Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 29 Temmuz 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


İslam YAŞAR

Saraya değişilmeyen çardak



“Ben bu menzilleri

Yıldız Sarayı’na değişmem...”

Birkaç çardak için söylemişti Bediüzzaman bu takdirkâr ifadeleri. Barla’da çınar, Çam Dağı’nda da çam ve katran ağaçlarındaki ibadet ve tefekkür menzilleri için.

Daha önce emsâli pek görülmeyen bu tercihin sebebini ve isabet derecesini idrak edebilmek için önce Yıldız Sarayı’nı gezip mazisini ve hâlini tahattur etmek, ardından da gidip o menzilleri görmek gerekirdi.

Biz de onu yaptık ve seyahatin bu safhasına Yıldız Sarayı’ndan başladık.

Beşiktaş’la Ortaköy arasındaki tepenin üzerinde takriben beş yüz dönümlük bir arazi üzerine yapılan yüz kadar kasır, köşk ve müştemilâtından müteşekkil muhkem bir saraydı Yıldız.

Oraya ilk köşkü III. Selim’in annesi Mihrişah Sultan yaptırmıştı. Daha sonra II. Mahmud ‘Yıldız’ isimli bir köşk yaptırıp sık sık oraya gelince validelerin ve sultanların tepeye ilgisi artmıştı.

Sultan II. Abdülhamid, annesi Bezm-i âlem Sultanın yaptırdığı Kasr-ı Dilküşa’ya gelip gittikçe bu tenha, gözden ırak, yüksek ve güzel tepeyi beğenerek 1876 yılında oraya yerleşmeye karar vermişti.

Ondan sonra hummalı bir imar faaliyeti başlamış ve Hâlet Kasrı, Hünkâr Sofası, Malta Köşkü, Çadır Köşkü, Büyük Mabeyn Köşkü, Şale Köşkü, Yâverân Köşkü, Çit Kasrı, Cihannümâ Köşkü ve Alman İmparatorunu ağırlamak için üç günde inşâ edilen Talimhâne Köşkü’nün de aralarında bulunduğu pek çok köşk yapılmıştı.

Birbirinden güzel bahçelerle, küçüklü büyüklü havuzlarla, türlü türlü kuş yuvalarıyla, envâi çeşit hayvanâtla, yürüme yollarıyla, sebze, meyve seralarıyla, kütüphâne, resim, tiyatro, fotoğraf salonlarıyla, atölyelerle, fabrikalarla tezyin edilen mahal, yüksek duvarlarla çevrilerek muhkem bir saraylar kompleksi hâline getirilmişti.

Tamamına yakını, mahir bir marangoz, iyi bir ressam olan Sultan II. Abdülhamid tarafından tasarlandığı için ahşap eşyaların ve işlemelerin hâkim olduğu bu köşklerin bazıları saray muhafızlarının ve ağaların istihdamına ayrılırken, bazıları devlet işlerine tahsis edilmiş, bazıları da misafirhâne olarak kullanılmıştı.

Sultan Abdülhamid’in, seyahatnâme okumaktan çok hoşlandığını bildiğimiz için sarayda gezerken, orada yaşanan tarihî hadiseleri hatırlayıp saraya gelen meşhur şahsiyetleri tahattur ederek hiçbir teferruatı gözden kaçırmamaya çalıştık.

Her tarafı itina ile işlenerek mükemmel bir san’at merkezi hâline getirilen saray, zahiren muhteşem görünse de pek çok yerinde Osmanlı Devleti’nin inkırazını hazırlayan hazin hadiselerin izleri vardı.

Bilhassa Sultan Abdülhamid’in, defalarca huzuruna kabul ettiği memurları tarafından tahttan indirilmesine ve Vahdettin’in; geniş yetkiler, yüksek rütbeler ve bol imkânlar vererek Anadolu’ya gönderdiği Mustafa Kemal tarafından vatandan çıkmaya mecbur edilmesine sahne olan Küçük Mabeyn Köşkü’nün harabe hâli oldukça manidardı.

Yıldız Sarayı; görünüşte herhangi bir iz taşımamasına ve o hadiseleri hatırlatan bir hatıra plâketi bulunmamasına rağmen pek çok yönüyle Bediüzzaman Said Nursî’yi de tahattur ettiriyordu.

Bediüzzaman, ilk defa 1908 yılı başlarında gelmişti bu saraya. Maksadı padişahla görüşüp Şarkı saran cehalet hâllerini anlatarak kurmak istediği Medresetü’z-Zehra için yardım istemekti.

Maruzâtını anlatan dilekçeyi verip bahçede gezmeye başlayınca, orasının padişaha has olduğu söylenerek müdahale edilince, milletin bir ferdi olması hasebiyle milletin malı olan bahçede gezebileceğini söyleyerek mukabele etmişti.

Dilekçesinin arz edileceği ve cevabının kendisine bildirileceği söylenerek padişahla görüşemeyince, o da çeşitli içtimâî faaliyetlere girişip gazete lisanıyla bazı tekliflerde bulunarak sesini duyurmaya çalışmıştı.

O tekliflerden biri de “Münhasif Yıldız’ı dârü’l-fünun et, tâ ki Süreyya kadar âli olsun. Ve oraya seyyahlar, zebaniler yerine ehli hakikat melâike-i rahmeti yerleştir; tâ Cennet gibi olsun. Ve Yıldız’daki milletin sana hediye ettiği servetini, milletin baş hastalığı olan cehaletini tedavi için büyük dinî dârü’l-fünûna sarf ile millete iade et. Ve milletin mürüvvet ve muhabbetine itimat et” şeklindeki tavsiyesi idi.

Bunu yaparken, sadece o günün şartlarını nazara almadığı gibi şahsına yapılan iltifatlara, verilmek istenen ihsan-ı şahaneye ve memleketine dönmesi mukabilinde kendisine bağlanmak istenen maaşa da itibar etmemişti.

Çünkü o, zamanında muteber olan telâkkilerin aksine, her hareketini memleketin, milletin, devletin geleceğini düşünerek yapmış ve bu uğurda tımarhâneye atılıp divan-ı harpte idam talebiyle yargılanmasına rağmen fikirlerinden taviz vermemişti.

“Şimdi muvazene edelim: Yıldız, eğlence yeri olmalı veya dârü’l-fünûn olmalı; ve içinde seyyahlar gezmeli veya ulema tedris etmeli; ve gasb edilmiş olmalı veyahut hediye edilmiş olmalı, hangisi daha iyidir? İnsaf sahipleri hükmetsin” diyerek sarayı bekleyen muhtemel akıbetleri teşhis etmiş ve tercihi insaf sahiplerine bırakmıştı.

Sultan Abdülhamid, o zaman bu tavsiyeleri ya duymamıştı, ya da duyup öğrendiği hâlde itibar etmemişti. Onun için de ‘Yıldız’ı Dârü’l-fünun yapması’ teklifi hayata geçmemişti.

Fakat yıllar sonra da olsa kader hükmünü icra etti ve Osmanlı’nın yıkılması sırasında Yıldız Sarayı önce gasp edilip yağmalandı. Ardından bahçelerinin bazıları park hâline getirilerek millete hediye edildi. Bir bölümü Yıldız Üniversitesi’ne tahsis edildi, bir bölümü de Yıldız Kültür Sanat ve Turizm Merkezi’ne verilerek seyyahların gezi menzili hâline getirildi.

Böylece Bediüzzaman’ın işaret ettiği bütün ihtimaller gerçekleşti.

***

Saray’ın müştemilâtını gezip yaşanan bu tarihî gerçeği bizzat yerinde müşahede ettikten sonra gittik, onun ‘Yıldız Sarayı’na değişmem’ dediği menzillere.

Barla’ya giderken, Yıldız’da olduğu gibi mükemmel sarayların, müzeyyen kasırların, mutena köşklerin olmadığını biliyorduk fakat derme çatma birkaç çardakla karşılaşacağımızı da düşünmemiştik.

Zîra Bediüzzaman’ın, saraylara değişmediği menziller; Barla’da ve Çam Dağı’nda çınar, çam, katran ağaçlarının dalları arasına yapılan ve ahalinin benzerlerine tarlada, bağda, bahçede ise talvar, evin önünde balkonumsu bir çıkıntı hâlinde yapılmışsa çardak adını verdiği veya bazılarının kinayeli olarak köşk dediği birkaç metrekarelik iptidaî oturma yerlerinden ibaretti.

Biri, Barla’daki evin önünde bulunan asırlık çınar ağacının dalları arasındaydı bu çardakların. Evin penceresinden geçilip tahta merdivenle çıkılan bu menzil ancak bir iki kişinin oturabileceği küçük bir yerdi.

Diğerleri ise Çam Dağı’nın tepesinde, dalları yere paralel uzanan büyük bir çam ağacının ve ana dalları gövdenin bittiği yerden iki yana açılıp tali dalları da yukarıya doğru uzanan iri ve kuru bir katran ağacının üstüne birkaç sırık gerilip tahta çakılarak yapılmıştı.

Hepsi hacim itibariyle küçük, şeklen basit de olsa, sakinini rahat ettirecek hususiyetler taşıyordu. Ufuklarının açık, tefekkür ve temâşâ manzaralarının geniş olması da oraları müstesna bir menzil addetmeye yetiyordu.

Bediüzzaman bilhassa bahar, yaz ve hazan aylarında her gün seher vakti bu menzillere çıkıp kuşluğa kadar ibadet eder, daha sonra da eserlerinin telifatı ve tashihatı ile meşgul olurdu.

Bu itibarla Yıldız Sarayı ve Barla çardakları hem görünüşleri, hem de işleyişleri itibariyle birbirlerine benzemiyorlardı ama büsbütün ilgisiz de sayılmazlardı. Biraz dikkat edildiği takdirde Bediüzzaman’ın mukayesesinin bazı makul sebeplere dayandığı anlaşılırdı.

Meselâ, iki mekân da suya bakan yüksek tepelerden ve önü açık yamaçlardan ibaretti. Beşiktaş Tepesi’nin üstüne inşâ edilen Yıldız meskenleri Boğaz’a, Haliç’e ve Marmara’ya bakarken Barla ve Çam Dağı menzilleri Eğirdir Gölü’ne münazırdı.

Yıldız Sarayı’nın müştemilâtı, nadiren yetişen nâdide ağaçların yanı sıra, çınar, çam ve katran ağaçlarının arasındaydı. Barla’daki çardaklar da aynı türden ağaçların dalları arasına yapılmıştı.

İki yerde de evcil hayvanlar ve yabanî kuşlar, oraların sakinlerine âşina idi. Dünyanın değişik ülkelerinden çeşitli vesilelerle Yıldız Sarayı’na getirilen hayvanlar, ellerinden yem yedikleri ve yakın alâkasına mazhar oldukları Sultanı görünce, bazen sarayı birbirine katacak derecede alenî sesler çıkarıp hareketler yaparak sevinçlerini ifade ederlerdi.

Barla’da ise bilhassa seher vaktinde ağaçların dalları arasına doluşan bülbüller, kanaryalar, serçeler ve sair kuşlar Bediüüzzaman’ın zikrine iştirak ederlerdi. Keklikler, bıldırcınlar, sülünler onun gittiği istikamete doğru uçarken kediler ‘Yâ Rahîm’ çekerek, tavuklar da günde iki, bazen üç yumurta vererek ilgilerini gösterirlerdi.

Yıldız Sarayı, zaman zaman düşmanca saldırılara uğrayarak hasar gördüğü gibi Bediüzzaman’ın Barla’daki ve Çam Dağı’ndaki tefekkür menzilleri de menfur emellere hizmet eden hain ellerce tahrip edildi.

Yıldız Sarayı’nın sakini de cihana hitap eden idealler taşıyordu, Barla çardaklarının meskûnu da. Fakat Yıldız’ın hâkimiyet alanı gittikçe daralırken Barla’nın hitap sahası cihanı ihata edecek şekilde genişledi.

Neticede, Dârü’l-fünun yapılmayan Yıldız’ın ışığı sönerken ‘Nurun İlk Medresesi’ olan Barla’da parlayan nurun tenevvüre ve intişara devam etmesi, Bediüzzaman’ın tercihinin ne kadar isabetli olduğunu gösteriyordu.

Hülâsa, İstanbul’daki köşklerden, kasırlardan müteşekkil sarayın sadece adı Yıldız’dı. Tavanlarda ve duvarlarda Hazret-i Süleyman’ın mührünü tedaî ettiren yıldız desenli şekiller olsa da fiilen ve içtimâî yönden karışık, karanlık, sisli, puslu hâller yaşandığı için hakikî yıldızlarla pek hemhâl olamadı.

Halbuki, Barla’daki çardakların tavanını teşkil eden âsuman, çoban yıldızı ile, kutup yıldızı ile, Samanyolu takım yıldızları ve yedi kandilli Süreyya ile müzeyyendir.

Orada kaynaşan yıldızlar, her gece bir yandan mâverâda Cennet manzaraları temâşâ ederken, diğer yandan mâsivada arza nazar ederek gönüllere nur ve huzur serperler.

Hatta bununla da kalmazlar, lisân-ı hâlleri ile konuşurlar. Tıpkı ‘Yıldızların lisân-ı hâl ile konuşmalarını hayalen işiten’ Bediüzzaman’ın, ‘Yıldızları Konuşturan Bir Yıldıznâme’de yazdığı gibi:

“Dinle de yıldızları şu hutbe-i şirînine,

Nâme-i nurîn-i Hikmet, bak ne takrir eylemiş.

Hep beraber nutka gelmiş, hak lisânıyla derler:

‘Bir Kadîr-i Zülcelâlin haşmet-i Sultanına.

Birer bürhan-ı nurefşânız vücûd-u Sânia,

Hem vahdete, hem kudrete şahitleriz biz.

Şu zeminin yüzünü yıldızlayan

Nâzenin mucizâtı çün melek seyranına,

Bu semanın arza bakan, Cennete dikkat eden

Binler müdakkik gözleriz biz.”

29.07.2007

E-Posta: [email protected]




M. Ali KAYA

Kalben buğzetmek ne demektir? (2)



—Dünden devam—

Allah için sevginin içinde küfre ve zulme ve bunların sahiplerine sevgi olmadığı gibi hoş görmek de yoktur. Çünkü İslâm fıkhında temel kural şudur: “Zulme rıza zulüm ve küfre rıza küfürdür.” Bunun için zalimler ve küfürde ısrar eden ve inkârda direnerek hak ve hakikati imha için çalışanlara sevgi gösterilemeyeceği gibi hoşgörü ile de bakılamaz. Yüce Allah değil zulmü, zulme biraz meyledenleri bile dehşetli azap ile tehdit etmektedir.

Yine Yüce Allah, Kur’ân’da mü’minlere şöyle buyurur: “Ey Resûlüm de ki: Benim Rabbim yalnızca doğru olanın yapılmasını emretmiştir ve kulluğunuzu göstermek üzere giriştiğiniz her türlü fiilde bütün varlığınızı ortaya koymanızı ve içten bir inançla yalnız ve sadece O’na bağlanarak Kendisine yalvarıp yakarmanızı ister. Başlangıçta nasıl sizi yaratan oysa döneceğiniz yer de O’nun huzurudur. Sizden bazılarınızı doğru yola yönelterek hidayete erdirecek, ama bazılarınız için de doğru yoldan sapmak kaçınılmaz olacaktır. Çünkü bakın o sapkınlar Allah’ı bırakıp Şeytanları sevgi ile bağlanılan dost edineceklerdir; hem de böylelikle doğru yolu bulmuş olduklarını sanacaklardır.” (A’raf,7/29-30.)

Yüce Allah’n bir adı da “Aduvv” dür. Allah kâfirlerin düşmanıdır. Kur’ân-ı Kerim, “Kim Allah’a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrail’e, Mikâil’e düşman olursa bilsin ki Allah da inkârcı kâfirlerin düşmanıdır” buyurulur. Hadislerde Peygamberimiz (asm) “Allah’ın en çok buğzettiği varlık imandan sonra küfre giren kimsedir. Allah’ın en çok gadab ettiği kimse düşmanlıkta aşırıya gidendir. Kullar içinde Allah’ın en çok buğzettiği kimse kılık-kıyafeti amelinden daha hayırlı olan kimsedir. Peygamberler gibi giyinir ama günahkâr zalimler gibi davranır” buyrulmaktadır. Bu hadis-i şeriflerde de mü’minin imanı sevmesi, küfür ve düşmanlığı sevmemesi ve onlardan nefret etmesi gerektiği anlatılmaktadır.

Mü’minler arasında sevgi esastır:

Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerim’de Rahman’ın halis kullarının vasıflarını sayarken “O takva sahipleri öfkelerini yutarlar ve insanların kusurlarını affederler. Allah bu sûretle iyilik yapanları sever” Yine başka bir âyette “Rahman’ın kulları yakışıksız sözlerle karşılaştıkları zaman da vakar ile geçip giderler” buyurur.

Mü’minler birbirlerini Allah için severler. Bir menfaat karşılığı sevmezler. Böyle olunca menfaatini bulamayınca sevgisinde bir noksanlık olmaz. Kendisine haksızlık da yapılsa bunu affeder ve kusuruna nazar-ı müsamaha ile bakar ve bakmalıdır. Ancak haksız bir duruma düşerse ve bilerek veya bilmeyerek yanlış bir yola girerse ona yardımı o haksızlıktan kurtarmak ve yanlış yoldan çevirmek tarzında olur ve olmalıdır. Yanlış yapan ve yanlış yolda giden birine “iyi yapıyorsun” demek ona ihanettir. Sonucunu bilsin veya bilmesin yanlışta ısrar edene “Allah için nasihat eder. Nasihatini esirgemez ve kurtuluşu için duâ eder.” Ancak kendisini de yanlışa çekmeye çalışırsa ondan uzak durur. Şahsına değil, yanlışına buğz eder. Yani yanlışı yanlış bilir ve ondan kalben, lisanen ve bedenen kaçar. Günahı, haksızlığı, adaveti sevmez ve onlardan nefret eder.

İslâm dininde kardeşliğin, arkadaşlığın ve dostluğun büyük önemi vardır. Ancak bu dostluk ve kardeşlik yanlışa müsamaha etmeyi gerektirmez; bilakis gerçek dost dostunu yanlıştan koruyan ve ona hak yolda yardımcı olandır. İnsan için üç şey çok değerlidir. Birincisi sapmaya yüz tutunca doğrultacak arkadaş. İkincisi helâl rızk. Üçüncüsü ise yanlışlarını affettiren cemaatle namaz kılmaktır. Ama ne var ki ahirzamanda bu üç şey çok az bulunur. Peygamberimiz de (asm) “Ahir zamanda helâl rızk ile samimi arkadaş çok az bulunur” buyurmuşlardır.

Yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde “Daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir” buyurarak Ensarı bu güzel davranışlarından dolayı övmüştür.

Peygamber Efendimiz de (asm): “Nefsimi kudret elinde tutan Allah’a yemin ederim ki; siz iman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de gerçekten iman etmiş olmazsınız” buyurmuşlardır. Diğer bir hadis-i şeriflerinde ise: “Kendisinde şu üç huy bulunan kimse imanın tadını alır: Allah ve Resûlünü her şeyden fazla sevmesi, mü’min kardeşlerini yalnız Allah rızası için sevmesi, tekrar küfre düşmekten ateşe atılmaktan hoşlanmadığı gibi hoşlanmaması” buyurmuştur.

Allah-u Teâlâ bir âyet-i kerimede: “Allah’tan korkun ve aranızı düzeltin”; “Mü’minler ancak kardeştir. O halde iki kardeşinizin arasını barıştırın” buyurmuştur.

Sonuç:

Kalben buğz etmek demek günah işleyen mü’mine değil, günaha buğz etmek demektir. Allah’ın birliğini kabul ve kalben tasdik ederek iman edenler âyet ile sabittir ki Allah’ın dostları ve velileridirler. Kim bir veliye düşmanlık ederse Allah onun hasmı olur. Bu durumda bir mü’min ne derece günah işlemiş olursa olsun ona kin ve adavet caiz değildir.

Ebu Derda (ra) “Kardeşinize sövmeyiniz, sizi onun durumuna düşürmekten koruyan Allah’a hamd ediniz. Kardeşinize buğz da etmeyiniz ancak onun ameline buğz ediniz” diyerek bize bu konuda güzel bir ölçü vermiştir. Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri bütün bunlardan dolayı “Husûmet ve adavetin vakti bitti. Muhabbete en lâyık şey muhabbet, husumete en lâyık sıfat husûmettir” demiştir.

–son—

29.07.2007

E-Posta: [email protected]




Abdurrahman ŞEN

Tevafukun böylesi...



Öncelikle ifade etmeliyim ki—becerebildiğim kadarıyla—teknolojinin nimetlerinden istifade ederek yazılarımı sizlere Ayvalık Altınova’dan ulaştırmaya gayret ediyorum… Haziran’ın ortalarından beri… Bu durumda günlük gazeteleri Altınova’dan takip edebiliyorum, ama haftalık dergileri Ayvalık’tan bile gününde alamıyorum. Aylık kültür san’at dergilerini bulabilmem de zor…

Bu genel durum beyanından sonra “tevafuk”un ne olduğuna gelebilirim.

Malûmunuz… Geçen hafta “Bir sohbetten kesitler” başlığı altında, bir grup genç arkadaşla sinema ağırlıklı bir sohbette bulunduğumuzu belirtmiş, o sohbetten kesitler sunmuştum sizlere… O yazım yayınlandıktan sonra sevgili Gülcan Tezcan kardeşim aradı cep telefonumdan… Sinematürk dergisinde Burçak Evren dostumuzun; “Türk sinemasında dinsel yaklaşımlar—Yeşilçam ve İnanç Sineması” başlıklı bir yazısı olduğunu haber veriyor ve bu yazıyı okumam gerektiğini hatırlatıyordu…

Dergiyi ancak İstanbul’a oy vermek için geldiğimde ciddî bir takip sonucu bulabildim. Okumam gerektiği hatırlatılan yazıyı okuduğumda gördüm ki; “yeni” hiçbir söz yok sayın Evren’in yazısında…

Hele hele seçim öncesi zamanlamasının da zorlama bir tercih olduğu izlenimi edindiğim yazıda “İnanç Sineması” adında ısrar edilmesi, “Beyaz Sinema” tanımının ise sübjektif yaklaşımlarla alenen aşağılanmaya çalışıldığı ziyadesiyle dikkat çekiyordu.

Daha önce Antrakt Dergisi’nde de aynı konuya kapaktan geniş yer ayırmış olan sayın Evren dostumuzun, şimdi de benzer bir yazıyı Sinematürk’te ısıtmasına—bu defa yazılı olarak—kısa bir cevap vermek istiyorum.

İşin garibi; aslında bu konuda söylenecek çok fazla—yeni—bir söz de yok…

Çünkü…

Yazdığım kimi yazılarda, katıldığım hatta düzenlediğim kimi panellerde, benimle yapılmış kimi söyleşilerde sorulan sorulara verdiğim cevaplarda; muradımı açık ve seçik olarak ortaya koyduğumu sanıyorum…

Meselâ… Benim “Beyaz Sinema”yı ilk gündeme getirdiğim günlerde Sayın Burçak Evren de Güneş gazetesinde yayınlanan bir söyleşi yapmıştı benimle. Aynı günlerde düzenlediğimiz aynı konudaki panele de katılmış, “Beyaz Sinema” tanımını eleştiren bir konuşma yapmıştı kendisi… Ben de kendisinden bu konuşmasının tam metnini yazılı istemiş, izni olursa, konuyla ilgili haberle beraber yayınlamakta olduğum Cemre dergisinde panelde yaptığı eleştirisini yayınlamayı teklif etmiştim. Şaşırmış ve “Ama senin görüşünü eleştiriyorum!” demişti… Ben de o gün kendisine; “Ben bu tanımı ısrarcı olmak için ortaya atmadım. Benim tek düşüncem ‘İslâm’ kelimesine saldırılmasını önlemek ve yapılan her işe ‘İslâm’ kelimesi eklemenin, hem din, hem de yapılan san’at açısından yanlışlığına dikkat çekmek. Yapılan işe verilecek ad önemli değil aslında… ‘Beyaz’ ya da başka bir isim… Fark etmez… Yeter ki yapılmak istenen iş sinemanın temel kurallarına ters düşmesin. Sinemanın temel prensiplerinden tâviz verilinmesin… Öncelikle sinema düşünülsün!” demiştim…

Sonrasında birkaç defa daha yüz yüze konuşmalarımızda ve de az önce işaret ettiğim kimi konuyla ilgili yazılarımda; “Beyaz Sinema”yla Türk toplumuna hitap eden, bizim kaynaklarımızla beslenip üretilen, ama dünyaya hitap eden bir sinemanın tanımını yapmaya çalıştığımı söyledim…

Yanlış anlamalara sebep olamamak için de daha ilk günden; -cı, -ci gibi bütün siyasal akımlarla ve her türlü -ist, -izm ile Beyaz Sinemanın, “Beyaz Sanat”ın alâkası olamayacağını ifade ettim…

Daha önemlisi; “Beyaz Sinema” adında ısrarcı olmadığımı defalarca—ilk günden— beyan ettim.

Anlayanlar ne demek istediğimi elbette başından beri anladı. Ama anlamak istemeyenler, bir tarafından çekiştirip, günübirlik politikaların ürünü olarak polemikler aramaya devam ettiler!

Sayın Burçak Evren dostumuz gibi…

Oysa… Başından beri net ve açık şekilde ifade ettiğim gibi “Beyaz Sinema” tanımını “gelişigüzel” ortaya atmadığım gibi “tutulması için çok çaba” da sarf etmiş değilim.

“Açıkoturumlar, söyleşiler ve soruşturmalarla” yapmak istediğim ise “Beyaz Sinema”nın—olsa olsa—anlaşılmasına katkıda bulunmak içindi, o kadar!

“Beyaz Sinema” tanımını; “anlamsız, içi boş, kof bir tanımlama” olarak aşağılamaya, dışlamaya çalışan sayın Evren’in; “İnanç Sineması” adında ısrarına da anlam veremiyorum… “İnanç Sineması” tanımının karşı gelinecek bir yanı olmadığını da düşünüyorum, ama “Beyaz Sinema” tanımının çok daha geniş anlamlı olduğunun, “İnanç Sineması” tanımının dar bir alanı ifade ettiğinin de—bugüne kadar yazıp söylediklerimin iyi ve doğru okunmasıyla—anlaşılabileceğini sanıyorum.

Sayın Evren, Sinematürk dergisindeki yazısında; “İnanç Sineması ise tarafımızdan ortaya atılan bir sözcük. Bu yalnızca dinî sinemayı değil, onun da ötesinde daha geniş ve anlamlı bir düşünce zenginliğini taşıyor” diyor…

Bense “Beyaz Sinema” tanımının evrensel bakış açısına dikkat çekmek istiyorum. İçinde dinî filmler de olabilir, her türlü inanca açık filmler de olabilir…

Sevgili Burçak Evren dostumun, 12 Eylül öncesinin, “hınzır ideolojik gazetecilik(!)” mantığıyla hareket edermişçesine zaman zaman gündeme getirdiği bu sun’î tartışmayı sürdürmenin bence bir faydası yok…

Çünkü Türkiye bu tip tartışmaları, kalıplara sıkışmayı çoktan bıraktı aslında…

Bırakmayan, bırakamayanlar için bir kere daha hatırlatayım—üstelik Antrakt’a verdiğim cevapta da yer alan—net görüşlerimi;

Sağcılık-solculuk-ilericilik-gericilik başta olmak üzere her türlü ideolojik ve siyasî değerlendirmelerle, sathî yaklaşımlarla “Beyaz Sinema” arasında bağlantı kurmak, kurmaya çalışmak abesle iştigaldir.

Çelik-çomak oynayarak vakit geçirenlerle, lâf salatalarını “mesaj” sananların “Beyaz Sinema”yı anlamamaları, uzak durmaları normaldir ve yadırganmamalıdır.

Kısaca; insanın yaradılış gayesinin, estetik bezeyişle, san’atkârâne anlatımla ve çağın gerekleriyle perdeye yansımasının sinemadaki adıdır Beyaz Sinema…

“Beyaz Sinema” tâbiri, “İslâm” denilmesinden utanıldığı için kullanılmadığı gibi; dar alana sıkışmış “herhangi bir kesimin sineması…” da değildir…

Özetle; yaşadığımız toplumsal kafa karışıklığından arındığımız ve kendimize çekidüzen vermeye niyetlendiğimizde sarılacağımız hazinelerimizden istifadeyle yapacağımız san’at/sinema çalışmalarının, önceden konulmuş umut adıdır “Beyaz Sinema”...

Demek ki…

“Beyaz Sinema” tanımını anlayabilmek için önce “içi boş, kof” tartışma arayışlarından uzak durmak gerekiyormuş…

Anlamaya çalışmak yeterliymiş…

Bilmem—bu defa—anlatabildim mi?

29.07.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Çizgimiz doğru



Seçim biteli bir hafta oldu, ama tartışmaları hâlâ devam ediyor. Bu çerçevede, seçim sürecinde takip ettiğimiz çizgiyi, sandıktan çıkan sonuç ekseninde eleştirirken, işi yine ahlâk ve nezaket dışı, hakaret ve istihza yüklü mesajlar gönderme noktasına taşıyanlar var.

Seçim öncesindekiler gibi bunların da ciddîye alınmaya değer bir tarafını görmüyoruz.

Ancak samimiyetle dile getirildiğine inandığımız bazı istifhamları cevaplamak açısından, bazı hususları ifade etmekte fayda görüyoruz.

Öncelikle şunu ifade edelim ki, savunduğumuz fikirlerin isabet ve doğruluğunda bugün de en küçük bir şüphe ve tereddüdümüz yok.

22 Temmuz seçiminden, oylarını arttırarak birinci sırada çıkan partiyle ilgili endişe ve rezervlerimiz halen de aynı şekilde devam ediyor.

Bize ulaşan fanatik mesajlarında da açıkça görüldüğü üzere, taraftar kitlesinde partiyi din gibi telâkkî eden zihniyetin hâlâ sürüyor olması, bu partiye yönelik itirazlarımızın en temel gerekçelerinden birini teyid ve tasdik ediyor.

Bu partiyi desteklemeyip eleştirdiğimiz için dinden çıkmak, irtidat ve küfürle suçlanıyoruz!

Demek ki, din adına siyasetin vebal gerektiren büyük bir hata olduğunu her fırsatta tekrarlayan parti yönetimi bu düşünceyi kendi tabanına ve kitlesine hâlâ mal edememiş.

Bir başka çok önemli itiraz gerekçemiz, bu partinin “dindarları dünyevîleştirme” projelerinde etkin bir şekilde kullanıldığı yönündeki tesbit ve değerlendirmelerimizdi.

Seçim gecesi iktidar partisinin genel merkezi önünde, başlarına geçirdikleri “Atam izindeyiz” şeritleriyle şenlik yapan ve oynayan “türbanlılar”ın verdiği görüntüler, bu mülâhazalarımızı teyid eden son derece düşündürücü örnekler.

Oysa başörtülülerin o gece orada olmalarını haklı gösterebilecek tek bir gerekçe vardı: 28 Şubat’ın gasp ettiği, AKP’nin de beş yıllık iktidarında iade etmeyi başaramayıp hep ertelediği ve sonunda “yüzde 1.5’un meselesi” deyip tamamen rafa kaldırdığı haklarını talep etmek...

Öte yandan, AKP iktidarının, toplumda tesettürün gerilediği bir dönem olduğu, anket ve araştırmalarla tesbit edilen hazin bir gerçek.

Ve AKP’nin en çok övündüğü “hizmet”lerden birinin yeni plajlar açmak olduğu da...

Tesettür azalırken müstehcenliğin tırmanışa geçmesi, dünyevîleşme ve yozlaşmanın göstergelerinden sadece biri. Ne yazık ki, hayatın diğer bütün alanlarında da aynı durum yaşanıyor.

Meseleye bu açıdan bakarsak, hadisenin vahametini daha iyi anlama imkânı bulabiliriz.

“Çoğunluk kararını bu yönde verdi ve siz bu iradeyi karşınıza alarak yanlış yaptınız” diyenler, hattâ bizi özür dilemeye çağıranlar var.

Biz bu karara saygılıyız ama kendi tercihimize de saygı bekleriz. Diyoruz ki, çoğunluk her zaman doğruyu yapmış olsaydı, söz gelişi 12 Eylül anayasası yüzde 92 oyla kabul edilmez veya 1999 seçiminde Ecevit’in DSP’si birinci parti olmazdı.

Ve çoğunluğun vahim yanlışta birleştiği durumlardır ki, herkesi olumsuz etkileyen maddî ve manevî musibet ve felâketlere kapıyı açıyor.

Bizim samimî çırpınışımızın ardındaki tek saik, çoğunluğun vahim hatalarda birleşmesini engelleyip, umumî hataların davet edeceği musibetlerin önünde bir set oluşturma kaygısıdır...

29.07.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Redd-i miras geleneği



Kemalizm ve CHP aslında Osmanlı’nın redd-i mirasıdır. Bu çığır İttihatçılıkla birlikte başladı. Sonra keskin bir biçimde misyonunu Cumhuriyet’e devretti. Cumhuriyet’in kurucu iradesi İttihatçı geleneğe yaslanmasına rağmen onun kadrolarından çekindiği için onları yeni yönetimden uzak tuttu. Dolayısıyla İttihatçılarla CHP arasındaki münasebet fikrî bir redd-i miras ilişkisi değildir. Fikrî beraberlik kadroda ayrışmadır. Belki kadro ve konjonktürel münasebetlerin ve önceliklerin belirlediği bir ilişki türüdür.

1950 Demokratları ise CHP’den kopma bir harekettir ve bir anlamda kısmî de olsa CHP için redd-i mirastır. Dolayısıyla 1950 sonrasını ve 1980’e kadar vaziyeti anlamak için CHP ve DP münasebetlerinin karakterine bakmamız gerekiyor.

1980 itibarıyla Türkiye’de yeni bir siyasî dönem başlamıştır. Ve 1980’lerin ortalarında Soğuk Savaş bitmiş ve komünizm geride kalmıştır. Bunun yerini içtimaî olarak sekülarizm ve dünyevileşme ve siyasî olarak Amerikancılık almış daha doğrusu hakim çizgi haline gelmiştir. Dolayısıyla Soğuk Savaş’ın denklemiyle 1980’li ve özellikle de 1990’lı yılların denklemi birbirinden çok farklıdır.

1994 yılından itibaren Türk siyasî hayatına damgasını vuran Millî Görüş çizgisi ise farklı bir gelenekten gelmektedir. 28 Şubat süreci Millî Görüş’ün hızını kesmiştir ve ondan sonra bu gelenekten gelen partiler bir daha barajı aşamamıştır. Bunun yerine 2000 yılı ve sonrasında Millî Görüş’ün redd-i mirası olan Yenilikçi Hareket partileşti, AKP olarak Türk siyasî hayatında yerini aldı. Burada AKP’nin yapısını anlayabilmek için derin bir tahlil yapmak gerekiyor. CHP Osmanlı’nın redd-i mirasıdır. Demokrat Parti ise bir şekilde CHP’nin. AKP ise dinî bir gelenekten gelen RP, Fazilet ve Saadet’in bir redd-i mirasıdır. Bu itibarla, DP’nin çıkış noktasıyla AKP’nin çıkış noktası farklı olduğu gibi konjonktürleri de farklıdır. Dolayısıyla AKP Demokrat Parti’nin değil ANAP’ın bir devamı niteliğindedir. Elbette ondan farklı olan yönleri de vardır. DP’nin temel karakteri hürriyetlerdir, diğerlerinin temel karakteri ise dünyevileşmedir.

***

Nitekim bu tesbiti, Cengiz Çandar 25 Temmuz 2007 tarihli Referans gazetesinde ‘Metamorfoz: 22 Temmuz’u ve AK Parti’yi doğru okumak’ başlıklı yazısında şüpheye mahal bırakmayacak şekilde ortaya koymaktadır.: “Bu çevreler ve bel bağladıkları partileri CHP, halkı okuyamadıkları gibi, siyasî rakipleri AK Parti’yi de bir türlü tanıyamadılar. AK Parti’nin ‘laikliğe’ dolayısıyla ‘Cumhuriyet’in temel değerleri’ne tehdit oluşturan bir ‘Millî Görüşçü’ yani ‘İslâmcı’ bir parti olduğu önermesi üzerinden siyaset yaptılar. Oysa, AK Parti, ‘Milli Görüş’ akımından gelenlerin ‘redd-i miras’ yapmaları üzerine doğmuş bir partiydi. ‘Milli Görüş,’ Saadet Partisinde devam etti. 2002 seçimleri, halkın, AK Parti’nin ‘Milli Görüş’ ‘metamorfozu’ndan geçtiğini gördüğünün ve bunu kabul ettiğinin seçimleriydi.

“Eski elit” buna “ılımlı İslâm” etiketi taktı ve bunu bir “Amerikan projesi” olarak algılama yolunu seçti. 2007, AK Parti’nin “ikinci metamorfozu”na işaret ediyor. 81 vilayetin 69’unda uzak ara birinci parti, 12’sinde yakın konumda ikinci parti. Karadeniz’den Akdeniz’e, Güneydoğu’dan Marmara’ya ülkenin tümünü kucaklayan tek parti. Arkasında Türkiye’nin yüzde 85’inin parlamentoda temsilini sağlayan seçimde oyların yaklaşık yarısını almış bir “merkez partisi”. Merkez-sağ bile değil artık, merkez partisi. AK Parti’nin “metamorfozu”nu göremeyenler, Franz Kafka’nın ölümsüz romanı “Metamorfoz”un kahramanı Gregor Samsa’ya dönüşmüş durumdalar. Hani aile içindeki iktidar mücadelesini kaldıramayarak insanlıktan çıkıp hamamböceğine dönüşen Gregor’un “metamorfozu” misali.

Onlarınki de “metamorfoz”.22 Temmuz 2007, bir “metamorfoz” öyküsüdür. Türkiye’de siyasetin “metamorfozu”... “

***

Bunları mücerret ve soyut tesbitler olarak görebilirsiniz öyleyse biraz da vakıadan; ayakları yere basan şahit olaylar aktaralım. Bu bağlamda, rakamlarla Vatan gazetesi AKP’nin yeni gömleğini teşhis ediyor. Yazdıklarından bir kaç satır: “ En çarpıcı değişiklik; partiyi kuran Milli Görüşçüler’in yeni dönemde azınlığa düşmesi.. 341 milletvekilinden sadece 90’ı Milli Görüş çizgisinden geliyor. AKP Meclis grubunda, çoğunlukla iş dünyası ve akademi çevrelerinden ilk kez Meclis’e giren 100’e yakın ‘liberal’ bulunuyor. Ayrıca daha önce merkez sağ partilerde milletvekililği yapmış 70’e yakın isim yer alıyor. Vekiller arasında Milli Görüş kökenli olmayan 100’e yakın muhafazakâr da var. Ülkücü bilinenler 6, ‘solcu’ sayısı ise 13. Hepsi başı açık 30 kadın milletvekilinin yanı sıra AKP’de 2 Alevi milletvekili de bulunuyor...”

Bu yeni karma yapıyı incelediğimizde AKP’nin omurgasının muhafazakârlardan ziyade liberallerden oluştuğunu görüyoruz.

Yine yaşanılmış bir bilgi ve belge veya sürecin canlı şahitlerinden Reina’nın patronu Mehmet Koçarslan’ın müşterilerinin yüzde 90’ının 22 Temmuz seçimlerinde AKP’ye oy verdiklerini söylemesidir. Ve siyasî bir müttefik olarak başbakanı Reina’ya bekliyor. Ne tesadüf İsrail Dışişleri Bakanı Tzibi Livni de seçim yorgunu Abdullah Gül’ü İsrail tatil beldelerine ve resortlara beklediğini söylemişti. Bu tabloya, tarihe bakarak mürciileşme diyebiliriz...

Evet birileri, Milli Görüş çizgisini light İslâma evirmek istiyordu ve AKP bunu doğurdu. Light İslâma da tarihteki ismiyle Mürcieleşme geleneği diyoruz. Light İslam arayışının gerisinde de tabiî ki beynenmilel Yahudi çevreler var. 80 yıl öncesinin aracı laiklikti şimdi ise light Islam. Onun için kimileri Tayyip Bey’in şahsında yeni bir Atatürk portresi görüyor olmalı. Bu teorisi olmayan İslâm’dır. Aynen AKP’nin temsil ettiği gibi.

29.07.2007

E-Posta: [email protected]




Kemal BENEK

AB bardağının dolu yarısı



Gün geçmiyor ki AB’den Türkiye’nin üyeliğine ilişkin açıklamalar gelmesin. Bugün yine bunlara değinelim. Sürekli bardağın boş kısmını göstermeye çalışanlara karşılık biz de dolu tarafını nazarlara verelim. Ama önce Türkiye’den AB sürecine dönük açıklama ve temennilere bakalım.

**

Türkiye’nin, AB üyeliğiyle ilgili pozitif anlamda en büyük katkıyı yapan STK’ların başında gelen İktisadî Kalkınma Vakfı (İKV), seçimlerden hemen sonra AB sürecini hatırlattı. “Politik ve ekonomik istikrarın sağlanması ve sürdürülmesi” için AB üyeliğini destekleyen ve bunu “misyonunun bir parçası olarak kabul eden” İKV, hükümete AB ile ilgili isteklerini sıraladı:

1- Reform sürecine yeni bir ivme kazandır,

2- Müzakere sürecini dinamik bir şekilde sürdür,

3- İç kamuoyunu bilinçlendir,

4- Dış kamuoyunun ön yargılarını giderecek çok yönlü bir iletişim stratejisi oluştur.

İvme kazandırılmasını isteyen diğer bir STK da Sosyal Demokrasi Vakfı (SODEV) oldu. Vakıf, AKP iktidarından yolsuzluklara son vermesi, demokratik açılımları hızlandırması, AB yolunda ilerlemesi gerektiğine dikkat çekti.

**

Türkiye’deki sağduyulu çağrılar AB’den de karşılık buluyor. Fakat şarta bağlı. Şart da şu: Eğer Türkiye temel haklar, din ve ifade özgürlüğü alanında somut adım atarsa… Atarsa, Avrupa Komisyonu’nun Kasım ayı sonunda yayınlamayı planladığı Türkiye raporu dengeli olacak.

AB Dönem Başkanı Portekizli bir diplomatın AB Haber’e yaptığı açıklamaya göre somut adımlar, “AB içinde sayıları çok az da olsa Türkiye karşıtlarının seslerinin kısılmasına yol açacak.”

**

Bu haftanın ilginç yorumlarından biri The Japan Times’ın yazarı Gwynne Dyer’den geldi. Dyer’e göre “herkesi makul olmaya ve işbirliği yapmaya teşvik eden AB üyeliği ihtimali” bile müdahaleleri önlüyor: “Hâlâ istiyor olabilir (ama) ordu artık bir darbe yapamayacak.”

Ve devam ediyor Dyer: “Türkiye’deki gerçek çatışma, ‘cumhuriyetçi elit’ ile geriye kalanlar arasında geçti. Cumhuriyetçi elit, ayrıcalıklara sahip ve iyi eğitilmiş bir sınıf. Onlar, ordu, yargı ve devlet bürokrasisinde birkaç kuşaktan bu yana en önemli görevleri tekellerinde tuttular. Bahaneleri de Kemal Atatürk’ün laik reformlarını korumaktı. Türkiye’de laik demokrasi tehlikede değil. Ülkede fanatik mutlaka var. Ama böyleleri her ülkede var. Ancak, Türkiye’de fanatiklere, İspanya’daki kadar ender rastlanıyor.”

“Elin adamı” bile uzaklardan en objektif değerlendirmeyi yapabiliyor. Ülkemizdeki statükoculara ders verircesine...

**

Son olarak, İsveç Dışişleri Bakanı Carl Bildt’in açıklamasını zikretmeden geçemeyeceğim. Bildt’e göre “Millet, AKP’ye AB yolunda çok güçlü yetki verdi.”

Millet yetkiyi verdiyse sıra bunu amacına uygun kullanmakta.

29.07.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Milleti ‘düşman’ gören, milletten oy alamaz



‘Sol’u temsil eden ve ‘en eski/yaşlı parti’ olmakla övünen CHP’nin, 22 Temmuz 2007 milletvekili genel seçimlerinde aldığı ‘az’ oy, tartışma konusu yapılıyor. Yüzde 20 nisbetindeki oy, parti yöneticilerini ve partilileri memnun etmese de genel başkanını memnun etmiş görünüyor.

“Tek parti” iktidarının, 14 Mayıs 1950’de Demokrat Parti iktidarıyla yıkılmasından sonra CHP, bir daha tek başına iktidar yüzü görmedi. Zaman zaman iktidara yaklaşmış olsa da bu başarısı uzun sürmedi ve çoğunlukla ‘ana muhalefet partisi’ görevini yerine getirdi.

Belki gereğinden fazla hatırlatıyoruz, ama uzun yıllar ‘tek parti’ olarak Türkiye’yi idare eden bir partinin, bir anlayışın, bir zihniyetin; çok partili hayata geçişten sonra bir daha tek başına iktidar yüzü görmemesi başlı başına incelenmesi ve ibret alınması gereken bir konu değil midir?

Yanlış olmakla birlikte; “Türkiye Cumhuriyetini kuran parti” olmakla övünen bir partinin bu duruma düşmesi ibretlik olsa gerek. Tabiî ki CHP’nin derdi bizi dertlendirmedi. Böyle olmasını çok tabiî görüyoruz. Çünkü biliyor ve inanıyoruz ki millete rağmen iş görmek, inançlara saygı göstermeden siyaset yapmak hele hele Türkiye’de mümkün değildir.

CHP’nin yıllardan beri devam ettirdiği yanlışlarda ısrar etmesinden kaynaklanan ‘zarar’ı sadece kendisi ödese buna da itiraz etmeyeceğiz. Ama yanlıştaki ısrarın faturasını bir şekilde musumlar da ödüyor.

CHP’yle ilgili dikkat çekici bir değerlendirmede şöyle denilmiş: “Halkın değil ‘düzen’in partisi haline geldikçe, halkın değil ‘devlet’in partisi haline geldikçe, umut olmaktan gitgide uzaklaşıyor. Halkın iradesine güvenmediği, hatta muhtıra şakşakçılığı yaptığı için de seçim kazanamıyor. (...) Kendini değiştiremeyen bir parti, Türkiye’yi değiştiremez.” (Hasan Cemal, Milliyet, 28 Temmuz 2007)

Bir başka değerlendirmede de, CHP’nin probleminin sadece ‘lider’i olmadığı şöyle ifade edilmiş: “Mümkün olsaydı ve 22 Temmuz seçimi Deniz Baykal’sız, Baykalgillersiz ve muhaliflerin önderliğinde yapılsaydı sonuç kesinlikle değişmezdi.” (Özdemir İnce, Hürriyet, 28 Temmuz 2007)

CHP’nin tek probleminin ‘genel başkan’ olmadığı tesbiti doğrudur. Zeten tek problemleri genel başkan olmuş olsa ‘düz’lüğe çıkmaları kolay olurdu. Değiştir genel başkanı, gel iktidar! Ama nerede bu kolaylık? CHP’nin iktidar yüzü görmemesinde çok daha derin problemler var. Bu derin problemleri anlamak için bir örnek: CHP’nin Bitlis 1. sıra adayı Edip Safter Gaydalı, seçilemeyişini şöyle açıklıyor: “Partiyi (CHP’yi) bölgemize anlatamadık. Bölgedeki insanlar CHP’yi ‘dinsiz parti’ gibi tanıyor. CHP deyince böyle algılanıyor.” (Şakir Süter, Akşam, 28 Temmuz 2007)

Bir de, CHP eski Genel Başkanlarından ‘Milli Şef’ İsmet İnönü’nün şu şözünü hatırlayalım: “Kimse duymasın, millet düşmanımızdır!” (Ulus, 17 Mayıs 1968)

O halde soralım: Milleti ‘düşman’ belleyen parti, milletten oy alabilir mi?

29.07.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Kışta gelmek, bahara hazırlıktır (1)



Kışta doğanlar, baharı özler. Bahar, onlar için doğumun hayat müjdesidir. Bulunduğumuz şartlar, doğrumuz olan, bir anlamda doğduğumuz şartlardır.

Kış olmazsa, bitkilere annelik eden toprağın “mutfak hazinesi” işlemez. Rızık ambarı olan toprağın “üretim tesisleri” çalışamaz.

Kış, soğuk ve sertliğin iklim dilidir. İnsanlar bu mevsimde ısınmayı, korunmayı ve sonrasını planlamayı öğrenirler. Her kış, bahara mesaj geçen, yaza selâm gönderen bir ümit tasavvurudur aynı zamanda.

Soğukluğun şiddeti/derecesi, zıddını yaşatır hasret dünyamızda. Kavuşacağımız sıcaklığı besler yüreğimizde. Sabırla içine sinmiş korumacı sıcaklığı, soğukla takas edeceği, beraberinde mevsimi de tebdil edeceği dönemlere hazırlanır.

Tebdili mekân, yine kışın tebdiline gebedir. Onunla farklılığını keşfeder. Kar eridikçe, yağmur gölleri ve kaynakları doldurdukça, toprak nemlenmiş haliyle tohumlara toprağın yüzeyine doğru filizlenme yarışına girer.

Kimyası değişmeyen topraktan, farklı özelliklerde ürün desenlerini müjdeleyen zemin süslemeleri başlar.

Zeminin rengârenkliği ile artık kış geride kalmıştır. Havalar ısınmıştır. Bahçe bitkileri, ikram sofralarının göz zevkini sunarcasına resmîgeçitlerini müdrik nazarlara takdim ederler.

Aynı yaratıcının halk ettiği, aynı dünyanın fark ettiği, aynı insanların yakınlaştığı birlik mührünün birbirini tamamlayan kareleri olmanın düzen ve intizamıyla selâmlarlar gökyüzü kubbesinin haşmetini.

Yine hatırlarlar geçmişlerini, kışın çetin günlerini ve geleceğe umut olan bugünkü hallerini. Şükrederler mazinin o incelip kopmayan, sıkışıp bunaltmayan toprak altındaki karanlık tünellerden geçen sürelerine…

Kışta gelmenin ne demek olduğunu düşünürler. “Acaba başka mevsimde gelebilir miydik?” diye kafaları karışır bazen bütün mahlûkatın. Öncelikle, bu kadarın kendisine sunulduğu insanın akl-ı evveli dolaşır başına.

Dört mevsimin en sabır isteyeni mevsim olan kış yerine, meşakkatin tanımı diyebileceğimiz başka hangi mevsim, bu geçişin nimet ve huzur farkını tattırabilir ki?

Onun için kışı yaşamak, kışa ait olmak, kışın doğmak ve kış görmek; bir tecelli, bir doğum ve bir sabır imbiğidir. Bir diriliş kamçısıdır. Ölürken, dirilmeye inanma halidir. “Yok, yok ise o vardır” kaidesi burada geçerlidir. Kendini feda eden tohum, kışını yaşayarak, tekrar dirilmeyi, ağaç olmayı ve meyve vermeyi hak etmiştir. Daha doğrusu böyle bir hak lütfuna nail olmayı dilemiştir fıtrî, fiilî ve zahirî duâsıyla.

Büyükler, hikmet ehli, “üç şeye güvenilmez” dediklerinde biri de “şems-i şita”dır. Yani kış güneşidir. Herkesin kış ortasında sıcak bir güneş görme arzusu kısmen gerçekleşse de, bu kış güneşine güvenilmez, çünkü kalıcı olamaz. Mevsim uygun değildir.

Güneş, yaz mevsiminin arkadaşıdır. Onunla daha fazla sarar mahlûkatı. Sonbaharın hüznüdür. Sararmış yeryüzünün ışıldayan yüzüdür, aydınlatan rengidir.

Onun için kışımızı yaşayalım ki, baharımız kolay ve gerçekçi olsun. Böylece şuurluca farkına varırız.

Acele etmek, kışta gelmek, aynı zamanda cennet âsâ bir baharın kuluçkasıdır. Kısmetin takdirine, görevin takdimine ve sorumluluğun ifasına bir işarettir kış mevsimi, kış şartları ve kışı çetin geçen dönemler.

Bediüzzaman, “Acele ettim, kışta geldim” derken, erkenden tedbir almaya, geleceğe hazırlanmaya ve ruhları izhar edecek bir mesuliyete işaretler verir. Kendisi kışı, bizim için, sonrası, nesl-i cedit ve istikbal için yaşar. Kışını hemencecik bahar yapma derdinde değildir. Kışı yaşarken şikâyetçi değildir. Kış güneşine bir teneffüs gözüyle bakıp, ona aldanmayacak kadar da adetullah dostu bir tefekkür ehlidir.

Bediüzzaman kışta geldi, bize de kış yaşatma, derdine ortak etme ve kışta yaşatacak bir çıkılmaz halin içinde ve yanında hiç tutmadı. Bütün hayatı, gayreti ve himmeti baharla, istikballe, sonrasıyla dolu iman ve fütuhat müjdeleridir, pozitif telkinlerdir ve şevk arttırıcı müjdelerdir.

“Ben acele ettim kışta geldim” aynı zamanda elini çabuk tutmadır. Kaderin sevkiyle erken davranmadır. İstikbalin zafer öncesi karanlık dönemini görme basiretinin anlaşılmayacak kadar kendini ateşe atma, sahiplenme ve o gün anlaşılmayacak beyan ve iddialarda bulunma görevidir. Bir istihdam, bir tecdit ve tepkilerin soğukluğu karşısında iç ısınma ile tahammül ve bahara tedbir ferasetidir.

29.07.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Dostla buluşurken



“Dost istersen Allah yeter. Evet, O dost ise, herşey dosttur.”1

Sevgililer Sevgilisi, Yüce Dost ancak Allah’tır. Kur’ân da, “Allah, iman edenlerin dostu ve yardımcısıdır. Onları inkâr karanlıklarından kurtarıp hidayet nuruna çıkarır”2 buyurmuyor mu?

Allah dostlarının en büyük arzusu o ezelî ve ebedî dosttan uzak kalmamaktır. Her an, her yerde kendisiyle beraber olduğu düşüncesiyle O Dostun sevgi ve inayetini kaybetmemek için büyük bir hassasiyet gösterirler. Ondan uzak kalmak ölümdür âdetâ onlar için. Ona kavuşma ise en büyük mutluluktur.

İşte birçoklarının korkup titrediği ölüm onların dünyasında Sevgililer Sevgilisine, en büyük Dosta kavuşmaktır.

Kâinatın Efendisinin (asm) O Yüce Dosta kavuşmak için nasıl can attığını görmemek mümkün değil. Cebrail (as) vefat edeceği gün huzuruna gelip, “Ey Allah’ın Resûlü! Kendinizi nasıl buluyorsunuz?” diye soruyor.

Resûl-i Ekrem de (asm), “Ey Cebrail! Sıkıntı ve üzüntü içindeyim” diye cevap veriyor.

Ölüm meleği ise kapıda beklemekte. İçeri girmek için izin istiyor. Cebrail (as), “Ya Muhammed! Ölüm meleği geldi, huzuruna girmek için izin istiyor. Senden önce hiçbir kimseden izin istemediği gibi, senden sonra da hiçbir kimseden izin istemeyecektir” diyor.

Kâinatın Efendisi (asm), Hz. Cebrail’e, “Peki, izin ver, gelsin” buyuruyor. Ölüm meleği içeri girince, saygı içinde Peygamberimizin (asm) karşısında durup şöyle diyor:

“Ey Muhammed! Allah beni sana gönderdi ve sana itaat etmemi emretti. Eğer müsaade ederseniz, ruhunuzu alacağım. Şayet istemiyorsanız, bırakır giderim.”

Peygamberimiz (asm), “Yapar mısın, ey ölüm meleği?” diyor.

“Evet, yaparım” diye cevap veriyor Azrail.

Resûl-i Ekrem (asm), “Öyleyse emrolunduğunu yap” buyuruyor.

Bunun üzerine Hz. Azrail, “Ya Resûlallah! Allah seni huzuruna almak istiyor” deyince, Peygamberimiz (asm) tam bir teslimiyet içinde, “Öyle ise emrolunduğunu yap, ey ölüm meleği” diyor.3

Sonra da yanındaki su kabına ellerini batırıyor, ıslak ellerini yüzüne sürüp “Lâ ilahe illallah. Ölümün, akılları baştan gideren ıztırap ve şiddeti haktır” diyor. Sonra da gözlerini yukarıya dikip “Ey Allah’ım! Yüce Dost!” diyerek ruhunu teslim ediyor.4

Dipnotlar:

1- Mektûbat, s. 273.

2- Bakara Sûresi: 257.

3- Suyûtî, s. 100-101.

4- Müslim, Fezailü’s-Sahabe: 85-86.

29.07.2007

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

Millet konuşmacı, siyasîler dinleyici olsaydı



“Yorgan gitti, kavga bitti” misâli seçimlerle birlikte şimdilik siyasî kavgalar da bitti. Şimdilik diyorum, çünkü bundan sonra da başta cumhurbaşkanlığı seçimi ve hükümet kurma çalışmaları yapılacağı için, siyasî partiler arasındaki çekişmelerin ve sürtüşmelerin devam edeceği kesin gibi.

Evet seçim süreci boyunca siyasî parti liderlerini, milletvekili adaylarını seçim meydanlarında, televizyon kanallarında bol bol dinledik. Her zaman olduğu gibi onlar konuştu, millet dinledi… Bol keseden vaadlerde bulunuldu, sözler verildi. Kendi aralarında zaman zaman sert sataşmalarda bulundular siyasîler… Hatta tehdit ve tahkirlere varacak biçimde karşılıklı konuşmalar yapıldı.

Ama değişmeyen bir şey vardı, seçim propagandaları boyunca onlar konuşmacı, millet sürekli dinleyici konumda. Açıkça söylemek gerekirse bu durumu doğru karşılamak mümkün değil. Keşke zaman zaman seçim meydanlarında, mitinglerde, televizyonlarda millet de konuşabilseydi diyorum. Bir şekilde millet de söz hakkı tanınsaydı. Onlar da dert ve dileklerini, istek ve arzularını serbestçe dile getirebilseydiler.

Böyle bir ortam hazırlanabilseydi eminim ki çok daha farklı bir seçim ortamı oluşur ve halk daha isabetli, daha sağlıklı tercihlerde bulunurdu.

Yani seçim meydanları veya televizyon kanalları bir nev’î halk kürsülerine çevrilip, isteyen herkes olmasa da siyasîlerin ötesinde bazı halk temsilcilerine, kanaat liderlerine, cemaat temsilcilerine söz hakkı verilseydi, demokrasimiz adına çok daha sağlıklı bir seçim olabilirdi.

Halkın hiç konuşmadığı, sürekli dinleyici olduğu ve siyasîlerin habire konuşarak, halkın aklını çelerek, tek yönlü bir propaganda ile yönlendirmeye çalıştığı bir ortamda yapılmış olan bir seçimden, isabetli bir sonucun çıkması beklenir mi bilemiyorum?

Hemen hemen bütün siyasî partilerin çeşitli zeminlerde söylediklerini hep beraber dinledik, seyrettik. Çoğunun ilk hedefleri, öncelikli gayeleri bu milleti nasıl avlayabilirim, onların reylerini nasıl, ne şekilde alabilirim üzerine kuruluydu.

Bu meyanda tek güvendikleri ve umut bağladıkları sermayeleri de, tahkik ehli olmaktan uzak geniş halk kitleleriydi. Siyasîlerin ağzından çıkanları senet kabul eden, sonsuz bir itimat sahibi olan böylesi halkın mevcudiyeti, bu seçimde de siyasî partilerimizin yegâne umut kapıları oldu. Ve nitekim bu iştah açıcı safderun çevreleri yanlarına almayı beceren partiler hedeflerine varmış oldular.

Halbuki seçim zemini millet ile onlardan destek isteyen siyasiler arasında karşılıklı bir hesaplaşma ortamı olmalıydı. Beş yıldır millete hizmet vaadiyle mecliste bulunanlar, millete açık bir hesap vermeliydiler. Onlar daha çok konuşmaktan ziyade, dinleyici sandalyesinde oturmalıydılar.

Ve beş yıldır mecliste bulunan siyasîler milletten oy talep etmenin yanında şu suallere de muknî cevaplar verebilmeliydiler:

1- Ülkemiz ve milletimiz için bir yüz karası olan, dünyada emsâli bulunmayan, hiçbir kanunî dayanağı bulunmayan bu başörtüsü yasağını neden bugüne kadar halletmediniz?

2- Aslında kamuya, yani millete ait olması gereken yerleri, alanları hangi mantıkla, hangi gerekçe ile “kamusal alan” adı altında başörtülülere yasak bölge diye ilân ediyorsunuz? Milletin vekilleri olarak dünyada emsâli bulunmayan böyle bir uygulamaya nasıl seyirci kaldınız?

3- Her fırsatta muhafazakâr ve dindar olduğunu ileri süren ve millet nezdinde de öylece kabul gören hükümetiniz zamanındaki ahlâkî erozyonu ne ile izah ediyorsunuz? İçki, fuhuş, uyuşturucu, kumar gibi kötü alışkanlıklardaki patlamalar karşısında bu güne kadar hangi tedbirleri aldınız? Bunları önlemek, çare arayışlarına girişmek muhafazakâr geçinen hükümetlerin başta gelen işi değil midir?

4- İktidarınız boyunca bir çok hak ve hürriyetler kayıt altına alındı. Bir çok yazar-çizer mahkemeleri yol edindi. Yerden mantar biter gibi devleti ve hükümeti hedef alan çeteler türedi. Bütün bunlara karşı sessiz kaldınız. Ama beri tarafta okulların kuytu bir köşesinde namaz kılan çocuklar bahane edilerek okul idarecileri hakkında takibatlar yapıldı... Kutlu doğum haftası faaliyetleri, askerî muhtıra sebebi oldu. İmam-hatiplilere yapılan zenci muâmeleleri, böylesi muhafazakâr bir hükümet zamanında hâlen devam ediyor. Bu olup bitenlere karşı hangi tedbirleri aldınız? Keşke siyasîler bu gibi suâllerin doğru cevaplarıyla birlikte milletten oy isteselerdi.

29.07.2007

E-Posta: [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Çağdaş olmak nedir?



İşte, yaklaşık iki yüz yıldır aydınlarımızın cevabında uzlaşamadığı soru.

Ülkemiz üzerine yaptığı farklı sosyolojik yorumlamalarıyla tanınan Prof. Dr. Nilüfer Göle bu soruyu bakın nasıl cevaplıyor:

“Eğitimli olmak, modern olmak, çoğulculuğa açık olmak, demokrasiye, insan haklarına ve bireysel haklara saygılı olmaktır. Burada ise çağdaşlık tanımı başörtüsüzlüğe indirgeniyor. Müslüman kesimler de bugün çağdaş değerlere sahip oldukları için, eğer çağdaşlık tarifinden bakarsak onların da bu değerlere sahip çıkmasını, Türkiye’de modernliğin bir başarısı olarak görebiliriz.” (Sabah, 28 Mayıs, 2007)

“Türkiye’de kendini tekrarlayan yasakçı bir zihniyet var. Kendimize güvenmiyoruz ve bunun temelinde bir korku var. Halkımız hayata asılmıyor. Kolay yaşamak istiyoruz. Yalnız kalmayı sevmiyoruz. Bizde isyan kültürü yok, sil baştan, askerî bir kültür var. Türkiye kendi kendinin analizini yapmayı sevmiyor” diyen Nilüfer Göle, görüşleriyle sanırız önümüzdeki dönemde Sayın Şerif Mardin’e eşlik edecek…

Malûmunuz Şerif Mardin benzer fikirleri ve Said Nursî üzerine yazdığı kitap yüzünden geçtiğimiz günlerde üçüncü kez TÜBA (Türkiye Bilimler Akademisi) üyeliğine kabul edilmedi.

Dünyaca tanınan, ilmine saygı gösterilen, kürsüleri olan değerlerimizin kendi öz vatanında, adeta düşman gibi görülmesi bilim sahasında dahi ayrımcılık yapıldığının tipik bir örneği…

Tıpkı Hindistan’daki birbirleriyle evlenen, birbirleriyle yemek yiyen başkalarının paylaştıkları alana girmesine izin vermeyen “kast sistemleri” gibi…

Çok seslilik, fikir ve inanç hürriyeti mi dediniz? Hak getire…

Ensar kadınları

Ensar, yani Medineli Müslümanlar...

Hz. Peygambere (asm) yakınlık gösteren, onu ve Mekke’den hicret eden Müslümanları koruyup yardım eden güzide insanlar…

Peygamberimizi ve sevgili dostu Hz. Ebû Bekir’i Medine’de kadını, erkeği, çocuğuyla birlikte ilahiler eşliğinde büyük bir çoşkuyla karşılamışlardı.

Ardından şehirlerinden hicret etmek zorunda bırakılıp kendilerine sığınan Mekkeli dostlarını da aynı sıcaklıkla karşıladılar.

Ensar kadınları yani Medineli Müslüman kadınlar dinlerini öğrenme ve uygulama konusunda çok istekli, gayretlilerdi. Bir gün Peygamberimize (asm) gelerek “Ey Allah’ın Resûlü, erkekler sizi dinleyip sizden istifade etme konusunda bizi geçtiler. Bize de müstakil bir gün ayırsanız!” dediler. Resûlullah, bunun üzerine onlara bir gün verdi. O belirli günde onlara nasihat ederdi.

Hz. Ayşe onların bu dinlerini öğrenme konusundaki gayretlerini hayretle şöyle övmüştü: “Ensar kadınları ne hoş, hayâları, soru sorarak ilim öğrenmelerine mani olmuyor!”

Onları Mekke kadınlarından ayıran farkları müşahede eden Hz. Ömer de şöyle diyor: “Vallahi biz Cahiliye çağında kadınları hiçbir işte hesaba almazdık. Yüce Allah onlar hakkında indirdiğini indirinceye ve kendilerine verdiği payı verinceye kadar, biz Kureyş cemaati kadınlara hâkim durumda bir kavim idik. Medine’ye geldiğimiz zaman, orada bir kavim bulduk ki, kadınları onlara hâkim durumda bulunuyorlar.”

Medine’de kadınlar için öylesine bir hürriyet ortamı varmış ki, Hz. Ömer (ra) sözlerinin devamında “Nihayet bizim kadınlarımız da onların kadınlarından öğrenerek bize tahakküme başladılar” diye yakınıyormuş…

İşte saadet asrından hoş bir kesit…

Ensar hanımlarından almamız gereken çok dersler var!

29.07.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Öğle namazının vakti



Ali Bey:

* “Asr-ı sânî nedir? Öğle namazı asr-ı sânîye kadar geciktirilebilir mi?”

Namaz vakitlerini belirleyen vahiydir. Biz amel etmekle yükümlüyüz. En efdal amel de, vaktinde kılınan namazdır.

İbn-i Mes’ud (ra) der ki: Allah Resûlüne (asm): “Amellerin hangisi daha efdaldir?” diye sordum. Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm):

“Vakti içinde kılınan namazdır!” buyurdu. Ben:

“Sonra hangisidir?” diye sordum. Resûlullah Efendimiz (asm):

“Anaya babaya iyilik etmektir!” buyurdu. Ben:

“Sonra hangisidir?” diye sordum. Allah Resulü (asm):

“Allah yolunda cihaddır!” buyurdu.1

Asr-ı sani ve diğer namaz vakitleri hususunda vahiyle belirlenen “sınırlara” bir göz atmakta fayda var.

Cabir b. Abdullah (ra) anlatıyor: “Namaz vakitlerini öğretmek için Cebrail (as) Resûlullah’a (asm) geldi, imam oldu; Resûlullah (asm) arkasına durdu, insanlar da Resûlullah’ın (asm) arkasına durdu ve güneş tepeden döndüğü sırada Cebrail (as) öğle namazını kıldırdı. Her şeyin gölgesi bir misli olunca Cebrail (as) yine Resûlullah’a (asm) geldi ve önce yaptığı gibi tekrar öne geçti, Resûlullah (asm) onun arkasında, cemaat de Resûlullah’ın (asm) arkasında olduğu halde ikindi namazını kıldırdı. Sonra Cebrâil (as) güneş batınca tekrar geldi ve öne geçti, Resûlullah (asm) arkasında, cemaat de Resûlullah’ın (asm) arkasında olduğu halde akşam namazını kıldırdı. Sonra şafak (ufuktaki kızıllık) kaybolunca Cebrâil (as) yeniden geldi ve öne geçti, Resûlullah (asm) arkasında, cemaat de Resûlullah’ın (asm) arkasında olduğu halde yatsı namazını kıldırdı. Sonra Cebrail (as) şafak sökünce tekrar geldi ve öne geçti, Resûlullah (asm) arkasında, cemaat de Resûlullah’ın (asm) arkasında olduğu halde sabah namazını kıldırdı.

“İkinci gün insanın gölgesi bir misli olunca Cebrail (as) tekrar geldi, önceki gün yaptığı gibi öğle namazını kıldırdı. Sonra insanın gölgesi iki misli olunca geldi ve önce yaptığı gibi ikindi namazını kıldırdı. Sonra güneş batınca geldi ve önceki gün yaptığı gibi akşam namazını kıldırdı. Akşamı kıldıktan sonra uyuduk. Sonra uyanıp tekrar uyuduk. Tekrar uyanınca Cebrail (as) geldi ve dünkü yaptığı gibi yatsı namazını kıldırdı. Daha sonra tan yerinin beyazlığı yayılınca geldi–yıldızlar meydanda iken—dünkü yaptığı gibi sabah namazını kıldırdı.

Cebrail (as) sonra dedi ki: “Dünkü kıldırdığım vakitlerle bu günkü kıldırdığım vakitler arasındaki zamanlar namaz vakitleridir.”2

Namaz vakitlerinin bizzat “vahiy” tarafından tayin edildiği konusunu işleyen başka hadisler de var. Mezhepler konuyla ilgili bütün hadislerden yola çıkarak namaz vakitlerinin tayininde önemli kıstaslar tesbit etmişlerdir. Buna göre öğle namazının vakti, güneşin tam tepe noktasına varmasından hemen sonra başlar; her şeyin gölgesinin–tepe noktadaki gölge hariç—kendi misline ulaşmasına kadar devam eder. Bu tesbit, mezhep imamlarından İmam-ı Malik, İmam Ahmed b. Hanbel ve İmam-ı Şafiî ile Hanefîlerden İmam-ı Muhammed ve İmam-ı Ebû Yusuf’a aittir. İmam-ı Azam Ebû Hanife’ye göre ise, öğle namazının vakti, her şeyin gölgesinin–tepe noktadaki gölge hariç—kendisinin iki misline ulaştığı zaman çıkmış olur. Her şeyin gölgesinin kendisinin iki misli olduğu zamana “asr-ı sânî” denir ve ikindi namazının vakti girmiş olur. Üç imama göre ise, her şeyin gölgesinin kendisinin bir misli olmasıyla ikindi namazının vakti girer.

Ülkemizde—elhamdülillâh—beş vakit ezanlar okunmaktadır. Üstelik–elhamdülillah—saat ve takvimle ilgili bir sıkıntımız da bulunmamaktadır. Namaz vakitleri konusunda okunan ezanlar ve takvimler vahiyle birebir örtüşecek ölçüde doğru bir tesbitin ürünüdürler. Bu konuda tereddüde ve şüpheye mahal de yoktur.

Ezan seslerinin işitilmediği ve ne saatimizin, ne de takvimin olmadığı bir yerde bulunursak eğer, namaz vakitlerini gölge hesabıyla yapabiliriz. Bu durumda da ihtilâftan kurtulmak için; öğle namazını, her şeyin gölgesi kendisinin bir misli olmazdan önce kılmalı, daha sonraya bırakmamalıdır. İkindi namazını da gölgeler iki misli olunca, yani asr-ı sânîden sonra kılmalıdır.

Allah kabul etsin.

Dipnotlar:

1- R. Sâlihîn, 1071

2- Nesâî, Mevâkît, 10

29.07.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Şaşırtıcı gerçekler



İşte, uzmanların yaptığı araştırmalar sonucunda ortaya çıkan şaşırtıcı gerçeklerden bazıları:

- Bir yılan 3 yıl uyuyabilir.

- Bal bozulmayan tek gıdadır.

- Ördeğin sesi yankı yapmaz.

- Denizyıldızlarının beyni yoktur.

- Üzüm mikrodalga fırında patlar.

- İnsan yılda en az bin 460 rüya görür.

- İçtiğimiz sular 3 milyar yaşındadır.

- Karınca iki hafta su altında yaşayabilir.

- İnsan kalbi dakikada 60-80 defa çarpar.

- “Pi” sayısının bir milyarıncı rakamı 9’dur.

- Dünyada insanlardan daha çok tavuk var.

- İnsanın kalça kemiği betondan daha sağlamdır.

- Türkiye’de Mehmet adında

1 milyon 229 kişi var.

- Sabahları elma, kahveden daha fazla uykunuzu açar.

- Yerçekimsiz ortamda mum alevi küre şeklinde olur.

- Otomobil sayısı insan sayısından 3 kat daha hızlı artıyor.

- Doğum gününüzü en az 9 milyon kişiyle paylaşıyorsunuz.

- Bir bardak sıcak su, buzdolabında soğuk sudan daha çabuk donar.

- Dünyada bir yılda gerçek paradan daha fazla Monopol parası basılıyor.

- Eksi 90 derecede nefesimiz, havanın ortasında donar ve düşer.

- Vücudumuzdaki tüm damarları uç uca ekleseniz 19 bin 200 kilometre eder.

- Çin’de İngilizce konuşan kişi sayısı Amerika’dan daha fazladır.

- Elma, soğan ve patatesin tadı aynıdır. Fark sadece tamamen kokularından kaynaklanır. Aslında hepsi tatlıdır.

VATANI SATANLAR

Aydın Doğan, Vatan’ı 18 milyon dolara alıyor.

Hayır. Yanlış anlamayın.

Vatan gazetesi’ni diyor.

ÖLÜMÜ HİSSEDEN KEDİ

ABD’de bir kedi “ölümü” hissediyormuş.

Bu kedi huzurevi hastasının yanına geliyorsa, doktorlar hemen yakınlarına telefon açıp, bir an önce hastanın yanında bulunmalarını istiyormuş.

Acaba bu kediyi CHP binasının önüne bıraksak kimin yanına gelir merak ediyorum.

29.07.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004