Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 06 Eylül 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Raşit YÜCEL

Zaferlerimiz



Cengâver bir millet, kahraman bir topluluk...

Kur’ân’ın övgüsüne mazhar olan bir millet.

Zaferler “Allah’ın dinini yaymak” anlamında ele alındı.

Asırlar boyunca bu milletin, Allah’ın adını sıra dağlar ötesine ulaştırmak maksadı ile hareket ettiğini tarih gösteriyor.

Malazgirt Meydan Muharebesi ile başlayan bu yüksek ideal bilinci, sayısız fetihler ile perçinlenmiştir.

Dinî hassasiyetlerin zayıflaması ve günün teknolojisinin yakalanamayışı ile, bin yıllık hâkimiyet, bin dokuz yüzlü yılların başında bir geri dönüşün işaretlerini gösteriyordu. Üç kıtada at koşturan cihangir bir devlet, bir bir sahip olduğu toprakları kaybediyordu.

Adeta her millet, bu milleti yok etmek istiyordu.

Sadece Anadolu’nun küçük bir bölümüne hapsedilmek istenilen bu asil millet, son bir silkiniş ve şahlanış ile mukadderâtına el koyuyordu.

Anadolu’nun sinesinde kurulan karargâh, bir başkaldırının işaretlerini gösteriyordu.

Bu dönem içinde il ve beldelerde kurulan kurtuluş hareketleri, kendini açık bir biçimde göstermişti.

Kahramanmaraş, Gaziantep, Şanlıurfa, Erzurum, Kars, Karadeniz kıyı illeri adeta milis kuvvetleri ile kahraman ordunun yanında yer almış, son 30 Ağustos zaferi ile bağrından hain düşman izini silip süpürmüştür.

Yok edilmek istenen bir millet tekrar dirilmiştir.

“Ruh ve mâneviyâtı öldürülmek” istenilen millet, tekrar maneviyâtına, dinine ve vatanına sahip çıkmıştır.

06.09.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Hukukun kestiği parmak acımaz



Ersin Bayraktar:

* “Hıristiyan bir arkadaşım var... Geçen gün din konusunda sohbet ederken bana harre adı verilen bir olaydan bahsetti... Hadis ilmi almadığım için cevap veremedim ve biraz süre istedim... Anlatılan olay şöyle: Bir gün Hazret-i Peygamberimize iki kişinin deve hırsızlığı yaptığı haberi ulaştırılır... Peygamberimiz ‘Yakalansın, elleri ayakları çapraz kesilsin, gözleri oyulup çıkarılsın’ şeklinde emir veriyor(!)... Emir uygulanıyor ve adamlar harre denilen yere götürülüp terk ediliyor... Adamlar susuzluktan can veriyorlar... Buhari, Zekat/68, Cihad/52; Tecrit/Vudu, hadis 172; Müslim, Kesame/9-14, hadis 1671; Ebû Davud, Hudud 3, hadis 4364-4371; Tirmizi, Ebvabu\’t-Tahare/55, hadis 72-73; Nesei, Tahrimü\’d-Dem/7; Ibn Mace, Hudud/20, hadis 2578-2579... hadislerinde de olaya değinildiği söyleniyor... Bu olay tabiî ki böyle değildir... Ama ilmini almadığım için cevap vermekte zorlandım... Lütfen Allah rızası ve dini için bana yardım eder misiniz? Belki de bu vesile ile bir kişinin kalbini İslâm’a kazandırmış olacaksınız... Allah razı olsun.”

İslâm’ı ve Hazret-i Peygamberi (asm) karalamak isteyenler bu Hıristiyan arkadaşımıza olayı çok eksik anlatmışlar. Oysa kaynak verdiği yerlere sıhhatlice ve insaflıca bakma fırsatı olsaydı, olayın bir hukuk olayından ibaret olduğunu anlamakta zorluk çekmeyecekti.

Olayın doğrusu şöyledir:

Hicretin altıncı senesinde Ukl ve Ureyne kabilelerinden bir kaç hasta, benizleri solmuş, karınları şişmiş olarak Peygamber Efendimiz’in (asm) yüksek huzuruna geliyorlar ve Müslüman olduklarını söylüyorlar, şehadet kelimesi getiriyorlar. Peygamber Efendimiz’e (asm) İslâm’ı tasdik etmek ve emirlerini yaşamak üzere biat ediyorlar.

Ardından Peygamber Efendimiz’e (asm):

“Ya Resulallah! Biz fakir ve yoksul kimseleriz. Bizi barındır, yedir, içir” diyorlar.

Peygamber Efendimiz (asm) de onların Ashab-ı Suffe yanında kalmalarını emir buyuruyor.

Adamlar bir süre burada, Ashab-ı Suffe yanında ikamet ediyorlar.

Fakat bir süre sonra buranın havası hastalıklarına uygun gelmiyor ve adamlar Peygamber Efendimiz’in (asm) huzuruna çıkarak:

“Ya Resulallah! Biz çölde yaşamaya alışmış koyun ve deve sahipleri idik. Biz çayırı, çimeni, bağı, bahçesi bol yerde yaşamaya alışık değiliz. Medine’de ikamet hoşumuza gitmiyor. Develerinizin bulunduğu yere çıkmamıza izin verseniz…” diyorlar.

Peygamber Efendimiz (asm) de bunların ihtiyacını görmek için, hazineye ait bulunan sadaka develerinin yanında çoban Yesar ile birlikte kalmalarına izin veriyor. İzin verirken de:

“Develerin sütlerini bol bol içiniz. İyileşirsiniz” buyuruyor.

Adamlar Çoban Yesar ile birlikte develerin yanında kalmaya başlıyorlar. Burada develerin sütlerini içiyorlar ve iyileşiyorlar. Burada sıhhate kavuşuyorlar. Burada vücutları sağlamlaşıyor.

Buraya kadar her şey gayet güzel, her şey adamların lehine gelişiyor. Başta Peygamber Efendimiz (asm) olmak üzere sahabeler adamlara yardım etmek için neredeyse seferber oluyorlar.

Fakat adamlar bu noktadan sonra, develerin yanına varınca, çoban Yesar’ı yalnız bulunca ihanete soyunuyorlar. 1-İrtidad ediyorlar. Yani dinden dönüyorlar. (İç yüzlerini bilemeyiz; belki de hiç inanmamışlardı da, kötü niyetlerini gerçekleştirmek için inanmış gözükmüşlerdi.) 2-Çoban Yesar’ın ellerini ve ayaklarını çapraz kesiyorlar. Gözlerini diken batırarak çıkarıyorlar. Dilinin altına diken sokuyorlar. Ve Yesar’ı ölüme terk ediyorlar. Çoban Yesar ölüyor. 3-Develeri de gasp ediyorlar. Önlerine katıp sürüp gidiyorlar.

Peygamber Efendimiz (asm) de bu haydutların arkasından adam koşturuyor. Haydutları yakalatıp getirtiyor. Ve tıpkı Yesar’a yaptıkları gibi ellerinin ve ayaklarının çapraz kesilmesini, gözlerinin çıkarılmasını ve nihayet Hare denilen siyah taşlıkta ölüme terk edilmelerini emir buyuruyor.1

Bu olay üzerine şu âyet nazil olmuştur: “Allah ve resûlüyle savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuk yapmaya çalışanların cezası şudur: Öldürülürler yahut asılırlar yahut elleriyle ayakları çaprazlamasına kesilir yahut bulundukları yerden sürülürler. Bu onlar için dünyada bir rezilliktir. Âhirette de onlara büyük bir azap vardır.”2

Olay böyle. Olayda zulüm yok, adalet var. Hukuk var. Toplumda Çoban Yesar’ların hakkı ve hukuku aranmazsa nice haydutlar, nice masumlara zarar verirler. Bu suçlara çağımızın hukuku ne diyor; bu Hıristiyan arkadaşımız bunu da sorup soruşturursa, burada adaletten başka bir şey olmadığını görecek ve hukukun kestiği parmak acımaz diyecektir.

Dipnotlar: 1- Buhari, Tecrit Tercümesi, 1/181, 182 2-

06.09.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Deniz Feneri ve balık tutmak



Deniz Feneri programı (Kanal 7) kesintisiz yayınına devam ediyor. Ekranda yardım alanlar kuşkusuz aysbergin bir ucu, görünen kısmı…

Bunun yanı sıra Deniz Feneri Derneği 2007 yılı ilk altı aylık hizmet raporunu açıklayarak “görünmeyen kısmını” gösterdi.

Yılın ilk yarısında 38 bin 361 kişiye yardım eli uzatılmış…

58 milyon 352 bin 443 YTL tutarında hizmeti ihtiyaç sahiplerine ulaştırdığını okuduk.

Yapılan çalışmalar hakkında bilgi veren Deniz Feneri Derneği Genel Başkanı Engin Yılmaz diyor ki: “Bu rapordaki bilgiler yapılan çalışmalardan sadece bir demet.”

Deniz Feneri, sadece Türkiye sınırları içine değil, uluslar arası alanda da yardım etmeye devam ediyor.

Bunun yanı sıra, Deniz Feneri; sosyal dönüşüm projeleri ile istihdam sağlamış.

“Arıcılık,” “Meyvecilik” ve “Seanen Keçisi” projeleri ile 85 ihtiyaç sahibi ailenin kendi işlerini yapmalarını sağlamış.

Bu proje şu bakımdan önemsenmeli; Deniz Feneri sadece balık yedirmiyor, balık tutmasını öğretiyor.

YAŞASIN OKULUMUZ

Show TV’nin sosyal bir sorumluluk kapsamında gerçekleştirdiği “Yaşasın Okulumuz” kampan-yasının doğrusu bu kadar uzun süreceğini tahmin etmiyordum.

Reyting kaygısı taşıyan özel bir kanalın “eğitim”e destek vermesi, alkışlanacak bir tutum.

Elbette Show TV’nin yanı sıra Tüvana Okuma İstekli Çocuk Eğitim Vakfı (TOÇEV) ve Millî Eğitim Bakanlığı’nın desteğini de gözardı etmemeli.

Üç yıl “Yaşasın Okulumuz” kampanyasında 161 okulun tamiratının sürmekte olduğunu öğrendik. Bu bir süreç… Umut ediyoruz ki, daha nice ilköğretim okul binalarına ulaşılır.

Tamir edilmedik okul kalmasın diyoruz.

Öte yandan maddî yetersizlik sebebiyle okuyamayan çocuklara destek olmak amacıyla “manevî aile” sistemiyle 1250 çocuk okutuluyor. Bu destek ilkokuldan üniversiteye uzanan bir süreci kapsıyor.

“Yaşasın okulumuz” derken, okullar yaşatılmalı.

ADAM KAVGADA BELLİ OLUR

Şiir kitaptan çıktı… Kaset ve Cd’ye okunuyor artık.

Şimdilik bir furya… Umarız modası geçmez.

Şiir programları televizyon dünyasında sayılı.

Son yıllarda adından sözettiren Bedirhan Gökçe’yi Best FM’de dinliyor, Kral TV’de de izleme imkânı buluyoruz. Konuklarını seçiyor.

Yeni şiir çalışması Moral Prodüksiyon’dan…

Şiirinde özellikle bir dramın çığlığı olan “Kerkük Çığlığı” ve evlat acısı çeken “Oğluma” adlı yürek yakan şiirlerle göz dolduruyor.

“Adam kavgada belli olur” diyor albümünde. Gökçe, şiir arenasında yerini “belli” ediyor.

06.09.2007

E-Posta: [email protected]




Hüseyin EREN

Korkudan korkmamak



Deprem korkusu, kuraklık korkusu, terör ve savaş korkusu… Ülkenin bölünme korkusu, ekonominin çökme korkusu, tehlikeli boyutlara varan çevre kirliliği korkusu, trafik kazası korkusu…

İşsizlik korkusu, işini kaybetme korkusu, ihtiyaçlarını karşılayamama korkusu, dertlere dayanamama korkusu, ümidini yitirme korkusu… Yaşlanma korkusu, hastalık korkusu, sevdiklerini kaybetme korkusu, geleceği güvende görmeme korkusu…

Hayata anlam ve anlamsızlık katan uzayıp giden korkular… Asıl korkulması gereken ümit ve güveni kaybetmek… Olmuyor deyip bırakmak olacaklara en büyük engel…

Şartlar ne kadar olumsuz olursa olsun küçük ümit kıvılcımlarını fark etmek ve görmek; geleceğe olan güveni arttırır… Gecenin koynunda ümit ışıklarına tutunmak, sabahın aydınlığına ulaştırır…

Dar geçitler, sarp yokuşlar, dert devirler; ümit adımların devamlılığıyla bir gün biter, geniş ovalarda rahat ve sevinçli yürüyüşlere dönüşür… Ümidi ve gayreti olan için dönüşü olmayan yol, çıkışı olmayan dağ, geçilmeyen deniz yoktur…

Her gün güneşin doğmasıdır, dünyayı ümitle döndüren… Karamsarlık bulutları güneşi örtse de gündüzü geceye çeviremez; gözünü karamsarlıkla kapatana da güneş bir şey göstermez…

Çilesiz, sabırsız genişliğe geçeğine ummak, kendini tükenişe terk etmek demek… Dertler, sıkıntılar ümit üretmekle tükenir… Olumsuzlukların geçici bir süreç olduğuna inanç, içinden çıkılmayacak gibi görünen üzüntüleri bile sevinçlere dönüştürür…

Karamsar ve korku sayfaları kapatıp, ümit sayfaları çevirdikçe genişliğe ve güzelliğe erişilir… Ümit vermek ve almak, karamsarlığı tortu olarak dibe çöktürür, güveni yükseltir…

Birey ve toplum olarak yaşadığımız sıkıntılar birbirimize ümit aşılamakla aşılır, korkuların seline kapılarak değil… Korkuların hayatı korumak için verildiğini, karartmak için verilmediğini düşünürsek her hadisede ümit sıçraması yapabiliriz…

Korkmaktan korkmak değil, ümidi kaybetmekten korkmak… Gözünü kapatmak değil, her şeyi güneş gözlerle aydınlık görmek… Çilesiz, sabırsız kazancın kalıcı olmadığına inanmak… Ümidi gayretle pekiştirmek… İç dinamiklerinden sürekli ümit üretmek ve çevreye vermek… Şevk atına binip korku sahrasını geçmek… Her doğan günde hayata taze bir başlangıç yapmak…

Korkmayın hayat size bir gün gülecek.

06.09.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

İçi boş dayatma



Abdullah Gül cumhurbaşkanı seçilip Meclis kürsüsünde o tuhaf yemin metnini okuduğunda, metnin Atatürk ilke ve inkılâplarıyla ilgili bölümünü özellikle vurgulayanlar oldu.

Hedef belliydi: Gül’ü kendilerince en kritik saydıkları noktada, daha yolun başında sıkıştırmak, böylece Köşkte oturduğu müddetçe sürekli bir “yemine bağlılık” presi altında tutmaktı.

Gül’ün cumhurbaşkanı olarak öncelikli referansının Atatürk olması gerektiği telkinleri de aynı yönlendirme çabalarının bir parçası oldu.

Çankaya Köşkünü Atatürk’ün mekânı olarak görenlerin bu istikametteki gayretleri sürüyor.

Belirli günlerde Cumhurbaşkanlığı adına yıllardır yayınlanagelen rutin mesajların, Gül oraya çıktıktan sonra küçük rötuşlarla neşredilen tekrarlarında Atatürk’ün adının kaç kez zikredildiğine dair haberler de bu çabaların bir parçası.

Böylece bir taraftan Gül’ün de cumhurbaşkanı olduktan sonra “sıkı bir Atatürkçü” haline geldiği imajı verilmek istenirken, diğer taraftan Gül’ün etrafındaki çemberin bu yolla sistematik bir şekilde giderek daraltılması öngörülüyor.

Ama bu çeşit zorlamaların “öz”e ilişkin kayda değer bir netice getirmesinin mümkün olmadığı tecrübelerle de sabit. Nitekim bilhassa 12 Eylül döneminde zirveye çıkan uygulamaların “tören ve gardrop Atatürkçülüğü” olarak adlandırılan yeni ikiyüzlülük ve riyakârlık örnekleri ihdas etmekten başka bir işe yaramadığı bizzat samimî Atatürkçüler tarafından ifade ediliyor.

Cumhuriyet gazetesi camiasının önde gelen bazı isimlerince gösterilen tepkiler, bunun çok tipik ve ilginç örnekleri.

Meselâ Nadir Nadi’ye “Ben Atatürkçü Değilim” diye kitap yazdıran sebep, Atatürk’ün arkasına gizlenerek sergilenen riyakârlıklardı.

Uğur Mumcu da, uğradığı menfur suikasttan kısa süre önce çıkan bir yazısında Siyasî Partiler Kanununun, partileri Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı olmaya mecbur tutan hükmünü eleştirerek, “Çoğulcu demokrasi resmî ideolojilerle bağdaşmaz” demişti (Cumhuriyet, 5.7.1992).

Yakınlarda ise Ali Sirmen, milletvekillerine ve cumhurbaşkanına metazori okutturulan yemin metinlerini eleştirdi ve “Kaldırın bu yeminleri” çağrısında bulundu (Cumhuriyet, 28.8.07).

Ama buna rağmen “Atatürkçü” kuşatma inatla sürdürülmek isteniyor. Atilla Yayla ve Zafer Üskül olaylarında görüldüğü gibi, en küçük bir dokundurma, derhal organize bir linç hareketini tetiklemenin gerekçesi olarak kullanılıyor.

Ve Kenan Evren piyasaya çıkıyor: “Bizim daha Atatürk’e, Atatürkçülüğe ihtiyacımız var. Hani aradan 300-500 sene geçer, yeni bir âlem oluşur, biz de ona uymak zorunda kalırız; o zaman bazı değişiklikleri anlarım. Atatürk öleli kaç sene oldu ki, ilke ve inkılâplarını anayasadan çıkarıp atıyorsunuz?” (Milliyet, 29.7.07)

Hasan Bülent Kahraman’ın, “Kemalizmin dört devresi” için yaptığı tahlil ise Evren’inkinden çok farklı bir tablo çiziyor (Sabah, 7.8.07):

1.1931-37—tek parti-tek şef.

2. 60’lar—Yön dergisinin militarist Kemalizmi.

3. 80 sonrası—12 Eylül’ü meşrulaştırmak için 30’lara dönüş özlemiyle hazırlanan proje.

4. 95 sonrası—kitleselleştirilen, ama ne olduğu anlaşılmaz, bilinmez hale getirilen Kemalizm.

Yani: dayatıldıkça içi boşalan bir ideoloji...

06.09.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Kaşımak



DTP, Meclise gireli beri vizyon oluşturacak bir yaklaşım sergileyemedi. Rahat olmadıkları her hallerinden belli. Tedirgin ve ifade çıtasını belirlemekte zorlanan bir görüntü ortaya koydular.

Bunun değişik nedenleri var. Birincisi, kayıtdışı gündemleri ile siyasetim icabı gümdemleri tam örtüşmüyor. Rasyonel projeler ortaya koymak yerine siyasî söylemlerin bölgesel versiyonlarını tercih ediyorlar.

Ayrıca, terörün her türlüsüne karşı çıkma konusunda zaafiyetleri var. Bunu deklare edemedikleri müddetçe, marjinal ve radikal olmanın daralmışlığını aşmaları zor görünüyor.

Demokratik ve kültürel hakları talep etmek, ülke birliğinde hassasiyet değeri olan huzur ve barışı gölgeleyecek bir söylemin dillendirilmesine müsaade etmemeli.

Türkiye’nin yumuşak karnı olabilecek, karşı tahrikle gerginliklere yol açabilecek ve sonunda demokratik ortamı zedeleyecek bir süreç, AB nezdinde ükeyi yıpratmaya ve içerde de tahammülsüzlüğe götürür.

Gerginlikten nemalanan kayıtdışı siyasete bu malzeme verilmemeli. DTP, parlamenter sistemin açık toplum kuralını ve şeffaf siyasî sempati çizgisini yakalayamadığı müddetçe, demokrasiye katkısı tartışılır.

Bu yüzden etnik vurgunun dozajı kaçan ve derde şifa sadır etmeyen sloganları ile geleceğe ait hakları geliştirme şansı olamaz.

Türkiye, batısıyla doğusuyla demokraside ve demokrasinin meşruiyet zemininde insan hakkının kutsallığı ile kendine gelebilir ve toplumsal barış mümkün olabilir.

Bunun tersine bir didişmeye girerek bölgedeki oy trendindeki siyasi kayıplarını örtecek hamlelere başvurma stratejileri, DTP’yi başarıya taşıyamaz. Belediyelerde arzu edilen performans düzeyinde değiller.

Bölge halkını, çoğunlukla ideolojik kalıpta ve örgütsel bağlamda bir kapanmaya dönüştürmek, DTP’ye yakınlaştırmak mümkün değildir. Çünkü, halkın temel düşünce sistemi ile DTP’nin sol görüşleri örtüşmemektedir.

Kürt kimliği üzerinden tahrik edilen insanların sosyo-ekonomik düzeylerine katkı yapılmadan ve bölgenin kalkınma dinamiklerine katma değer oluşturmadan etnisite merkezli bir söylem, çokta rağbet göremeyecektir.

Burada devletin şefkat eli daha da uzamalı. Tahriklerin parçası olmamalı. Demokratik açılımlarını arttırdığı gibi, istihdam politikalarına ve eğitim kalitesine özenle eğilmelidir.

Toplumun tamamını kucaklayan bir bütünlük felsefesi ile hareket edilmeyip, Kürt veya Türk milliyetçiliği ile reaksiyoner tavırlar geliştirmek, siyasette sadece gerginliğe yol açar.

Siyasetin din ve karşıtı bir zemine çekilmesinin olumsuzluğunu ve etnik ayırımcılığın getirdiği vahim sonuçları hepimiz biliyoruz.

Öyleyse, kültürel ve istihdama dayalı önceliklerle yerel kalkınmaya ağırlık verilmesi gereken bölgede, bunu bırakıp tahrik senaryolarında yer almak ve çatışma zeminine girmek, demokrasiye fayda sağlamayacaktır. Bilâkis, zarar verecektir.

Ülkenin, değişken ve ideolojik bağlamda farklılık gösteren toplumsal katmanları var. Böyle olunca herkes kendi gündeminde hassastır. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, hassasiyetlerin birbirinin damarına basmaması ve normalleşme sürecini incitmemesidir.

Hükümetin başını ağrıtacak bir güneydoğu meselesi, demokrasinin kayma noktasını teşkil eder. Bu konuda DTP, sağduyulu davranmak zorundadır.

Dayatma ve baskıların azalmaya yüz tuttuğu, AB sürecinin işlemeye başladığı ve ülkenin istikrar içinde terörü yenmeye çalıştığı bir dönemde, terörün her türlüsünü lanetlemek herkesin ortak vicdanı ve ifadesi olmalıdır. Bunun istisnası olamaz.

Aksi halde uzlaşma buzlaşmaya döner ve soğuk iklimin asık suratı, hiç de sağlıklı bir gidişatın habercisi olamaz. Çatışma ile beslenmek, demokrasiye zarar verir.

Anti demokratik çözümlere sapmadan ve siyasî iradeyi yaralamadan Meclis çatısı altında daha yumuşak bir diyaloğu korumak, tahrikler karşısında olgun davranmak ve tribünlere oynamamak bir hünerdir.

Siyasî tabanını ajite eden bir siyaset, halkın nezdinde itibar görme şansına sahip değildir. Çünkü vatandaş çatışma ve gerginlik istemiyor. Böyle davranan liderleri de geçmişte tasfiye etmiştir.

Onun için kaşımadan uzlaşmak ve birbirini anlamak aklı selimin gereğidir.

06.09.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Toynbee’nin tarihî kehaneti



Ölüm için ‘hazimu’z lezzat’ denilir. Yani ölüm, lezzetleri öldüren bir hazim veya hadimdir. Ölüm geldiğinde dünya ve lezzetleri gider. Bundan dolayı Efendimiz (asm) ölümü çok anmamızı tavsiye eder. Zira ölümü anarak dünyanın geçici bir zilâlzar yani gölgegâh olduğunu derk ve fark ederiz. Dünyaya lezzet almaya gelmedik, zira dünyanın lezzetinin sadakati yoktur. Dünya karşısında en güçlü insanlar ona metelik vermeyenlerdir. İnsanı daima hayal kırıklığına uğratır. Bundan dolayı, dünyaya karşı uyanık olmamız yani sahiv halinde olmamız istenir. Dünyaya karşı uyanık ve mütayakkız ve sahiv halinde olabilmemiz ise ancak ve ancak ölüm gerçeğini anlamamıza bağlıdır. Onu hatırladığımızda dünya saadetinin adeta bir serap olduğunu hatırlarız. Bu da onun tuzak dolu işu nuşuna rukün etmemizi veya kendimizi salmamızı engeller. Lezzetleri yıkan ölüm ise medeniyetleri yıkan da kadındır. Kadın dünyanın ikizi gibidir. Amiyane ile azı karar çoğu zarardır. Hem güç, hem zaaftır. Medeniyetlerin en hassas ve kırılma noktasını teşkil eder. Kadın islâmın öteki adıdır. Dindar, İslâm kıvamında nasıl eşsiz olursa; bozulduğunda ise nasıl türevinin en bozuğu oluyorsa kadın da öyledir. Medeniyeti hem kurar, hem yıkar. Adeta medeniyetlerin ölümüdür. Lezzetlerin ölümü ve katili ölüm ise medeniyetlerin ölümü de kadındır ve çoğu kez kadın elinden gerçekleşmektedir. Kadın kabından çıktığında tiryak iken ağu halini alır. Bundan dolayı sistemin en zayıf ve en kuvvetli noktası kadındır. Adeta sigortasıdır. Bu itibarla, sistemi konsolide etmek ancak kadın üzerinden mümkündür. Kadını ihmal eden hiçbir sistem ayakta kalamaz. Her sistemin zayıf ve güçlü noktası kadındır. Bunun dışında her söylenecek söz zaiddir. Son sıralarda Müslüman kadının bozulması İslâm toplumunun bozulmasının nişanesidir. Kadın bozulduğunda aile bozulmuştur, aile bozulduğunda toplum bozulmuştur ve toplum da bozulunca üst yapı siyaset de çöker. Bu itibarla, İslâm dünyasına modernizm ve liberalizm kadın yoluyla girmiştir. Aracısı kadın olmuştur. Özgürlük kavramı da aynı şekilde daha ziyade kadın üzerinden ithal edilmiştir. Kasım Emin’in Tahrirü’l mer’e yani kadın emansipasyonu veya özgürlüğü kitabı bunun tarihi şahit ve dayanaklarından birisidir. *** Hâlâ da Nazife Şişman’ın da ifade ettiği gibi Amerikan modernizminin Ortadoğu’yu dönüştürme araçlarının başında kadın emansipasyonu gelmektedir. Cheney’in kızları bu projenin başındadır. Maddî ve fizikî işgalin başında Cheney manevî ve kültürel işgalin başında da kızları vardır. Yine sömürge valisi Halilzad ve eşi Charly Benard da aynı doğrultuda işbölümü yapmışlardır. Bütün bunlar şüpheye mahal bırakmayacak bir şekilde kadının önemini ortaya koymaktadır. *** İngiliz tarihçi Toynbee’nin kadınla ilgili kehanetine gelecek olursak. O da Batı medeniyetinin zayıf karnının kadın olduğunu ve kadın üzerinden çökebileceğini öngörüyor. Yani kadın üzerinden İslâm dünyasını çökertmek isteyen planlamacılar ve sosyal ve siyasî mühendisler aslında yanlış planlama ile topyekün Batı medeniyetini çökertiyorlar. Farkında bile değiller. Kur’ân-ı Kerim’in ifadesiyle ‘keennehüm yühsinune sün’an’ sanki bunu yaparken de güzel bir şey yaptıklarını vehmediyorlar. Ne gezer! *** Toynbee çağa tanıklık sadedinde şunları söyler: “Ben tam 21 medeniyeti inceledim ve etüd ettim. Zaaf ve kuvvet noktalarını çıkardım. Bu 21 medeniyetinin ortak batış noktaları veya nedenleri aynıydı. Kadın evinden çıkmış, lezzet ve eğlencenin esiri olmuş, zevklerin anaforuna batmıştı. Evi yerine gece kulüplerine tavaf eder hale gelmişti...” Çocuk şefkati ve eş sevgisi yerine narsist bir şekilde bedenine tapınıyordu. Böylece kendisi bir sembol olarak kıymetten sakıt olduğu gibi, toplumunu da kendisiyle birlikte helâket ve felâkete sürükledi. Türkiye de artık Laila gibi mekânlarla anılıyor. Evet, Efendimiz ahirzamanın iki müfsit unsurundan bahsetmiş ve adını koymuştu; kimi kadınlar ile kimi Yahudiler. Şimdi ikisi de tabu.

06.09.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri