Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 15 Haziran 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Halil USLU

40 yıl sonra



Bundan kırk yıl önce aramızdan ayrılan merhum Abdülmecid Ünlükul (Nursî) Efendi, bugün bile aziz hatıratları ve ders mahiyetindeki yaşantısı önümüzde ve taptaze. Kendisini yazdığım kitaba tam sığdıramadık, esasında bu zatlar ne makalelere ve ne de kitaplara sığırlar, onlar ancak binlerce âlemin haritası olan, kalbimizde ma’kes bulurlar. Kendileri ile birlikte olmamız, 1956-1967 yılları arasında olmuştur. Başta babam ve amcamın hem kendilerinin ve hem de ağabeyleri Bediüzzaman Hazretlerinin talebeleri olmak münasebetiyle, Hz. Mevlânâ diyarı Konya şehrinde 11 yıl feyz, ders ve terbiye almamıza vesile olmuştur.

Bu makalemde onun mütevaziliği ve tevazusu üzerinde duracağım. Çünkü bunlar model şahsiyetler. Bu babda Konya eski müftüsü ve milletvekili Tahir Büyük Körükçü 11 Haziran 1967’de Konya Kapu Camii’nde cenaze namazından önceki konuşmasında “Bir âlim ölmedi, bir âlem öldü” ifadesinde bulunmuşlardı. Abdülmecid Ünlükul merhumun yaşantısı Kur’ân yaşantısı yani Kur’ân ahlâkı idi. Çok gösterişsiz, adeta bir sır gibi idi.

Tarihî Uhud harbi neticesinde, Âl-i İmran Sûresi’nin 159. âyeti nazil olur, muhatabı Hz. Peygamber Efendimizdir (asm). Çünkü o zât-ı nurânî rehber-i mutlaktır, fakat âyet bütün ümmetine sönmeyen ve söndürülmeyecek olan İlâhî düsturlardır. Bu âyet doğrudan doğruya içtimâî hayatımıza ve insanlar arasındaki münasebetlere bakan âyettir. Âyetin meâli; “Allah’tan bir rahmet eseridir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Eğer sen huysuz ve katı kalpli birisi olsaydın, muhakkak onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık onları affet, Allah’ın da onları bağışlaması için duâ et…”

Takdir-i İlâhî “Nursî ailesi”nin başına çok ıztıraplar ve çileler gelmiştir. Nankörlere ve zalimlerle muhatap olmuşlardır. Fakat Abdülmecid Ünlükul Hocamızın bu âyeti daima yaşadığını müşahade etmişimdir. Yine talebelerinden eski müftü M. Yıldız: “Beşerî münasebetleri fevkalâdeydi. Herkesle görüşür, konuşur ve irtibat kurarlardı. O ise herkesle irtibat kurmuş ve kendini sevdirmişti” ifadesini kullanıyor. Onun için onu herkes severdi ve hayrandı ve halen gönüllerde hayır duâlarıyla yaşatmaktadır. En çok kulladığı “Hazretim” kelimesi bile bunun bariz ispatıdır.

Merhum, yürürken, yaşarken, konuşurken adetâ diğer bir âyeti yaşıyordu: Furkan Sûresi’nin 72. âyeti. Meâlen: “Boş sözlerle, çirkin davranışlarla karşılaştıkları zaman, izzet ve şereflerini muhafaza ederek oradan geçip giderler.” Onun 84 yıllık hayatı hep böyle geçmiş ve hep bunlarla dolu. İşte onlar bu Kur’ân ahlâkını yaşadılar, bizler de aldığımız derse binâen o yolda berdevamız, olmaya çalışıyoruz şükürler olsun. Elbette bunları ve bunların izinden gidenleri herkes anlayamaz. Onun için büyük şair, gönül ehli Niyazi-i Mısrî der ki:

“Ey Niyazi! Katreyi deryaya saldık biz bugün, zerre nice anlasın umman olan anlar bizi”

Hayatını çok zor şartlarda yazdım. Kızları ve ablamız Saadet Hanımefendi, şahsıma tebrik mahiyetinde bir mektup gönderdi. (1999) Bunu makalelerimde yazdım, kitapta yok. Tevazu, mahviyet ve diyaloglar noktasında mektubunda diyor ki: “Babam, bize daima Fussilet Sûresi 34. âyeti okur ve derdi ki: ‘Evlâtlarım, sizlere taş atanlara siz güller atınız, başka çıkış yolumuz yoktur, yani müsbet hareket.’” Âyetin meâli de şudur: “Sana yapılan kötülüğe iyiliğin en güzeliyle cevap ver. Bir de bakarsın o düşman, senin can dostun oluvermiştir.”

Abdülmecid Ünlükul (Nursî) Hocamız ve ağabeyleri Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin hayatları Kur’ân ahlâkı ve Peygamber ahlâkı. Mutlak tevazu ve mahviyet içinde. Bizlerin, bu zatlardan haberi olanların ve özellikle de 22 Temmuz 2007 seçimlerine kadar siyasetçilerin bu âyetleri yaşamalarını niyaz ediyorum. Çünkü yaşamadan yaşatamazsın. Keşke Türkiye’nin kısm-ı azamı yaşasa, keşke üçte biri yaşasa, inanıyorum o vakit Türkiye’nin rengi değişir. İşte lezzetin, saadetin, huzurun çıkış yolu: Âyetler, tevazu ve mahviyet.

Onun için Abdülmecid Efendi, 40 yıl önceki gibi hafızamda tap taze. Ruhu şâd olsun.

15.06.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Kurtlar vadisi-gerçek



Trabzon’dan bir ihbar telefonu geliyor... Polis, İstanbul Ümraniye’de bir gecekonduyu basıyor.

Ne görüyor?

Bir cephanelik... Evin çatısında bir sandık içine gizlenmiş 27 el bombası, bomba yapımında kullanılan TNT kalıpları... Çok sayıda fünye ele geçiriliyor...

Ev sahibi kıskıvrak yakalanıyor ve ötüyor!

Bu bombaların Oktay Y.’ye ait olduğunu söylüyor.

Kim bu Oktay Y.?

Gazeteler yansıyan habere göre:

Özel Harp Dairesi’nden emekli... Daha doğrusu “malûlen emekli.”

Gözaltına alınan eski astsubay, bombaları Hasdal Kışlası çöplüğünden topladığını iddia etti.

Bombaların, Danıştay saldırısından önce Cumhuriyet gazetesine atılanlarla aynı marka olduğu belirleniyor.

Biraz daha eşelendiğinde Oktay Y’nin Kuva-yı Milliye Derneği İstanbul Şubesi Başkanı olduğunu öğreniyorsunuz.

Dahası; Ulusalcı eylemlerde hep ön planda...

Bir başka düğüm daha:

İşadamı Nesim Malki’yi öldürdüğü iddia edilen “zanlı” 12 yıl aradan sonra Bursa polisine teslim oluyor. Ama “ötmüyor.” Susma hakkını kullanıyor.

Size de ilginç gelmiyor mu?

Bu yazılanlar tıpkı “Kurtlar Vadisi” dizisi gibi.

Üstelik “gerçek.”

Yani, bu sahnelenen oyunlar “tamamen hayal ürünü” değil, düpedüz gerçek!

“Kurtlar Vadisi-Gerçek” yapımcılarını buradan tebrik ediyorum. Televizyondakini aratmıyor.

SİYASETÇİ TATLISES

YSK, Türkücü İbrahim Tatlıses’in “çifte adaylığını” iptal eder mi bilemem.

Tatlıses yıllardır içinde bir ukde taşıyordu... O da “meclise girme hayali”ydi ve bir “pürüz” çıkmazsa gerçekleşecek gibi.

Genç Parti Başkanı Cem Uzan’ın aday tanıtımında ona özel ilgi göstermesi boşuna değil.

Tatlıses’in adaylığına bir sözümüz yok. Her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak en tabiî hakkını kullanır ve adaylığını koyar.

Ancak:

Tatlıses’in geçmişine bakıldığında “özel hayatında” yaşadığı çalkantı... Türk halkının örf ve ananelerine uymuyor...

Devirdiği çam sayısının haddi hesabı yok. Tatlıses’in hayat tarzı “magazin”e malzemedir, gider. Şarkıcı olması hasebiyle, milletin ona olan teveccühü, sahnedeki Tatlıses’edir.

Peki, ünlü türkücünün yaşadığı bu hayat, siyasete ters gelmez mi? O “çalkantılı hayatı” siyasi çizgide ne kadar orantılı olabilir?

15.06.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Birlik olmazsa



“İhtilâfa düşmeyiniz; sonra cesaretiniz kırılır, kuvvetiniz de elden gider.”1

Kur’ân böyle uyarıyor bizleri. Birlik ve beraberlik, dayanışma içinde, tekvücut olmamanın, ayrılık ve gayrılıkların sonuçlarını özlü bir şekilde böyle anlatıyor. Mehmet Akif’in, “Sen ben desin efrat, aradan vahdeti kaldır, / Milletler için işte Kıyamet o zamandır.... / Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez, / Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez” dediği gibi yürekler toplu vurdukça onu toplar dahi sindiremezken, ayrılık ve gayrılıklar girdiği zaman kıyametler kopuyor.

“Önceden biz yüz daneli bir başaktık. O zaman oklarımız demir zırhları bile delip geçiyordu. Şimdi ise başaktaki daneler dağıldı. Oklarımız ise ipek elbiselere dahi işlemez hâle geldi” ifadeleri de önceden nice zaferler kazanmış, sonra da peş peşe mağlubiyetlere uğramış bir komutana ait.

Demek birlik ve beraberlik olmayıp herkes bir tarafa çekince kuvvet de bir işe yaramıyor. O zaman millet bayağı kesirlerin çarpımı gibi gittikçe küçülüyor, bozuluyor ve herkesi bir korku sarıyor, küçük bir kuvvetle yeniliyorlar.

Toplumda kutuplaşmalar başlamışsa tehlike çanları da çalmaya başlar. Buna ancak düşmanlar sevinir.

Asr-ı Saadette Medine-i Münevvere’de Evs ve Hazreç isimli iki kabile vardı. Aralarında Buas denilen yüzyılı aşkın savaşlar sürmüş, İslâm gelince düşmanlıklarını unutup kardeş olmuşlardı. Bir gün her iki kabilenin ileri gelenleri bir araya gelmiş, tatlı tatlı sohbet ediyorlardı. Bu durumu hazmedemeyen yaşlı bir düşman, bir genci, “Git, yanlarına otur. Onlara Buas gününü ve önceki muharebeleri hatırlat ve o günlerde söyledikleri şiirlerden bazılarını okuyuver” diye onlara gönderdi. Delikanlı denileni ustaca yaptı. Çok geçmeden Evs ve Hazreçliler münakaşaya ve birbirlerine kızmaya başladılar. İş kızıştı ve o dereceye vardı ki, iki taraf da, “İsterseniz bugün yine öyle bir gün yaşarız. İşte meydan!” demeye başladılar. Ortalık birdenbire alevlendi, kılıçlar çekildi, birbirlerine yürümeye kalktılar. Durum hemen Resûlullaha (asm) bildirildi. Sahabîleriyle birlikte hadise yerine gelen Hazreti Peygamber (a.s.m.), “Ey Müslümanlar, size ne oldu?” diye söze başladı ve şunları söyledi:

“Ben aranızdayken Câhiliye dâvâsı mı güdüyorsunuz? Allahu Teâlâ size İslâmı gösterip, küfürden kurtarıp, yardımıyla Câhiliyenin kökünü kesip kalblerinizi birleştirdikten sonra yine eski küfre mi dönüyorsunuz?”

Bu konuşmalar üzerine Evs ve Hazreçliler hatalarını ve oyuna geldiklerini anladılar, silâhlarını bırakıp gözyaşlarıyla birbirlerinin boynuna sarıldılar, helâllaştılar.

Buna benzer hâdiseler, nefis, şeytan ve düşmanlar bulundukça, her devirde devam edecektir. Uyanık olmak, düşmanın ekmeğine yağ sürmemek gerekiyor.

Dipnotlar:

1- Enfal Sûresi: 46.

15.06.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Ya hayır söyle, ya sus



Sami Bey: “Yalan söylemenin durumu nedir? Yalan söylemeyi meşrû kılan sebepler var mıdır? Varsa ölçümüz ne olmalıdır? Yalan söylemeyi kendine alışkanlık yapmış birisinin durumu nedir? İnsanlardan böyle kimseleri tesbit ettiğimizde nasıl davranmalıyız? Münafıklık ve yalan arasında ne gibi bir benzerlik vardır?”

Yalan söylemek kebâirdendir, yani büyük günahlardandır. Doğru söylemek ise, Allah’ın, insanoğluna Allah’a imandan hemen sonraki emridir. Söz Kur’ân’ın:

“İnsanları tevhide dâvet et ve sana emredildiği gibi dosdoğru ol.”1

Allah Resûlü de (asm) doğruluk ve yalancılık arasındaki büyük farkı bildirdiği bir hadisinde, yalan söylemeyi alışkanlık edinenler hakkında şöyle buyurur:

* “Doğruluk insanı Allah’ı razı edecek iyiliğe götürür, iyilik de cennete götürür. Kişi, doğru söyler ve doğru söyleye söyleye sonunda Allah katında sıddîk (doğru sözlü) diye kaydedilir. Yalan da kişiyi haddi aşmaya götürür. Haddi aşmak da ateşe götürür. Kişi yalan söyler ve yalan söyleye söyleye sonunda Allah katında yalancı diye kaydedilir.”2

Münafıklık ile yalan birbiri ile tanımlanabilen kavramlardır. Peygamber Efendimiz (asm) buyuruyor ki: “Münafığın alâmeti üçtür. Konuştuğunda yalan söyler. Vaad ettiğinde sözünde durmaz. Kendisine bir şey emanet edildiğinde hıyanet eder.”3

* “Kim ki yalan söylemeyi ve yalanla amel etmeyi bırakmazsa, Cenâb-ı Hak o kimsenin (oruç için) yemesini ve içmesini bırakmasına hiç kıymet vermez.”4

Bununla beraber, Allah Resûlünün (asm) bazı hadislerinde, bazı hayırlar söz konusu olduğunda yalana yakın ifadeler hakkında, ruhsata benzer bir yaklaşım görüyoruz: Ukbe kızı Ümmü Gülsüm’ün (ra) rivayetiyle Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur: “Halk arasını düzelten ve bunun için hayır kastıyla söz ulaştıran veya hayır için söyleyen, yalancı değildir.”5 Bu hadisin devamı mahiyetinde Müslim, Ümmü Gülsüm’den (ra) şu ziyadeyi rivayet eder: “İnsanların ileri geri konuşmalarından yalnız şu üç şeyin dışında yalana ruhsat verildiğini işitmedim. Bunlar: 1- Harp esnasında düşmana karşı, 2- Halk arasını ıslah için, 3- Karı-koca arasında aile dirlik ve düzenliği için.”6

Mutlak yalana cevaz verilmediğinden; mümkünse ruhsat verilen hususlarda da “tevriye” usûlünü aşmamak gerekir. Tevriye, edebiyatta, birkaç mânâsı olan bir kelimenin en uzak mânâsını kast etmek demektir. Bu sanatı kullanmak sûretiyle meselâ insanlar arasını ıslah etmek veya harp esnasında düşmanı oyalamak, ya da her hangi bir hayır gözetmek mümkünken, düpedüz yalan söylemek caiz değildir.

Meselâ iki kişinin arasını düzeltmek veya barıştırmak için; birine gidip, “O sana daima duâ ediyor” dense ve bununla ötekinin, “Ya Rab, bütün Müslümanları afv ü mağfiret eyle!” dediği kast olunsa; tevriye sanatı açısından yalan söylenmiş olmaz. Böylece adamın adavet ve husumet ateşini söndürmek ve kin ve garazını hafifletmek de mümkün olur. Veya harp esnasında düşman askerinin moralini bozmak ve gücünü zayıflatmak için, “Kralınız öldü!” denir ve bununla düşman askerinin eski krallarının öldüğü kast edilirse yine tevriye usûlü ile hem yalandan korunmuş, hem de düşman askeri zaafiyete uğratılmış olur. Yahut düşmana esir düşen birisinin, “Cephaneniz nerede?” sorusuna, “Bilmiyorum!” diye cevap vermesi de tevriye açısından doğrudur. Yani bardağın susuz kısmı gösterilip, “bardağın yarısı boştur” demektense, bardağın dolu yanını göstermek ve “bardakta yeterince su vardır” demek mümkündür. Bu şekilde yalan da söylenmiş olmaz.

Bu hususu, Sekizinci Söz’deki, bahçenin murdar şeylerine değil, gülüne ve meyvesine dikkat ederek saadetini bozmayan iyi kardeşin örnek tutumu ile ilişkilendirmek de mümkün. Halk arasında her zaman hoşumuza giden veya gitmeyen birçok olaylarla karşılaşırız. “Çirkin olanı ve dert vereni bırak, güzel olana ve huzur verene bak!” kaidesince amel ettiğimizde çirkin şeyleri âdeta yokmuş gibi sayarız ve pek fazla müteessir olmayız.7 İnsanların arasını ıslâh ederken, karı-koca arasını düzeltirken, harp esnasında veya her hangi bir hayır umulan meselede başvurmamızda sakınca olmayan tevriye san'atını “çirkin şeyleri görmemek, iyi şeylere bakmak; ya da eksileri görmemek, artılarla yetinmek” tarzında değerlendirmek ve uygulamak, bizi düpedüz yalana bulaşmaktan koruyacak ve doğruluktan ayırmayacaktır. Yoksa bu ruhsatlar, doğrudan yalan söylenebileceği mânâsında değildir.

Bediüzzaman Hazretleri bu zamanda sû-i istimallerin çok olması sebebiyle, maslahat için yalana asla fetva vermemekte; bunu, “Su-i istimale müsait bir bataklık” olarak nitelemektedir. Saîd Nursî’ye göre; ya doğru söylenmeli, ya da sükût edilmelidir. Her söylenilen doğru olmalı; fakat her doğruyu söylemek doğru değildir! Yalan söze fetva yoktur!8

Şüphesiz, her yalan söyleyen kimseye münafık diyemeyiz; fakat “yalancılık” sıfatının münafıklık sıfatı olduğunu bilmeliyiz. İnsanlardan yalan söyleyen kimseleri tesbit ettiğimizde, damarına dokundurmadan uyarmalı; eğer söz dinlemiyor ve yalan söylemeye devam ediyorsa kendini düzeltmesi için fırsat vermeli, üzerine fazla varmamalı ve gıyabında Allah’a duâ etmeliyiz.

Dipnotlar:

1- Şûrâ Sûresi, 42/15 2- Buhari, Edeb 69; Müslim, Birr 102, 103, (2606, 2607); Muvatta, Kelam 16, (2, 989); Ebu Davud, Edeb 88, (4989); Tirmizi, Birr 46, (1972) 3- Buhârî, 1/31 4- Buhârî, 6/902 5- Müslim, Birr, 101 6- Buhârî, 8/1156 7- Sözler, s. 41 8- Hutbe-i Şâmiye, s. 44

15.06.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

“Kardeşiz; fakat siyaset noktasında değil!”



II. Dünya Harbi’nin ardından demokrasi cephesi kazanıp, 1946 yılında çok partili hayata geçilir ve 1950’de DP, halkın ak zaferiyle iktidara gelir. Herkes serbestçe yazıyor, çiziyor, konuşuyordu. CHP’nin “sürü, güdülen, anlamayan” halkını, daha doğrusu “çarıklılarını” ve “köylülerini”, DP iktidara ortak etmişti.

“Din adına ortaya çıkmayı” esas alan “Siyasal İslâm” zihniyeti; Halk Partisi’nin “diktatörce” uygulamalarına ve DP’nin bu hürriyetçi anlayışına rağmen, ancak 22 sene sonra yayın hayatına başlayabilen Sebilürreşad diliyle, “Aralarında pek bir fark yok”1 iddiasını ortaya atarak kolları sıvar. 27 Ağustos 1951’de Cevat Rıfat Atilhan, İslâm Demokrat Partisi dilekçesini kurucular adına savcılığa verir. Ancak “Refah ve saadet güneşi Kur’ân’ı ele almakla doğacaktır. Partimiz mü’minlerle doludur, mü’minler birleşin” (Büyük Cihad gazetesi) gibi sloganları laikliğe aykırı bulunarak, altı aydan fazla yaşamasına müsaade edilmez, kapatılır.2

Sene 1965’ler. CHP zihniyeti ile Ahrar-Demokrat çizginin devamı olan AP arasında “diktatörlük-hürriyet” mücâdelesi kıyasıya sürmektedir. DP’nin demokrasi bayrağı ve başlattığı maddî-mânevî kalkınma hamlesini AP dalgalandırmaktadır. İstatistiklerin tesbitiyle, 1965-69 arası, Türkiye Cumhuriyeti, tarihinde maddî-mânevî en yüksek sıçramayı gösterir. Buna karşılık CHP hırçınlaşır; bürokrasi ve basını kışkırtır; AP’yi “irticaa” prim vermekle suçlamayı sürdürür. Sene 1966. Gelişmeler bir merhale daha katetmiş; tartışmalar Türkçe-Arapça ezandan, Arapça ezanın hoparlörle okunup-okunmamasına dayanmıştı.

Beynelmilel mihraklar da düğmeye basmıştır. Bu sıralarda, 1968 talebe hareketleri, anarşi tırmandırılır. “Allah’ı insanlar yaratmıştır!” diyen Yargıtay Başkanı İmran Öktem’in namazının kılınmamasından duygulanan hukukçuların Ankara’da yaptığı toplu yürüyüşe, zamanın Başbakanı Süleyman Demirel, “Türkiye’de ibâdet hürriyeti vardır” diyerek cenâze namazında çıkan hâdiseler üzerine İsmet İnönü’ye çatar.

Bu hengâmede Prof. Dr. Necmettin Erbakan, Türkiye Sanayi Odaları Birliği Dairesi Başkanlığı’na girer ve 1968’de başkan seçilir. Erbakan, masonik çevrelerin baskısıyla, başkanlıktan uzaklaştırılır. Danıştay, tekrar vazifesine iâde eder. Bu sefer polis zoru ile atılır. 1969 yılında, seçimlerde AP’den aday olmak üzere müracaatta bulunur. Ancak adaylığı, AP Genel Merkezi’nce, 19 Ağustos 1969’da reddedilir. Bu sefer MHP ve MP ile temaslarda bulunur, onlarla da anlaşamaması üzerine Konya’dan bağımsız olarak seçilir ve TBMM’ye girer.3

Kurulacak yeni parti çalışmaları için AP’li Sadettin Bilgiç’le 5 Aralık 1969’da görüşür ve “siyasette acemilik!” suçlamasına hedef olur. Bu gelişmeler üzerine, YTP’den Süleyman Arif Emre, MP’den Dr. Fehmi Cumalıoğlu’nun istifası ile MNP’yi (Millî Nizam Partisi) 26 Ocak 1970’de kurar. Partinin isim babası, Cumhuriyetten beri arzulayan ve Akif’e böyle bir partinin hasretini çektiğini dile getiren Eşref Edib’dir.4 Bediüzzaman, “Kırk seneden beri iman hizmetinde benim arkadaşım ve Sebilürreşad’da makale yazan ve şimdi vefat eden çok kıymetli kardeşlerimin mümessili ve hakikî İslâmiyet mücahidlerinden bir kardeşim; Nurun bir hâmisi; vefat etsem Nurcular içinde bulunmasıyla büyük bir teselli bulduğum zât” diye vasıflandırdığı Eşref Edib’in siyaset anlayışının, Risale-i Nur’a ters düştüğünü özellikle vurgular:

“Sebilürreşad, Doğu gibi mücahidler iman hakikatlerini ehl-i dalâletin tecavüzatından muhafazaya çalıştıkları için, ruh u canımızla onları takdir ve tahsin edip onlarla dostuz ve kardeşiz—fakat siyaset noktasında değil. Çünkü iman dersi için gelenlere tarafgirlik nazarıyla bakılmaz. Dost-düşman, derste fark etmez. Halbuki siyaset tarafgirliği, bu mânâyı zedeler, ihlâs kırılır. Onun içindir ki, Nurcular emsalsiz işkencelere ve sıkıntılara tahammül edip Nuru hiçbir şeye âlet etmediler. Siyaset topuzuna el atmadılar.”5

Dipnotlar:

1- Sebilürreşad, , Haziran 1949, c. 2, sayı: 50, s. 397.; 2- Sadık Albayrak, Türk Siyasi Hayatında MSP Olayı, İst. 1986. s. 24.; 3- Albayrak, s. 49.; 4- age.; 5- Sünûhat, Yeni Asya Neşriyat, s. 65.

15.06.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




Cevat ÇAKIR

Mukaddes temizlik emri



Şu dünya misafirhanesine gözünü açıp bakan herkes, yeryüzünün daima işleyen bir fabrikaya benzediğini görür. Bu daimî faaliyetten, yani bitki ve hayvan türlerinin doğup ölmelerinden dolayı çevresinde hakikî bir kir bulunmadığını fark eder.

En basit bir fabrikada ve iş yerinde bir hafta temizlik yapılmazsa artık ve döküntülerden o fabrikada durulmaz. Yeryüzünde gerek karada, gerekse denizlerde sürekli canlılar öldüğü halde kirlilik yoktur. Sonbahardaki bitki ve hayvancıkların ölüleri, bakteriler tarafından ufalanıp ortadan kaldırılmaktadır. Denizlerde ise ölen balıklar kan kokusunu çok uzaklardan hisseden diğer balıklar tarafından yenilip temizlenmektedir. Cenâb-ı Allah’ın Kuddüs ismi gereğince kâinatta mükemmel bir temizleme faaliyeti yürütülmektedir.

Bu mukaddes temizleme emri hücreden yıldızlara kadar her alanda cereyan etmektedir. Gökyüzünde ölen yıldızlar eğer atmosferde temizlenmeyip doğrudan dünyaya girseydiler düşen meteor taşlarından dolayı insanların dünyada yaşamaları mümkün olmazdı. Demek ki, mukaddes temizleme fiili semavât fezasında da işlemektedir. Düşünün ki, sert bir yağmur ve doluya dayanamayan insanoğlu, o gök taşlarına karşı ne yapabilirdi? Nereye kaçabilirdi? Meselâ Ay’ın kesitine baktığımızda onun yüzeyinin delik deşik olduğunu görürüz, çünkü orada atmosfer yok. İnsanın beşiği olan dünya ise atmosferle adeta bir yorgan gibi çevrilerek korunmuştur.

Mukaddes temizleme emrinin karada ve denizde de mükemmel bir şekilde işlediğini görüyoruz. Binlerce hayvan ve bitki türlerinin doğum ve ölümleri sürekli devam ettiği halde ne karada, ne de denizde hiç bir kirlilik görülmüyor. Karanın herhangi bir yerinde bir canlı öldüğü zaman karaların kartalları hemen devreye girip o ölü leşi parçalayıp hem kendileri yiyor, hem de temizlik yapmış oluyorlar. Kalan kısmı da kurtlar ve bakteriler ayrıştırıp tekrar toprağa bitkiler için enerji olarak bırakıyorlar. Kalan bir kısım parçacıkları da karıncalar (cenazeleri toplayan sıhhiye memurları) temizliyor. Bu çalışkan taifenin, sürekli kendi boylarından büyük ölmüş canlı hayvanların cenazelerini yerden topladıklarını herkes görmektedir. Ayaklar altında ezilme pahasına mukaddes temizleme emrini muntazaman yaparlar.

Besin zincirinde bir kesilme olmadan her varlık hem besleniyor, hem de temizleme fiilini yapmış oluyor. Böylece sistemde en küçük bir israfa da rastlanmıyor. Bu temizleme işinde bitkilerin de büyük görevi vardır. Havadaki zararlı gazların, bilhassa karbondioksitin temizlemede önemli rolleri vardır. Bitkiler, ortamdaki karbondioksiti alıp, fotosentez yoluyla havaya bol miktarda oksijen vermektedirler. Böylece yeryüzünün temizlenmesinde önemli rol oynarlar.

Kâinatın küçük bir misâli olan insan vücudunda da aynı temizleme işlemi sürmektedir. Nefes aldığımızda akciğerlerimize giren hava kanı temizler ve kirli hava dışarı çıkar. Ayrıca hücreler içerisinde de bu temizleme muâmelesi sürmektedir. İnsanda tahminen 100 trilyon hücre vardır. Bunun dörtte birini alyuvarlar oluşturmaktadır. Alyuvarların saniyede 2,5 milyon tanesi ölmektedir. Bu dakikada 150 milyon, 24 saatte ise 216 trilyon ediyor. Bu ölen alyuvarların temizlenmesi için de vücudumuzda bunları yiyecek hücreler yaratılmıştır. Böylece temizlik en küçük dairede de devam etmektedir. Hava bitkilerin döllenmesi ve bütün lisanları nakletmesinin yanında bir de toz ve toprağı siler, temizler. Yağmur da aynı şekilde yeryüzünün kirlenmiş yüzünü temizler. Böylece kâinattaki bütün sistemde hem iktisat, hem de temizlik hüküm sürer. Tâ ki, “beşerin bulaşık eli” karışıncaya kadar…

İşte bu bulaşık el dünya cennetini hem arkadaşı, hem hanedeki efradı olan diğer varlıklara, hem de kendisine dar etmiştir. İnsanoğlu, Kur’ân hakikatlerinden ve İslâmın prensiplerinden olan adalet, iktisat, nezafete uymamakla kâinatı bir derece bozmuştur. Ayrıca bu hareketiyle kâinatı kızdırmıştır. Bu kirli elin ulaştığı her yer bulaşmış ve kirlenmiştir. İnsanlık aşırı tüketimi, bir hayat biçimi olarak kabul etmiş durumdadır. Bunun sonucu olarak da kendi ürettiği çöp dağlarında boğulmaktadır. Denizi kirletmiş, kendisine sunulan balık nimetinin sayısını azaltmıştır. Şimdilerde bir kısmına uzaktan resimlerine bakabiliyor.

İnsanoğlunun dünyada yaptığı tahribi Rum Sûresi 41. âyet çok güzel bir şekilde izah etmektedir: “İnsanların kendi elleriyle işledikleri yüzünden, karada ve denizde fesat meydana çıktı ki, Allah, işlediklerinin bir kısmının cezasını onlara tattırsın. Olur ki dönerler.”

Evet, gerçekten de karada ve denizde fesat belirmiştir. İşte bu fesatlardan birisi günümüz insanının uykusunu kaçırmaktadır ki, o da küresel ısınma sebebiyle iklimlerin değişmesini çok açık bir şekilde görüyor ve yaşıyoruz. İnsan tahripte dağları aştığı için İlâhî dengeye yaptığı müdahalenin cezasını çekmektedir. Karada ormanlara saldıran insan, her dakikada yaklaşık 50 dekarlık yeşil alanı tahrip etmektedir. Bu durum hem diğer canlı varlıkların hayat alanlarını yok etmekte, hem de zararı bir şekilde insana dönmektedir. Tropikal orman alanlarından yaklaşık 250 hektarın tahrip edilmesi, 750 tür ağaç, bin 500 tür çeşitli bitki, 400 tür kuş, 125 tür memeli hayvan, 100 tür sürüngen, 60 tür su hayvanı, 150 tür kelebek ve çok sayıda böcek çeşidinin yok olmasına sebep olmaktadır.1

İnsanlık bugün çevreye yaptığı tahribat yüzünden kendi boğazını sıkmış vaziyettedir. İşte diz boyu israfa dalmış olması başını ağrıtıyor. İklim değişikliğinde en önemli etkenlerden birisi de fosil yakıtlarının (petrol, doğal gaz, kömür) israfla kullanılmasıdır. Sadece ABD, atmosfere 5 milyar 230 milyon ton karbondioksit atık bırakmaktadır. Bu da dünya kirliliğinin % 25’ini oluşturmaktır. Çin, % 14’lük, Rusya ve Japonya % 7’şerlik, Almanya % 4’lük oranda kirletici konumundadır.2

Denizdeki fesat ise çok daha vahim. Araştırmalara göre dünya genelinde bulunan su kaynaklarının % 43’ü kullanılamaz durumdadır. Ülkemizde Doğal Hayatı Koruma Derneği’nin verilerine göre 40 yıllık dönemde 1,3 milyon hektar sulak alan yok edilmiştir. Yeraltı sularındaki da aşırı tüketim oraları da bitirmiştir. Trakya’da 10 yıl önce 4 metreden çıkan suya, artık 250 metrede bile rastlanmıyor. Konya ovasında ise rakam 450 metre civarında. Evet, Kur’ân-ı Kerim’in ifadesiyle “Olur ki dönerler” durumundayız.

Şu anda ellerimizle işlediklerimizin cezasını tartıyoruz.

Dönmek elimizde, o da “Hakaik-i Kur’ânîyeden ve desatir-i İslâmiyeden olan adalet, iktisat, nezafete” imtisâl etmekle mümkündür. (Bizim Aile, Haziran-2007 sayısından alınmıştır)

Kaynakça:

1- a.a- Mutlu Mete

2- Prof. Dr. Alaattin Baysun

15.06.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Lübnan ve Irak bataklığı



Lübnan ve Irak, Ortadoğu’nun en büyük siyasî ve askerî bataklığı. Türkiye’nin Lübnan’a asker göndermesi esnasında itiraz edenler Lübnan’ın başka bir yere benzemediğini ve bataklık olduğunu söylüyorlardı. Aslında bu muterizler bataklıkta batan grupları temsil ediyorlardı.

Şüphesiz, Ortadoğu imparatorluklar bataklığıdır. Bazı devletlerin ve rejimlerin battığı nokta. İngilizler için böyle oldu ve sırada ABD var. Bununla birlikte bazı yerel rejimler ve ülkeler de aynı şekilde yanlış tavırlarının bedellerini batarak ödeyebilirler. Bu anlamda, Lübnan’ın bölge rejimleri için de bir bataklık olduğunu görüyoruz. Lübnan önce İsrail’in bataklığı oldu ve İsrail arkasına bakmadan buradan çıkmak zorunda kaldı. Hariri suikastının ardından da Suriye Lübnan’dan çıkmak zorunda kaldı veya bırakıldı. Ama gözü arkada kaldı.

Suriye, Lübnan bağlantısını kesmediği ve kesemediği için de burası Şam için bataklık olmaya devam ediyor. Bu itibarla, Suriye rejimi için en büyük tehlike Lübnan bataklığında batmaktır. Bunun emareleri görülmüştür. Hariri suikastının ardından uluslararası bir mahkemenin kuruluşu, iç kargaşa ve meclis oyunlarıyla engellenmeye çalışılmıştır. Suriye yanlıları mahkeme fikrini sabote etmek için ellerinden geleni yapmışlardır. Bununla birlikte, yine de tek yanlı olarak mahkeme faaliyete geçmiştir. Önünde bazı şartlar olsa bile uluslararası mahkeme Beşşar Esad’ı Hariri suikastı için ifade vermeye çağırabilir yani celb edebilir. Bunun için düğmeye basılmıştır. Bu süreç Suriye rejimini destabilize edecek yani batıracak bir süreçtir. İsrail şimdi ona ‘Benimle barış yap; seni kurtarayım’ diyor. Aslında manevra yapıyor.

Destabilize veya istikrarsızlık süreciyle karşı karşıya kalan Suriye de kimilerine göre Lübnan’ı destabilize etmeye çalışıyor. Hariri grubuyla Lübnan topraklarında hesaplaşıyor. En son Hariri grubundan milletvekili olan Velid Eido’nun öldürülmesi Şam’ın mahkemeye bir cevabı şeklinde değerlendiriliyor. Denklem karşılıklı olarak yıkmak ve yok etmek üzerine kurulmuş. Yani işin şakası yok.

***

Bu bağlamda Hariri Mahkemesi’nin faaliyete geçmesine paralel olarak Lübnan’da iki mühim olay yaşanmıştır. Bunlardan sonuncusu sözkonusu milletvekilinin öldürülmesidir. İlki ise, Fethülislam hadisesi ve bu grubun Lübnan ordusuyla çatışmasıdır. Herkes bu grubun hareketinin manipülatif yani yönlendirme bir hareket olduğunda hemfikir. Hariri yanlılarına göre bu hareketin gerisinde Şam ve Esad ailesinin damadı ve istihbarat şefi Asıf Şevket var. Amaç Lübnan’ı karıştırarak hem gözdağı vermek, hem de aleyhteki süreci sabote etmek. Buna mukabil, Şam yönetimine yakın kesimler de Hizbullah’ı dengelemek için Fethülislâm mensuplarını Lübnan’a çağıran adresin Saad Hariri olduğunu ileri sürüyorlar. Bununla birlikte, fiiliyatta Hariri ve grubunun iddialarının daha sıhhatli olduğu görülüyor. Hizbullah’ın Fethülislâm hareketine karşı operasyona karşı çıkması ile hükümetin operasyona destek vermesi tarafların Fethülislâm’a karşı fiilî yaklaşımını ortaya koyuyor. Evet, Ortadoğu’daki Lübnan bataklığı Suriye rejimini yutabilir ve süreç ona doğru ilerliyor.

***

İkinci bataklık ise Irak. ABD ve İran bu bataklıkta can çekişiyor. Her ne kadar işgalle birlikte bu iki ülkenin nüfuzu artmışsa dahi iki ülkeyi karşı karşıya getirmiştir. Ve şartların zorlamasıyla iki ülke geçici bir mütareke için bir masa etrafında buluşmuş olsalar da bu taktik bir buluşmadan öte değildir ve her an bir savaşa dönüşme ihtimali potansiyelini bünyesinde barındırmaktadır. Stratejik bir mahiyet kazanmadıkça iki ülkenin kapışması ve çarpışması kaçınılmaz. İdeolojik olarak bu muvasalayı temin etmek imkânsız. Irak bataklığına saplananlardan önce ABD safdışı kalacak. Ve İran Sünnî dünyayı ikna edemezse tarihte olduğu gibi Irak bataklığında batacak ve boğulacaktır. Irak’ta Sünnilerle Şiiler arasında kalıcı bir uzlaşma temin edilemezse Irak bataklığının Suriye-Lübnan paralelinde olduğu gibi sonunda; orta vadede İran rejimini yutabileceği öngörüleblir bir hakikattır. İran’ın Irak’ı kontrol etmesi mümkün değil ve bundan dolayı eninde sonunda Irak yeniden İran’a yönelik olarak bir saldırı üssü olacaktır. Arapların deyimiyle yama yamacı için büyük gelecektir. Ve Irak’a Amerikan işgaliyle birlikte Sünnî dünyada İran’ın inandırıcılığını yetirmesi, rejimi üzerine kuvvetli bir baskı oluşturacaktır. Nükleer alandaki ihtirası da bu bölgesel rekabeti kızıştıracaktır. Bu zaviyeden bakıldığında çok kısa bir zaman içinde İran’ın tarih boyunca yaşadığı en büyük tehlikeyle karşı karşıya bulunduğunu söylemek kehanet olmasa gerek. Dolayısıyla İran-Irak bağlantısı ile Suriye-Lübnan bağlantısı, bataklık dikkate alındığında iki rejimi de boğulmaya sürükleme istidadına sahiptir.

2003’ten itibaren Türkiye-ABD ilişkilerinde olduğu gibi Suriye-ABD ilişkilerindeki objektif şartların değişmesi bu durdurulamaz süreci tetiklemiştir. İran ile ABD’nin Bağdat buluşması bu süreci geriye götüremeyecektir.

15.06.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Derin hesaplar



Meclisin, cumhurbaşkanı seçimi çıkmaza girdikten sonra mecburen aldığı 22 Temmuz’da seçim kararına rağmen, o tarihte seçimin yapılıp yapılamayacağı noktasında dahi hâlâ tereddütler vardı. Terördeki tırmanışın sürmesi, ardı arkası gelmeyen şehit cenazeleri, Kuzey Irak operasyonuna yönelik baskıların sistemli bir şekilde arttırılması, bunun en önemli sebebiydi.

Başbakanın son beyanları ve terör zirvesinden sonra yayınlanan bildiri, bu yöndeki spekülasyonların önünü şimdilik kesmiş görünüyor.

Ama belirsizliğin daha kesin bir şekilde ortadan kaldırılmasına katkıda bulunmak açısından, partilerin seçim tarihinin ertelenmesine karşı çıkan bir ortak tavırda buluşmaları isabetli olur.

Aslında bu işin öncülüğünü Sezer’in yapması gerekir. Ama benzeri birçok kritik durumda olduğu gibi, bu konuda da suskun ve hareketsiz.

Dahası, Kuzey Irak operasyonunun Sezer'in emriyle yaptırılacağına dair iddialar uçuruluyor!

Bunların uçuk senaryolar olmaktan öte bir anlam taşımaması temennîmizi dile getirdikten sonra, seçimle ilgili olarak yapılan ve ucundan kıyısından seslendirilmeye başlanan bazı “derin hesaplar”a geçersek... Meselâ deniliyor ki:

“Siyasette herşey yeniden dizayn ediliyor. Son yıllarda yükselen ulusalcı dalga iktidara taşınmalı. AB ve ABD aleyhtarı dalganın gazı alınmalı. Kuzey Irak ve Kürt meselesi gibi sorunları, ancak devleti kuranlar çözebilir.

“Devletin üç önemli merkezinin AKP’ye geçme ihtimali kurumları rahatsız etti. AKP yüzde 40’la geri dönse ne olur? Bu kilitlenme aşılmalı. Türkiye’nin bir süre rahatlaması için nöbet değişimi olmalı. Gerilim azaltılmalı. Taşlar yerine oturmalı...” (Nakleden: Mahmut Övür, Sabah, 10.6.07)

Yakında başlayacak terörü kınama mitinglerini de bu sürecin bir parçası olarak niteleyen bu değerlendirmenin “derin ses”li sahibi, şu anda çok önde görünen AKP’nin frene basacağını öne sürerken “DP projesinin çökmesi CHP ve MHP’yi güçlendirecek” iddiasında bulunuyor.

Bu iddialar, Ankara’nın derin mahfillerinde nasıl bir oyun planı kurulduğunu ele veriyor.

Ve cumhurbaşkanlığının AKP’ye “kaptırılmaması” ile başlayan sürecin ileriki aşamalarında hangi hedeflerin öngörüldüğünü açığa vuruyor.

Bu sürecin şimdiye kadarki serencamında yaşananları hep birlikte izledik. Siyasetin büyük ölçüde, halkın ise tümüyle devredışı kaldığı bir işleyişle bugünkü noktaya geldik. Eğer zamanında yapılırsa seçime kadar da böyle gidecek.

Seçime kadarki süreçte, iddia edildiği gibi AKP kendisi frene basar mı? Basmazsa dışarıdan başka fren mekanizmaları devreye girebilir mi?

Peki, Kuzey Irak-Kürt sorunlarını ancak devleti kuranların çözebileceği iddiası neyin nesi? Bu sorunların asıl sebebi onların zihniyeti değil mi?

Yapılan hesapların en önemli hedefi, ulusalcı dalgayı iktidara taşımak adına CHP-MHP ikilisini güçlendirme projesiyle ifadesini buluyor.

Bu köşenin dikkatli okurları, söz konusu projenin aylar öncesinden nazarlara sunulduğunu herhalde hatırlayacaklardır. (Bkz. 20.10.06 tarihli ve “CHP-MHP tezgâhı” başlıklı yazımız.)

Oysa Türkiye’yi AKP-CHP kıskacından kurtarmak ne kadar gerekliyse, CHP-MHP tezgâhına düşürmemek de en az o derece önemli.

15.06.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Biri yer biri bakarsa, terör bitmez



Terör olaylarının, dünya ve Türkiye gündemini meşgul ettiği hepimizin malûmu. Dünya ülkeleri; teröre karşı alınabilecek tedbirleri görüşmek için neredeyse her ay, her hafta sempozyumlar, konferanslar ve toplantılar düzenliyor. Bu cümleden olarak, Türkiye’de de çeşitli terör konferansları düzenleniyor.

Bu konferanslardan biri de İstanbul’da yapılıyor. Konferansa, Türkiye’nin yanı sıra 97 ülkeden içişleri bakanları, emniyet genel müdürleri, başkent emniyet müdürleri, uluslararası kuruluşların yöneticileri, akademisyenler ve güvenlik alanında uzmanlardan oluşan binin üzerinde davetli katılmış.

Konferansta, ‘’Demokrasi ve polislik kavramlarına karşılaştırmalı bakış’’, ‘’Terörizm: Küresel bir problem’’, ‘’Güvenlik örgütlerinde güncel konular’’, ‘’Suç kavramı üzerinde yeni yaklaşımlar’’ ve ‘’Yirmibirinci yüzyılda demokrasi ve yeni yönetim yaklaşımları’’ gibi konular ele alınıyor.

(AA, 14 Haziran 2007)

Ülkemizde ve dünyanın diğer ülkelerinde düzenlenen bu ve benzeri konferanslarda, terörle başa çıkmak için elbette makul ‘çare’ler de sunuluyor. Ancak doğru teşhisin konulabildiği noktasında şüpheliyiz. Bunca kongre, konferans ve toplantı düzenlendiği halde, hâlâ terör hadiseleri artarak devam ediyorsa, ‘kalıcı çare bulundu’ diyebilir miyiz?

Hepimizin bildiği bir atasözümüz var: “Biri yer, biri bakar; kıyamet ondan kopar!” Hadiselerin doğruladığı bu tesbiti, terör konusunda da ‘ölçü’ olarak uygulabiliriz. Biri yer, biri bakarsa; terör bitmez!

İnsanların ‘biri’nin yemesi ve ‘diğeri’nin bakması; ancak hak, hukuk ve adaletin olmadığı yerlerde, ülkelerde olabilir. Hangi adil, yönetimi şeffaf, hür ve demokrat ülkede biri yerken, öteki bakmak durumunda kalır? “Dünyanın en zengin ülkelerinde de biri yerken diğeri bakıyor” itirazında bulunanlar olabilir. Ama bu konuda ölçü, ‘en zengin’ ülkelerin yanlış uygulamaları değil. Prensip olarak ‘biri’ yer ve ‘öteki’ler bakmak durumunda kalırsa, o ülke gerçek anlamda hür, demokrat ve ‘zengin’ ülke değildir.

Hele Türkiye gibi bir “İslâm ülkesi”nde “komşusu açken tok yatanlar” olabilir mi? Olması yanlış değil mi? Buradaki komşuluk, komşunun derdiyle dertlenmek, sadece ekonomik anlamdaki ‘ortak’lık olmasa gerek. Komşumuz ‘terör’den muzdaripse biz nasıl rahat olabiliriz? Komşu evinde, ilinde, ilçesinde kalkan ‘şehit cenazesi’ varken, evlerimizde, mahallelerimizde, illerimizde, zevk-ü sefa sürebilir miyiz? Sürmeyiz ve süremeyiz...

Terörün; daha hür, daha demokrat, daha şeffaf bir yönetimle önlenebileceğini idrak etmeliyiz. Aksi yöndeki ‘çare’ler kulağa hoş gelse ve bir dönem için uygulayıcılara puan kazandırsa bile, uzun dönemde terörü tetiklemiş oluyor. “Rüzgâr eken fırtına biçer” misâli, “terörün kökünü kazıyoruz” diyenlerin sebep oldukları yanlışlara bütün dünya şahit.

Ateşe körükle yaklaşma yanlışından vazgeçip, ıslâh ve eğitim çalışmalarına ağırlık verilsin. Halk nezdinde destek bulamayan ‘terör’ hareketlerinin hedefine ulaşamayacağını bilerek bunu temine çalışalım. Terörün kökü ancak bu şekilde kurutulabilir...

15.06.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004