Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 13 Haziran 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Hasan YÜKSELTEN

Zaman iktisat zamanı



Yakın zamanda okuduğum bir habere göre dünyanın gelişmiş ülkelerinden Japonya’da bine yakını öğrenci olmak üzere, her yıl otuz bin kadar kişi intihar ediyormuş. Ekonominin durumuna göre sayısı artıp azalan ihtiharları otuz binin altına düşürmek için hükümet de çalışmalara başlamış. Sınavların çokluğunun, hayat şartlarındaki, iş dünyasındaki ağır rekabetin ve toplumsal baskıların sonucu olsa gerek bu intiharlar.

İnsanın harcadığı kadar değerli addedildiği kapitalist hayat anlayışı kimseyi mutlu etmiyor aslında. Günümüz dünyasında çoğunluk fakr-u zaruret içinde yaşamak durumundayken, Japonya örneğinde görüleceği üzere az sayıda, gelişmiş ve zengin ülkelerin insanları da çok rahat değiller. Kapitalist gelişmişliğin de bir bedeli var ve bu bedel insanın ruhunu rehin vermesiyle ödeniyor. Kapitalist toplumda bireyselleşen insan için mesela bir dost, bir kardeş, bir aile bireyi, anne, baba, eş, çocuk olmaktan çok para kazanan birey olmak daha önemli bir hale geliyor. İnsanlar giderek daha fazla yalnızlaşıyor. Hakim anlayışa göre herkesin kapitalizme katkı sağlaması gerekiyor. Çocuklar kreşlerde, dershanelerde; kadınlar diyetisyen, fitness, estetik merkezlerinde; yaşlılar anti-aging salonlarında birilerine para kazandırıyor olmalı. İnsanlar çalışıyor kazanıyor tüketiyor sonra yine çalışıyor. Ve hayat döngüsü böyle bir yanılsama içerisinde devam ediyor.

Modern zamanlar başladığından beri insanlık çok fazla üretiyor ama âdil tüketemiyor. Dünya arka sokaklara dönüşüyor. Birileri kamyon gibi büyük jiplerle müthiş bir israf içerisinde, alışveriş ve eğlence mekânları arasında turlar atarken, sayıları azımsanmayacak birileri de çöpten birşeyler toplayabilme umuduyla çuvaldan arabalarını sırtlanıyor sokak sokak. Tarihin her döneminde fakir insanlar ve zengin insanlar olageldi elbette. Ama günümüzdeki kadar gelir uçurumu olan bir zaman yaşanmadı herhalde. Zira artık yüz aç adamın huzurunda kemal-i âfiyetle çok yiyebilen, hatta bu tür gösterişlerle başkalarında haset ve imrenme duygularını uyandırmak sûretiyle kendisini tatmin eden, sonradan görme insanların da bulunduğu bir toplumda yaşıyoruz maalesef.

Bediüzzaman, günümüz insanları için fevkalâde bir reçete olan İktisat Risâlesi’nde, ‘İsraf eden ve iktisat etmeyen, zillete ve mânen dilenciliğe ve sefalete düşmeğe namzettir. Bu zamanda israfata medar olacak para çok pahalıdır. Mukabilinde bazen haysiyet, namus, rüşvet alınıyor’ der. Dindar camiada bile artık mukaddeslerinden taviz vererek menfaat ve kazanç sağlamak normal karşılanmaya başlanmışsa burada durup derinlemesine düşünülmesi gerektiği kanaatindeyim. Meselâ üniversite mezunu olan ama çalışmak yerine anneliği tercih eden bayanlar, dindar kesimde bile ‘Niye çalışmıyorsun, boşuna mı okudun yani?’ şeklinde suçlamalarla yanlış yaptığına inandırılmak isteniyor. Öyle ya... Kapitalizme katkı sağlamadıktan sonra zaten insan niye yaşar ki (!) Üniversite okumak için verilmeye başlanan tavizler maalesef üniversiteyle sınırlı kalmıyor, iş hayatına da uzanıyor. Kapitalizm cereyanı insanları yavaş yavaş dönüştürüyor.

Bütün bu olanlar karşısında iktisat ve kanaat anlayışı bize bir çıkış yolu gösteriyor. Bir hadis-i şerifinde Peygamber Efendimiz (asm) ‘Kanaat eden izzet bulur, tama’ eden zelil olur’ diye buyururken başka bir hadiste de ‘İktisat eden, maişetçe aile belâsını çekmez’ diye buyurmaktadır. Kapitalist hayat anlayışına karşı iktisad ve kanaat düsturlarına her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyduğumuz günlerdeyiz. Ve eğer geçim derdi gibi bir meselemiz varsa, dönüp kendi hayatımızda iktisada ne kadar riayet ettiğimizi sorgulamalıyız.

Zaman, İktisad Risâlesini daha fazla tefekkür etmenin ve dinî mukaddesâtı herşeyin üstünde tutmanın zamanıdır. Zaman Bediüzzaman’ı dinleme zamanıdır. Unutmayalım ki, Müslüman dininden değil kendi menfaatlerinden taviz vererek Allah’ın rahmetine, bereketine ve affına kavuşacaktır...

[email protected]

13.06.2007

E-Posta: [email protected]




Sami CEBECİ

Dünya ve âhiret dengesi



Kur’ân âyetlerinin ifâdesiyle, bu dünya hayatı ancak bir oyun ve oyalanmadan ibârettir. Asıl hayat ise, taşıyla toprağıyla hayattâr olan âhiret yurdundaki hayattır.

Gerçek böyle olduğu halde, nice insanlar bu dünya hayatını esas alır, âhiret hayatını ise ya ikinci plâna atar, ya da yok sayar. Halbuki, bütün semâvî kitaplar o hayatı haber verdiği gibi, bütün enbiyâ ve evliyalar ve umum âlimler ve İslâmî kitaplar ona şehâdet ettiği gibi; kâinatın içinde taşıdığı hakikatler ve gidişâtı dahi ondan haber vermektedir. Zira, kâinatta hükümfermâ olan nizam, intizam ve takip edilen gayeler, şâyet âhiret olmazsa bütünüyle anlamını kaybeder. Mânâsız bir oyuncaktan ibâret kalır. Nizamı nizam eden, takip edilen gayeleri anlamlı kılan ancak âhirettir. Bir saray inşâ edip, içini antika eşya ile doldurduktan sonra, ona dam yapmayıp her şeyin bozulmasına sebep olmak nasıl anlamsız olursa, kâinatı yapıp ahiret damını yapmamak dahi öyledir.

Küçük bir kâinat hükmünde olan insanın kalbindeki ebedî yaşamak arzusu dahi âhirete işâret eder. Sonu hiçlikle biten milyon senelik saltanatlı bir hayat, insanın sonsuza kadar yaşama arzusunu tatmin etmemektedir. Bu hakikatten anlaşılır ki, insan ebed için yaratılmış ve ebedler memleketine gidecektir. Bediüzzaman’ın tesbitiyle “Allah vermek istemeseydi, istemek vermezdi.” Açlık hissini verip, onu sayısız rızıklarla doyuran bir rahmet, ebedî yaşamak arzusunu verdiğine göre elbette onu tatmin edecektir. Madem bu fâni dünya ona elverişli değil, öyleyse ölüm hendeğini atlayan insanlar, bâki bir âlemde ebedî ve dâimî bir hayata mazhar olacaklardır.

29. Söz ve Haşir Risâlesi gibi eserlerinde, geceden sonra sabahın ve kıştan sonra baharın gelmesi katiyetinde, bu fâni ve karanlıklı dünyanın dahi bâki bir sabahı ve daimî bir âhiret baharının geleceğini Bediüzzaman Hazretleri ispat etmiştir.

Asıl hüner, bu dünyayı âhiretin tarlası bilerek, mü’mince bir şuûrla yaşayıp o hayatı kazanabilmektir. Nefis ve şeytanın hile ve tuzaklarına düşmeden hayatını Kur’ân ve Sünnet ışığında yaşayabilmektir. Hayatını, dünya ve âhiret dengesini kurarak sürdürebilmektir. Hazret-i Ömer (ra), işte öyle bir sahabiydi. “Eğer ‘Bütün insanlar Cehenneme, bir kişi Cennete gidecek’ deseler, ‘Acaba o ben miyim?’ derim. Şâyet ‘Bütün insanlar Cennete, bir kişi Cehenneme gidecek’ deseler, yine ‘Acaba o ben miyim?’ derim” diyen büyük bir denge adamıydı. Yani, ne Allah’ın rahmetinden ümidini kesiyor ve ne de Allah’ın azabından emin oluyordu. Ümit ve korku arasında kendisini muhafaza ediyordu. Halbuki, sağlığında Cennetle müjdelenmiş on sahabiden biriydi.

Sevgili Peygamberimiz (asm), Allah’ın en sevdiği kulu ve habibiydi. Allah’ı en çok bilen ve tanıyan bir peygamber olarak Allah’ı en çok seven oydu. Ama, “İçinizde Allah’tan en çok korkanınız benim” diyordu. “Eğer benim bildiklerimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız” ifâdesini kullanıyordu. Cenâb-ı Hak da “Allah katında en makbulünüz, Allah’tan en çok korkanınızdır” ferman ediyordu. Allah’ı sevmek, emirlerine boyun eğip itaat etmektir. Allah’tan korkmak ise, haram kıldığı bütün yasaklardan alabildiğine uzak durmaktır. Her türlü günahı serbest işleyip, ‘Ben Allah’tan korkuyorum’ demek bir anlam ifâde etmez.

Bahsi geçen hakikatleri insana yaşatan, tahkikî bir iman ve samimî bir ihlâstır. Bunlarda zaaf olursa, insan dünyanın fâni olduğunu bile bile birçok hataları rahatlıkla işleyebilir. “Çok iyiler var ki, iyilik zannıyla fenalık yapıyorlar” diyen Üstadın tesbiti ne kadar ilginçtir. “Benim ve onların fikirlerimizin neticelerine bakınız. İşte birisinde istirahat ve itaattir. Ötekisinde ihtilâf ve zarar saklanmıştır” ifâdeleri de çok calib-i dikkattir. “Hakta ittifak, ehakta ihtilâf varsa, hak ehaktan daha ehaktır” düsturu da unutulmamalıdır. Ama, asıl unutulmaması gereken sabit hakikat ve temel prensip, dünyanın fâni olduğudur. Dünya ve âhiret dengesinin korunmasıdır. Çünkü, bugün toprağın üstünde olan bizler, yarın toprağın altında olacağız. Adımız, sanımız unutulacak ve yaptıklarımızla baş başa kalacağız. Allah’ın rızâsına uygun amellerimiz bizim için kurtuluş vesilesi olacak. Onun dışındakiler hiçbir anlam ifade etmeyecek. Ne kadar yaldızlı ve şatafatlı olsalar bile....

Cenâb-ı Haktan, bizlere dünya ve ahiret dengesini muhafaza etme nimetine mazhar kılmasını niyaz ediyorum.

13.06.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Çocuk istismarı



“Nihat Doğan’la Pazar” (Kanal D) programı bir rezalete imza attı.

Minicik çocukları, yarıçıplak bir kıyafetle dans ettirdi.

Levent Köksal Bale okulundan geldiğini söyleyen “minik dans grubu” tango, ça ça ve hip/hop danslarıyla bizi şoke etti.

Doğan, “kültürel oyunlarımızın yanı sıra, çocukların tangoyu, ça/çayı ve hiphopu” da bilmesi gerektiğini söylüyor... Bu ne yaman bir kafa...

“Maço”luğu meziyet olarak anlayadığını bildiğimiz Doğan, acaba kendi çocuğu olsa bu şekilde “dans” ettirir mi? Merak ediyorum.

Yine buna benzer bir rezalet, bir çocuk programında yaşandı.

Berrak Kuş ve Eser Ali’nin sunduğu program, Kanal 1’de hafta sonları ekrana geliyor.

Güya, Ali Poyrazoğlu’nun desteğiyle tecrübeli bir ekip tarafından, “çocukların sağlıklı gelişimini esas alan” bir anlayışı sergiledikleri söyleniyor.

Nasıl bir sağlıklı gelişim esas alınıyorsa... Minicik kızlara dansöz kıyafeti giydirip oynatmak “sağlıklı gelişim” mi? Peki ya psikolojileri?

Bu “modernlik”se, aman üstü kalsın!

Merak ediyorum:

Çocukların “Kutlu Doğum Haftası”nda “ilâhî” söylemesini “muhtıra” sebebi sayanlar, acaba bu “rezalete” niye ses çıkarmıyor?

Minicik bedenlerin istismarına yol açan ve adına da “dans” denen bu rezalete hem kadın dernekleri, hem de uzmanlar tepki göstermeli bence.

ŞİKÂYETLER

RTÜK’e 2007 yılının ilk beş ayında şikâyet yağmış. En çok şikâyet alan konuların başında:

-Çıplaklık,

-Argo kelime kullanımı,

-Şiddet görüntüleri,

-Nikâhsız hayatı özendiren hayat hikâyelerine yer verilmesi geliyormuş.

-Reklâmlar: Reklâmlardaki cinsellikle ilgili ögelerin özellikle çocuklar ve aile üzerinde olumsuz etki oluşturması ve insanların aşırı tüketime yönlendirilmesi...

-Haber programlarında, geleneklerimize uymayan ve daha çok magazin muhtevalı konuların seçilerek işlenmesi ve bunların çocuklar ile gençler üzerinde olumsuz etki oluşturması, özellikle trafik kazalarında, polisiye olaylarda ve şiddet olaylarında yaralı ve ölü insanların görüntülerinin açıkça, perdeleme yapılmadan yayınlanması...

-Ekrandaki yarışmalarda seviyesizliğin yaygınlaşması...

-Toplumsal değerlerimiz dikkate alınmadan nikâhsız beraberliklerin anlatılması ve bunun çocuk ve gençlere kötü örnek olacak şekilde, iyi bir durum gibi sunulması... Cinsel tercihi farklı bazı insanların program sunuyor olması...

-Spor programlarında, spor ahlâkına yakışmayacak küfür ve argo ifadelere yer verilmesi, el kol hareketlerinin yapılması...

-Talk Show programlarında, geleneklere aykırı davranışlar sergilenmesi, sunucuların ve katılan san’atçıların kıyafetlerinin çok açık olması... gibi şikâyet listesi RTÜK’ün dosyasında yer aldı.

Bu şikâyetler, Türkiye’deki televizyonculuğun bir gerçeği... Seyirci “bilinçlendiği” takdirde programcılarımız umarız kendine çekidüzen verir.

13.06.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Sosyal/siyasî projeksiyonlar - 2



Sosyal ve siyasî projeksiyonlar tuttuğumuz yüzyılımızın ihata alanında, pek de alışık olmadığımız ve zaman zaman doğrularımızı pekiştirme imkânı veren olayların gölgesine girmeden, yaklaşımlarımızı bugün de yazmaya devam edelim. Risâle-i Nur’dan anladığımız projeksiyonlara dönersek;

7- Bediüzzaman, hikmet ve şefkat esaslı bir hizmet düşüncesinin sabırla ve nur gösterilerek manevî yaraların tedavisinde etkili ilâç olacağını öngörür. “Siyaset topuzu”, yüzde seksen insanı şüphe ve korku duvarı içinde daraltır. Hakikatin nefes alamayacağı bir hal alır. Bu durumda kalplere hitap etmek zorlaşır.

İnsanlar, güven ve samimiyet aşılayan bir hizmet zemininde hidayet bahçesine girmek isterler. Siyasî boğuşmalar, haricî kuvvetlerin hakim olduğu dahilî cereyanlar ve buna karşı gibi görünen mukaddesat vurgulu siyasî denemeler, kaosun pençesinde ve bunalımın eşiğinde, hakikatin pak ve saf sunumunu gölgelemektedir.

Meşrûiyet alanı daraltılmış, psikolojik açıdan sıkıştırılmış ve yanlış yöntemler iliştirilmiş siyasî hareketlerin niyet ve amel boyutundaki şahsî/zâtî tutumları ile kurumsal ve siyaset sahnesindeki zafiyetini ayırt edici bir bakışı ortaya koyma zorunluluğu vardır.

Yoksa salâhat ile mahareti karıştırırız. O zaman da kısa metrajlı, tezgâhlanmış sahne oyunlarının etki dalgasından kurtulamayız. İşte bu yüzden, siyaset topuzu, siyasîlerin elinde kalmalı. Din ise mukaddes bir değer olarak korunmalı ve siyaset üstü bir yükseklikte kucaklayıcı olmalı.

İdeali yaşatmak, doğru olanı gerçekleştirmekle mümkün. Zamanı doğru okumak, siyasetin ehvenine razı olmayı iktiza eder. Çünkü mutedil ve teknik düzeyde hizmetkâr bir siyaset, toparlayıcı olur, germez ve gerdirmez.

Risâle-i Nur tarzı, tahakküm kadar, tahakkümü vesile eden dolaylı tahakkümlere kapı açacak kudsiyet gerekçeli tavır ve tutumlara da iltifat etmez, sıcak bakmaz. Risâle-i Nur, kendi konusunda bir ihtisas ve itikat alanına tahsislidir. İman ilmine dayalı şuur ve ferasetle, “bin yıldır teraküm etmiş” meselelere çare arar. Alışılmışın parçası veya isteyenin eklentisi değildir. Bunun farkını; talebelerinin, mensuplarının ve dostlarının dünyasında canlı ve komplekssiz yaşatır.

8- Risâle-i Nur, bu zamanda ehvenüşşer prensibini dikkate alır. Umumî bir hayrın, genel kabulün ve muhakkak maslahatın/kesin faydanın sağlanacağı umumî kaideleri önemser. Mecelle’deki “Hayr-ı kesir için şerr-i kalîl ihtiyar olunur” uygulamasını, sosyal hayatın kritik ve şuurlu tercihi olarak görür.

Kritik eşikte, doğru muhakemenin akl-ı selime emanet edeceği yüksek mesajlar, geçmişte cihanı saracak imparatorluğu doğurmuştu. Günümüzün daraltılmış, itilmiş, gerilmiş ve birbirine düşman kuvvetler hükmüne geçmiş sevgisiz diyaloglarını, çatışmacı kamplarını ve birbirini reddeden kutuplaşmalarını aşmanın tek yolu, birbirini anlayacak sağduyuyu hakim kılmaktır.

“Dostlarına mürüvvetkârâne, düşmanlarına sulhkârâne” olmak; ortak payda ihtiyacını, uzlaşma zeminini, muhabbet tohumlarını ve büyük fitneyi def etme basiretini tabana yayar.

Aksi halde güçlünün “zalim eli”, tuzakların sinsi siyaseti ve evrensel terörün izdüşümleri ile peydahlanan siyaseti dışlayan gerginlik senaryoları artar.

“Umumu elde edemeyen umumu da bırakmamalı” prensibi de bir kapı açıyor zihnimize. Yani “ya hep ya hiç” mantığı sağlıklı bir çözümü değil, radikal bir çıkışı doğurur. Aksülamel yapar. Dar kadro mantığı, “bizden olsun” siyaseti ve ideoloji yüklenmiş siyasî üslûplar, vatandaşa yapılmak istenen hayrı ve hizmeti de engeller.

Çatışmadan ve gerilimden medet ummayacaksak, değerler üzerinden siyaset yapmayacaksak ve siyaset dışı niyetlerin komplo teorilerine fırsat vermeyeceksek, mutedil bir yapı ile şümullü mesaj ve icraatların öne çıkması gerekir.

Başarısızlık, kifayetsizlik ve huzursuzluk; bir başka mazeretin gölgesinde veya bir mağduriyet psikolojisinin yedeğinde bizi muhakemeli düşünmekten alı koymamalı.

Bu çerçeve, daha ilmî bir zeminde izaha muhtaç ve genişletilebilir bir perspektiftir. Ancak kısmen açtığımız bu mevzu, ehven’üş şerrin bir tercih zaruretini ortaya koymaktadır.

Daha iyi, iyiye giden yolları tıkamamalı.

Yarın devam edelim.

13.06.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Türkiye-İspanya farkı



Cumhuriyet mitinglerini organize eden Atatürkçü ve çağdaş dernekler, Genelkurmay’ın “teröre karşı kitlesel refleks” çağrısından sonra terör mitingleri için de harekete geçtiler.

Böylece, prensip olarak çok önceden yapılması gereken doğru, isabetli ve haklı bir organizasyona, “Ancak asker talimatından sonra teşebbüs ettiler” tartışmasının gölgesi düşecek.

Ve bununla bağlantılı olarak, “Evvelce cumhuriyet mitingleriyle irtica üzerinden bunaltılan hükümet, şimdi de terör meselesiyle sıkıştırılacak, Kuzey Irak’a operasyon baskısı bu mitinglerle arttırılacak” iddiaları gündeme gelecek.

Terör mitingleri bahsinde sık sık atıf yapılan ve örnek gösterilen ülke İspanya. Mâlûm, İspanya da terörden çok çekmiş bir memleket. Bizdeki PKK ne ise oradaki ETA örgütü de o.

İlâveten, 11 Eylül sonrasında da küresel terör saldırılarının hedefi oldu İspanya. Madrid istasyonunu vuran bombalar bunun ifadesiydi.

Ancak İspanyol halkı, daha önceki terör saldırılarında olduğu gibi, bu bombalara da cevabını, milyonlarca insanın katıldığı sessiz protesto yürüyüşleriyle verdi. Bizim toplumsal hafızamızda da derin izler bırakan bu yürüyüşler, teröre teslim olmama ve boyun eğmeme kararlılığının vakur ifadeleri olarak tarihe geçti.

Nitekim bizde hazırlıklarına başlanan terör mitingleri için de İspanyol halkının tertiplediği bu yürüyüşler referans gösteriliyor.

Böyle olunca, İspanya’nın bize örnek olması gereken çok önemli başka özellikleri de gündeme geliyor.

Bunlardan biri, yıllar önce parlamentoyu basarak yönetime el koymak isteyen darbeci subayların, bizzat Kralın başını çektiği bir direniş hareketiyle etkisiz hale getirilmesi ve darbenin püskürtülmesi.

Bu darbe girişiminin akamete uğratılmasında medyanın, kamuoyunun ve sivil toplumun yekvücut halde demokrasiye cesaretle sahip çıkma kararlılığı da belirleyici bir rol oynamıştı.

Yine İspanya, geçen yıl da demokratik işleyişin ve asker-siyaset ilişkilerinin nasıl olması gerektiği noktasında son derece dikkat çekici, önemli ve örnek bir hadiseye daha sahne oldu.

Siyasî iktidarın, ayrılıkçı talepleriyle yıllardır İspanya’nın başını ağrıtan Bask bölgesi için hazırladığı, farklı açılımlar içeren bir paketi eleştirerek darbe tehdidinde bulunan bir komutan, hükümet tarafından derhal vazifeden alındı. Evinde göz hapsinde tutuldu ve cezalandırıldı.

İspanya örneği, yıllarca askerî diktatörlükle yönetilmiş olan bir ülkenin, AB üyesi olup sistemini birliğin demokrasi temelindeki siyasî kriterlerine uygun hale getirdikten sonra geldiği noktayı açık bir şekilde gözler önüne seriyor.

Ve aramızdaki farklar hemen göze çarpıyor.

Orada teröre tepki, sivil toplumun insiyakî ve gönüllü organizasyonuyla meydanları dolduran milyonlarca ifade edilirken, bizde ancak askerin çağrısından sonra harekete geçiliyor.

Orada darbe girişimleri toplumun bütün kesimlerinin dayanışmasıyla derhal püskürtülür ve yeni darbe heveslilerinin cesareti böylece kırılırken, bizde darbe tahrikçiliği nisbeten mahcup bir edayla da olsa alttan alta hâlâ sürüyor.

Ve orada ayrılıkçılık sorunu sivil inisiyatifle çözülmeye çalışılır, buna karşı çıkan asker safdışı edilirken, bizde tam tersi gelişmeler oluyor.

13.06.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Türkiye'yi gözetleyenler



Türkiye hem kültürel, hem de stratejik açıdan gözetim altında. Zira Türkiye parçalanmış bir modeli temsil ediyor. Türkiye her halukârda Gelibolulu Mustafa Ali’nin de belirttiği gibi İslâm dünyasının mihver ülkesi veya küresel gücü. Amerikalı tarihçi Paul Kennedy’nin tesbitinden de öte. Paul Kennedy Türkiye’yi bölgesel bir güç olarak nitelendiriyor ve onu diğer pivot/eksen ülkelerle birlikte mütalaa ediyordu. Bu tasarı veya tasavvur gerçeği aksettirmiyor.

Halbuki Türkiye mevcut haliyle bölgesel bir ülke olsa bile potansiyel olarak İslâm dünyasının tek küresel gücüdür. O sağa yattığında İslâm dünyası sağa, o sola yatıtğında İslâm dünyası sola yatar. Abbasilerden beri başlayan bu küresel süreç Yavuz’la birlikte Osmanlılaşarak ve Anadoluluşarak devam etmiştir. 1826 tarihinden beri de Huntington’ın dediği gibi ikircikli olmaya başlamıştır. Bunun nedeni Fransız Devriminin kaçınılmaz etkileridir. Bu tarihten itibaren, şizofrenik kimlik üzerinden kimlik çatışması yaşanmıştır. 80 yıldır şizofnerik yapıda Batı ekseni galip gelmiştir. 1950’lerde ise dengelenen bu şizofrenik yapı kırılmalarla devam etmiştir. İslâm dünyası da Türkiye’deki bu kimlik çatışmasının bitmesini bekliyor. Bu kimlik çatışması, Türkiye’yi parçalı yapmaktadır.

Kemal Derviş Devrim Sevimay’a aksini söylese ve Huntington’ın tespiti istenilir bir durum olmasa bile doğrudur. Bu çelişkiyi yaşatanlar Huntington’a kızıyorlar. Bu aynaya kızmaktır. Huntington Türkiye ile ilgili sadece tespitini aktarıyor. Elbette onun medeniyetler çatışması tezi mühendislik ürünüdür ve buna katılmamızı bizden beklemesinler. Lakin, bununla birlikte Türkiye ile ilgili şizofrenik kimlik tezi doğru ve yerindedir. Bu kimlik çatışmasının alacağı şekil de Clinton’ın dediği gibi 21’inci yüzyılı belirleyecektir. 20’inci yüzyılı Osmanlı’nın inkirazı belirlemiş 21’inci yüzyılı da Türkiye’nin inşası belirleyecektir. Bu itibarla, Türkiye üzerinde çift göz dolaşıyor. Daima tarassut halinde.

***

Bu gözlerden birisini Osmanlı’nın yıkılmasını sağlayan güç olarak nitelendirmek mümkündür. Bu gücün en hassas noktasını bugün Amerikan idaresinde kümelenmiş Neoconlar temsil etmektedirler. Michael Rubin’in ed dediği gibi onların gözleri daima Türkiye üzerindedir. Türkiye’nin alacağı şekil onların da proje ve politikalarının geleceğini belirleyecek ve tayin edecektir. İstikballeri Türkiye’deki mücadelenin eksenine bağlıdır. Türkiye Neoconların modeli olmuştur. Bu modelin yaşayıp yaşamaması İslâm dünyasındaki geleceklerini de belirleyecektir. David Frum, Richard Perle ve Wolfowitz hep Türkiye modelinden bahsetmişlerdir. Wolfowitz bir ara Endonezya modelinden de bahsetse en köklü olanı Türkiye’dir. Bugün Türkiye’de ulusalcıların temsil ettiği model onlar için hayati ehemmiyete haizdir. Bundan dolayı da Daniel Pipes: “Washington laiklerin tarafını tutmalı” diyor. Ona en güzel cevabı yine İsrailli bir hemşerisi veya okuru; Mirqa Raquel Kohn vermiş: “Merhemin varsa kel başına sür”der gibi şunu yazmış: “Support the secularists in Israel!” Yani gücün yetiyorsa İsrail’deki laikleri destekle. Gözlerden birisi Neoconların temsil ettiği ‘beynelmilel Yahudi’ gözü ise ikincisi de yine en ileri model olarak Türkiye modelini takip eden ve geleceklerini buna bağlayan İslâmi kesimlerin ikinci gözüdür. Bu göz de Türkiye’nin üzerindedir. Financial Times gazetesi ‘İslamcıların gözü Türkiye’deki krizde’ başlıklı yazısını bunu tahlile ayırmıştır.

İhvan’ın önemli isimlerinden olan İsam El Aryan FT’nin muhabiri Roula Halef’e yaptığı değerlendirmede bakın bunun ipuçlarını nasıl vermiş: “Türkiye’deki bu krizin nasıl çözüleceği bölgedeki İslâmcı hareketlerin nasıl evrileceğini de belirleyecektir. Radikaller, böyle bir durumda, demokratik yolun beyhude olduğuna bir kez daha ikna olacaklardır...” 28 Şubat sürecinden beri İslâmi kesimler Türkiye’yi izliyorlar. RP’nin alaşağı edilmesi zaten Selefileri yeterince ikna etmişti. Eğer AKP de darbe yerse bu defa İhvan gibi ılımlı hareketler de bu yolun neticesiz olduğuna dair ikna olacaklardır. Kuşkularını tamamen zail edecektir. Mesela bu tecrübenin İslâmi kesimlerde bıraktığı etkiyi anlamak için Beyan dergisi yayınları arasında çıkan Muhammed Bin Şakir eş -Şerif ‘in ‘Tecdid el hitab beyne’l tasili ve’t tahrif’ adlı kitabına bakmak kafidir. Sedat döneminde genç bir üniversiteli olan ve ateşli çıkışlarıyla göze çarpan ve sonra durulan ve olgunlaşan (AKP çizgisine gelen) İsa El Aryan’ın tespiti Clinton’ınkine eşit ve yakın bir tespittir. Türkiye’deki tatbik edilen yöntem ve modelin sonuçları sadece Türkiye’yi değil Batı ile Doğuyu ve onun ötesinde bütün dünyayı sarsacak niteliktedir. Bu itibarla, aslında neoconlar istedikleri kıvama getiremedikleri AKP’yi yıkmak istemekle yine ayaklarına ateş etmiş olacaklar. Tezad ama daha iyisini bulamazlar!

***

28 Şubat sürecinden beri Türkiye küresel izlenmede. Bu izleyen gözlerden birisi İslâmcıların diğeri de neoconların gözü. Bu bağlamda, El Cezire Kanalı’nın gerçekleştirdiği Türkiye haftasıyla ilgili bulduğu başlık kaderin bir remzi olmalıdır. ‘Aynun ala Türkiye/ Türkiye üzerindeki göz...” Ve bunun tetimmesi ‘ aynun uhra ala Türkiye’ şeklindedir. Bu ikinci göz de neoconların gözüdür. Cezire’nin gözü Arapların gözünü temsil ediyor. Velhasıl, Türkiye’nin krizi küresel bir krizdir. Bundan çıkış da yeni küresel düzeni belirleyecektir...

13.06.2007

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Garip bir süreç



Org. Yaşar Büyükanıt Genelkurmay Başkanı olduktan sonra ilginç bir gelenek başlattı.

Artık açıklamalar telefon, faks veya e-mail yoluyla yapılmıyor. İnternet sitesi vasıtasıyla ne söylenecekse söyleniyor. Bu da siteyi en çok tıklananlar arasında ilk sıralara yerleştiriyor.

E-muhtıra diye kamuoyunda isimlendirilen bildirinin gece yarısı, hem de cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turunun gecesinde 23.30 civarında yapılmış olmasını kimse izah edemiyor. Hele hele açıklama siteye konulduktan sonra akredite gazetecilere söylenmesi de işin cabası.

CHP’nin Anayasa Mahkemesine başvurusunun neticelerinin ne olacağı tartışmaları yapılırken, oylamanın yapıldığı günün gecesinde saat 23.30’da Genelkurmay Başkanlığı internet sitesindeki açıklaması gündemi bir anda değiştirmişti.

Bu bildirinin ardından öyle şeyler yazılıp-çizildi ki akla ziyan… Dilinin bozuk olduğu, Org. Büyükanıt’ın haberinin olmadığı, açıklama için sabahın niye beklenmediği vs…

Bu alışkanlık yine devam etti. Genelkurmay Başkanlığı, son günlerde artan terör eylemleriyle ilgili olarak internet sitesinde bir açıklama yaptı. Yedi maddelik açıklamada terör eylemlerinin artışına dikkat çekilerek, son maddesinde “Türk Silâhlı Kuvvetlerinin beklentisi; bu tür terör olaylarına karşı, yüce Türk milletinin kitlesel karşı koyma refleksini göstermesidir” cümlesi dikkat çekici bulundu.

Bu açıklamaya sivil toplum kuruluşları başta olmak üzere pek çok kesimden tepkiler geldi. Zira, bir partinin bunu internet sitesine koymasından sonra Genelkurmay ikinci açıklama gereğini duydu. Ve “Sitede yer alan bu yorumlar gerçeği yansıtmamaktadır. Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin hiçbir siyasi parti ile ilişkisi olamayacağı gibi, Silahlı Kuvvetlerce ulusumuzun tümüne yapılan ‘teröre karşı toplumsal refleksimizi gösterme’ çağrısı belirli gruplara veya kesimlere mal edilemez. Bu çağrıda kastedilen toplumsal tepkinin, kesinlikle şiddet içermeyen demokratik kurallar içerisinde gösterilmesidir” deme gereğini duydu.

Genelkurmay’ın bu açıklamasını emir telakki edenler, “kitlesel refleks”lerini hemen gösterip miting kararı bile aldılar.

Bütün bunlar tartışılırken, Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül’ün, “Bizim askerle bir kopukluğumuz yok. Tam tersine Irak, terör ve güvenlik konularında çok sıkı ve sürekli istişare halindeyiz. Birlikte her türlü senaryoya göre plan yaptık…” açıklaması hepten kafaları karıştırdı. (11.6.2007 Hürriyet)

20 Haziran’da Millî Güvenlik Kurulu toplantısı yapılacak. Orada bu konuların konuşulacağı kesin. Böyle olmasına rağmen hem hükümetin, hem de askerin bu konuda basın yoluyla konuşması neyin işaretleriydi?

Kuzey Irak’a müdahale gibi önemli bir konunun böyle uluorta konuşulmasının kime ne faydası var, anlamak mümkün değil.

Neyse ki, bu durumun yanlışlığı görülmüş olmalı ki, Başbakan, Genelkurmay Başkanı, Dışişleri ve İçişleri Bakanları, MİT Müsteşarı, bazı kuvvet komutanları dün akşam saatlerinde Başbakanlıkta “güvenlik toplantı”sı yapıp, terörü ve Kuzey Irak meselesini görüştüler.

Bir taraftan CHP’nin Meclis’i bu konunun görüşülmesi için olağanüstü toplantıya çağırması tartışılırken, diğer yandan Türkiye’nin içini ağlatan şehit cenazeleri her gün Güneydoğu’dan gelmeye devam ediyor. Anaların yürekleri ağlıyor. Ateş düştüğü yeri yakıyor. Babalar, “Vatan sağolsun benim şehidim son olsun” diyerek terör belâsından bir an önce kurtulmanın çarelerinin bulunmasını istiyor.

Bütün bunlar konuşulurken, Genelkurmay hakkında yazan gazeteciler “izne” ayrılıyor. Bazıları gazete yönetimi tarafından işten atılıyor. Bunca asparagas haber yapılırken, muhabirler işten atılmıyor, eski bir Genelkurmay Başkanı hakkında haber yapıldığı için bir gazetecinin işten atılmasını kim izah edebilir?

Bir türlü seçim havasına giremeyen Türkiye’de bunların tartışılması nerelere kadar gidecek acaba?

Bir garipliktir gidiyor bakalım, hayırlısı olur inşallah…

13.06.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

İnternet kafe mi, kütüphane mi?



İnternet dünyası deniz değil, derya. Artık ilkokulda okuyan çocuklarımız da ‘ödev’lerini ‘internet amca’larına sorup öğreniyorlar. Öğretmenlerin de teşvikiyle, neredeyse ‘internetsiz ev’ kalmayacak. Velilerin de haklı bir ‘bahane’si var artık: Çocuklarımız ders çalışacak, bunun için internetsiz olmaz!

İnternet de bir vasıta. Başka ‘vasıta’larda olduğu gibi doğru işlerde kullanılırsa elbette çok faydalı. Öğrenciler hem ‘ödev’lerini yapar, hem de ‘kültür’lü olurlar. Ancak bu büyük dünya, ne ölçüde ‘fayda’lı işlerde kullanılabiliyor? Kaçımız bu dünyayı kontrol altına alabiliyoruz, ya da alabiliriz?

İnternet, 20 yıl öncenin ‘gözde’si televizyonun yerini çoktan aldı. Şimdilik ‘fayda’larını konuşuyoruz, peki ya ‘zarar’ları? Onları konuşmak için de bir nesil, çeyrek asır geçmesini mi bekleyeceğiz? Çeyrek asır önce TV’siz eve sahip olmak ‘ayıp’lanırdı, günümüzde ‘internetsiz ev’ ayıplanır hale geldi. İyi güzel de, şu anda TV’lerden kurtulmak istemiyor muyuz? Aynı şekilde, gelecek yıllarda da internetten kurtulmanın yollarını mı arayacağız?

Her şeyde ölçülü olmak gerektiği noktasındaki tesbit, burada da kendisini hissettiriyor. Son günlerde İstanbul’un ana caddelerini süsleyen bir ‘müjde’ var. Buna göre İstanbul Büyükşehir Belediyesi, 50 civarında ‘temiz internet salonu’ açtığını / açacağını duyuruyor. Mevcut kontrolsüz, ‘kirli’ internet salonlarına alternatif olması bakımından elbette böyle bir adım alkışlanır. Ancak öncelik sırası acaba internet salonlarında mı olmalı?

‘Temiz internet salonları’ da olsun, ancak en az onlar kadar da, belki kat kat fazla ‘okuma salonları’ da açılmalı. Adına kütüphane denilir ya da denilmez o ayrı bir husus. Ama böyle salonlara acil ihtiyaç vardır. Nasıl ki dört bir yanda İSMEK’ler açıldı ve vatandaş buralardan istifade ediyor, aynı şekilde belki İSMEK çatısı altında ya da KÜLTÜR AŞ’nin desteğiyle bu adımlar atılabilir.

Bu salonlarda sadece ‘kitap’lar değil, günlük gazeteler ve dergiler de bulunmalı. Böylece, İstanbul’un dört bir yanını saran ‘kirli kahvehane köşeleri’ne de ciddî bir alternatif bulunmuş olur. “Mevcut kahvehaneler varken buralara kim gider?” diyenler olabilir. Belki ilk anda fazla talep olmaz. Ancak gerekli tanıtım ve destek sağlanırsa, büyük bir boşluğu dolduracağı kanaatindeyiz. Kahvehanelere gitmek istemeyen ve fakat gidecek başka yer bulamayan çok sayıda ‘emekli’ vardır. Cami dernekleri bir bakıma bu ihtiyacı karşılıyor, ancak onların da yeterli olduğu söylenemez. Çünkü buralar, ‘kütüphane’ gibi değil, maalesef ‘kâğıt oynanmayan, sigara içilen kahvehane’ fonksiyonu icra ediyor. Kurulacak ‘okuma salonları’ gayet nezih olmalı ve sigara içilmemeli. Ya da sigara içenlere ayrı ‘oda’lar bulunmalı. Böyle temiz ve nezih mekânlar kurulur ve dört bir köşede yaygınlaşırsa arzu edilen fayda sağlanabilir.

Temennimiz, temiz internet evleri projesinin, ‘okuma salonları’yla desteklenmesi...

13.06.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Cemaatle namazın önemi



İki gündür Allah Resûlünün (a.s.m.) cemaatle namaz konusundaki hassasiyetini dile getirmeye çalıştık. Bu hassasiyet cemaat ruhunun teşekkülünde, tek vücut olmada büyük rol oynamıştı. Şu birkaç olay da Resûl-i Ekremin (a.s.m.) bu ruhun yerleştirilmesinde gösterdiği titizliğin bir ifadesidir.

Ebu Hüreyre’den rivayet edilen, Müslim’de yer alan bir hadis-i şerife göre birgün gözleri görmeyen Abdullah ibni Ümm-ü Mektum, Kâinatın Efendisine (a.s.m.) gelmiş, “Ya Resullallah, beni mescide götürecek bir kılavuzum yok” diyerek cemaate katılamamadaki özrünü belirtmiş, Resûl-i Ekrem de (a.s.m.) ona izin vermiş, ancak dönüp giderken, “Namaz için okunan ezanı işitiyor musun?” diye sormuş, o da, “İşitiyorum” deyince, “O halde icabet et” buyurmuşlardı.

Bazı âlimler bu hadise dayanarak cemaate katılmanın farz-ı ayn olduğunu ileri sürmüşlerdir. Cemaatin sünnet-i müekkede olduğunu söyleyen Hanefî mezhebi imamları ise Abdullah İbni Mektum’un cemaate katılmasının zorunlu değil, mendup olduğuna dikkat çekerler. Allah Resûlü (a.s.m.) onun sevaba iştiyaklı olduğunu bildiği için onun her hâlükârda cemaate katılabileceğini düşünerek böyle buyurmuşlardı. Yoksa can, mal, namus korkusu, cemaate katılamayacak derecede hastalık, v.s. gibi mazeretleri geçerli kabul etmişti. Âmâlık da bir özürdü.

İbni Mace, Darekutnî gibi hadis âlimlerince rivayet edilen, “Kim ezanı işitir de, cemaate gelmezse onun namazı yoktur. Özürden dolayı gelememesi müstesna” hadisinde dile getirilen “namazı yoktur” ifadesini ise âlimler, “Namazı kabul olmaz” anlamında değil, “O namaz mükemmel, ideal anlamda bir namaz değildir” tarzında anlamışlardır. Camide, mescidde olmasa bile evinde, işyerinde, şurda veya burda iki kişiyle de olsa cemaatle kılınan namaz yine yirmi beş kat cemaat sevabını kazandırır. Tabiî camide kılanan cemaat namazının, hele sayı daha fazla ise sevabı daha çoktur. Şu veya bu şekilde cemaate yetişememiş, birlikte cemaat olabileceği birkaç kişi de bulamamış, namazını tek başına kılmış kimsenin de şüphesiz namazı sahihtir, makbuldür. Ancak cemaat sevabından mahrum kalır, cemaatle hedeflenen kâmil namaz sevabını elde edemez.

Ahmed bin Hanbel’in rivayet ettiği bir hadis-i şerifte birgün namazı bitirdikten sonra cemaati içinde namaz kılmayan iki kişiyi gören Allah Resûlü (a.s.m.) onları yanına çağırmış, cemaate katılamadıkları için korkularından titreyerek gelen bu iki kişiye, “Sizi bizimle namaz kılmaktan meneden şey nedir?” diye sormuş, onlar da namazı evde kıldıklarını söylediklerinde, bir daha böyle yapmamalarını, camiye geldiklerinde imama uymalarını, evde kıldıklarının farz yerine geçeceğini, ikincisinin de nafile olacağını bildirmişlerdir. Bu da Resûl-i Ekremin (a.s.m.) cemaatle kılınan namaza verdiği öneme diğer bir örnektir.

İşte bu ve bunlara benzer teşviklerdir ki şiddetli yağmur, şiddetli soğuk, sıcak, hastalık, can, mal korkusu, sel; soğan, sarımsak yemek, v.s gibi mazeretler dışında Sahabe titizlikle cemaate katılıyor, cemaat ruhunu canlı tutuyorlardı.

13.06.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti - 2



İttihad ve Terakki’nin müstebit kanadı, muhaliflerini ezmek için idam sehpalarını kurdurmuştu. İngilizlerin de tahrikiyle 31 Mart Vak’ası (1909) patlak verir. Bediüzzaman, bir nutukla, isyan eden sekiz taburu itaate getirir ve bir makalesiyle binler adamı kendine taraftar yapar, müdafaasıyla da beraat eder ve yüzlerce kişiyi idamdan kurtarır.1 Yatıştırıcı rol oynamasına rağmen Divân-ı Harbe verilir. İdam edilenlerin cesetleri henüz soğumamıştır. Hurşid Paşa, onları göstererek, “Seni de asarım!” mânâsında sorar: “Sen de Şeriat istemişsin?” Hiddet ve şiddet yüklü suâl karşısında zerre kadar zaaf göstermeyen Bediüzzaman, gayet kararlı, kesin ifâdelerle cevap verir: “Şeriatın bir hakîkatine bin rûhum olsa feda etmeye hazırım! Zîrâ, Şeriat sebeb-i saadet ve tam adâlet ve fazilettir. Fakat, ihtilâlcilerin isteyişi gibi değil!” Peşinden diğer soru gelir:

“İttihad-ı Muhammediye’ye (asm) dahil misin?”

Bediüzzaman: “Maaliftihar! En küçük efradındanım. Fakat, benim tarif ettiğim vechile... O ittihaddan olmayan, dinsizlerden başka kimdir; bana gösteriniz?”2

Bediüzzaman, İttihad-ı Muhammedî fikrini taşıyanların, “Ahrarların müttefiki”3 olduğuna işâret eder.

Herhalde bu tesbit ve yaşanan hâdiseler, günümüze de gerekli mesajı verecektir. Bu, hep böyle olagelmiştir. Çünkü, ipleri ecnebi elinde olan ve Deccalizmin etkisinde kalan siyasetle netice alınamazdı! Bu, 28 Şubat sonrasında, İslâmcı bir yazar tarafından, “Mevzi kaybetmek, dünyanın sonu değil” başlıklı yazısında, “İslâmî Hareket, yetmiş yılda kazandığı mevzilerini neredeyse yetmiş haftada kaybetmiş görünmektedir. Sıkıntı bu anlayıştan, 70 yıllık kayıplar da bu zihniyetten kaynaklandı”4 şeklinde bir defa daha tescil edilir.

“Din adına ortaya çıkmayı” esas alan “Siyasal İslam” zihniyeti; Halk Partisi’nin “diktatörce” uygulamalarına ve DP’nin hürriyetçi anlayışına rağmen; Sebilürreşad diliyle, “Aralarında pek bir fark yok”5 iddiasını ortaya atarak kolları sıvar.

27 Ağustos 1951’de Cevat Rıfat Atilhan, İslâm Demokrat Partisi dilekçesini, kurucular adına savcılığa verir. Ancak, “Refah ve saadet güneşi, Kur’ân’ı ele almakla doğacaktır. Partimiz mü’minlerle doludur, mü’minler birleşin” (Büyük Cihad gazetesi) gibi sloganları, laikliğe aykırı bulunarak, altı aydan fazla yaşamasına müsaade edilmez; kapatılır.6

Dipnotlar: 1- Şuâlar, 388.; 2- Tarihçe-i Hayatı, 55.; 3- Emirdağ Lâhikası, s. 271.; 4- Yaşar Kaplan/Akit, 24 Mart 2000.; 5- Sebilürreşad, Haziran 1949, c. 2, sayı: 50, s. 397.; 6- Sadık Albayrak, Türk Siyasi Hayatında MSP Olayı, İst. 1986. s. 24.

13.06.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Siyasî denklem



Matematikteki denklem işlemiyle siyasetteki denklem hesabı, birbirine hiç uymaz. Hatta, çoğu zaman birbirine zıt ve muhalif düşer.

Keza, matematikteki "dört işlem" hesabıyla siyasetteki aynı hesap mantığı da, çoğu zaman birbirine uymaz ve uyuşmaz.

Meselâ, aritmetik kàideye göre 2x2=4 eder. Siyasette ise, bu hesap bazan 3, bazan 5 ve çok nâdir olarak 4 eder.

Bu kısa hatırlatmadan sonra asıl konumuza geçelim...

AKP düşerse ne olur?

Bugün pek çok insanımızın zihnini kurcalayan soru, gayet net bir ifadeyle şudur: "İktidardaki AKP düşerse ne olur? Maazallah, ya bir de CHP veya MHP aradan sıyrılıp iktidara gelecek olursa?.."

Hemen ifade edelim ki, bu tarz endişeler geçmiş dönemlerde de vaki olmuştur. Meselâ, en yakın ve en çarpıcı bir örnek olarak 1991 seçimlerinde olduğu gibi...

O tarihte iktidarda—karakteristik özellikleri itibariyle bugünkü Erdoğan'ın AKP'sine çok benzeyen—Özal'ın ANAP'ı vardı. Şimdiki durumla örtüşen endişe ise şuydu: "ANAP düşerse ne olur? Allah korusun, ya bir de..."

Neticede görüldü ki, korkulan olmadı. Yüzde 36'larda olan ANAP, yüzde 24'e düştü. Ve fakat, ne Halkçı, ne de ırkçı cânipten tehlikeli herhangi bir yükselmeye şahit olunmadı.

O seçimde ANAP düşerken, DYP'nin yıldızı parladı.

İşte, kendi mantığı içinde gelişip dönüşen 1987 ve 1991'deki siyasî denklem.

Parti (%) 1987 1991

ANAP 36 24

SHP 24 20

DYP 19 27

Şimdi, bu tablonun içinde yer alan ANAP'ın yerine bugünkü AKP'yi, SHP'nin yerine bugünkü CHP'yi ve DYP'nin yerine de bugünkü DP'yi koyarak, günümüze yönelik yeni bir siyasî denklemi sizler de kurabilirsiniz.

İşin mantığını daha iyi kavrayabilmek için de, aşağıdaki bilgi ve doneleri dikkate almakta fayda var.

Bu arada önemli bir hatırlatma: 1991'de "ANAP büyük partidir. Aman düşmesin, aksi halde CHP'ye gün doğar" diye endişe edenlerin pekçoğu, o tarihten itibaren öne çıkan ve en büyük parti haline gelen DYP'ye yönelmedikleri, eski partilerinde kalmaya ve bir kısmı da başka başka partilere—DSP dahil—teveccüh ettikleri, bilinen bir vakıadır.

İşte, bu kesimden insanlarımızın çoğu, ANAP'tan AKP'ye yatay geçiş yaptı ve yine aynı gerekçelerle şimdi de bu siyasî yapıyı muhafazaya çalışıyorlar.

Oysa, ileri sürdükleri gerekçenin, haklı ve geçerli bir dayanağı bulunmuyor.

İşte, girift gibi görünen bu meselenin şerh ve izahı...

Demokratlar düşerse ne olur?

Tıpkı ANAP misâlinde olduğu gibi, AKP'yi de "Ahrar–Demokrat" mânâsında görüp öyle telâkki eden dostlarımız, ihvanlarımız var.

Bu telâkki sebebiyle de, meselâ diyorlar ki: "Bediüzzaman Hazretlerinin şu mânâda sözleri var: 'Eğer Demokrat Parti düşerse, Halk Partisi veya Millet Partisi iktidara gelir. Bu da din, vatan ve millet için büyük bir tehlikedir. Bu tehlikeye karşı Demokratları iktidar yerinde muhafazaya çalışıyorum.' İşte, biz de bugün aynı düşünceyle hareket ederek, AKP'yi iktidarda muhafazaya çalışıyoruz."

Evet, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, aynı tarz mülâhazalar, vaktiyle ANAP için de ileri sürülüyordu. Fakat, açıkça görüldüğü gibi, bu parti düşünce Halk Partisi iktidara gelmedi.

Demek ki ANAP, Demokrat mânâsında değildi. Değil idi ki, onların düşmesiyle Halkçılar iktidara gelmedi... Değil idi ki, onları Demokratın devamı gibi görenler dahi, orada sebat edip durmadılar, başka partilere dağıldılar.

Bugün için, aynı mantaliteyle AKP'yi de sorgulayıp ciddì bir değerlendirmeye tâbi tutmak mümkün.

Meselâ, diyebiliriz ki: AKP'nin düşmesiyle, CHP iktidara gelmez. Olsa olsa Demokrat Partinin yıldızı parlar, iktidara en yakın parti konumuna doğru yükselir. Tıpkı, 1991'de olduğu gibi...

Hasılı, Demokrat olmayanların düşmesiyle değil, Ahrar'ın devamı olan Demokratların düşmesiyle tehlike zuhur ediyor; nitekim de etmiş.

* * *

Öte yandan, Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin "Demokratlar düşerse, iktidara Halkçılar veya Milletçiler gelir" mânâsındaki hakikatli sözleri, siyasî tarihin tasdikinde de ayniyle vâkidir.

İşte, kısa kısa ifadelerle tarihi seyir:

1950: Siyaset meydanında üç ana parti var: Halk Partisi, Millet Partisi ve Demokrat Parti. (İttihad–ı İslâm Partisi, siyaset sahnesinde ismen değil, fakat potansiyel olarak var. Üstad Bediüzzaman, bu potansiyeli "Demokratın mânâsında" ifadesiyle târif ve tavsif ediyor. (Bkz: Emirdağ Lâhikası, s. 386 ve 422)

Bu seçimde, bir müddet önde giden Millet Partisi (fahrî başkan Fevzi Paşanın ölmesiyle) düştü, Demokratlar tek başına iktidara geldi.

1954: Millet Partisinin dindar ve milliyetçi versiyonları olan İslâm Demokrat Parti ile Cumhuriyetçi Millet Partisi, kuvvetlenip yükselemediler, düştüler. Neticede, DP yine tek başına iktidar oldu.

1957: Bu tarihte yapılan seçimlerde, Hürriyet Partisi şaşırtması da ilave edildi. Ancak, tablo yine değişmedi.

1961: İşte, maalesef bu seçimde Demokratlar düştü. Oy potansiyeli üç parçaya bölündü. Oyları bölen Millet Partisinin yeni versiyonları (YTP, CKMP) sayesinde, CHP lideri İsmet Paşa başbakan oldu.

1965–69: Demokratlar toparlandı, tek başına iktidar oldu ve tıpkı 1950–1954 dönemleri gibi güzel neticeler hasıl oldu.

1973: Demokratlar yine düştü ve oyları bölen MSP (Erbakan) sayesinde Halkçıların lideri Ecevit başbakan oldu.

Benzer bir durum, 1977 seçimlerinde de tekrarlandı. Ecevit, bir kez daha başbakan oldu.

1983–87 arasında, ülkede demokrasi süngünün ucundaydı. Demokratlar devre dışı edilmişti.

Bu tarihten sonraki kısmı yukarıda hülâsa ettiğimiz için, tekrara girmiyoruz.

1995 seçimlerinde Demokratlar düştü; iktidara Millet Partisinin dindar kanadı geldi; 28 Şubat kıyâmeti koptu.

Demokratlar, 1999 seçimlerinde düştü ve iktidara yine Ecevit geldi. Ülke, maddî ve mânevî krizlerin içine sürüklendi.

* * *

Bütün deliller gösteriyor ki, ANAP ile AKP arasında ciddi benzerlikler var. Bunları destekleyen medya grubu da, hemen hemen aynıdır. 1950'den bu yana hangi dinî/millî ceride ve mecmuanın Millet Partisi ile onun devamı veya türevleri mahiyetindeki partileri desteklediğini, inşaallah bir sonraki yazıda ele almaya çalışalım. Dünden bugüne doğru gelirken, şaşırtıcı benzerliklere şahit olacaksınız.

13.06.2007

E-Posta: [email protected]




Saadet Bayri FİDAN

Duâ duâ yağmur olup yağmak



Günlerdir pencerenin kenarında bekledi durdu. Onlara bakıyordu, saatlerce gözlerini hiç ayırmadan. Onlar evlâtlarıydı, canıydı, her şeyiydi. Miniciklerdi, senelerce uğraşmış, emek vermiş, saatlerini harcamış ve bu hâle getirmişti. İlk hâllerini düşündü. Küçücüklerdi, avucunun içinde kayboluyorlardı, sevilecek hâlde değillerdi, öylece duruyorlardı, yuvalarına gitmek için bekleşiyorlardı. Ama şimdi kocaman olmuşlar, ele avuca gelmişlerdi. Çocuk gibi salınışları, nazlı nazlı duruşları vardı.

Onlar onun evlâtlarıydı. Bunca gün onlarla yaşamış, mutlu olmuştu. Gecesini gündüzünü vermişti onların bakımına. Sabah ezan sesiyle uyanır, namazını kılar, havanın aydınlanmasını beklerdi. Daha önce çıkıp onlarla buluşmak isterdi; ama hanım izin vermezdi. “Ayaz var Eyüp Efendi, ayaz. Hastalanırsın, sonra hiç bakamazsın çocuklarına” dediğinde susar, öylece kapıdan dışarı bakakalırdı. Yavaş yavaş gün açılır, bütün şehir aydınlanır, güneş biraz kendini gösterince, hemen bahçeye inerdi. Buluşma vakti gelmişti goncalarıyla.

Elleriyle ayıklamıştı şu çingene kızın otlarını. “Boncuk Ayşe” koymuştu kırmızı gülün adını. Bu kasımpatılar da ayrı bir güzellikteydi. Senelerdir uğraşmanın karşılığını vermişlerdi, bu yıl hepsi çiçek açmıştı. Rengârenk bu çiçekler onun evlâtları, bu bahçe de eviydi. Saatlerce uğraşır uğraşır; ama bıkmazdı.

Hanım çaya çağırdığında üzülür, giderken gözü arkada kalırdı. Öğlen sıcağı olunca da pencerenin kenarına oturur, onları izlerdi. Bu güneşin onlara zarar vermediğini bilmek, onu çok mutlu ederdi. Kendisi içeri girmek zorunda olduğu hâlde, bu narin yapraklı minicik bitkiler bu sıcağa direniyorlardı. Bu, “Rabbimin mucizesi” der, duygulanırdı.

Ama bugünlerde bir şeyler oluyordu çocuklarına. Daha tohumcukken eğiyorlardı başlarını. Yağmurlar yağmıyor ve bu küçük çiçeklerin en önemli besin kaynağı imdada yetişmiyordu. Evden kova kova su getirip çevrelerine veriyordu Eyüp Efendi; ancak bu sular yetmiyordu. Çiçekler doymuyor, kana kana su içemiyorlardı. Hortumla sulayamıyordu. Şehirde su sıkıntısı vardı ve—kuyu suyu haricinde—yasaklanmıştı bahçe sulamaları. Yağmur yağar diye, gül fidelerinin diplerine çukurlar yapmıştı. Yağmur yağarsa buralara dolup iyice su içsinler diye çimenle fidanlar arasına da dere şeklinde bir oyuk açmıştı, ama nafile… Bir türlü yağmur gelmiyordu.

Sabahın ilk saatiyle yine balkona çıktı, onları izledi. Gözlerinden birkaç damla yaş aktı, çiçekleri boynunu bükmüştü. Çingenesi suskun, Boncuk Ayşe’si bir tuhaftı bugün. Hepsi sanki “kurtar bizi” diye ona bakıyordu. Sandalyesine oturdu, öylece bakakaldı. Hanımı gelip içeri dâvet etti, girmedi. Hanımı dayanamayıp yanına oturdu. “Gel hortum takalım, sula çocuklarını, doyur” dedi. Güldü Eyüp Efendi: “Sulayayım sulayayım da bu kadar insanın hakkını nasıl ödeyeyim? Duymadın mı, su sıkıntısı var diye ‘Dikkatli harcayın’ diyor belediye. Ben nasıl kul hakkına girip suyu kullanırım.” Sustu ikisi de. Doğru söze ne denirdi ki?

Akşama kadar namaz ve yemek vakitleri hariç, içeriye girmedi Eyüp Efendi. Eski günlerini yâd etti, bazen gözleri doldu. Bahçıvan emeklisiydi ne de olsa; yılları geçmişti toprakla. Çiçeklerin dilini en iyi o anlar, onları en iyi o tanırdı. Şimdi bu susuzlukla kıvrandıklarını biliyordu; ama elden bir şey gelmiyordu. Hanımı ellerini açıp “Ya Rabbi, bunlar da canlı, ne olur yağmur gönder ki bu adam da sevinsin, şu otlar da” diye duâ ediyordu. Eyüp Efendinin de dudakları hiç durmuyor, belli ki o da duâ ediyordu. Karşı siteye ait bir kuyu vardı; ama o sitenin yöneticisi su vermiyordu. Kuyunun yapımında bu sitedeki bazı kişiler huysuzluk çıkardı diye, bu suçsuz adamı ve bu canlıları cezalandırıyorlardı. Eyüp Efendi defalarca bu yaşına rağmen kapılarına gitmiş, kendisi için istemediğini, onların da canlı olduğunu ve gözlerinin önünde solup gitmelerine gönlü el vermediğini anlatmış; ama onları ikna edememişti. Mahalledeki birkaç kişi bu durumun farkındaydı. Onlar da üzülüyor, ara ara balkona çıkıp Eyüp Efendiyi yokluyorlardı. Ama nafile; yağmur yağmıyor, çiçekler soluyordu.

Gece iyice kararmış, artık hava soğumuştu. Hanımı balkona çıkıp yalvarmış ve zorla içeriye girdirmiş, yatağına uzatıp uyumasını beklemişti. Ama hanımı uyumamıştı, saatlerce yatağında oturup duâ etmişti: “Rabb’im yağmur.” Bir ara uyur gibi olmuştu ki, pencerenin çalındığını hissetti, gözlerini açtı, ses kesildi. Tekrar uyumak için gözlerini yumunca, birkaç defa daha pencere tıklandı durdu. Bir müddet sonra pencere şakır şakır dövülmeye başladı. Hanımı inanmamıştı; yağmur, geldiğini haber vermek için birkaç kez pencereye vurmuş, şimdi ise şakır şakır yağıyordu. “Eyüp Efendi, kalk yağmur yağıyor kalk!” Eyüp Efendi gözlerini araladı: “Yağmur yağdı ha! Bu Rabbimin fazlındandır” deyip gülümsedi ve şükrederek uyudu. Sabah erken kalkmış, yine bahçesine inmişti. Suya doymuş çocuklarıyla ilgileniyordu.

Birkaç saat sonra Mehmet Efendi ismindeki karşı seranın sahibi gelip duvarın kenarında Eyüp Efendiye bir şeyler söyleyip gitti. O gittikten sonra, Eyüp Efendinin yüzüne farklı bir sevinç geldiğini gördü hanımı. Hemen pencereyi açıp “Ne oldu Eyüp Efendi?” dediğinde, Eyüp Efendi, “Rabb’im bu günahsızlara herkesi seferber etti hanım… Mehmet Efendinin bizim bahçeye yakın olan serasının arkasında kullanmadığı bir kuyusu varmış. Onun suyunu hortum alıp kullanabileceğimizi söyledi. Ona sevindim.”

O gün iki kişinin ağzı hiç durmadı. Biri beyini sevindirdiği için Rabb’ine şükreden hanımdı. Diğeri çocukları gibi sevdiği çiçeklerini sevindirdiği için şükreden Eyüp Efendiydi.

13.06.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Sosyal ilişkilerimiz



Muzaffer Bey:

* “Bir mü’minin sosyal yaşantıda ehl-i dünya ile ilişkileri nasıl olmalıdır?”

İnsanlar bizim aynamız. Nasıl muâmele yaparsak, öyle muâmele göreceğimizi unutmamalıyız. Seven, sevilir. Saygı gösteren, saygı görür. Kin tutan, kin bulur. Haset güden, hasete uğrar. Merhamet eden, merhametle ödüllendirilir. Affeden, affedilir. Bağışlayan, bağışlanır. Mü’minin dünya sıkıntılarından birini gideren, kıyâmet günü sıkıntılarının birinden kurtulur. Bunlar, adalet-i İlâhiyenin sünnetleridir.

İnsanlara olan yaklaşımımızda birleştirici, kucaklayıcı, müşfik, müjdeleyici, saygılı, nazik, bağışlayıcı ve affedici olmalı; kınayıcı, dışlayıcı, itici, suçlayıcı, itham edici, nefret ettirici tavırlar sergilemekten kaçınmalıyız. Kini, husûmeti, nefreti, intikâmı, hasedi, dargınlığı, kırgınlığı körükleyen davranışlardan uzak olduğumuz gibi; bu rezîl duyguların kapanına düşmüş insanlara da elimizden geldikçe yardımcı olmalı, toplumda barış ve kardeşliğin yerleşmesinde bir mü’min olarak payımızı, her zaman gündemimizin birinci sırasına almalıyız.

Hatasız insan olmaz. İnsanlarda hata aramaya ayırdığımız zamanı, hataları bağışlamayı ne kadar başarabildiğimizi test etmeye sarf etmeliyiz. Affı her zaman esas tutmalıyız. Kur’ân’ın af hassasiyetini sosyal ilişkilerimizde muhakkak öne çıkarmalıyız. “Eğer onları affeder, kusurlarına bakmaz ve bağışlarsanız; muhakkak Allah da çok bağışlayıcı ve merhamet edicidir”1 âyet-i celîlesi her zaman kulaklarımızda çınlamalı.

Kendi hatalarımızı görmeye ve ıslâh etmeye daha çok zaman ayırmalıyız. Başkalarının hatalarını düzeltmeye çalışmakta bir sakınca yok. Fakat bunu yaparken insanların hatalarını yüzlerine vurmamalı, hatâ düzelteceğim derken rencide etmemeliyiz. Halk deyimiyle, kaş yapayım derken göz çıkarmamalıyız. İnsanın mükerrem olduğunu, rencide edici bir üslûpla hatasının ulu orta eleştirilmesinden rahatsızlık duyacağını unutmamalı; kırıcı, küçük düşürücü, suçlayıcı ve itham edici tavırlardan kaçınmalıyız. Üstad Saîd Nursî Hazretlerinin, hata ve günahları sebebiyle insanları yargılama yolunu değil; saf îmân, sâfî îtikat, hâlis ubûdiyet, sonsuz muhabbet ve garazsız uhuvvet mesleğini tercih ettiğini; Risâle-i Nûr’un, toplumda adâveti ve husûmeti değil; muhabbeti ve uhuvveti hâkim kılmak istediğini bilfiil, yani davranışlarımızla ispat etmeliyiz.

Hataları kınamadan ve uhuvvet sırrını rencide etmeden düzeltmekle ilgili Peygamber Efendimiz’in (asm) torunları Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in (ra) örnek bir davranışını hatırlamamızda yarar var: Bir gün bir yaşlının, abdesti yanlış aldığını görürler. Adamın hataları söylenmeli, yanlışlıkları giderilmeli, doğrusu öğretilmeliydi. Ama nasıl? Adama, “Abdesti yanlış alıyorsun!” dendiği anda; adam ya kırılacak, ya yanlış almadığını söyleyecek ve kendini savunacak, ya karşı tarafı bilgiçlik taslamakla ve nihâyet haddini aşmakla suçlayacak, ya hatâsının başkasınca bilinmesinden rahatsız olacak... vs. Adama öyle bir tarz ve üslûpla yaklaşılmalı ki, bunların hiç birisini düşünmeden, hiç rencide olmadan kendi hatâsını görsün ve düzeltsin! Kardeşlerden birisi diyor ki: “Amca, hangimiz doğru ve güzel abdest alacağız, bize bir bakar mısın?” Adamın hâkim ve denetçi bakışları altında, her ikisi de bütün adabına riayet ederek güzelce birer abdest alırlar. Adam bunları sessizce izledikten sonra der ki: “Evlâtlarım, her ikiniz de çok güzel abdest aldınız! Sizi izlerken asıl ben kendi hatalarımı gördüm. Allah sizden razı olsun ki, bana doğrusunu öğrettiniz!”

İnsanları din ve dünya görüşleri sebebiyle ayırıma tâbi tutmamalıyız. “İnsan” ortak paydası bizim muhatabımıza el ve gönül uzatmamız için yeterlidir. İlişkilerimizde dindar-günahkâr, ehl-i dünya-ehl-i ukbâ tasnifine girmek veya din, mezhep, meslek, meşrep, siyaset, parti... vs. gibi görüş ve inanç farklılıklarını öne çıkarmak gereksizdir. İnsanları görüş ve düşünceleri sebebiyle kınamamalı, herkesi olduğu gibi kabul etmeli; fakat kendi görüş ve kanaatlerimizi açık yüreklilik ve samimiyetle ifade etmeliyiz. Aykırı görüş ve kanaatlere tahammül etmemiz ve dinlememiz; başkalarının da, bizim görüş ve kanaatlerimizi dinlemesine kapı açacaktır.

Dipnotlar:

1- Tegâbûn Sûresi, 64/14

13.06.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004