Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 30 Haziran 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


S. Bahattin YAŞAR

Mümkünün en güzeli: İnsan



Yaz mevsimi, haz mevsimi olsun

Yaz mevsimine rehavet mevsimi derler. Ben bu tanımlamayı kabul etmiyorum. Yaz mevsimi -maddî ve manevî- hasat mevsimidir. En güzel hizmetlerin, tanışmaların, gezip görmelerin ve yıl boyu belirli bir işe takılıp kalan insanların biraz olsun, ortam, mekân, insan manzaraları... değiştirmelerinin yapıldığı mevsimdir dense daha doğrudur. Yani birileri mevsimi değerlendiremiyorsa, buna mevsim ne yapsın.

Nitekim pek çok önemli çalışmalara imza atmış insanın, özellikle değerlendirdiği mevsimlerden birisidir yaz mevsimi. Ama belli bir ideali, belli bir gündemi bulunmayan, bir şeyler yapmak istemeyen insanlar için her mevsim, içinde pek çok bahaneler taşımaktadır. Yazın sıcak, kışın soğuk, ilkbahar çarpıyor, sonbahar içinde hüzün taşıyor...falan falan.

Mevsimde bahane arayanların, aradığı mevsim de yok zaten.

Yaz yazlığını, kış kışlığını yapsın diye duâ edilir. Her mevsim yerli yerinde güzel ve anlamlı. Bahaneleri kaldırıp bir tarafa, her mevsimin güzel penceresinden bakıp, şu kısacak dünya hayatına bir şeyler katabilmek için çalışmalı insan. Geldik, gidiyoruz... Gitmeyen var mı? Ebedi güzellikleri olan mevsimler bizi bekliyor. Buranın yazını da, kışını da, baharını da hizmete vesile kılmalı.

Bu yaz için bir uygulama projesi

Proje şu; bu yaz, yeni karşılaştığımız; akraba, arkadaş, hemşehri, komşu... en az on kişiye, içinde olduğumuz hakikatleri anlatalım. İmandan, Kur’ân’dan, Resulullah’tan bahsedelim onlara. Ve onları, Kur’ân hakikatleri olan Risâle-i Nur’la tanıştıralım. Birlikte okuyalım, ders yapalım, derse dâvet yapalım ve devamlılığı için dua edelim. Göreceksiniz, emeğimiz ölçüsünde, sonuç da olacaktır.

Var mısınız? Ben varım... Sonra da o on kişi ile aramızda geçen hatıraları, nasıl başladığını, nasıl geliştiğini birbirimize anlatalım. Göreceksiniz böyle bir amaçla, böyle bir gündemle yapılan geziler, ziyaretler, görüşmeler, konuşmalar, yemeler, içmeler hepsi tadına doyum olmayan hatıralar oluşturacak. Belki de bir iman kardeşi daha kazanmanın hazzını içimizde hissedeceğiz. Ya da imanı zayıflamış bir kardeşimizle yapacağımız kısa sohbet, onun da bizim de imanımızın terakki etmesine vesile olacaktır.

Biz sonuca bakmayalım, adım atalım, sonuç zaten ‘hayır’ olacaktır.

Ben bu günden itibaren başlıyorum. Haydin hayırlısı bakalım...

Anlama Konferansları muhteşem

“Hizmetin mevsimi mi olurmuş” diyenler için, yaz, kış fark etmiyor. Çalışan için her mevsim en uygun mevsimdir.

Bakın işte, 24 Haziran 2007 tarihinde, Şanlıurfa Hotel El-Ruha’da, yine muhteşem bir Risâle-i Nur faaliyeti gerçekleştirildi.

Hizmetlerini, çalışmalarını maddî ve manevî, içtimaî, siyasî mevsimlere göre düşünmeyen bir ekip, Türkiye’nin hemen her şehrinin çok özenle izlemesi gereken bir çalışmaya imza atmışlar.

Risâle-i Nur’u Anlama Konferansları adındaki faaliyet, ‘Varlıklar Âleminde İnsan’ı tahlil ediyor. Henüz daha ikincisi gerçekleştirilen program, Türkiye sınırlarını da aşacağa benziyor. İlgilileri gerçekten tebrik etmeden geçemeyeceğim. Bu yazıyı bir bütün olarak bu faaliyete ayırmaya niyetlenmişken, yine bakın mevsim karşımıza çıktı.

Bu kahramanları alkışlayalım ve duâlar edelim!

Mevsim yaz, yer Şanlıurfa, sıcaklık dışarıda 40-50 derecelerde ve ben izlediğim programla ciddî bir serinlik içerisindeyim. Çünkü yapılan faaliyet çağın gereklerine uygun teknik donanım ve yılların getirisi olan bir birikimi içinde taşıyor. Tabii beş yıldızlı otelde icra edilen program, maddî ve manevî bir serinlik getiriyor insana. Bu faaliyetler sadece bir insanda ve sadece bir imanî meselenin bile inkişafına vesile olacaksa, bütün bu çabalara ve bütün bu harcamalara değer. Ki konuşmacıları en fazla memnun eden hususlardan birisinin, dinleyicilerin konuya katılımları ve konuyla ilgili sordukları sorulardaki nitelik olması, bu amacın gerçekleştiğini gösteriyor.

Nur okulu faaliyetlerini sürdürüyor. Öğrencileri derslerine çalışıp, dinleyenler huzurunda paylaşıyorlar. Bu okulun en farklı özelliği de, ders anlatan hocalarının da birer öğrenci olmalarıdır. Bu tefekkür dersini mutlaka dinleyin...

Ben, Prof. Dr. Gürbüz Aksoy’u, Prof. Dr. Orhan Ayyıldız’ı, Prof. Dr. Mehmet Aybak’ı ve bu faaliyetin gerçekleşmesi sırasında emeği geçen diğer kahramanları ayrı ayrı alkışlamak istiyorum. Ve onlara, ‘Allah gücünüze güç katsın’ diyorum.

Şahs-ı manevinin güçlü çalışan organlara ihtiyacı var.

Konferanstan notlar!

* Mümkünün en güzeli: İnsan.

* İnsanın yaratılış serüvenini izleyince, insanın kendisine bakışı değişiyor.

* Bilgisi arttıkça hayreti artar insanın.

* İnsanın maddî kimliği kadar, manevî kimliği de önemli.

* Bütün fakülteler ve ana bilim dalları, insandaki san’atları okuyor.

* İnsanlar; misyonları ve vizyonları olan varlıklardır.

* İnsan, taşıdığı duygularıyla insandır.

* Bir tek insanda Allah’ın bin bir isimleri tecelli ediyor.

* Mahlûkatta, küçük de büyük kadar san’atlıdır.

*Yaza uygun, ‘hizmet haberleri’ bekliyoruz...

* Kim, kiminle tanıştı, ne konuştu, sonra ne oldu?

*İnsan yapabildiği faaliyeti kadar insandır. Siz adım atın, göreceksiniz yaptıklarınıza ve daha yapabileceklerinize siz de şaşıracaksınız. Denemeye değer.

* İşte gerçek gündem bu...

30.06.2007

E-Posta: [email protected]




Habib FİDAN

Kitle(sel)leşmek üzerine düşünceler...



Bence bugünlerde hemen herkesin incelemesi ve üzerinde dikkatle durması gereken kitaplardan birisi de Gustave Le Bon’un Kitleler Psikolojisi kitabıdır. Hele günümüzde sloganik edebiyatın had safhada olduğu bir ortamda, şuursuzca kalabalıklaştırılma amacı güden organizasyonlara âlet olmamak için incelenmesi daha bir önem taşıyor. Çünkü yazarın deyimiyle, kitlelerin şuursuz hareketlerinin fertlerin şuurlu faaliyetleri yerine geçmesi, çağımızın başlıca vasıflarından olduğu gibi, aynı zamanda önemli hastalıklarındandır.

Son dönemde çeşitli sebeplerden dolayı yapılan mitingler, protestolar ve hele seçim sürecinde olduğumuz bugünlerde yeni ve muğlak anlamlara bürünerek boy gösteren kelimelerle karşılaşınca, aslında muhakeme ve muhasebenin pek olmadığı, sadece ve sadece gelişigüzel duyguların etkisiyle bir araya gelen insanların kitle(sel)leştirildiği bir tablonun varlığını tesbit etmemek mümkün değil. “Olacak, yapacağız, kazanacağız, başaracağız” gibi “-cak”lı “-cek”li söylemlerin coşturduğu fertlerin nasıl da kitle(sel)leştirildiği ortada değil mi? Nitekim Le Bon da kalabalık, yahut yığın olarak ele aldığı kitleyi; milliyetleri, meslekleri, cinsiyetleri ve kendilerini bir araya getiren neden ne olursa olsun, bir şekilde rastgele bir araya gelmiş topluluk şeklinde değerlendirir. Hâl böyle olunca, şuurlu kişiliğin silindiği, duygu ve düşüncelerin, ne olursa olsun, istenen istikamete topyekûn yönlendirildiği sağlıksız bir durum ortaya çıkar.

Le Bon bunu “Kitlelerdeki Zihniyetin Tekleşmesi Kanunu” diye vasıflandırır. Çünkü kişi kendini kitlesel ortama kaptırdığı ya da uydurduğu zaman, bireysel bilinç denen aklî muhakeme ve buna dayanan kişilik özellikleri, inandığı değerleri silinir, yerine bir nevî bilinçaltı vasıfların yönettiği kolektif şuurun istediği düşüncelerin hâkim olmaya başladığı hâl ve hareketler gelir. Bu da sonucu hiç de sağlıklı olmayan tercihlerin ortaya çıkmasına zemin hazırlar.

Le Bon, daha ötesine giderek, bireyde kitlesel düşünce hâkim olduğu zaman nasıl bir yıkımın meydana gelebileceğini şöyle özetler: “Kitle içinde bulunan fert, sadece çokluğun verdiği bir duygu ile tek başına olduğu vakit frenleyebileceği içgüdülerine kendisini terk etmek suretiyle yenilmez bir kudret kazanır. Kitleler isimsiz (tanımsız ya da anonim) ve dolayısıyla mesuliyetsiz oldukları için, fertleri daima her yerde zapt edici rol oynayan kendi mesuliyet hislerinden tamamen uzaklaştırırlar ve onları içgüdülerine daha kolayca teslim ederler.” Buna kolay tahrik olmak, aşırı kızgınlıklar, aklî muhakemesizlik, hüküm verme ve eleştirme yeteneksizliğinin getirdiği eksiklik, duygularda abartıya kaçmalar gibi kitleye has başka özellikler de eklenebilir.

Kitle(sel)leşmiş insan yığınının uyutulan bilince benzetilmesi de bu noktada önemlidir. Zira yazara göre, bilinci uyutulan fert, kişiliğini kaybettiren yöneticinin bütün telkinlerine itaat etmek suretiyle dayandığı bütün değerlere zıt hareketler sergileyebilmekte. Çünkü artık kelimelerin anlamı değil, tam yerinde uyandırdıkları etki yahut hayaller önemli olmaya başlamıştır. O hâlde denebilir ki: “Kitle içindeki fert, rüzgârın istediği gibi kaldırdığı kum taneleri arasında bir tek kum tanesidir (Le Bon)”.

Önümüzdeki seçim sürecinde dikkatle değerlendirilmesi gereken bu düşünceler, aslında bize kitle mantığıyla hareket etmememiz gerektiğini ifade eder. Kitle psikolojisi ile hareket etmek yerine; sağlıklı, dengeli, mantıklı ve en önemlisi hayatımızı üzerine kurduğumuz değerler çerçevesinde hareket etmek gerekir. Unutmamak gerekir ki, kitlesel düşüncede oluşun ilk belirtilerinden olan sloganik kelimelere dayanan söylemlerin peşinde sürüklenmek; mübalağaların ördüğü ağlara takılmayı, tekrar tekrar dile getirilen ispatsız iddialarla kandırılmayı ve belki de en önemlisi, hemen hiçbir şeyi kesinlikle aklî muhakeme süzgecinden geçirmemeyi beraberinde getirir.

Ne diyelim; seçim sizin, yahut sizin seçiminiz…

30.06.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Bir medya itirafnamesi



Bir gazeteci yazar, “medyanın kendini toplaması için kısa süresi var” diyor.

Aksi takdirde?

“Aksi takdirde toplum kendi medyasını kuracaktır. Kuruyor da zaten.”

Örnek olarak interneti gösteriyor:

“Bakın internete, inanılmaz güzellikte yazılar, fotoğraflar yayınlanıyor.”

Tekrar ediyor:

“Toplumun bu medyayı reddetmesi çok yakındır.”

“Bu medyayı” dediği bünyede, kendisi de kalem oynatıyor.

Yazar Bekir Coşkun’dan bahsediyoruz.

Röportaj verdiği dergi ise müstehcen bir dergi (Esquire).

Yani “reddedilecek” mevkutelerden bir tanesi.

“Yazmayı bıraktıracak bir sebep” var mıdır sorusuna:

“Evet vardır. Bu son günlerde bunu ciddî olarak düşünüyorum. Türkiye’de bizim artık yazı yazmamamız gerektiğini düşünüyorum. Bizim derken? Benim kuşağımın, şu an medyayı yöneten irili ufaklı editörlerin, genel yayın yönetmenlerinin, yazarlarının, tümümüzün aslında bir kenara çekilip gitmemiz gerektiğini düşünüyorum.”

İsabet. Sorulması gereken bir soru şu:

Peki sizi orada tutan “güç” nedir?

Coşkun’un tesbitlerini aktarmaya devam edelim:

“Yıllardır yaptığımız hata yüzünden Türkiye bugün bu durumdadır. Bunda medyanın kabahati büyüktür. Payı yüzde ellinin üzerindedir. Herkes siyasetçileri suçlu gibi görür ama büyük oranda suçlu medyadır. Çünkü siyasetin bu hale gelmesinin nedenidir Türk medyası.”

“Türkiye’nin bu hale gelmesinin nedenidir. Biz kendi toplumumuza ihanet ettik.... Bir zamanlar vazgeçilmez olan Turgut Özal için sonradan tam tersini yazan da biziz... O açıdan söylüyorum. Bugünlerde çok sıkıntısını çekiyorum ve üzülüyorum. Aklıma geliyor bazen, in aşağı merdivenlere otur orada bir basın toplantısı yap, diyorum. Niye bıraktığını anlat ve çek git.”

“Ben kendimi asla ayırt etmem. Ben bu medyanın parçasıyım. Türkiye’nin en büyük gazetesinde yazıyorum. Çarkın dişlilerinden biriyim. Ben kalayım, siz gidin demem gerekirdi yoksa. Onun için ben gideyim diyorum. Kendimi suçlu gibi görmesem siz gidin ben oturmaya devam edeyim derdim.”

“Biz Hürriyet’te yazıyoruz işte. Ben, Emin Çölaşan, Tufan Türenç, Oktay Ekşi var. Türk medyasındaki en sert, en eleştiri dozu yüksek, hatta zaman zaman suç sınırına varacak yazıları yazanlar bizleriz.”

“Gazetedeki her şey aslında pazarlama taktiğidir. Bu patronla, o işe parayı yatıranla, sermayeyle ilgili bir konudur. O para kazanmak istemektedir ve bu çok doğaldır. Bu acıdır ama doğaldır.”

Coşkun’a soruyor muhabir:

“Siz dindar mısınız?”

Cevap:

“...Ben dinin gerçekten yüce bir duygu olduğunu düşünüyorum ve bu duygunun ortada kullanılmasına son derece karşıyım. Diyelim ki ben o anda içimden geldi, Allah’a yalvaracağım; birileri varsa onu gizli yapmaya çalışırım. Ortalıkta gözükmesin diye. Bunun da bilincindeyim. Ben iki yerde yazsam, dini ve o duyguyu kullanarak; okuyucunun çok artacağına inanırım ama bunu asla yapmam. Yapanlara kızdığım için de yapmam. Şimdiye kadar köşemde bir kez bile “Ben inançlıyım, ben Allah’a inanırım” demedim, asla bunlardan söz etmedim. Ama samimî sorduğunuz için, evet inançlı bir insanım. Duâlarım vardır, yalvarışım vardır, yakarışım vardır ve sığınırım.”

Coşkun’un medya ile ilgili eleştirilerini biz yıllardır yazıyoruz. Bu çarpıklıkları tekrar aktarsak, ciltler dolusu kitap tutar.

Eh, Coşkun’un bu konudaki değerlendirmesinin yorumunu siz değerli okuyucuya bırakıyoruz.

30.06.2007

E-Posta: [email protected]




Zafer AKGÜL

Dehşet bir cehalet!



Milliyet gazetesinin dünkü nüshasında dehşet bir haber vardı.”İlköğretim öğrencisine Said Nursî sözlü”sü...”Bu dehşetengiz haberin tüyler ürpertici(!) içeriğine” bakalım önce. “Isparta Ülkü İlköğretimokulu Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersleri öğretmeni Hasan Çelik, 8. sınıflarda iki sayfalık Said Nursî’den seçtiği sözlerden öğrencileri sözlü yapmış.” Burası dehşetin birinci bölümü. Giriş bölümü yani.

Gelişme bölümünde Isparta ADD Şube Başkanı Mahmut Özyürek devreye giriyor. “Velilerin şikâyeti üzerine Millî Eğitim Bakanlığına, Genelkurmay Başkanlığına ve İl Jandarma Komutanlığına ve valiliğe suç duyurusunda bulunduklarını ifade etti.”

Sanırsınız ki, çöplükte el bombaları bulunmuş da sayın ADD Isparta Başkanı, bakanlık yetmemiş gibi, tâ Ankaralara, Genelkurmay Başkanlığına, yetmemiş İl Jandarma Komutanlığına, o da yetmemiş valiliğe başvuruda bulunmuş. Dehşetin bu derecesine rast gelirseniz, tabiî ki her makama başvuracaksınız! YÖK, Yargıtay, Anayasa Mahkemesi de acaba sırada mıdır, bilmiyorum. Bu gayretkeşlik karşısında gözlerimiz yaşardı. Ama ağlamaktan değil, esefle gülmekten...

Gelelim sonuç bölümüne, haberde sözkonusu edilen Said Nursî’nin vecizelerinden seçilen üç örneğe. Sırayla yazıyorum aziz okuyucularım.1. Gözlerin zinası bakmaktır. Bu sözün anlamı göz zinası harama bakmakla olur, başkalarının ayıp ve mahrem yerlerine şehvetle bakmanın gözle yapılan zina olduğu hususu ifade ediliyor.

2- Cennet kılıçların gölgesi altındadır. Bu da vatan için savaşmanın ve bu uğurda ölmenin mükâfatının cennet olduğunu belirten bir söz. 3- Çok gülmek kalbi öldürür. Çok gülmenin, her mesele karşısında laubali olup, kahkahalarla meseleye mizahî açıdan bakmanın, insandaki manevî kalbi katılaştıracağını, duygu ve hissiyat yönünden insanı kabalaştıracağını, ruh inceleğini kaybettireceğini, kısaca diğergâmlığı eksilteceğini ifade eden bir söz.

Şimdi işin en ilginç bölümü burada başlıyor. Yani dehşet sahnesi, işte tam da burada cereyan ediyor. Niçin mi aziz okuyucularım, çünkü bu sözler Said Nursî’nin sözleri değil, yani vecize değil, Hz. Peygamber Efendimizin sözleri, yani hadis-i şerifleridir. Milliyet de, ADD Başkanı da hadis-i şerif nedir ya bilmiyor, ya da saptırıyorlar. Bilmiyorlarsa bir ayıp, saptırıyorlarsa ikinci bir ayıp. Bu çağda bu kadar bilgisizce bir meselenin üzerine gidilir mi?

Bir başka husus, bu hadislerin neresinin yanlış olduğu. Varsayın ki, Said Nursî söylemiş olsun. 1. sıradaki hadisin mânâ-yı muhalifi olan başkalarının namusuna, mahrem yerlerine şehvetle bakmak tavsiye edilir bir şey midir?

2. sıradaki hadisin mânâ-yı muhalifi, vatana, millete saldırı varsa, savaş varsa, bir insan vatanını savunmayacak mı?

“Ölürsem şehit, kalırsam gazi” inancıyla yedi düvele karşı çıkmış ecdadımızın cennete gitmesini istemiyor muyuz? Cennete lâyık değiller mi? Bu gün vatan savunmasında elindeki silâhlarla düşmana saldıracak olan Mehmetçiği, bu hadis-i şerif, bu uğurda ölürse cennetle müjdelemiş olmuyor mu? 3. hadis, aşırı gülmenin, kalbi öldürmesinden bahsediyor. Lâtife ve şakaların ölçüsünü belirtiyor. Yemekte tuz gibi meselâ. Ama siz her şeye kahkahalarla gülüp geçerseniz, sizi görenlerin, duyanların en azından psişik bir vakayla karşı karşıya oldukları zehabına kapılmasına yol açmaz mısınız? Sözgelimi, bir şehit cenazesinde kahkahalarla gülün bakalım. Nasıl anlaşılırsınız? Uzatmayalım, her şeyin aşırısının zararlı olduğu hadis-i şerifi çerçevesinde kalbin de aklın da makul saydığı bir ilkedir bu.

30.06.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Erdoğan nereye?



Erdoğan’ın “Türkiye’de Atatürk’ten sonra lider gelmedi, ikinci lider sizsiniz” diye bağıran kişiye verdiği cevapta, “Modernleşmede en büyük liderimiz Atatürk’tür. Onu aşmanın değil, örnek almanın gayreti içindeyiz” demesi, son derece enteresan ve düşündürücü.

Aynı konuda daha önceki beyanlarında, Atatürk’e benzetilmekten ve onunla kıyaslanmaktan onur ve gurur duyduğunu söylemişti!

Erdoğan’ın yine son gezisinde söylediği sözlerden biri de şuydu: “Demokrasi de, din de araçtır. Amaç insanların mutluluğudur...”

Aslında Erdoğan bunu yeni söylüyor değil. Daha AKP’yi kurmadan, “yeni oluşum” adıyla yola çıkarken aynı şeyleri dile getirmişti.

Ve ilk—ve yegâne—tepkiyi de manşetten 13.7.2001 tarihli sayısında “Yeni oluşum nereye?” diye sorup, “FP’den kopan yeni oluşumcuların verdikleri mesajlar, bu hareketin daha yolun başında ciddî sapmalara yöneldiğini gösteriyor” diyen Yeni Asya’dan almıştı.

Söz konusu yayınında Erdoğan’ın, daha önce söylediği ve yoğun eleştiri alan “Demokrasi de araçtır” sözünü “Felsefî bir niyet taşıyordum” diye tevil etmeye çalışırken “Sistemler ve dinler de insanın mutluluğu içindir. İslâm bile amaç değil, araçtır” demesini bu sapmalara örnek gösteren Yeni Asya, bu noktadaki ısrarlı uyarılarını 3 Kasım seçimi öncesinde yayınladığı broşürde de sürdürdü.

Yeni Asya’ya göre bu söz, bir yanlışı düzelteyim derken, hiçbir dünyevî ve uhrevî hedef için araç olarak kullanılamayacak bir değer olan dinle ilgili çok daha fâhiş bir yanlışın ifadesiydi. Ve AKP’nin en önemli handikaplarından biri olan “dini dünyevîleştirme” anlayışının çok tehlikeli tezahürlerinden biriydi.

“Felsefî niyetle” de olsa bu sözü söyleyenin “siyasetçi” kimliğine sahip bir kişi olması ise, bu tehlikeyi daha ileri boyutlara taşıyordu.

Çünkü özellikle kendisi hakkında farklı sebeplerden kaynaklanan—haklı veya haksız—soru işaretleri ve kuşkular bulunan bir siyasetçinin bu tür beyanlarda bulunması, “Demokrasinin yanında dini de mi iktidar aracı olarak görüyor?” sualini de gündeme getirecekti.

Zaten uzun yıllar siyaset sahnesinde “din adına” boy gösteren bir çizgiden geliyor olması, söz konusu istifhamların en önemli sebebi.

Bunlara bir de bu beyanın getirdiği yeni tereddütler eklenmesi gayet normal bir sonuç.

Ama işin bu tarafı netice itibarıyla kendisini ilgilendiriyor. Ancak hiçbir maddî-manevî, siyasî-ticarî, dünyevî-uhrevî amaca alet edilemeyecek ve hele yerdeki siyaset oyuncaklarına tâbi kılınamayacak çok ulvî ve semavî bir hakikat olarak dinin böyle indî ve arzî yorumlara konu yapılması asla kabul edilemez.

Erdoğan’ın “araç” yorumu demokrasi ve diğer dünyevî sistemler için geçerli olabilir.

Ama insanın Yaratıcıyla irtibatını kuran manevî ve lâhutî bir rabıta olarak din bu şablona sığmayacak çok daha derin anlamlar taşır.

Bu itibarla, dini “araç” sayan bir yaklaşımla yola çıkıp, aynı anlayışı hâlâ ısrarla sürdüren bir siyasî hareketin reddedilmesi için başka hiçbir sebep olmasa, tek başına bu yetmez mi!

(13.12.05)

30.06.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Kabir nimetleri



Sonsuz bir hayatın yolcularıyız. Dünya da, kabir de birer durak ve konak yeri. Bu konak yerlerindeki rahat ve huzurumuz, görevlerimizi hakkıyla yapmaya ve ilerisi için hazırlanmamıza bağlı.

Dünyanın bin bir çeşit nimetini kullarının istifadesine sunan, ahirettekilerin nümunesi olarak yaratan Rabbimiz imanlı gönüllere sunduğu bu nimetlerini kabirde de, ahirette de devam ettirir. Hem de daha güzel ve mükemmelleriyle.

Dünyada nimetlerden mü’min, kâfir ayırımı olmaksızın herkes faydalanırlarken, kabirde imtihan salonu kapandığı için sadece hak kazanan insanlar istifade edeceklerdir.

Bu nimetler saymakla bitmez. Birincisi Münker, Nekir isimli soru meleklerine verilen doğru cevaplardır. Bu o kadar önemlidir ki, buna doğru olarak cevap verenler diğer nimetlere de otomatik olarak hak kazanırlar.

Kabir omurga kemiklerini birbirine geçirecek şekilde sıkarken Allah’a bütün gönlüyle inanmış, emirlerini elden geldiğince yapmaya çalışan mü’mini hafifçe sıkması da büyük bir nimettir.

En karanlık gecelerden daha karanlık, dar ve sıkıcı olan kabrin birdenbire aydınlandığını, genişlediğini, ufku görülmeyecek derecede güzelliklerle dolduğunu gören mü’minin sevincine had yoktur.

Kabrinden Cennete bir pencere açılması, güzellikleri seyir ve temâşâ ile belki yıllar, yüzyıllar sürebilecek kabir hayatının nasıl geçtiğinin farkına varamaması da büyük bir nimettir.

Dahası ona, Allah’ın emrini dinlememiş olsaydı Cehennemde gireceği yerin gösterilmiş olması da onun sevincine bir sevinç daha katar, bundan dolayı Rabbine ne kadar şükredeceğini bilemez.

Kabre gelirken yer ve göklerin kendisine ağladığını, yaratıkların hüzünlenmesinden tutun, kabirde salih amellerinin insan sûretine girip müjdelemesi, candaş bir arkadaş ve dost olarak yanında hazır bulunması da farklı bir nimet, başka bir mutluluk kaynağı.

Kabirde dünyada benzeri görülmemiş ikramları da bunlara katın. Cennet nimetleri bir bir ikram edilirken Cennet döşekleri serilir. Kişi ameline göre dünyada altmış senede tattığı lezzetleri orada bir saatte tadabilir. Üstelik acısız, üzüntüsüz, gamsız bir şekilde.

Öyle bir kabir hayatı ki artık her türlü problem, sıkıntı bitmiş, rahatlığa ermiş, mutluluk diyarına ilk adım atılmıştır.

Bu istasyonu daha sonraki duraklarda karşılaşacağı kolaylık ve nimetler takip edecektir.

Kısacası mü’minin bütün hayatı güzel, hoş ve tatlı.

30.06.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Kimse değişmedi, demokratlar niye değişsin?



Demokratların değişip-değişmediğine dair değerlendirmemize gelince: “Bediüzzaman 50 yıl önceki demokratları destekledi, onlar başka, bu zamanın demokratları başkadır!” diyorlar.

Bu bir kanundur: Bir şey için geçerli olan, aynı şart, aynı durumda başka şeyler için de geçerlidir. En batıl mezhepler, en basit akımlar yaşadığı gibi, hiçbir siyasî cereyan da asla kaybolmaz. İsim, kulvar değiştirir; incelir, ama kopmaz. Teferruatta değişiklikler olmakla birlikte hiçbir partinin omurgası, görüşü, zihniyeti değişmez!

II. Meşrûtiyette oluşan siyasî fırkaların/partilerin, cereyanların hangisi değişti ki, “ahrar-hürriyetçi/demokrat” zihniyet değişsin? CHP değişti mi; milliyetçiler farklılaştı mı; din adına ortaya çıkanlar yüzde yüz dönüşüm mü yaşadılar ki, “hürriyetçiler/demokratlar” değişsin! Bilâkis, bütün siyasî cereyanlar daha da yerine oturuyor, sistemleşiyor, müesseseleşiyor, kökleşiyor, pekişiyor; daha da şuurlanıyor. Müstebit zihniyet; daha ince, daha dessasâne, daha sistemli bir baskı ve yasakçılık zihniyetine sahip olurken… Ve meselâ, din adına ortaya çıkan İttihad-ı İslâm zihniyetine bir örnek verelim: Bazıları DP Genel Başkanı Ağar’ı, “Daha dindar ve hanımı başörtülü Abdullah Gül’ün seçilmemesine sebebiyet verdiği için” eleştiriyor. “Daha demokrat, daha tecrübeli, daha mahir bir diplomat, daha akıllı bir siyasetçi olarak seçmeli idi!” diye eleştirmiyor! Demek, AKP (kurmayları değiştik dese de, liberal ve CHP zihniyetli isimleri koysa da) hâlâ “milli görüş” gözlüğüyle bakıyor. Burada oy veren vatandaşları kast etmiyoruz; omurganın, sürükleyici “milli görüş akımı”nın henüz değişmediğini söylüyoruz. Şu halde, demokratlar/liberaller nasıl değişsin, niye değişsin?

Ayrıca, konjonktürel şartlar, darbeler, muhtıralarla oyların şaşırtılması sosyolojik değişimi ifade etmez. Yüzer-gezer oylar da aslında bir zihniyet, bir akımdır: “Hiçbir siyasî cereyana tabi olmayıp, o günkü mevsimlik şartlara göre en menfaatli buldukları partiye oy verenler” grubudur… Bunlar da değişmez!

Aslında sayın Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesine bir anlamda engel olan sayın Ağar haksız yere eleştiriliyor. Zira, herkes biliyor ki, Sn. Başbakan Erdoğan’ın adayı, R. Tayyip Erdoğan’dı! Son anda kendisini seçmekten vazgeçti! Peki, Sn. Başbakan Erdoğan, niçin kendisinin cumhurbaşkanı olmasına engel oldu, niçin aday olmadı?

Bu soruyu yönelttiğim herkesin verdiği cevap şudur: “O zaman Türkiye karıştırılacaktı, 27 Nisan’dan beter işler yapılacaktı. Bu açıkça söyleniyordu zaten!..” Siz de öyle düşünmüyor musunuz?

İşte, sayın Ağar da böyle düşündü ve aynı gerekçe ile Sn. Gül’ün seçilmesini istemedi! Peki, Başbakan Erdoğan için meşrû, yerinde, uygun, siyasî ferâset, hatta fedakârlık olarak kabul edilen bir tavır, neden sayın Ağar için—bu da bir fedakârlıktı, çünkü, çok eleştiri alacağını bile bile bunu yaptı—eleştiri konusu yapılıyor ki!

İşte çekinilmesi, şeytandan kaçar gibi kaçınılması gereken siyaset; tarafgir ve canavar siyaset, bu anlayıştaki siyasettir!

Dipnotlar:

1- Beyanat ve Tenvirler, s. 198.; 2- A.g.e, s. 200.; 3- A.g.e

30.06.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




Mehmet KARA

Çorba iyi karıştırılmıyor



Türkiye seçimlere doğru hızla ilerliyor. Seçimlere bugün itibariyle 22 gün kaldı. Yurtdışında yaşayan Türk vatandaşları hafta başından itibaren oy vermeye başladılar. Yani seçim “resmen” başlamış oldu.

Anayasa Mahkemesi de “367 kararının gerekçesi”ni 58 gün sonra açıkladı. Ancak, tartışmalar devam ediyor. Gerekçede, anayasanın, cumhurbaşkanının Meclis’te “nitelikli uzlaşmayla seçilmesini amaçladığı” vurgulanırken ona vekâlet eden Meclis Başkanı’nın 184 oyla seçilebileceği belirtildi ama bu tartışma seçimden sonra da devam edecek gibi gözüküyor. Zira karşı oy kullanan üyeler “Anayasa Mahkemesi, Meclis İçtüzüğü’ne uygun ya da aykırı tasarrufların denetim merci değildir” dediler. Gerekçeyle anayasada geçmeyen “uzlaşma” kelimesi de böylece “kriter” olarak belirlenmiş oldu.

Bu arada Anayasa Mahkemesi, CHP’nin ve Ahmet Necdet Sezer’in, Anayasa değişikliği paketinin ilk maddesinin 367 oy bulamamasını gerekçe göstererek Anayasa Mahkemesi’ne iptal istemiyle yaptığı başvurularını da henüz karara bağlamadı.

* * *

Şimdilik bu tartışmalara girmekten ziyade, seçimlere az bir süre kala yapılan anketlerle ilgili düşüncelerimi aktarmak istiyorum.

Anayasa Mahkemesi’nin tartışmalı “367 kararı”ndan sonra gerekçesi de tartışılırken, seçimleri etkilemeye ya da kamuoyunu yönlendirmeye yönelik anketlerde zaten kafası karışık olan milletin kafasını daha da karıştırmayı hedefliyor.

Normalde anketleri yapan partiler “rakiplerine karşı yeni pozisyonlar almak için” bu kamuoyu yoklamalarını yaptırması gerekirken, son yıllarda yapılan anketlerde elde edilen sonuçlar inandırıcı olma özelliğini kaybetti. Artık yaygın kanaat, bu anketlerin sadece kamuoyunu yönlendirme amacını taşıdığı…

Bundan yaklaşık 8 ay önce yazdığımız bir yazıda, anketleri bir kazan çorbaya benzeten araştırmacıların “Bir kazan çorbanın tadını anlamak için o kazanın tamamını içmenize gerek yoktur. Tabiî ki kazandaki çorbayı iyi karıştırmışsanız… Birilerinin çıkarı doğrultusunda hareket etmiyorsanız, yönlendirme amacı gütmüyorsanız; soruları ve örneklemi iyi seçilmiş, saha çalışması uzman kişilerce yapılmış ve yorumu bilimsel tekniklerle yapılmış hiçbir anket yanılmaz” dediği hatırlatmış ve “Tabiî, kazana bir avuç tuz ve kırmızı biberi atıp, ardından o bölgeden bir kaşık alıp ‘bu çorba tuzlu ve çok acı’ denildiğine de şahit oluyoruz” diye yazmıştım. (28.10.2006)

Bu örnek tam da bugünleri çağrıştırıyor. Kaldı ki, 54 araştırma şirketini çatısı altında toplayan Araştırmacılar Derneği yöneticileri, seçim döneminde yayınlanan her araştırmaya güvenilmemesi uyarısında bulunuyor. Anketlerde soruların da önemli olduğu vurgulanıyor. “On adayın ismini yazıp halka sorarsanız bunlardan birini seçecektir. Açık uçlu sorarsanız başka isimler de çıkacaktır” deniliyor. İşte işin püf noktası burada zaten. Ankette ne sorarsan onun cevabını alırsın.

Yapılan anketlerden sonra çıkan sonuçlara baktığımızda da bunu görmek mümkün. Gazetelerde çıkan anketler o kadar farklı ki, çorbanın da iyi karıştırılmadığı, “örneklemler”in iyi seçilmediği hemen fark ediliyor. Bazı anketlere bakıyorsunuz 5 parti, diğerinde 2, bir başkasında 4 parti barajı geçiyor. Bu da anketlerin ne kadar “güvenilir!” olduğunu ortaya koyuyor.

Anketlerden rahatsız olanlar bir taraftan anketlerin ne kadar çelişkili bulduklarını söylerken, diğer taraftan seçmene “Aman ha 5 partili Meclis olursa koalisyon olur, sonra işler içinden çıkılmaz hale gelir ” diyerek adeta aba altında sopa gösterme çabasına girişiyorlar. İki partili Meclis’in 4.5 yılda ne yapıp ne yapmadığını, nasıl bir kutuplaşmaya girildiğini halkımız görmüştür. İşte, bazıları bu durumu “koru”ma telâşına giriyor.

Anketler genelde bin-iki bin kişi, ya en fazla 5-6 bin kişiyle yapılıyor. Örneklemeler iyi seçilmediğinden çoğu zaman 73 milyonluk nüfusu yansıtmıyor. Bunun sebebi anketçilerin ya kazandaki çorbanın iyi karıştırılmamasından ya da “öyle bir sonuç çıkması istendiği” için oluyor.

En büyük ankete 22 gün kaldı. Halk son sözünü orada söyleyecek.

30.06.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Medyanın yürüdüğü cehalet yolu



Sonunda sormamız icap eden bir soruyu en başta soralım: Medya yürümekte ısrar ettiği bu yanlış yoldan ne zaman dönecek? Medyanın ‘din’ konusunda iyi imtihan vermediği her fırsatta gözler önüne seriliyor. Medyaya, “ekonomi danışmanı”ndan çok daha önce ‘din konusunda danışman’lar gerekiyor. Bu ihtiyacı dile getiren ‘uzman’lar var, ama maalesef şimdiye kadar onları dinleyen olmadı...

Yine medya, yine cehalet dolu haber, yine karalama... Dün bir gazetede yer alan, cehaletin ve karalamanın son örneği oldu. Habere göre,

Isparta Ülkü İlköğretim Okulu’nda görev yapan Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi öğretmeni, sekizinci sınıf öğrencilerini, kendisinin dağıttığı, Said Nursî’nin sözlerinin yer aldığı notlardan sözlü yapmış. ‘Durumdan vazife’ çıkaran Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) Şube Başkanı da, konu hakkında ‘suç duyurusu’nda bulunmuş. (Milliyet, 29 Haziran 2007)

Haberde şu bilgiler de yer alıyor: (Öğrencilere dağıtılan notlarda) Said Nursî’nin “Gözlerin zinası bakmaktır”, “Cennet, kılıçların gölgesi altındadır”, “Çok gülmek kalbi öldürür” gibi ifadelerinin yer aldığı belirtildi. (Öğretmen) daha sonra bu notlardan öğrencilerini sözlü yaptı.

Haberin devamında, Bediüzzaman Said Nursî için olumsuz ifadeler de yer alıyor ve konu hakkında soruşturma başlatıldığı beyan ediliyor.

Bir defa, haberde ‘Said Nursî’nin sözleri diye bahsedilen hakikatler, hadis-i şerif meâlleridir. Meselâ, “Cennet kılıçların gölgesi altındadır” şeklindeki ifade, muteber hadis kitaplarında yer alır. (Bkz.: Buhârî, Cihad: 22) Tabiî bu hadis-i şerifin mânâsı, yorumu işin ayrı bir yönüdür. Ama işin içinde ‘kılıç’ sözü geçiyor diye hadis-i şerifi yanlış anlamak ve yorumlamak, başka mânâlar çıkarmak kökten yanlıştır. Bütün bu itirazların ortak bir noktası var: Din konusunda cehalet, evham ve korku. Belki, “din düşmanlığı” demek gerekecek, ama bu sözden çok alındıkları için “cahillik”lerine verelim, daha iyi...

Hadis-i şerifleri ve onlara uygun ‘mânâ’lar ihtivâ eden sözleri, beyan ve tesbitleri ‘suç unsuru’ olarak kabul etmeyi reddediyor ve bu konuları gündeme taşıyanları da kınıyoruz. Sadece ‘cahil’liklerine vermekle de iş hallolmuyor. Çünkü burada ve benzeri durumlarda ‘iyi niyet’ olmadığı anlaşılıyor.

Bakınız, okullar tatile girmiş ve bir ‘din dersi’ öğretmeninin yaptığı ifade edilen bir ‘sözlü’den kriz ve kargaşa çıkarmak isteniyor. Bir din dersi öğretmeninin, haberde bahsedilen hadis-i şerif ve güzel sözlerden öğrencilere bahsetmesi kadar tabiî bir şey olabilir mi? Böyle bir ‘yardımcı ders bilgisi’ni öğrencilere dağıtan öğretmen “Kimya öğretmeni” olmuş olsa, itirazların belki bir anlamı olabilir. Ama söz konusu ‘ders notu’nu dağıtan ‘din dersi’ öğretmeni ve dağıttığı notlar da zaten ‘din/ İslâm’ konusunda. Öğretmenlerin bu kadarcık ‘inisiyatif/tercih’ hakkı olmayacak mı? Değilse, nerede kaldı ‘hür düşünceli beyinler’ yetiştirmek?

Haberde itiraz edilmesi gereken konulardan biri de Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin yanlış tanıtılmaya çalışılmasıdır. Bütün ömrünü milletin ‘iman selâmeti’ için vakfeden bir büyük İslâm âlimini “cumhuriyet karşıtlığı” ile suçlamak ‘yalan’dan da öte ‘iftira’dır. Bu iftiraya Üstad Bediüzzaman hayattayken cevap vermiştir: “Sizler dünyaya gelmeden ben dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım ispat eder.” (Târihçe-i Hayat, s. 357)

‘Balon’ haberler üzerinden Bediüzzaman’a hücum edenler, son tahlilde kaybetmeye mecbur ve mahkûmdurlar. Güneşe üfleyenin nefesi tükenir ve yorgun düşer...

30.06.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004