Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 06 Ağustos 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Murat ÇETİN

Milletvekillerine ikinci yemin



İnsanı devletten üstün tutacağına da yemin eder misin?

Devleti milletin emrinde bir hizmetkâr yapacağına, onu kutsallaştıran her şeye karşı çıkacağına, onun insandan değil, insanın ondan korunması gerektiğine inanıp öyle davranacağına...

Özgürlük diye bir derdinin, hem de hayat memat derecesinde bir derdinin olacağına, insan haklarına saygılı olmanın ötesinde bağlı kalacağına, bağlı kalmanın ötesinde baş meselen yapacağına, seni kimin seçtiğini asla unutmayacağına da yemin eder misin?

Her türlü tehdide, baskıya, “vurgu”ya, meydan okumaya, “basın açıklamasına” karşı, o yemin ederkenki güven veren, kendinden emin, gür sesinle karşı duracağına...

Sağından solundan çekiştirilmemiş, ideolojileştirilmemiş, güçlülerin elinde bir çekiç, zayıfların üzerinde bir kılıç haline gelmemiş hukukun üstünlüğüne saygının sözde kalmayacağına da yemin eder misin?

Halkın bölünmez bütünlüğü diye diye halkın bir kısmını yok saymayacağına, küçük görüp aşağılamayacağına, bir kısmını seçimden seçime hatırlamayacağına...

Laikliği bir din gibi algılayıp uygulamayacağına, uygulayanlara karşı şimdi olduğu kadar vurgulu bir ses tonuyla tavrını ortaya koyacağına...

Bağlı olacağına yemin ettiğin anayasayı, anayasa yapacağına, seni seçenlerin iradesiyle onu sivilleştirip, bütün “renklerinden” arındıracağına...

Herkesin farklı düşünme hakkını sonuna kadar ve ne pahasına olursa olsun savunacağına, devletin farklı düşünceler arasında hiçbir şekilde taraf olmayacağı gerçeğini sözlerine ve eylemlerine yansıtacağına da yemin eder misin?

Konuşman gereken hiçbir yerde susmayacağına, itiraz etmen gereken hiçbir yerde lâfı eğip bükmeyeceğine, gerçekleri her hal ve şart altında, hiçkimseden korkmadan, çekinmeden, bedeli ne olursa olsun söyleyeceğine de yemin eder misin?

06.08.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

"Bunlar insan değil, İfrit"



İslâm ordusu Kadisiye önlerinde Dicle nehriyle karşılaşınca duraksamış, azgın nehirden geçme konusunda tereddüde girmişlerdi. Komutan Hacer bin Adiy (r.a) İslâm ordusunu, nehri geçmeye teşvik etmiş, “Nehri geçmekten sizi yıldıran nedir? Allah kitabında, ‘Hiç kimse Allah’ın izni olmadıkça ölmez, ölüm vakti tayin edilip yazılmış bir eceldir” (Ali imran Sûresi -145) buyurmaktadır” diyordu.

Bu konuşma üzerine Sâd bin Ebi Vakkas, atını nehre sürmüş, peşinden de askerler göz kırpmadan ve hiçbir zayiat vermeksizin geçmişlerdi.

Onların cesaretle nehri geçtiklerini gören düşman korkuya kapılmış, “Vay canına! Bunlar insan değil, İfrit” diyerek kurtuluşu kaçmakta bulmuşlardı.

Ölümden korkmayan, Allah yolunda ölmeyi en büyük makam gören insan hiçbir şeyden korkmaz. Böyle insanlardan ise herkes korkar.

Benzer bir hadisede ilk Müslümanlardan olan Alâ bin Hadrami’nin komutanlık yaptığı İran’ın Darin taraflarında olmuş, cengâverce denize yürüyüp batmadan geçen İslâm ordusunu gören düşman, “Biz bunlarla çarpışamayız.” deyip savaşa cesaret edememiş. Kisra'nın komutanı İbni Mükabir gemiye binip İran’a kaçmak zorunda kalmıştı.

Ne yapmıştı İslâm ordusu komutanı Alâ bin Hadrami? Asker, Darin’e geldiklerinde büyük bir gölle karşılaşmış, komutan “Ey herşeyi bilen Allah! Ey kullarını aceleyle cezalandırmayan Halim! Ey en yüce ve en büyük olan Allah! Senin yolunda düşmanla savaşmak için yollara düştük. Allah’ım, düşmana haddini bildirmek için, bize yol ver, önümüzü aç!” der demez, gölün suları alçalmış, asker de göle dalmış, su atların eyerlerine ulaşmadan kolayca gölü geçmiş, gördükleri durum karşısında dehşete kapılan İbni Mükabir, “Vallahi, bunlarla çarpışılmaz deyip kaçmıştı. İslâm ordusu da savaşsız zafere ulaşmıştı.

Alâ bin Hadrami (r.a) her şeyin dizgini elinde bulunan Rabbine bütün gönlüyle yönelmiş, içtenlikle duâ etmiş, kolayca zafere ulaşmışlardı. Allah, “Bizim yolumuzda cihad edenlere biz yollarımızı gösteririz” (Ankebut Sûresi: 69) buyurmuyor muydu?

06.08.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Adalet-i mahzâ ve siyasî ölçü



Risâle-i Nur araştırmalarıyla da temayüz eden müdakkik bir arkadaşımız şöyle demiş: “Üstadım Bediüzzaman’dan aldığım ‘adalet-i mahzâ’ dersine binâen, daha o gün kararımı verdim: Bir hukuksuzluğun ‘Yaptımsa devlet için yaptım’ diye savunulması ‘adalet-i mahzâ’ ölçülerine göre asla mümkün değilse; Üstadım Bediüzzaman ferdin hukukunu ‘kamu yararı’ adına hiçe sayan ‘Cemaatın selâmeti için ferd feda edilir. Vatan için herşey feda edilir’ anlayışını ‘vahşet ve bedeviyetin kanun-u esasîsi’ olarak tanımlıyorsa, bu isim böylesi icraatların hesabını vermeden DYP’nin başına geçecek olduğunda, bu parti bir Nur talebesi olarak benden oy alamayacaktır. Alamadı da zaten.”

“Adalet-i mahzâ”yı (tam adaleti), “siyasî parti ve liderleri”nden beklemek ne kadar doğru?

Önce adalet-i mahzâ hakkında kısa bir bilgi verelim: Adalet-i mahzâ, tam, gerçek, kusursuz adalet; toplumun selâmeti için ferdin cüz’î hukununun fedâ edilmeyeceğini esas alan adalet anlayışıdır. Kur’ân’ın hedefi, tam adaleti tesis etmektir.

Ne var ki, Asr-ı Saadet hariç, 15 asırdan beri kendisini hissettirecek çapta pek uygulamaya konulamaz. Ki, o mutlu çağda bile bir grup Sahabi, “adalet-i mahza/adalet-i hakikî uygulanamaz” diye içtihad ederek, “ehven-i şer” yoluna gitmiş… Bu içtihad farkı anlayışından da Hz. Ali (r.a.) ile bir grup sahabi arasında anlaşmazlık çıkmış, dolayısıyla bazı şiddet olayları vuku bulmuştu. Ki, Hz. Ali (ra), Bediüzzaman’ın tahliliyle, haklı olarak adalet-i mahza taraftarı idi…

Günümüze gelirsek; elbette hedefimiz, çalışmalarımız “adalet-i mahzâ”ya yönelik olmalı. Fakat, iman zaafının, ibadet ihmalinin her tarafı kuşattığı bir devrede, “adalet-i mahzâ”nın siyasî parti ve liderlerinden pratiğe geçirilmesini beklemek iyimserliğin ötesinde bir bekleyiş olmaz mı?

Zaten Bediüzzaman da, Ahrarları/Demokratları ehven-i şer olarak desteklemiş; “adalet-i mahzâyı uygulayacaklar” diye değil. Kaldı ki, 20. asrın fitneleri arasından çıkan ahrarlar/demokratlar ve siyasî liderinden “adalet-i mahza” beklemek çok fazla iyimserlik değil mi? İşte Üstad’ın bu zamandaki yöneticilere yaklaşımı:

“Suâl: Bazı nâs, senin gibi mânâ vermiyorlar. Hem de bazı Jön Türklerin a’mâl (işleri) ve etvârı (tavırları) pis tefsir ediliyor. Zira bazı Ramazan’ı yer, rakı içer, namazı terk eder. Böyle, Allah’ın emrinde hıyanet eden, nasıl millete sadakat edecektir?

“Cevap: Evet, neam, hakkınız var. Fakat hamiyet ayrı, iş ayrıdır. Bence bir kalb ve vicdan, fezâil-i İslâmiye ile mütezeyyin olmazsa, ondan hakikî hamiyet ve sadakat ve adalet beklenilmez. Fakat iş ve san’at başka olduğu için, fâsık bir adam güzel çobanlık edebilir. Ayyaş bir adam, ayyaş olmadığı vakitte iyi saat yapabilir. İşte, şimdi salâhat ve mahareti, tâbir-i âharla fazileti ve hamiyeti, nur-u kalb ve nur-u fikri cem edenler vezaife kifayet etmezler. Öyleyse, ya maharettir veya salâhattir. San’atta maharet ise müreccahtır.”

Dolayısıyla “fezâil-i İslâmiye ile mütezeyyin olmayan kalb ve vicdan”dan, “hakikî hamiyet ve sadakat ve adalet”, üstelik “adalet-i mahza” beklemek, muhali talep etmek değil mi? Oysa Üstad, yöneticilerden “adalet-i mahzâ” beklememiş; “Baştakilerin başlarında akıl, kalblerine imân olsun yeter. O vakit işler kendi kendine düzelir” demiştir.

Öte yandan Bediüzzaman, ahrar/demokratların, “eski tahribâtı tamire başlamak”, “hürriyetperver olmak” ve “Nur ve Nurcuları takdir etmek” gibi özellikler taşımalarını istemiş… Bu çerçevede şu sorular da cevap bekliyor:

İslâm tarihi boyunca, Asr-ı Saadet hariç, (Osmanlı’nın âdil padişahları dahil) “adalet-i mahza” nerede, ne zaman, ne kadar uygulanabilmiş? Dinî müesseselerimiz, İlahiyatçılarımız, müftülerimiz, hacılarımız, hocalarımız ‘adalet-i mahzâ’yı mı uyguluyor? Risâle-i Nur’dan beslenen bizler, ne kadar pratik hayata geçirebiliyoruz? Adalet-i mahzâyı uygulamıyor diye DYP’den vaz geçelim de, oy verdiğimiz parti ‘adalet-i mahza’yı mı uyguluyor? Bugün içinde yaşadığımız dünyada en mütekâmil demokrasiler, ‘adalet-i mahza’yı mı esas alıyor? Birçok “düzen, asayiş, güvenlik” adı altında birçok kanun, yönetmelik ve tüzüklerle ferdin cüz’î haklarına sınırlama koymuyor mu, elinden almıyor mu? Sorular uzar gider; uzatmayalım.

Beşeriz, hepimiz şaşarız. Önemli olan Üstad’ın çizgisini yakalamaktır. Eğer ondan aldığımız şu dersleri uygulayabilirsek; en büyük hastalıklarımızdan birisi olan “ihtilâf-ı efkâr”ı, sıkıntılarımızı daha rahatlıkla atlatabilir, uhuvvet ve muhabbetimizi daha da pekiştiririz:

“- Ve ehl-i hakla ittifak, tevfik-i İlâhînin bir sebebi ve diyanetteki izzetin bir medarı olduğunu düşünmekle,

“- Hem ehl-i dalâlet ve haksızlık, tesanüd sebebiyle, cemaat sûretindeki kuvvetli bir şahs-ı mânevînin dehâsıyla hücumu zamanında, o şahs-ı mânevîye karşı, en kuvvetli ferdî olan mukavemetin mağlûp düştüğünü anlayıp, ehl-i hak tarafındaki ittifak ile bir şahs-ı mânevî çıkarıp, o müthiş şahs-ı mânevî-i dalâlete karşı hakkaniyeti muhafaza ettirmek,

“- Ve hakkı, bâtılın savletinden kurtarmak için,

“- Nefsini ve enâniyetini,

“- Ve yanlış düşündüğü izzetini,

“- Ve ehemmiyetsiz, rekabetkârâne hissiyatını terk etmekle ihlâsı kazanır, vazifesini hakkıyla ifa eder.”

*

TAZİYE: Üstad Bediüzzaman’ın talebelerinden Muzaffar Arslan’a Cenâb-ı Hak’tan rahmet ve mağfiret, ailesine, yakınlarına ve Risâle-i Nur câmiasına sabr-ı cemil niyaz ederim.

TAZİYE: Hüsrev Kutlu’nun annesi salihat-ı nisvandan Nafia Kutlu’ya Cenâb-ı Hak’tan rahmet ve mağfiret, akraba ve dostlarına sabr-ı cemil niyaz ederim.

06.08.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




Zafer AKGÜL

Neler oluyor?



Bir yandan yeni seçim sonuçlarına bakarak tekrar cumhurbaşkanlığına soyunmak isteyen Abdullah Gül. Bir yandan “uzlaşma” deyip de bu uzlaşmayı milletin hür iradesiyle Meclise gönderdiği siyasî partilerle mi, yoksa YÖK, MGK, Büyükanıt Paşa ile mi uzlaşmayı kastettiği bir türlü anlaşılamayan Başbakan’ın çabaları. Bir yandan Büyükanıt Paşaya imalı imalı kışkırtıcı soru soran medya. Öte yandan Sayın Prof. Dr. Zafer Üskül’ün Kemalist ideolojiden arınmış bir anayasa taslağı teklifi ve bu teklife karşı alayvari dalga geçilecek şekilde bilimsellikten, gerekçeden yoksun büyük çapta saptırmalardan dolayı yorumlar. Ve nihayetinde AKP’ye yakın kalemlerin Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı adaylığından asla vazgeçmemesi gerektiğini salık vermeler. Ve de askerin bu işe ne diyeceği konusunda geçirilen tereddütler. Sözlerinin arkasında olmanın kimi, neyi kastettiği hususunda teviller, yorumlar…

Hepsi adı cumhuriyet olarak konulmuş, demokrasiyle idare edildiği kabul edilmiş ülkemizde vuku buluyor. Asker cenahının bu derece siyasetle ilgili görüldüğü, demeçlerinin bu derece ciddiye alındığı, demokratik sürecin üzerinde bir Demokles’in kılıcı gibi sallandırıldığı ülkemizde oluyor bütün bunlar.

Bilinmeyen ve hesaplanmayan gerçeklerin, bilinen gerçeklerden bu derece fazla olduğu ikinci bir ülke gösterilemiyor dünya coğrafyasında. Seçim sonuçlarına rağmen, hâlâ hiç bir denge değişmemiş gibi, halen orta yerde duruyorsa ve seçimden önceki pozisyonlar milim kadar kaydırılmamışsa, biz neyi, neye göre konuşuyoruz sahi? Bu seçimin sonuçları sadece bir iki partinin baraj altında bırakılması için mi yapıldı? Ve Mecliste mevcut iki partiye beş parti daha eklensin diye mi yapıldı? Eklendi diyelim, bu kadar çok çeşitliliğe ve çok sesliliğe rağmen, partilerin kendi aralarında uzlaşarak ya da zıtlaşarak bir cumhurbaşkanı seçmeleri yeterli olmuyor mu ki, işin içine asker kanadından, medya patronları cenahına kadar hemen herkes millî iradeden alınmamış yetki ve selâhiyetlerle meseleye müdahil oluyor .

Türkiye’de kavramların sulandırılması kadar hiçbir şey bu derece sulandırılmamıştır. “Hakimiyet kayıtsız, şartsız milletindir” kaidesi, sadece muhtar seçimlerinde mi geçerli olacaktır? Devletin ana siyasetinde ve anayasasında son ve en kalıcı söz milletin değilse, hakimiyet neyi ifade ediyor? Bir süsten ibaret mi sayılmalı?

Bütün bu herkesçe bilinen klasik soruları sormamızın sebebi, seçim sath-ı maillerinde vatandaşlar malûm konulardaki aksamaların faturasını birbirlerine çıkarıp birbirlerini suçladıktan sonra ve cezayı birtakım liderlere veya partilere kestikten sonra, durumun hiç değişmeden aynı şablon içinde bizlere sunulması ve önümüze sürülen dayatılmış bir-iki seçenekten başka hiçbir tercih hakkımızın olmayışı…

Neler oluyor farkında mısınız ?

06.08.2007

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Geçici rüzgârlar



Dünyanın geçici hadiselerinin ekser insanlarda basireti bağladığı zamanımızda, bizlerin, hayatımızın en ehemmiyetli meselesi olarak bildiğimiz imanî meselelerimizi ihmal edecek şekilde, günlük gelişmeleri fazlasıyla sohbet konusu yapmamızın ne kadar haklı gerekçesi olabilir acaba?

Önemli olan geçici fırtınalara kapılmamak ve ehemmiyetli gördüğümüz vazifelerimizi ifadan geri kalmamaktır. Yoksa, “her estirilen sun’î rüzgâra kapılmak” kabilinden sebatsız bir hayat tarzını kendimize rehber edinirsek, her zaman esas meselelerimizi ihmal eder, tâlî mevzularla hayatımızı boş yere harcamaya devam ederiz.

Bizler, yüz elimiz dahi olsa, hepsini uğrunda harcamamız gereken iman hizmetini kendimize meslek edinmişken, toplandığımız mekânlarda, günlük, geçici ve konuşulmasında önemli bir fayda mülahaza edilmeyecek gelişmeleri sohbetlerimize mevzû edinirsek ve bunun için münakaşalarla, boğuşmalarla zamanımızı hebâ edip, karşımızdaki insanların kalplerini kırarsak şüphesiz yanlış bir iş yapmış oluruz.

Oysa ki, bilhassa imanî ve de içtimaî meselelerin münakaşa şeklinde konuşulmasının, kimseye hiçbir faydası olmamaktadır. Böyle durumlarda taraflardan birinin kendi tezini başkasına kabul ettirmesi oldukça zordur. Burada yapılması gereken, istifade ettiğimiz imanî eserlerdeki imanî ve içtimaî meseleleri okumak, usûlünce anlatmak ve akıllara kapı açmaktır. Şüphesiz eğer bazıları akla hayat hakkı tanımayan tarafgirlik zaviyesinden meselelere bakmaya başlamışsa, artık onların rotasını düzeltmek kolay olmayacaktır. Çünkü böyleleri meydana gelen gelişmelere sathî bir nazarla bakmaktadırlar.

Geçen ömrüm boyunca, müzakere adabı içinde cereyan etmesi gereken meselelerin münakaşa şeklinde konuşulması neticesinde hiç kimsenin kimseyi iknâ edebildiğini hatırlamıyorum. Bu sonuçtan, hakikat namına gerçeklerin anlatılıp, bilhassa politik gelişmelerin tarafgirlik nazarıyla medar-ı bahs edilmemesi gerektiği anlamını çıkarmaktayım.

Bize sorulduğu takdirde, usulünce görüşümüz ile ilgili izahımızı yaptıktan sonra konuyu fazla uzatmamamız gerekir. Hele münakaşa zemininin oluşmasına katî bir sûrette meydan vermememiz gerekir. Çünkü bu zeminde oluşacak konuşmalardan bir netice elde etmek mümkün olmayacaktır. “Kardeşim, senin görüşün sana, benim ki de bana” deyip kestirmek ve ortak noktaları yakalayabileceğimiz daha önemli konuları sohbet mevzuu yapmak en akıllıca yol olarak görünmektedir.

Bizler asıl meselelerimizi bırakıp bütün zamanlarımızı günlük âfâkî konulara endekslersek, hem kendimize zarar vermiş oluruz, hem de kimseyi ikna etme imkânımız olmayacaktır. Kendimizi siyasetin kör dövüşü içine atmamamız gerekir. Hususan iman hakikatlerinin hiçbir zeminde ikinci plana düşürülmemesi gerekmektedir.

Bütün mesele bizlerin doğru bildiği fikrimizde sebat edip dışarıdan gelebilecek siyaset virüslerinin rotamızı şaşırtmasını önlemek olmalıdır. Meselelere yaklaşımımızdaki ciddiyeti doğru ortaya koyabilmemiz önemlidir.

Asıl meselemiz olan iman ve Kur’ân hizmetinin hiçbir sûrette zamanı geçmez ve ikinci plana düşebilecek bir konuma düşürülemez. Bundandır ki, bütün olaylara bakışımız iman nokta-i nazarında olmalıdır. Zira bizlerin her zaman Rabbimizi düşünmeye ve her zeminde emirlerini harfiyen yerine getirmeye ihtiyacımız bulunmaktadır. Bu şekilde davrandığımız takdirde, tâlî meselemiz olan siyasî yaklaşımlarımız konusunda da insanları ikna etmemiz çok daha kolay olacaktır.

İman ve Kur’ân meselesi dünya var oldukça ehemmiyetini kaybetmeyecek çok ehemmiyetli hakikatlerdir. Dünyaya bakan yönü ağırlıklı olan gelişmeler ise geçici ve ehemmiyetsizdir. Elimizde “Nur” gibi paha biçilmez bir değer vardır. Tarafgirliklerle siyasî topuzları nurlara tercih etmek bizim mesleğimiz değildir. Böyle bir durumdan Allah’a sığınırız. Rabbim bizleri Resûlünün (asm) nurlu yolundan ayırmasın, siyasetin kalbleri ifsat, akılları geveze eden yönünden bizleri muhafaza etsin.

06.08.2007

E-Posta: [email protected]




Hakan YALMAN

Kader algısı ve insanlığın geleceği



Günlük olaylar karşısında tavrını doğru belirlemeye çalışan insanlar, hayata ve varlığa yükledikleri anlam çerçevesinde şekillenmiş bir yol izlerler. Böyle bir durumda varlık âleminin bir yaratıcı ile bağlantısını kendi iç âlemimizde kurup kurmadığımıza göre temelden değişen bir algı şekli ve bu algı doğrultusunda ortaya konan tavırlar gözlenir. Bir tarafta, “Ben kaderci değilim”, “İnsan kendi kaderini, kendi belirler” şeklinde kulluk haddini çok aşan cüretkâr cümleler, diğer tarafta “Kaderim neyse o olacak, çırpınıp didinmenin anlamı yok” gibi Kadir-i Külli Şey’e dayanmak adına O’nun maddî âlemde koyduğu yasaları görmezden gelme ve hiçe sayma eğilimleri, insanoğlunun istikameti bulmakta yaşadığı sıkıntıları ortaya koyuyor.

Aslında hiçbir tavır, âlemin maddî gerçekliğini belirlemez, yaklaşım şekilleri ve tavırlardan etkilenen yalnızca ferdin kendi iç dünyası ya da enfüsî âlemidir. Kader, hükmünü icrâ ederken, sizin ona iman edip etmediğiniz işleyişi etkilemez.

Kadere iman enfüsîdir, ancak kaderin hükmünü icrâ edişi ferdin dışındadır. İster iman etsin, ister etmesin hep ve kesintisiz bir şekilde yürüyecektir. Âleme şekil veren, bizim arzu ve isteklerimiz, inançlarımız değildir. Ancak arzu ve isteklerimiz, inançlarımız ile şekillenen âlemin kendi âyinemizde yansıması üzerinde farazî ve itibarî bir tasarruf sergileyebiliriz. Milyarlarca yıldır işlediğine dair pek çok emareler gözlenmiş bir işleyişin, her şeyin hazırlığı tamamlandıktan sonra, ortalama altmış yıl müşahedeye dâvet edilen insanın ettiği boyundan büyük lâflar, ancak zaman ve mekân itibarı ile âlem içinde cirmini bilmemekten kaynaklanabilir. Kadere itiraz ettiğiniz anda bile, kaderin hükmünü icra ettiği garip bir düzen içinde yaşıyoruz. Bu noktadan bakıldığında insanın elinde fiilî ve kavlî duâdan başka hiçbir şey yok ve âlemde her şey ihtiyar, ıztırar ve istidatların şekillendirdiği duâlar üzerinde yürüyor.

“İnsan kendi kaderini kendisi belirler” diyen bir insanın her hangi bir azasında kanser oluşumunu engelleyebilmek elinde değildir. Ancak, yaratılış kanunları çerçevesinde bu durumu ortaya çıkarabilecek durumlardan uzak kalabilir. Bu, Yaratıcı’nın maddî âlemde koyduğu kurallara itaat anlamında fiilî bir duâdır ve en üst düzeyde yerine getirilmesi yine kuvvetli bir imanın gereği olarak algılanmalıdır. Şartları en iyi şekilde yerine getirdikten sonra ortaya çıkacak sonuç ne olursa olsun, rıza gösterebilmek gerçek tevekkül halini ifade ediyor olmalıdır.

Batı Medeniyetinin hayat algısı ile Müslüman dünyanın önemli bir çoğunluğunun hayata bakışı iki uç noktayı temsil eder gibidir. Bir yanda pozitivizm gibi felsefî akımların kazandırdığı cüret ile âlemi şekillendirdiğine ve tamamen kendi arzuları doğrultusunda şekillendirebileceğine inanan Batılı inanç sistemi, diğer yanda Yaratıcı’nın varlık lisanı ile ifade ettiği işleyiş hükümlerine uymadan sonuç bekleyen tembelcesine bir tevekkülü sergileyen Müslüman tipi. Her ikisi de Hazret-i Muhammed’in (asm) hayat tarzından ve varlık algısından uzak. Hizmette, gayrette ve çalışkanlıkta en önde, ücrette ve sonuç beklemekte en geri plânda bir davranış hem tevekkülü, hem de Muhammedî ahlâkı daha iyi temsil ediyor olmalıdır.

Dünyanın selâmeti ve istikameti açısından bu ahlâkı temsil eden davranışlar manzumesi, insanlığın tamamına teşmil edilmelidir. Her ferdin refahı için çalıştığı ve menfaat çatışmalarının sahnesi olmayan dünya, ancak bu şekilde ahlâklanmış insanların dünyası olabilir. İnsanlığın refahı ve mutluluğu arzu ediliyorsa ve her fert mutlu bir dünyada yaşamak istiyorsa ırk, din, kültür, coğrafya ayrımları bir tarafa bırakılmalı, kaderin önümüze çıkardıklarına rıza ile boyun eğilmeli ve hükümler doğru yorumlanmalıdır. İstikametli bir varlık algısı olmaksızın; güzel ahlâkın tam anlamı ile yerleşebilmesi ve gerçek refahın olduğu bir dünyanın kurulabilmesi mümkün gözükmemektedir. Vahye ve vahyin sağlam kaynaklarına dayanmadan da istikametli bir varlık algısı şu ana kadar oluşmamıştır ve bundan sonra da oluşacak gibi değildir. O halde gerçek insanlığı temsil eden ve bu anlamda bütün semâvî dinleri uhdesinde bulunduran ve bütün insanlığa muhatap alan İslâm, şahsîliklerden uzak bir zeminde insanlığın ortak sahiplendiği bir değer haline dönüştürülmelidir.

Dünya ve ahiret için gerçek mutluluğun imanda olduğunu açıkça gösterecek pek çok emâre gözler önündedir. Kader de, imanın birbirlerine sımsıkı bağlı ve birbirlerini tamamlayan rükünlerinden biridir.

06.08.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Düşünce yolculuğu - 2



Ne dersiniz? “Düşünce hızının coşkusu denize yürüsün, nedameti hızını kamçılasın, hayali hırçınlaşsın, temposu artsın…” desem, az şey mi söylemiş olurum?

Gittikçe gitsin, koştukça şaha kalksın. Şahlansın, şahlandırsın. Üstündeki süvarinin gemlemesine ve yemlemesine uymasın. Kendi maratonunda hızına hız katsın.

“Ya kaza yaparsa” demediğinizi umuyorum. Bu hız, düşünce hızı. Belki beceremedik, ancak bizimkisi bir benzetme. Bill Gates’in “Düşünce hızında çalışmak” dediği bu olsa gerek. Aslında kozmik yapının üstüne çıkmak, Gates’i de geride bırakır.

Ayaklarının izleri kaybolan felsefeciler karşısında, karanlık geleceğe projeksiyon tutan Bediüzzaman farkı bu olsa gerek.

Evet, tercihlerimiz üçe çıktı: Acaba “Risâle-i Nur Akademisi” mi? “Risâle-i Nur Cennet Düşünceleri” mi?

Yoksa “Risâle-i Nur Okulu/ Mektebi” mi? desek, diye fikir ameliyesi yaparken; “Acaba yeni bir ifade düşünemez miyim” diye aklım yine beni kurcaladı.

Tam bu noktada “neye isim arıyorsun, ne yapacaksın, yeni bir şey mi var” diye az tereddütlü, biraz sorgulayan ve sonu merak eden bir endişe ile beni anlamaya çalıştığınızı da düşünmüyor değilim.

Aklıma yeni bir düşünce gelsin diye dua ederken, sıkışık halimin tercümesi bu zayıf satırları yazarken, “eee” dedim içimden. Yeni bir fikir gelmedi. Ama yeni bir isim, yeni bir doğum sancısı içindeyim.

Bediüzzaman Üniversitesi geldi geçti içimden. Sonra, “YÖK’le uğraşmayalım. Mânâyı bulandırmayalım ve cenderenin ahvalinde kendimizi yormayalım” dedim.

“Risâle-i Nur İklimi” geldi düşüncelerime. Doğrusu bunu da sevdim. İklim, iklimlendirme, dört mevsimi hayatın tazeliğinde öğrenme ve öğrettikleri... Risâle-i Nur vasatında vasat olanı öğrenme, ortam hazırlama, zihni müheyya etme vesaire mânâları tedayi ettiren “Risâle-i Nur iklimi” ifadesi de dördüncü sırada yerini aldı.

Es geçtiğimiz üniversiteyi saymasak.

“Peki, ne olacak isim bulduğunda” demeyin.

İlla da bir şey değiştirmek, değişsin ya da yeni bir icat çıkarmak noktasında değilim şu an. Sadece, “Risâle-i Nur …” diye başlayan bazı mütalaalar yazacaktım. Konu ve kavram aradı zihnim.

Daha açıkçası örnekle izah edeyim: “Risâle-i Nur Akademisi, herkesin gönlü başvuru yaptığında ve akıl onayını aldığında öğrencisi olabileceği bir dünyadır. Bütün dünyalılar onun kapasitesini teşkil eder” diyecektim.

Bir örnek daha: “Risâle-i Nur iklimi, ihlâs havuzunda dinlendirir. Şefkat vadisinde tefekküre dâvet eder. Etrafı mütalâa eden temaşanın ruhanî zevkini veren bir atmosferdir.”

Bir başka örnek: “Risâle-i Nur okulu ya da mektebi, hayat boyu öğrenci olmaya, ya da talebe olmaya dâvet eder. Dünya okulu, Risâle-i Nur’un sınıfıdır.”

Bu vesileyle bir talepte bulunayım: Bir işaret, bir sembol, bir deyim gibi kullanmamı istediğiniz bir ifade varsa, ya da bunlardan hangisini kullanmamı istediğinizi paylaşırsanız, elektronik meşveretle bize bildirirseniz sevinirim.

Beraberce, sadece daha fazla düşünmeye, kendimizi yoklamaya, yeni düşüncelerimize kapı açmaya, bu vesileyle dinlenmeye ve inkişafa ne mani var?

Bir manimiz var, o da nefis. Bütün mesele onu aşmak ve müsbet açılımlarda direncine ve “olmaz” dedirten kandırmaca tevillerine fırsat vermemek. Gerisi çorap söküğü gibi gelecektir.

Düşünce yolculuğu, hayalin ürettiği nevzuhur algılardan maksadına uygun olanı alır, tasavvur etmeye başlar. Hayal, fikir libasına büründükçe, akıl devreye girer ve uygulanabilirliğini sorgulamaya başlar. Ya da teorik kalır ufkun tazeliğinde.

Müteşebbis ruhlara rastgelen düşünceler ise, düşünce yolculuğunun tadını damağa taşır. Dimağda mânâ bulur ve heyecan teşebbüse dönüşür. Faaliyet halkasında düşünce yerini alır. Beraberce yol alırlar.

Merak ederler, düşünürler, öğrenirler, paylaşırlar ve ortak enerji havzasında santrale çevirirler. Düşüncenin boyalandığı kaynak ve beslendiği çevre, yol aldırmada önemli bir faktördür.

Ne olursa olsun, müsbet düşünce yolculuğunda kalbimize inşirah veren, aklımıza huzur katan ve amelimize ihlâs kazandıran saf niyetin sadeliğinde, kesretten uzak düşünce yolculuğuna devam…

06.08.2007

E-Posta: [email protected]




Kemal BENEK

Medya tahrikine rağmen!



Önceki gün, Meclis bahçesi ana-baba günü gibiydi. İlk kez seçilen milletvekilleri ilkokula yeni başlayan öğrencilerin heyecanını taşıyordu. Cicili-bicili giyinmişlerdi. Çoğunun yanında eşi, kardeşi, çocuğu, arkadaşı vardı. Birden fazla seçilenlerde ise tecrübe farkı göze çarpıyordu.

Derken beklenen an geldi. Milletvekilleri and içti. Gece geç saatlere kadar süren programda beklenenin aksine herhangi bir gerginlik yaşanmadı. Bütün tahriklere rağmen…

**

Tahrik meselesine girmeden önce DTP Genel Başkanı Ahmet Türk ile arkadaşlarının MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ve arkadaşlarını tebrik etmesinin hoş bir görüntü olduğunu söylemeliyim. Gönül isterdi ki CHP Lideri Baykal ile Başbakan Erdoğan da bu görüntüye ortak olsun. Ancak olmadılar.

Baykal, seçim sonrası aleyhine başlatılan kampanyaların şokunu yaşıyor gibiydi. Yüzünde ne bir tebessüm ne de bir sıcaklık vardı. Bu ruh haline Meclisin geçici Başkanı Şükrü Elekdağ’ın Başbakan Erdoğan’ın konuşmasına atıf yapması da katkı yaptı mı bilemiyorum.

Bir çok kanalın canlı yayınla verdiği törende bütün liderlerin birbirini tebrik eden görüntüsü toplumda daha olumlu bir yankı yapardı. Tıpkı taşın suya düşerken oluşturduğu dalga gibi tek tokalaşma toplumda geniş hoşgörüye yol açardı. DTP ve MHP arasındaki selâmlaşma bu açıdan önemliydi. İnşallah devamı gelir.

Liderler arasında ilk and içen Baykal oldu. Baykal’ın ismi anons edilince Erdoğan alkışladı. Baykal hiç oralı bile olmadı.

Bazı milletvekilleri “and”ı ezbere okumaya çalıştı. Özellikle önündeki kâğıda bağlı kalmadan milletvekillerinin gözünün içine bakarak, hava atarcasına and içmeye çalışan milletvekillerinin çoğu tökezledi. Hele bazıları birkaç kez aynı hatayı yapmasına rağmen yazılı metne bakmamakta direndi. Ama sonunda mecburen okumak zorunda kaldı.

DTP’li milletvekillerinin and içmelerinde de bir aksilik olmayınca tören rutin şekliyle sona erdi.

**

Gelelim tahrik meselesine. DTP ve MHP’li bir mecliste ilk göze çarpan olumsuzluklardan biri, medyanın tahrik rolüne soyunması oldu. DTP’li vekillere yöneltilen sorular tek kelimeye tahrikti.

Bazı gazeteci arkadaşlarımızın “tekeden süt çıkarmak” istercesine DTP’lilerin en küçük bir hareketinden mânâ çıkarmaya çalışması tehlikeli bir anlayışın ipuçlarını verdi. “DTP’li vekil şuraya bakmadı, şunu söylemedi, diğerine yan baktı, ağzı kıpırdamıyor” gibi zorlamalı yorumlar inşallah amacına ulaşmaz.

Nitekim kuliste DTP Lideri Ahmet Türk de buna isyan etti. Kendilerinin de 550 milletvekilinden biri olduğunu hatırlattı. Medyadan şikâyet etti; MHP’li milletvekilleriyle tatsızlık yaşanacağı yönündeki iddiaların basın tarafından ortaya atıldığını, gazetecilerin kafalarına göre hayali şeyler yazdığını söyledi. Ve ekledi: “Gazetecilerin bu ilgisinden rahatsızız.”

İlk günkü manzarada göze çarpan tesbitler bunlardı. İnşallah 23. dönem, demokrasi adına hep olumlu haberlere konu olur.

06.08.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Bu işlerde bir yanlışlık yok mu?



Sadece sosyal hayatta değil, ekonomik hayatta da çelişkiler içinde yaşıyoruz. Meselâ, enflasyon ‘son 37 yılın en düşük oranı’ şeklinde gerçekleşmiş; ama aynı gün milletin fakirleştiğini gösteren başka bir haberle karşılaştık.

Ekonomik sıkıntı çekenler, kuyumculara koşup ‘alyans’larını ‘hurda’ niyetine satıyor, YTL’ye çeviriyormuş. Kuyumculara yapılan altın satışlarının yüzde 20 seviyesindeki bölümünü ‘alyans’ satışları oluşturmaya başlamış ki bu gelişmenin ‘normal’ olduğunu söylemek kolay değil.

Meselâ, Adana Kuyumcular Odası 2. Başkanı, yaptığı açıklamada, halkın alım gücünün sınırlı olması sebebiyle iç piyasada altına olan talebin düştüğünü, ekonomik sebeplerden dolayı zor durumda olan dar gelirlinin kredi kartı, çek, senet ve diğer borçlarını ödeyebilmek için ‘’kötü günde kullanırım’’ diyerek alıp sakladığı altınlarını yastık altından çıkararak satmaya başladıklarını söylemiş. Geçen yıla kadar ‘alyans’ının modelini değiştirmek için gelen çiftlerden, şimdi ise hurda niyetine alyans satın aldıklarını belirten kuyumcular, ‘’Kuyumculara yapılan altın satışlarının yüzde 20 seviyesindeki bölümünü alyanslar oluşturmaya başladı’’ demiş. (AA, 4 Ağustos 2007)

Başka bir çelişki de, enflasyonun düşmesine rağmen faizlerin bir türlü düşmemesi. Temmuz 2007 sonu itibarıyla yıllık enflasyon yüzde 7’ye düştüğü halde faizler yüzde 17’nin üzerinde seyrediyor. Peki, aradaki fark kimin cebinden çıkıp kimin cebine giriyor?

Sorunun cevabı da gazete manşetlerinde yerini aldı: Tatlı kâr, yabancıların cebine giriyor! Nasıl mı? Örnek olması bakımından Japon ev kadınlarının yaptığına bakmak lâzım. Teknik ayrıntılar bir yana, YTL’nin sunduğu bu cazip kâr, Japonların ilgisini çekmiş. Japonlar, ucuz faizli para cinsinden borçlanıp (meselâ Japon ‘yen’i) bu paraları yüksek faizli para cinsinden (meselâ ‘Yeni Türk Lirası’) varlıklara yatırarak para kazanıyormuş. Bu durum o kadar yaygınlaşmış ki, Türkiye Merkez Bankası, Japon kadınların bir anda YTL’den vazgeçme ihtimalinden dolayı endişeleniyormuş. (Sabah, 4 Ağustos 2007)

Yabancılara ödenen ‘cazip faiz listesi’nin başında Türkiye geliyor. Meselâ, Türkiye’de bu anlamdaki faiz oranı yüzde 17,5 iken, en az faiz ödeyen Japonya’da bu nisbet yüzde 0,5 olarak tesbit edilmiş. Türkiye’yi yüzde 14.25 ile İzlanda izlerken, ‘faiz ligi listesi’nde diğer rakamların bazıları da şöyle sıralanıyor: Yüzde 11,5 ile Brezilya, yüzde 7,75 ile Hindistan, yüzde 5,25 ile Amerika ve meselâ yüzde 2,5 ile İsviçre.

Enflasyon düştü sevindik, alyanslar satılıyor diye üzüldük ve yıllarca devam eden ‘enflasyon ligi birinciliği’mizin yerine ‘faiz birinciliği’ni sürdürmemiz sebebiyle de yine kat kat üzüldük.

Peki bu işte bir yanlışlık, bir hata, bir eksiklik yok mu? ‘Her şey toz bembe’ diyenlere mi, yoksa bu gerçeklere mi inanalım?

06.08.2007

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

Bediüzzaman Seti



Yeni Asya Prodüksiyon, uzun ve yoğun çalışmalar sonucu önemli bir çalışmaya daha imza attı. 9 cd, 1 kaset ve 1 kitaptan oluşan “Bediüzzaman Seti” isimli çalışma, Bediüzzaman Said Nursî ve Risâle-i Nur’la ilgili birçok bilgi ve dokümana farklı ortamlarda aynı anda ulaşma imkânı sağlıyor.

Tabiî, Bediüzzaman ve Risâle-i Nur ile ilgili çalışmalar süreklilik arz ettiğinden set, belli bir tarihe kadar olan bir kısım çalışmaları ihtivâ ediyor.

Toplam 11 parçadan oluşan setin muhtevâsı şöyle:

1- Bediüzzaman Said Nursî’nin Genel Biyografisi (interaktif cd): Tamamı interaktif olan ve Bediüzzaman Said Nursî ile Risâle-i Nur hakkında çok detaylı bilgileri ihtiva eden bu cd, 10 bölümden oluşuyor.

1. Bölüm: Bediüzzaman Said Nursî kimdir?

a) Bediüzzaman’ın biyografisi.

b) Fotoğraflarla Bediüzzaman

c) Bediüzzaman bibliyografyası (Bediüzzaman ile ilgili kitaplar, makaleler, tezler, yabancı dilde yapılan çalışmalar)

2. Bölüm: Bediüzzaman’ın eserleri (Risâle-i Nur Külliyatı’nda bulunan eserlerin listesi ve hakkında açıklamalar)

3. Bölüm: Risâle-i Nur’un telif kronolojisi (Her risâlenin yazıldığı tarih ve dil tablo olarak görünmektedir.)

4. Bölüm: Tarihsel gelişim ve olaylar içinde Bediüzzaman Said Nursî (Bu bölümde aynı tarihte; dünyadaki, Osmanlıdaki ve Bediüzzaman Said Nursî’nin hayatındaki olaylar karşılaştırmalı olarak tablo halinde sunulmakta.)

5. Bölüm: Bediüzzaman’ın tarihçe-i hayatı ve yaşadığı olaylar. (Bediüzzaman’ın hayatı özet olarak sunulmaktadır.)

6. Bölüm: Bediüzzaman için ne dediler?

7. Bölüm: Şiirlerle Bediüzzaman (Risâle-i Nur’daki şiirlerden seçmeler)

8. Bölüm: Basında Bediüzzaman (1935-1967 yılları arasında, gazetelerde Bediüzzaman ve Nurculuk hakkında çıkan haber ve makalelerin resimleriyle metinleri yer almaktadır.)

9. Bölüm: Nur talebeleri hakkında açılan dâvâlar (Harita üzerinde hangi ilde kaç dâvâ açıldığını gösteren bir tablo mevcuttur.)

10. Bölüm: Tanıtım filmleri (Bu bölümde; Risâle-i Nur Külliyatı’nın yeni tanzim çalışmasının anlatıldığı tanıtım filmi ile Nur talebeleriyle Risâle-i Nur hakkında yapılan görüntülü röportajlar bulunmaktadır)

2- Dört Dönemde Said Nursî (Belgesel cd, interaktif film)

Dört tarihî dönem olarak, hem yazı, hem film ortamında izlenebilir.

3- Ekmeksiz Yaşarım, Hürriyetsiz Yaşayamam (Belgesel cd)

4- Zamana Düşen Işık (Belgesel cd, interaktif film)

5- Veda Yolculuğu (Belgesel cd, interaktif film)

6- Tarih ve mekânlarla Bediüzzaman Said Nursî (Belgesel cd)

7- Risâle-i Nur Külliyatı (PDF formatında dijital kitap, cd)

8- Risâle-i Nur’dan Şiirler (Ses cd’si)

9- Risâle-i Nur’dan kasîdeler (Ses cd’si)

10- Risâle-i Nur’dan şiirler ve kasîdeler, (Ses kaseti)

11- Bediüzzaman Said Nursî biyografisi (Kitap, 128 sayfa)

Üzerinde uzun zamandır çalışılan ve önümüzdeki günlerde piyasaya sunulması planlanan setin, sahasında mühim bir boşluğu dolduracağına inanıyoruz. Mevcut haliyle bir başlangıç ve temel çalışma olarak düşündüğümüz Bediüzzaman Seti’nin önemli bir ihtiyaca cevap vereceğini ümit ediyor, muhtemel eksiklikler için hoşgörünüzü ve değerli uyarılarınızı bekliyoruz.

***

Can Kardeş tiyatro kursu

Can Kardeş tiyatrosu öğrencileri eğitimlerine başladı. Çocukların 26 yıllık arkadaşı Can Kardeş’in okurlarına kazandırdığı değerleri, san’atla desteklemeyi amaçlayan kursa on beş minik öğrenci katılıyor. Üç haftalık eğitim sürecinin geride kaldığı kursta dersler Bizbize Tiyatro Grubu tarafından veriliyor. İsteyen öğrenci diksiyon dersleri de alabiliyor.

Kurs, Ekim ayı sonlarında, çocukların edindiği bilgi ve hünerlerini sergileyecekleri bir gösteri ile son bulacak. Önümüzdeki sezon, talebe göre, diğer illerimizde de kurslar yaygınlaştırılacak.

Hepinize hayırlı haftalar diliyoruz.

06.08.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Kültürel devrim



Çağımızda Müslümanların en büyük eksikliklerinin başında yabancı virüslere karşı sahalarını tahkim edemeyişleri geliyor. Kendi sahalarında ne fikri kontrolü tam olarak sağlayabiliyorlar ne de şahsi kontrolü. Bundan dolayı İslâmi saha yol geçen hanı gibi müstebah bir saha olmuş çıkmıştır.

Bunun sonucunda doğruyu söyleyen ve sınırları bekleyen dokuz köyden kovulurken, aksine nevzuhur tiplerin hak etmedikleri ilgi ve alaka gösteriliyor. Daha da kötüsü rehberiyet makamına isal ediliyorlar. Bu açıdan bir türlü de doğrultumuzu bulamıyoruz. Açık denizlerde pusulasız ve kaptansız bir gemiyi andırıyoruz. Her an kayalıklara bindirme veya fırtınalara yakalanma ihtimaliyle karşı karşıyayız.

Yine birincisine bağlı olarak camiamızın en büyük eksiklerinden birisi fikri takipsizliktir. Yazarlarımızın çoğunluğu Müslümanların 100 yıllık tecrübesinden bîhaber. Bundan dolayı ayakları havada geziyor. Nereden nereye geldik? Bu hizmetlerin cemaziyel evveli nedir? Sadaret mevkiini ihraz edenler bile bunları bilmiyor. İşi takip ve bitirme diye bir alışkanlığımız yok. İşler gelişigüzel ve olayların önünde sürüklenme suretiyle yürüyor. Tabii ki yürüyorsa. Bundan dolayı dindarların bir zihniyet analizine ihtiyaçları var. Nerede doğru yaptık veya nerede yanlış yaptık, bunları görebilmeliyiz.

22 Temmuz seçimlerinden önce ve sonra yazdığım yazılar aslında tamamen buna matuftu. Burada çalakalem birilerini karalamaktan ve kara çalmaktan ziyade önümüzü görmeyi amaçlıyoruz. Ama kavramlarımızı yerli yerine oturtamazsak ve kriterlerimiz belli olmazsa nerede olduğumuz veya mesafe alıp almadığımız da belli olmayacaktır. Mevkiimizi tayin edemeyeceğiz. İşte buna Tih yolculuğu deniliyor. Veya mehteran bölüğü gibi bir adım ileri iki adım geri. Bu durumda fikri anarşi ve savrulma kaçınılmazdır. AKP üzerinden İslâm dünyasının verdiği tepkilere bakarak onların zeminlerini etüd etmemiz de mümkün. Bu bağlamda İslâmi kesimler neden AKP’nin zaferini kendi zaferleri gibi içselleştirdiler? Aslında tam böyle bir şey yok. İslâm aleminin AKP’ye zafer alkışı aslında Türkiye’deki müesses nizama bir tepkinin ürünüdür. Onun ötesinde AKP’nin tartışılan İslâmi kimliğine verilen bir destek yok. Sözgelimi, selefiler bu konuda kendilerine göre berrak bir bakış açısına sahipler ve AKP gibi oluşumlardan bir yarar beklemiyorlar.

***

Onun ötesinde ‘Siyasal İslâm’ adıyla anılan ve siyasi hayatın priferisinde kalan ve iktidar olma şansı olmayan partiler veya oluşumlar da onun İslâmi özünden ziyade pratik tarafıyla ilgililer. AKP gibi dini bir geçmişten gelen partinin nasıl iktidara geldiğini merak ediyorlar ve burada onları özgürlük, çoğulculuk ve iktidar dönüşümü imkânı ilgilendiriyor. Arap dünyasındaki liberal kesimler AKP’nin zaferini liberalleştiği için kutlarken İslâmcılar da İslâmî bir geçmişten gelmesi dolayasıyla iktidara geldiği için kutluyorlar. Bir derece, kendi iktidar açlıklarını AKP iktidarıyla dindiriyorlar.

Fakat göremedikleri bir husus var. AKP veya benzeri özünü kaybeden oluşumların Müslüman zihniyeti dönüştürmeleri potansiyeli. Bu AKP ile birlikte kuvveden fiile çıkmıştır. Onlar sayesinde Müslüman zihniyet evriliyor. Devrim çapında bir geriye savrulma var. AKP günümüzü kurtarma adı altında geleceğimizi harcıyor ve heba ediyor. Bu tarz ‘siyasi zaferler’ bedel olarak sosyolojik altyapıyı tahrip ediyor. Evrilme veya istihale dediğimiz şey de budur. AKP ‘istim arkadan gelir’ , ‘sümmettedarük’ denilen tarzda pratiğine teori geliştirmeye çalışıyorsa da bunlar tutmuyor. Bu seçimlerle birlikte muhafazakâr dokusu liberalleşti. Dolayısıyla Muhafazakâr Demokrasi deyimi de rafa kalktı. Zaten o doktrin de ortaya atıldığında, ‘AKP’nin muhafaza edecek geride nesi kaldı?’ diye değerlendirmeler yapılıyordu. Maalesef gerçek şudur: Erbakan Hoca yanlış yöntemi gereği ileri vitese taktı dindarlar bedel ödedi. AKP de geri vitese aldı dindarlar yine sosyolojik ve doktrinel bedel ödüyorlar.

***

Bu yapılan topsuz tüfeksiz bir harekât ve evrimsel bir kültür devrimidir. Bu hususta Cumhuriyet gazetesinden Leyla Tavşanoğlu’na konuşan Vural Öğer AKP’nin görünen veya görünmeyen kimliğinin ötesinde misyonuyla ilgili şunları söylüyor: “Avrupa AKP Hükümeti’ni şöyle algılıyor: Atatürk’ün reformları büyük şehirlerde milyonlarca Türk’e ulaştı. Bu bir kültür devrimiydi. Türkiye’de azınlık denebilecek belli bir kesim bu değerleri benimsedi. Ama bu değerler kırsal kesimlere, köylere kadar ulaşamadı. AKP köyleri, varoşlardaki insanları ortaya çekiyor. AKP moderniteyle İslamı, demokrasiyle İslamı bağdaştırıyor...”

Aslında kimi Avrupalıların bu tespiti 3 Kasım 2002 seçimlerinden sonra galiba Mehmet Ali Kışlalı’nın aktardığına göre, genelkurmayın değerlendirmesiyle tıpatıp uyuşuyor. Biz de bunu söylüyoruz. Konvertibl bir kimlik ile dönüştürülmüş bir misyon ile karşı karşıyayız. Zihniyet analizinden bu çıkıyor.

06.08.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri