en çok kanıma dokunan ise, yarasa ruhluların bir memnuniyet ifadesi olarak “Orduda Temizlik!” manşetini atmaları oldu. Bizler hiç bir zaman “pislik” olmadık ve olmayacağız. Namaz kılmak hayatımızda daha fazla vatan sevgisine, daha fazla insan sevgisine, dürüstlük noktasında çok daha hassas olmaya, yetim hakkı gözetmeye yol açtı. Bunun dışında en ufak bir olumsuz etkisi olmadı. Herkes önce kendi âyinesini temizlesin ve senelerdir süren anlamsız kavgaları bir yana bırakıp şu vatanın selâmeti ve bu asil milletin tekrar necabetini kazanması için birlikte, omuz omuza, gecemizi gündüzümüze katarak gayret gösterelim.

Okulda mescide dil uzatmak Kara Harp Okulu’nun, Tuzla Piyade Okulu gibi pek çok askerî eğitim kurumunun camilerine ve Heybeliada Deniz Harp Okulu’nun cumhuriyet dönemine ait fotoğraflarında cephesinde bütün ihtişamı ile arz-ı endam eden camiine dil uzatmaktır. Yine Amerika’da bire bir örnek alınan Anapolis’te kilise olması sebebi ile Tuzla Deniz Harp Okulu’nun ilk planında cami yeri de planlanması cami ve okul bağlantısında memleketimizin durumu açısından manidardır.

1993 yılında Psikiyatri stajı için İngiltere’ye gitmiştik. Her yerde cami bulmak mümkün olmadığı için cebimizde taşıdığımız seccadeyi uygun bir yere serip üç arkadaş metroda, otogarda, hava alanında ve hatta ihtiyaç halinde caddelerde namaz kıldık. Dil uzatan ve ters bakan hiç kimse olmadı. Muasır medeniyet seviyesinden dem vurup da okulda namaz ve mescide tahammül edemeyenlerin din ve vicdan hürriyeti açısından ne ölçüde gabi ve kimliksiz oldukları bu örneklerle daha net ortaya çıkmaktadır. Yine İngiltere’de bizi evinde ağırlayan ateist bir bayanın namaz vakti gelince Müslüman misafirler için evinde hazır bulundurduğu seccadeyi sermesi, kimliğini ve kişiliğini kaybetmiş, namazından aldığı manevi güç ile bu toprakları kanı ile sulayan ve hürriyetini, kimliğini feda etmeyen atalarını hazmedemeyenlerin alması gereken en büyük medeniyet dersi olmalı.

04.06.2007

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

Okuma zamanı



Havalar ısındı, okulların tatiline az bir süre kaldı. Önümüzdeki günlerde yapılacak sınavların ardından ilk ve orta öğretimde kapanış zili çalacak. Okulların tatili ile başlayan süreç, son yıllarda okuma-yazma faaliyetlerine ara verilen bir dönem olarak sunuluyor. Mutlu bir azınlık tarafından sahiplenilen bu anlayış, toplumun geniş kesimlerine de yaygınlaştırılmak isteniyor. Bu yanlış kanaat, sıcakların bastırması ile pekişmekte, tatil boşa geçirilmesi gereken bir zaman dilimi olarak algılanmaktadır. Özellikle dünyevileşmenin hakim olduğu son yıllarda tatil, bir kısım ehl-i din tarafından da bu yönüyle “moda”laştırılmaktadır.

Bediüzzaman Said Nursî Emirdağ Lâhikası’nda yer alan “Bir Suale Mecburî Cevab”ın tetimmesidir” başlıklı bölümde tenbellik veya meşguliyetle ortaya çıkan bu ‘rehavet tehlikesi’ne şöyle dikkat çeker:

“Aziz sıddık kardeşlerim,

“Bu yaz mevsimi, gaflet zamanı ve derd-i maîşet meşgalesi hengâmı ve şuhûr-u selâsenin çok sevaplı ibâdet vakti ve zemin yüzündeki fırtınaların silâhla değil, diplomatlıkla çarpışmaları zamanı olduğu cihetle, gayet kuvvetli bir metânet ve vazife-i nûriye-i kudsiyede bir sebat olmazsa, Risâle-i Nûr’un hizmeti zararına bir atâlet, bir fütur ve tevakkuf başlar.

“Aziz kardeşlerim, siz katî biliniz ki, Risâle-i Nur ve şâkirtlerinin meşgul oldukları vazife, rû-yi zemindeki bütün muazzam mesâilden daha büyüktür. Onun için, dünyevî merakâver meselelere bakıp, vazife-i bâkiyenizde fütur getirmeyiniz. Meyvenin Dördüncü Meselesini çok defa okuyunuz; kuvve-i mâneviyeniz kırılmasın. (s.41)”

Bize göre tatil; sıla-i rahim yapma, dinlenme, farklı kültürel aktivitelere yönelme, tarihî yerleri gezme, bol bol okuma ve kâinatta bir resmigeçit halinde boy gösteren varlıkları tefekkür zamanı olarak değer kazanmalıdır. Yaz mevsimi de bu faaliyetler için güzel bir fırsat sunar.

Öyleyse, bu hakikatleri yaşamak ve yaz mevsimini okuma mevsimi yapmak isteyenleri, her yaştan okuyucumuza farklı alternatifler sunan okuma programlarına davet ediyoruz. Bu imkânı bulamayanlara da başta kâinat kitabını, kâinatı okuyan Kur’ân-ı Kerimi ve onun bu asra bakan tefsiri olan ve insana geniş bir tefekkür ufku kazandıran Risâle-i Nur eserlerini bol bol okumalarını tavsiye ederiz.

Yeni Asya verdiği kültür hizmeti ile Yeni Asya Neşriyat ise satışa sunduğu eserlerle size bu konuda zengin bir tercih imkânı sağlamaktadır.

***

Tatil ve gazeteniz

Henüz tatil başlamadı, ama önceden bir hatırlatma yapmakta fayda olduğuna inanıyoruz. Tatil ve dinlenme mevsimi olarak görülen yaz aylarında özellikle büyük şehirlerden küçük yerleşim birimlerine doğru akan bir hareketlilik yaşanır. Bu sene, 22 Temmuz’da yapılacak genel seçimler dolayısıyla kısmen kesintiye uğrayacak olsa da, turistik gezi ya da sıla-ı rahim amaçlı bu yer değiştirmeler yaz boyunca devam eder. Yayıncılar açısından bakıldığında bu hareketlilik, genelllikle gazete tirajlarına da olumsuz yönde yansır. Bu bakımdan yaz ve tatil ayları yayıncıları pek sevindirmez. Tiraj kayıplarından da en çok da bizim gibi abonelik ve elden dağıtım usulüyle okuyucusuna ulaşan gazeteler nasibini alır. Okuyucu, ya tatil hengâmesiyle, ya da gittiği ücra bir yerde gazetesini bulamaz ve gazetesiyle buluşamaz.

Yaz kayıplarını önlemek ve gittiği yerde gazetemizi okuyucusu ile buluşturmak için gerekli tedbirler alınacak. Abone ve Dağıtım Servisimiz, yaz münasebeti ile yer değiştirmek durumunda kalan okuyucularımızın gittikleri yere gazetesini ulaştırma hazırlığı yapıyor. Okuyucularımız gittikleri yerin adresini Abone ve Dağıtım Servisine bir telefonla bildirmeleri halinde gazetelerine birkaç gün içinde ulaşmaları mümkün olabilecek. Servis yetkilileri, bu hizmetin Yay-Sat Dağıtım şirketi kanalıyla gazete giden yerlere verilebileceğini kaydedip, gazete istenecek yerin bayi kod numarasının önceden öğrenilmesinin gerektiğini belirtiyorlar.

Bu açıdan tatile gidecek abonelerimize şimdiden bir çağrımız olacak: Lütfen adres değişikliğinizi bize bildiriniz. Bizler sizlere elimizden geldiğince ulaşmak ve beraberliğimizi kesintisiz sürdürmek istiyoruz..

***

Kampanyamız ilgi gördü

Yaz tatilini bereketlendirmek isteyen minik okuyucularımıza önemli bir fırsat sunduğumuz elifba cüzü ve vcd’sinin hediye edildiği kampanyamız büyük ilgi gördü. Kupon neşri 1 Haziran’da başlayan kampanyamızdan geç haberdar olanlar için de fırsat kaçmadı. Kupon neşri bitiminde yayınlanacak yedek kuponları biriktirerek eksiklerini tamamlayanlar, elifba cüzü ve vcd’sine kavuşabilecek. Kampanyanın hediyeleri okulların kapanması ve Kur’ân kurslarının başlaması ile birlikte elinizde olacak.

Hepinize hayırlı haftalar diliyoruz.

04.06.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Doğru yolda oldukça



“Ey îmân edenler, siz kendinize bakın. Siz doğru yolda oldukça, sapıtmış olanlar size zarar veremez.”1

Mâide Sûresinin bu 105. âyeti açıkça sapıtanın sapıklığının doğru yolda olanlara hiçbir zarar vermeyeceğini bildiriyor.

Sahabe inkâra sapanların hâline baktıkça onlara acır; haram-helâl nedir bilmeyen, iyiyi-kötüyü ayırt etmeyen, sapıklık içinde yüzen bu kimseleri gördükçe üzülür, doğru yolu bulmalarını isterlerdi.

Bunun üzerine gelen âyet-i kerime mü’minlere, “Siz kendinize bakın, kendinizi düzeltin; şahsınızı, âile-efradınızı, milletinizi, toplumunuzu düzeltmeye bakın. Siz mü’minler olarak topluca doğru yolda bulundukça, sapıtmış olanlar size zarar vermez” demek istiyordu.

Peki, doğru yolda olmak suya sabuna dokunmamak, kısacası hiçbir şeye karışmamak demek midir?

Bilindiği gibi emr-i bi’l-maruf ve nehy-i an’il-münker, yani iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak da dinin iki farz emridir. Kur’ân buyurur ki: “Allah’ın dinine sarılıp birlik olduğunuz gibi, içinizden bir de öyle bir topluluk bulunsun ki, onlar insanları hayra çağırsın, iyiliği tavsiye edip kötülükten sakındırsın. İşte onlar kurtuluşa erenlerin tâ kendisidir.”2

Nitekim aynı Surenin 110. âyetinde de ümmet-i Muhammed’in (a.s.m.) bu vasfı övülerek “Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği tavsiye eder, kötülükten sakındırır ve Allah’a hakkıyla îmân edersiniz” buyurulmuştur.

Demek doğru yolda olma etliye sütlüye karışmama, nemelâzım demek değil. İyiliği emredip kötülükten sakındırma da doğru yolda olmanın olmazsa olmazları arasında. Allah Resûlü (a.s.m.) bir kötülük görüldüğünde ya elle, ya dille engellemek, bunlara güç yetirilmediğinde de kalple buğzetme, o işi kötü görme gerektiğini3 emretmiyorlar mı? Hz. Ebû Bekir’in bir gün minbere çıkıp, “Siz bu âyeti okur ve konusunun dışına kor, ne olduğunu bilmezsiniz. Ben Resûlullahtan işittim. Buyurdular ki: ‘İnsanlar bir kötülüğü görür de değiştirmezlerse, Allah hepsine birden azap verir.” Öyleyse iyiliği emredip kötülükten sakındırınız, ‘Ey iman edenler kendinize bakınız’ âyetini yanlış anlayıp aldanarak ‘Nemelâzım. Ben kendime bakarım’ demesin. Allah’a yemin ederim ki ya iyiliği emreder kötülükten sakındırırsınız, ya da Allah size şerlilerinizi musallat eder de onlar size kötü azapları tattırırlar, sonra iyileriniz dua etseler de kabul edilmez”4 buyurarak kötülüğe karşı sessiz kalmamak gerektiğini belirtmişlerdir.

Dipnotlar:

1. Maide Sûresi: 105.

2. Âl-i İmran Sûresi: 104.

3. Müslim, iman: 78; Tirmizî, Fiten 11.

4. İbni Mace, Fiten: 20; Tirmizi, Fiten: 8.

04.06.2007

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Korkuların esiri olmak



İnancı sağlam olan bir Müslümanın, insanlardan kaynaklanan hadiselerden titrercesine korkmasına mânâ vermek oldukça zordur. Çünkü inanmak, Allah’ın kâinattaki her hadiseye hükmettiğini kabullenmek, Onun iradesi dışında hiçbir şeyin olamayacağına iman etmek demektir.

Ölümlü olan ve sayılmayacak kadar zaafları bulunan bir veya birkaç insandan korkmak ancak imanın zayıf olmasıyla yorumlanabilir. Bu zaaftan düşman daha fazla cesaret alır. İzzet sahibi insanlar tehlikelerden kendini korumak için kendilerine bile faydası olmayan kişilerin önünde eğilmezler. Onlardan medet ummazlar.

“Aç canavara tahabbüb onun iştahını açar” ifadesinde belirtildiği gibi, canavarlaşmış bir kısım insanlara yaranmaya çalışmak ancak onların saldırılarını hızlandırır. İman insanı mükemmelleştirir, insanı bütün olaylarla baş edebilecek bir konuma getirir.

İmanımızın gereği gibi hareket etmezsek korkularımızın esiri oluruz. Dik durmak, gürültü meydana getiren boş tenekeler gibi içi boş cahillerin önünde yürüyüşünü değiştirmemek insanı kalben de huzura kavuşturur.

İlk etapta menfaatlerimize uygun olan bazı yanlış duruşların ömür boyu vicdanı sızlatan yönleri olabilir. Dünyanın makam ve mevkilerini elde etmek, para ve mansıp gibi insana çok tatlı gelen bazı metaları elde etmek için eğilmeler insanlık vasıflarının çoğunu köreltir.

Bilmeliyiz ki, ancak Rabbimizin rızasını düşünerek hareket etmek, en doğru ve en selâmetli yoldur. İnsanların teveccühünü önemsemek, nefsin gururlanmasına sebep olan dünyevî makam ve mevkilere yönelmek insanı dünyaya borçlu kılar. Dünyaya borçlu olan bir insan bir çok duygularını feda etmek zorunda kalacaktır.

İnsan bütün yönleriyle insandır. Bazı özelliklerini dünyanın fanî ve geçici hevesleri için feda eden insan rayından çıkmış demektir. Dünya hayatı ve dünya hayatının tatlılıkları, insanî duygularımızı ve kabiliyetlerimizi feda edeceğimiz kadar değerli değildir.

İnsan olarak yaşamak ve insan gibi hareket edebilmek için en uygun ve şaşırtmaz yol şüphesiz İslâm’ın yoludur. İslâm’ın hakikatlerini en güzel bir şekilde hayatına geçiren Peygamber Efendimiz (a.s.m) kadar mükemmel bir rehber olamaz insanlık için. Evet biz Peygamberimiz Muhammed Mustafa’yı bütün zerrelerimizle sevmek ve yolundan gitmek zorundayız.

Dünyevî makam ve mevkileri olan, ama insanî özellikleri bakımından bir çok noktada eksikleri görülebilen insanların hatırı için yüce manevî değerlerimizi feda edecek kadar benliğimizden uzaklaşamayız.

Müslüman olan bir insan için bazı değerlerin vazgeçilemez olduğunu düşünemeyen ve antenleri manevî âleme kapalı olan bir kısım zevat için ebedî hayatımızı mahvedecek bir yola girmek, aklı başında olan insan için kabul edilemez.

Gözü, dünyanın dünyaya bakan geçici güzelliklerinden başka bir şey görmeyen ve düştüğü vartadan dolayı hayvanların bile gerisinde kalan insan sûretindeki mahlûklarla, insanlığın gerçek değerini bilen insanlar arasındaki mücadele ne yazık ki hep devam edecektir.

Bizler ne kadar, inancı farklı da olsa, bir kısım insanlara insanca yaklaşmak istesek de şeytan onları mutlaka insanlık minderi dışına çekecektir. Ve onlar oyunun kurallarına uymayacak, hep hilelerden medet umacaklardır.

Ama bizler hep en büyük hileyi hilesizlikte görmeye devam edeceğiz. Bizler, inancımızın dürüstlüğü telkin eden kurallarıyla, kaçak güreşenleri doğruluk minderine çekmeye gayret göstermeye var gücümüzle çalışacağız. İnsanlık dışı karşı koymalar bizi insanlığımızın zenginliklerinden ayırmayacaktır.

Ne mutlu insanlığın değerini anlayıp hep güzel duygularla insanlara yaklaşanlara, ne mutlu İslâmın insanı insan eden kural ve kaidelerinin değerini anlayıp, bunları hayatına geçirenlere...

04.06.2007

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Türkiye–ABD krizleri



Türkiye ile ABD arasında şimdiye kadar doğrudan hiç savaş hali olmadı.

Ancak, zaman zaman ciddî krizler yaşandı.

Siyasî, askerî veya iktisadî açıdan yaşanan bu krizlerin birincisi, 1964 yılı Haziran'ında Kıbrıs meselesiyle ilgili olarak ortaya çıktı.

Türkiye'nin Kıbrıs'a askerî müdahale teşebbüsü sebebiyle, ABD Başkanı Johnson ile Başbakan İsmet Paşa arasında sert ve soğuk rüzgârlı mektuplaşmalar oldu.

Hemen ardından, İsmet Paşa ABD Başkanının özel uçağıyla o ülkeye giderek ikili görüşmelerde bulundu.

Yine de, Kıbrıs meselesi bir çözüme kavuşturulamadı. Düğüm bağlamaya devam etti.

Nitekim, aradan tam on yıllık bir süre geçti ki, bu kez Kıbrıs'ta (1974) kanlı bir savaş çıktı.

Bu sebeple, ABD ile kriz yeniden yaşandı. Türkiye'ye ciddî bir ambargo uygulamasına gidildi.

Son yıllardaki krizler ise, Kuzey Irak meselesi yüzünden çıktı. Hakaretli "Çuval hareketi"nden sonra, ABD uçakları Türkiye'nin hava sahasını ihlâl eden uçuşlar gerçekleştirdi.

Şimdi de, Türkiye'nin teröre karşı Kuzey Irak'ın içlerine doğru yapmayı düşündüğü bir sınır ötesi askerî harekât ihtimali gündemi işgal ediyor.

Haliyle, bu durum da Türkiye ile ABD'yi karşı karşıya getiriyor. Çünkü, o topraklarda o ülkenin askerleri var. Kendilerini Irak'ın bekçileri olarak görüyorlar.

Zaman zaman artan gerilim havası, yeni bir Türkiye–ABD krizine dönüşür mü, bilinmez.

Bunu hiçkimse temenni etmez ve etmemeli.

Harp belâsı ile düşmanlık hissinin kabartılması, hiçbir ülkeye fayda sağlamaz. Zarar üstüne zarar olur.

* * *

Son zamanlarda yaşanan gerilimler sebebiyle, vaktiyle Türkiye ile Amerika Devleti arasında yaşanmış olan Kıbrıs krizinde, karşılıklı olarak teati edilen iki mektubun muhtevasını kısaca sizlere takdim etmek istiyoruz.

(Mektuplar, iki sene kadar gizli tutuldu. Daha sonra Hürriyet gazetesinde olduğu gibi yayınlandı.)

Önce, 4 Haziran 1964 tarihli Başkan Johnson'un mektubundan bazı pasajlar aktaralım:

Sayın Bay Başbakan (İnönü),

Türkiye hükümetinin, Kıbrıs'ın bir kısmını askerî kuvvetle işgal etmek üzere müdahalede bulunmaya karar vermeyi tasarladığınız hakkında büyükelçi Hare vasıtasıyla sizden ve dışişleri bakanınızdan aldığım haber, beni ciddî surette endişeye sevketmektedir.

En dostane ve açık şekilde belirtmek isterim ki, geniş çapta neticeler tevlit edebilecek böyle bir hareketin Türkiye tarafından takip edilmesini, hükümetinizin bizimle evvelden tam bir istişarede bulunmak hususundaki taahhüdü ile kabili telif addetmiyorum. Büyükelçi Hare, görüşlerimi öğrenmek üzere birkaç saat tehir etmiş olduğunuzu bana bildirdi.

Yıllar boyu Türkiye'yi en sağlam şekilde desteklediğini ispat etmiş olan Amerika gibi bir müttefikin, bu şekilde neticelere olan tek taraflı bir kararla karşı karşıya bırakılmasının, hükümetiniz bakımından doğru olduğuna hakikaten inanıp inanmadığınızı sizden sorardım.

Binaenaleyh, böyle bir harekete tevessül etmeden önce, Birleşik Amerika Devletleri ile tam istişarede bulunmak mesuliyetini kabul etmenizi hassaten rica etmek mecburiyetindeyim.

(...)

Nihayet, Bay Başbakan,

En ciddî meseleyi, "Harp mı, sulh mü?" meselesini vazetmiş bulunuyorsunuz. Bu meseleler Türkiye ve Birleşik Devletler arasındaki iki taraflı münasebetlerin çok ötesinde giden meselelerdir bunlar, sadece Türkiye ve Yunanistan arasında bir harbi muhakkak olarak tevlit etmekle kalmayacak, fakat Kıbrıs' a tek taraflı bir müdahalenin doğuracağı, önceden kestirilemeyen neticeler sebebiyle, daha geniş çapta çatışmaya yol açabilecektir.

Sizin Türkiye hükümetinizin başbakanı olarak mesuliyetiniz var, benim de Birleşik Amerika başkanı olarak mesuliyetim mevcuttur.

Bu sebeple, en dostane şekilde size şunu bildirmek isterim ki, bizimle yeniden ve en geniş ölçüde istişare etmeksizin böyle bir harekete tevessül etmeyeceğinize dair bana teminat vermediğiniz takdirde, meselenin gizli tutulması hususunda büyükelçi Hare'e vaki talebinizi kabul etmeyecek ve NATO Konseyi ile Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin acilen toplantıya çağrılmasını istemek mecburiyetinde kalacağım.

Bu mesele hakkında sizinle şahsen görüşebilmemizin mümkün olmasını isterdim. Maatteessüf, mevcut anayasa hükümetimizin icabı dolayısıyla, Birleşik Amerika'dan ayrılamamaktayım.

Teferruatlı müzakereler için siz buraya gelebilirseniz, bunu memnuniyetle karşılarım. Genel barış ve Kıbrıs meselesinin akl–ı selimle ve sulh yoluyla halli hususunda sizinle benim çok ağır mesuliyet taşımak olduğumuzu hissediyorum.

Bu itibarla aramızda en geniş ve en samimî istişarelerde bulununcaya kadar sizin ve meslektaşlarınızın tasarladığınız kararı geri bırakmanızı rica ederim.

Saygılarımla.

Lyndon B. Jonhnson

Bu mektuba karşılık, Başbakan İsmet Paşanın 9 Haziran 1964 tarihli cevabı daha da uzun oldu. Kısa bir özeti şudur:

Sayın başkan,

4 Haziran tarihli mesajınızı büyükelçi Hare'in delâletiyle almış bulunuyorum.

Kıbrıs'ta garanti antlaşması gereğince ferdî hareket hakkını kullanma kararını arzunuz veçhile talik ettik. Mesajınıza hâkim olduğunu buyurduğunuz açık kalplilik ve dostluk hislerine dayanarak, ben de size cevabımda durumu ve düşündüklerimizi tam bir samimiyetle izaha çalışacağım.

Bay Başkan,

Mesajınız gerek yazılış tarzı, gerek muhtevası bakımından Amerika ile ittifak münasebetlerinde daima ciddî bir dikkat göstermiş olan Türkiye gibi bir müttefikinize karşı hayal kırıcı olmuş, ittifak münasebetlerine değinen muhtelif konularda önemli görüş ayrılıkları belirmiştir. Gerek bu ayrılıkların, gerek mesajın umumî havasının sadece çok sıkışık bir zamanda acele toplanmış mutalara dayanarak yapılmış iyi niyetli bir teşebbüsün telâşından doğmuş hususlardan ibaret olmasını yürekten dilerim.

(...)

Sayın Başkan,

Vazifelerini, haklarını bilen bir millet olarak ittifak manzumesi içinde bulunuyoruz. Kıbrıs dâvâsının antlaşmalara riayet edilmek suretiyle, hallinden başka bir gaye takip etmiyoruz. Yardımcı olursanız, Amerikan milletinin tabiatında bulunan adalet hissini kudretli otoritenizle tatbik ettirirseniz, meselenin halli mümkündür.

Saygılarımla.

İsmet İnönü

* * *

İsmet Paşa, bu tarihte darbe sonrası teşekkül etmiş bulunan koalisyon hükümetinin başbakanıydı.

Mektupta kullandığı üslûp, Amerika'ya karşı yumuşak, gevşek ve eziklik psikozunu yansıtıyor.

Bununla beraber, birtakım yalan ve uydurmalarla, İsmet Paşanın sert ve dik durduğu yayılmaya çalışılmıştır.

Bu yalanlardan biri de, İsmet Paşaya atfedilen "Yeni bir dünya kurulur ve Türkiye de orada yerini bulur" ifadesidir.

Mektubun tamamını bulup okuduk, ancak içinde böyle bir ifadeye rastlayamadık. Demek ki, kasten uydurulmuş bir söz.

Türkiye–ABD münasebetlerinin zaman zaman kızıştığı şu günlerde, geçmişte olup bitenlerden de haberdar olmak gerekir diye düşünüyoruz.

Anladığımız kadarıyla, bu iki ülkenin biribiriyle savaşmak ve ciddî şekilde karşı karşıya gelmek gibi bir niyet ve hesapları yoktur. Sadece ustaca veya acemice yaşanan bazı diplomatik manevralar vardır. Gelişmeleri bu çerçevede değerlendirmek daha rasyonel olur kanaatindeyiz.

04.06.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Muhtelif sorular



Serhat Bey:

*“Cinler besmele çekerler mi?”

İnsanın pişmiş çamurdan1, ama ahsen-i takvimde, yani en güzel biçimde2 yaratıldığını haber veren ve ona “halifelik”3 makamını vererek, ibadetle mükellef4 kılan Kur’ân, her hangi bir üstünlük sıfatı vermeden halis ateşten5 yaratıldığını bildirdiği cinleri de ibadetle6 mükellef kılıyor.

Demek cinlerle insanların yaratılış maddeleri ve makamları farklı olsa da, ibadetle yükümlü olmak bakımından farkları yoktur. Ve Kur’ân cinlere de hitap eden bir ilâhî kitaptır. Öyleyse, Kur’ân’ın insana emrettiği, tavsiye ettiği ve yasakladığı her şeyden cinler de sorumludur. Elbette cinlerden de Müslüman olan, İslamiyet ile amel eden, namaz kılan, besmele çeken ve Kur’ân’daki sair duaları bilen, okuyan ve öğreten vardır ve olacaktır. Cinlerin hepsini kâfir ilan etmek mümkün değildir. Nasıl ki, insanların da hepsi kâfir değildirler.

***

Şırnak/Cizre’den Abdülaziz Bilge:

*“Cemaatle kılınan namazın, tek başına kılınan namazdan 27  kat daha hayırlı olduğu hadis-i şeriflerde bildiriliyor. Sorum şu: Cemaat namazında hissedar olunacak hayır, cemaat sayısıyla orantılı mıdır? Yani cemaati çok olan bir camide namaz kılmak cemaati az camilere göre daha mı sevaplı ve faziletli? Bu durumda herkes cemaati çok camiye giderse, az cemaatli camilerin cemaati daha azalmaz mı? Yoksa az cemaatli camileri mahrum etmemek için az cemaatli camilere mi gitmek daha sevaplıdır?”

Peygamber Efendimiz (asm): “Mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır” buyuruyor. Öncelikle bu hadis-i şerifi unutmamamız gerekiyor. Hangi niyetle camiye gidersek, onu buluruz. Ne umarsak ve ne beklersek, onu buluruz. Büyük cemaatli camilere gidemeyen birisi, mahallesindeki az cemaatli camide namazını kılar ve cemaati çok camilerde kılınan namazların sevabını almayı murad ederse inşaallah alır. Allah Kerim ve cömerttir. Allah arttırıcıdır ve insandan çok daha fazla karşılık vericidir, yani Şakir’dir.

Diğer yandan, ezan okunduğunda bulunduğu mabette cemaate dâhil olan, inşallah âlem-i İslâm camiindeki o dev cemaate dâhil olmuş demektir. Aldığı sevap, inşaallah büyük camileri de kat kat katlayan bir azamette olacaktır. Allah kabul etsin. Âmin.

***

İzmir’den okuyucumuz:

*“İşveren söz verdiği halde sigortamı yapmıyor. Bu kul hakkına girmez mi?”

Günümüzde işverenin, çalıştırdığı işçisini devletin tanıdığı, destek olduğu, katkı verdiği ve sağladığı sosyal güvenceye dahi etmesi, yani yasaların talimatı doğrultusunda çalışanını sigortalı yapması ve primlerini düzgün biçimde ödemesi hem yasal bir zorunluluktur, hem şer’i bir tasarruftur. Şer’i bir tasarruftur; çünkü dinimiz çalışanın bütün haklarının verilmesini çalıştırandan istiyor. Verilmezse şüphesiz kul hakkı olur. Nitekim Peygamber Efendimiz (asm): “İşçinizin hakkını teri kurumadan veriniz” buyuruyor.

***

Mersin’den okuyucumuz:

*“Ben uzun zamandır okuma iştiyakını kaybettim. Risâle-i Nurlara olan merakım birden bire yok oldu. Tekrar bu alışkanlığı kazanmak için ne yapmalıyım. Ve namaza olan bağlılığı nasıl kazanabilirim?”

Sizin okuma iştiyakınızı kaybettiğinizi tesbit etmeniz ve namaza bağlılık için yollar aramanız, Allah katında yükseliş merdivenlerinde tırmanmakta olduğunuzun göstergesidir. Yolumuza devam edelim. Kendimize dönük hesaplaşmamızı sürdürelim. Hesap gününü aklımızdan çıkarmayalım. Günahlarımızı görelim, itiraf edelim, muhakkak tövbe edelim ve Allah’ın her günahın affedicisi olduğunu unutmayalım. Günahlar konusunda vurdumduymaz kişilerle değil, salih kişilerle oturup kalkalım. İnsanların kusurlarıyla değil, kendi kusurlarımızla uğraşıp kendimizi daha iyiye doğru yönlendirmeye gayret edelim. İnsanları sıkça affedelim. Kendimizi kılı kırk yararak yargılayalım. Umduğumuz hayra ulaşmak için kendimize düşen adımı atmakta acele edelim. Sabrı elden bırakmayalım. Nerede hata yapmış isek, açık yüreklilikle hatamızı tespit etmekten ve düzeltmeye gayret etmekten kaçınmayalım. Allah’ın rızasını kazanmak biricik gayemiz olsun. İnsanları kırmaktan Allah’a sığınalım. Allah’ın rahmetinden ümidimizi kesmeyelim. Şevk kırıcı şeyleri mümkünse yok edelim, mümkün değilse, umduğumuz büyük hayra ulaşmak için unutalım.

***

Duâ

Ey büyüklere isyansız boyun eğdiren! Ey zorbalara itirazsız söz dinleten! Ey hiçbir küçüğü hükmünün haricine çıkarmayan! Ey hiçbir büyüğü emrinin dışında tutmayan! Ey zerrelerden kürelere her şeyi kendine sacid kılan! Ey kâinatı ol emriyle halden hale çeviren! Ey Cehennemi koca yıldızlara kazan yapan! Ey Cenneti dev yıldızlara ışık kaynağı kılan! Ey kâfiri susturan, zalimi sindiren, şeddadı, nemrutu, firavunu, süfyanı, deccali, fitne ve bozguncuları hükmüne ram kılan! Ey Kahhar-ı Zülcelâl! Allah korkusu olmayan kalpten, kulak verilmeyen duadan, doymayan nefisten, fayda vermeyen ilimden sana sığınırım! Âmin!

Dipnotlar: 1- Rahman Sûresi: 14, 2-Tin Sûresi: 4, 3-Bakara Sûresi: 30, 4-Zariyat Suresi: 56, 5-Rahman Sûresi: 15, 6-Zariyat Sûresi: 56.

04.06.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Namaz hazımsızlığı



Yer, İstanbul. Haber, Bağcılar Lisesinden. Konu, namaz kılan öğrenciler. Bodrum katta loş bir alanda çekilmiş görüntüler var. Bir muhbir velinin gizli kamera ile medyaya servis yaptığı kareler var. Namaz kılan kız çocuklarının arkadan çekilmiş fotoğrafları. Çok önemli bir habermişçesine NTV gibi bir haber kanalı saat başı görüntüleri veriyor.

Herhangi bir temiz örtü üzerinde birden fazla insanın namaz kıldığı normal hallere çok rastlarız. Müslüman bir ülkede her an rastladığımız, defalarca hayatımızın farklı kesitlerinde müşahede ettiğimiz normal bir ibadet ânı, gizliymiş havasında sunuluyor. Öyle ya, “ortaya çıkardıkları”na göre müthiş bir ifşaat(!). Akıllarınızı seveyim sizin.

Bir gazete, “Türkiye’yi ayağa kaldıran görüntüler” demekte bir beis görmemiş. Bir başkası “Toplu namaz” şeklinde yazmış. Diğeri “Lisede namaz” manşetiyle vermiş. Anlayacağınız dinden rahatsızlıklarını ve cehaletlerini kusmuşlar.

“Toplu namaz?” ne demek? Ya cemaatle kılınan, ya da herkesin kendi başına kıldığı bir namazdır. Haberlere yansıyan, kız çocuklarının, muhtemelen ders arasında, teneffüs vaktinde ayrı ayrı kıldıkları namaz görüntüsüdür.

Haberin veriliş biçimi çok ilginç. Sanki bir terör örgütünün sığınağı basılmış, çok gizli görüntüler elde edilmiş, bir bilinmeyen deşifre edilmiş havasında.

Bu kadar zihin kirletici sû-i niyet ve halka karşı işlenen alenî tahkir ve inançları rencide eden yaklaşım, bir çok insanı rahatsız etti, toplumu gerdi ve hiç yoktan gündem zorlamasına gidildi.

Belli çevrelerin dinle problemi olabilir. İnançsız da olabilirler. Ancak halkımızı inançsızca dışlamaya, değerleriyle kanun/yönetmelik kılıfı altında oynamaya hakları yoktur.

Müslüman bir ülkede, öğrenim gören çocukların kendi iradeleriyle dinî vecibelerini yerine getirmelerinden, ibadetlerini yapma hakkından daha normal ve doğru ne olabilir ki?

En büyük kusur, bu yavrularımıza düzgün bir mescidin açılmamış olmasıdır. En büyük yanlış, çocukların izbe bir ortamda namazlarını eda etme durumunda kalmalarıdır. Üstüne üstlük, okul idarecileri de mescidin olmadığını, farkına varamadıklarını, oranın soyunma odası olduğunu söylüyorlar.

Millî Eğitim ise elini çabuk tutup ilgililer hakkında soruşturma başlatıyor. Tepe yöneticileri ve bakanlık, kıvırma telâşında. Sanki bir cürm-ü meşhud varmış gibi, her kes kendini olaydan sıyırmakla meşgul. Doğrusu çok ayıp. Okulda ibadet etmenin, eğitim ve öğretimi aksatmadıktan sonra kime, ne zararı var? Bunu örtbas etmenin, tevil etmenin, tecâhül-ü ârif yapmanın ne anlamı var? Kimi kandırıyorsunuz? “İnsafsız avcı”dan medet mi umuyorsunuz?

Herkes biliyor ki, okullarımızda öğrenciler ve öğretmenler, bir şekilde namazlarını kılıyorlar. İbadetlerini ders dışında ifa ediyorlar. Bunun en temel bir anayasal hak olduğu, din ve vicdan özgürlüğünden dem vuran ve bunu dilinden düşürmeyen her zevatın alfabesidir.

Kapkaççılığın, uyuşturucunun, anarşinin ve kontrol edilemeyen bir çok zararlı alışkanlığın kol gezdiği okullarımızda, şiddet kültürünün teslim aldığı mefluç eğitim ve disiplinsizlik ortamlarını düzeltemeyen sorumluların ve sorumsuz medyanın, masum kız çocuklarının ibadet anlarını, eğitim ortamının olumsuzluğu gibi göstermesi, büyük bir talihsizliktir.

Bu tablo, aydınımızın, sözde yazar çizerimizin ve laik sistem savunması yaparken bir mescide tahammülü olmayan çevrelerin büyük bir ayıbıdır, kamburudur ve lekesidir. İnanç düşmanı belli çevrelerin, bütün dinî sembollere ve muamelelere karşı amansız tavrıdır. Bunu mevzuât ve laiklik ile izaha kalkışmaları, külliyen topluma ve inançlara bir saldırıdır, bir bühtandır ve çirkin bir tutumdur. Kamu vicdanında ve tarih huzurunda, buna tevessül edenleri, ürkek davrananları, cesareti kıranları ve tevil ile sapmalarını kamufle edenleri, millet affetmeyecektir.

Bakanlık, bütün okullar için bir mescid genelgesi yayınlayıp, standartlara uygun mescidler açılmasını destekleyeceğine, bazen sessiz, bazen kenardan lâflarla geçiştirmesi, üstünü ört pas etmesi ve sessizliğe gömülmesi, hiç şık kaçmıyor.

“Ört ki ölem” yöntemi ile nereye varılabilir? Bu ülkeyi, Stalin’in keyfîliğine mi terk edeceğiz? Hükümet nerede? Sivil toplum nerede? Daha ötesi meşrû bir platformla dayanışma göstermesi gereken gönüllüler nerede?

Hepimiz mesulüz, bu yangını ve içimize yangın düşürenleri demokratik cesaretle ve ahlâkî metanetle durdurmalıyız.

Bütün bunlar, yeni bir gölge oyununun ve postmodern hallerin süreç hazırlıklarından başka bir senaryo olmadığını unutmayalım.

04.06.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Önce insaf, sonra insaf



Son yıllarda değişmekle birlikte; Türkiye’deki ‘aydın’ların İslâma bakışı genellikle olumsuz olmuştur. İslâmı, kaynağından ‘doğru’ bir şekilde öğrenme zahmetine katlanamayanlar, haliyle dinî konulara yabancı kalmış, sorulduğunda da ‘fetva’ vermekten geri durmamıştır.

Hemen herkesin ‘Ben bilirim’ dediği konuların başında da siyaset ile birlikte ‘din/İslâm’ konusu geliyor. En zor olan, ama en rahat konuşulan konular bunlar... Hele dinî konularda, “Ben bilmiyorum, işin ehline sorulsun” diyene rastlamak kolay değil.

İslâmın, Kur’ân’ın emirlerinden olan ‘namaz’ ve ‘tesettür/başörtüsü’ de bu konuların başında geliyor. Bu konularda ‘bilen’lerden çok ‘bilmeyen’lerin sesi duyuluyor dense yeridir. Meselâ, bir yolculuk esnasında namaz kılma vakti gelse ve seyahat ettiğiniz otobüsün şoförüne bu durumu hatırlatsanız büyük bir ihtimalle size hemen bir ‘fetva’ verir: “Abi, işimiz acele. Belli saatte filan yerde/otogarda olmamız lâzım. Sen en iyisi namazını kazaya bırak, eve gidince rahat rahat kıl!”

Benzer bir talebi ‘patron’una söyleyen ‘işçi’ de büyük bir ihtimalle—insafsız bir patron ise—patronundan fetva işitir: “Oğlum, çalışmak en büyük ibadettir. Namazı evinde kıl, kazaya bırak!”

İstanbul/Bağcılar’daki bir lisede yaşanan hadisenin medyaya yansıması sonrasında yapılan bazı yorumlar da bu şekilde. Neymiş, Türkiye’de 70 bin cami varmış, buna rağmen öğrenciler niçin okulda namaz kılarmış! ‘Namaz’ neticesi itibarıyla dinî bir fiil olduğuna göre, bu konuyu işin ‘ehli’ne sormak Türkiye’deki ‘aydın/gazeteci’lerin aklına niçin gelmez? Niçin herkes, müftü gibi davranıp ‘fetva’ vermeye başlar?

Ne yazık ki, başörtüsü konusunda da benzer bir tavır sergileniyor. İşin aslını bilmeyen pek çok ‘aydın’ “Başörtüsü Kur’ân’da yok” ya da “Başı örtmek Kur’ân’ın/İslâmın emri değil” demeyi sürdürüyor. Her konuda ‘fetva’ veren ‘aydın/yazar’lar hiç değilse doğrudan İslâm ile, Kur’ân ile ilgili meselelerde gerçek ‘âlim’leri dinlese ne olur? Dinleseler bilecekler ki, Kur’ân-ı Kerim’de kelime olarak ‘başörtüsü’ olmasa da ‘tesettür’ diye bir kavram var. Kadınlar ve erkeklerin ‘tesettürü/örtünme’yi nasıl temin edecekleri de belirtilmiştir. Üstelik 1400 yılı aşan bir uygulama ortadadır. Şekli ve ismi farklı olmakla birlikte; Kur’ân’da ‘tesettür’ emrinin olmadığı ileri sürülebilir mi? Yani, hayatlarını Kur’ân’ın daha iyi anlaşılmasına adayan ‘âlim’ler bilmiyor da, İslâmın emirlerine kulaklarını tıkayan ‘aydın’lar mı doğrusunu biliyor? Böylelerini ‘insaf’a davet etmek bir netice verir mi?

Kur’ân’ın emirlerini akla uzak bulanların ileri sürdükleri temelsiz iddialardan biri de, İslâmın kadına değer vermediği iddiasıdır. (İlhan Selçuk, Cumhuriyet, 3 Haziran 2007) Dünyanın geldiği şu noktada, bilinmeyen, gizli kalmış bir bilgi var mıdır? Bu iddialar doğru olmuş olsa, Türkiye’de ve bütün dünyada gençler ve bilhassa ‘hanımlar’ İslâma koşmaya devam eder miydi? “Bütün dünya cahil” de bizdeki bir kısım kendinden menkul ‘aydın’lar mı işin farkında?

Önce de insaf, sonra da insaf!

04.06.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Şeytanın ortakları



Küresel ölçekte ifadesini belki geçmişte neoconlar için de kullanmış olabilirim. Fark etmez. Onlar yeryüzünün bir numaralı ifsat şebekeleridir. Komitacıdırlar ve onlar için her türlü yol mubahtır. Bu itibarla, Bilderberg toplantısının hemen ardından ‘İstanbul’dan darbeciler geçti’ başlığını atacaktım, ama şirretliklerinin büyüklüğü karşısında bu başlığın yavan ve hafif kalabileceğini hissettim. Özellikle Siyonistlerin etkin olduğu bu gibi küresel çeteler 1945 yılından beri dünyanın başının belası. En korkunç mihrakları teşkil ediyorlar. Putin’in deyimiyle bunlar neonaziler. Zaten Strausse ve Kissinger gibilerin menşei tetkik edildiğinde bu sıfat üzerlerine tam oturuyor, iğreti düşmüyor. Savaşlar, darbeler ve yolsuzluklar başlıca beceri alanlarını oluşturuyor. Deccalizmin modern dönemdeki yüzleri. İstanbul’da yapılan Bilderberg toplantıları nedeniyle ülkemize gelen Kissinger Latin Amerika’daki darbelerin mimarı olarak anılıyor. Churchill’den sonra Ortadoğu’nun ara düzenleyicileri arasında. Kral Faysal’ın öldürülmesinden tutun da Kıbrıs çıkarması, Doğu Timor’un Endonezya’ya ilhakı ve Golan yerine Suriye’nin Lübnan’a girmesine azmettirmek gibi birçok olayın perde gerisindeki isim. ABD onun zamanında işmarla Türkiye, Enhdonezya ve Suriye gibi ülkeleri sözü edilen bölgelere yönlendirirken Soğuk Savaş döneminden sonra da aynı ABD bu ülkeleri sevkettiği topraklardan çıkarmanın derdine düşmüştür.

İsrail ve İngiltere gibi ülkeler hariç ABD her on yılda bir müttefik değiştirir. Diğer ülkelerle ilişkileri metres seviyesindedir. Latin Amerika ile Ortadoğu birbirine çok benziyor. Bu bölgeler Kissinger gibi karanlık güçlerin at koşturdukları ve darbe üzerine darbe tezgâhladıkları mübah alan. Allande’nin devrilmesi ve Pinochet’nin iktidara gelmesinin arkasındaki isim yine Kissinger’di. Ve Kissinger’in aktif döneminin geçmesinden sonra onun yerini hücredeki diğer elemanlar Richard Perle ve Wolfowitz gibiler aldı. Bunların günahlarını tadata kalktığımızda ne mürekkep, ne de kalem yeter. Satır başlarıyla yazacak olursak Kissinger ve Pinochet beraberliğine mukabil olarak, Avni Özgürel’in Zincirbozan filminden öğrendiğimize göre 12 Eylül’de de Kenan Evren ile Richard Perle ikilisi vardır. Ve bu işleri o dönemde Paul Henze denilen herze kotarmıştır. Marifetini inkâr ettiğinde ise Mehmet Ali Birand bizzat kendi sesiyle kaydını izhar etmiş ve ‘bizim çocuklar darbe yaptı’ ifadesini inkarını engellemiştir. Adamların her işi karanlık. Ve 2003 yılında Irak işgalini tezgâhlayanlar da yine onlardır. Hepsi Kissinger’in tezgâhından geçmiş ekip. Richard Perle, Wolfowitz savaşın mimarları arasındadır. Joy Garner yine Kissinger’in şakirtleri ve Ariel Şaron’un dostları arasında bulunmaktadır. Şimdi 50 yıl daha Irak’ta kalırız diyen Savunma Bakanı Gates da yine aynı ekole mensuptur.

***

Ve bu adamların bütün silahı, yalan, dolan, rüşvet ve inkârdır. 11 Eylül’den sonra Suudluları suçlayan Perle utanmadan hem de aynı dönemde Paris’te Suudlu işadamlarından iş dilenmeye kalkışmıştır. Bunların cibilliyeti bozuktur. Wolfowitz’in Dünya Bankasını ne hale getirdiğini hep birlikte gördük. Bu ortaya çıkanlar ve skandallar İslâmın doğruluğunu ve mucize oluşunu da gösteren belgelerdir. Hazreti Peygamberin sözlerinin tasdiki makamındadır. Sözgelimi, feminist Şaha Rıza ile Wolfowitz’in gayri meşru beraberliği; girfriend ilişkisi hadislere nazaran Deccal’ın iki taifesini temsil veya sembolize etmektedir. Ve bu ilişki çerçevesinde kurumun idarî yapısını da suistimal ediyorlar. Şaha Rıza’ya göre basın kendisine Müslüman kökenli olduğu için ayrım yapıyormuş. Öyleyse Wolfowitz’i deviren basın da ona Yahudi olduğu için kumpas kurmuş olabilir. Ama Şaha Rıza’yı tekzip eden tek bir belge gösterelim: Mossad’ın eski Başkanı Ephrail Halevy’ye göre İslâmi aşırılığın önündeki tek engel güçlendirilmiş kadınmış. Yani kabından çıkarılmış ve cinselleştirilmiş kadın. İsrail ve Oradoğu’da aşırılığı önleyecek yegâne dalgakıran gücün güçlendirilmiş kadın olduğunu söylüyor (empowered women could combat Islamic extremism, J.Salem Post, 31 Mayıs 2007).

Bunun için fazla uzağa gitmeye gerek yok güçlendirilmiş kadınlardan biri olan Şaha Rıza’nın Wolfowitz’le beraberilği bunun ispatıdır. Nilüfer Göle’nin de dediği gibi Tandoğan ve benzeri gösterilerdeki başı çeken kadın unsuru feminen bir devrimdir. Haklı söze ne denir! Adamlar sadece BM’nin yapısını altüst etmekle kalmıyorlar başta ABD olmak üzere bütün dünyanın yapısını da altüst hale getiriyorlar. Sözgelimi bazı skandallar nedeniyle Washington Post yasal hakkı olan Cheney’in bürosuna giren çıkan resmi siyasetçilerin isim tutanağını istemiş. Bu istek kanunî ve teamüllere uygun olmasına rağmen geri çevrilmiş. Kanunsuz bir biçimde Cheney gizli polisten resmi ziyaretçilerin isim kayıtlarının imha edilmesini istemiş ve öyle de yapılmış. Aynı zevat kanuna aykırı olmasına rağmen Nijer uranyumu palavrasını deşifre etti diye kendi ülkelerinin ajanını (CIA) da deşifre etmediler mi? Mağdure ajan Valerie Plame ‘Kendi ülkemin buna bana reva görebileceğine inanmazdım’ demiyor mu? Bunu Cheney’in yardımcısı Scotter Libby yapmıştır. Aynı adam 1 Mart tezkeresinin geçmemesi üzerine “Türkleri boşverin. Finansal piyasalar Türk ekonomisine yapacağını yapsın” diyerek Türkiye’nin ekonomisini batırma önerisini getiriyor.

***

Adamlarda ne ararsanız var. Şantaj, rüşvet, yalan, inkâr gırla gidiyor. Her yol mübah. Bilderberg toplantılarının gediklilerinden olan Lord Browne’un da bir değil birçok vukuatı var. En son Wolfowitz gibi eşcinsel bir arkadaşıyla ‘çaylar şirketten’ hesabı âlem yaparken deşifre edildi. Adam BP şirketinin kasasından gönül eğlendirmiş ve özel uçaklarla fantezilerini tatmin etmiş. En son partnerinin olayı deşifre etmesiyle birlikte İngilizler bu sülükten kurtulabildiler. Lord Browne Azerbaycan Şah Deniz petrol anlaşmasını kotarabilmek için 90 milyon dolar kıymetinde bir rüşvet ağı kurmuş. Les Abrahams Lord Browne talimatlı marifetlerini şöyle özetliyor:

* Her gece devlet petrol şirketi SOCAR’ın çalışanlarını alıp özel partilere götürüyorduk. Onlara şampanya ve havyar servisi yapıyorduk. En az 1.5 yıl boyunca onları havyarla besledik.

*Hayat kadınlarından oluşan bir ekip kurduk. Her gün Azeri devlet yetkililerine hayat kadınları gönderiyorduk. Rezillik paçadan akıyor. Velhasıl Bilderberg denilen bir küresel çete veya şeytan ağı.

04.06.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004