Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 27 Eylül 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Davut ŞAHİN

Lüküs hayat



Yer: İzmir, Buca…

Münferit bir haber, gazetelere ve televizyon haberlerine şöyle geçti:

“İzmirli inşaat işçisi, kızını boğarak öldürdü.”

Bu kadar… Ya ayrıntılar?

Şeytan ayrıntıda gizlidir derler.

Ayrıntılar korkunç bir gerçeği gün yüzüne çıkardı.

İnşaat işçisi Yusuf Sel geçim sıkıntısı çeken bir baba… 5 yıl önce eşinden boşanmış ve iki kızının velayetini zar-zor üstüne almış…

17 yaşındaki Alev ve 15 yaşındaki Ayşe’ye hem analık hem babalık yapmaya çalışıyor.

Ama sonra?

Evin küçük kızı Ayşe, televizyondan izlediği hayat ile yaşadığı hayatın birbirine zıt olduğunu görüyor. Bu kocaman çelişkiye bir anlam veremiyor. Çünkü ekranda insanlar eğleniyor… Dizi filmlerde pahalı ve şık giyinen aktrisler gözünü kamaştırıyor. Güzellik yarışmalarında elde edilen derecelerle şöhrete adım adım giden yaşıtlarını imrenerek izliyor.

Ekranın öte tarafına geçmek istiyor Ayşe, onlar gibi yaşamak istiyor.

“Benim neyim eksik, onlar gibi giyinmek, güzel yerlerde eğlenmek bizimde hakkımız olmalı…” diyor.

Ablasının aktardığı şu sözler tokat gibi:

“Emellerime ulaşmak için elimden ne gelirse yapacağım.”

Ayşe artık kendini derslere veremiyordu… Kafası karışıktı çünkü… Artık giyime kuşama merak sarmış ve gece gezmeleri sıklaşmıştı. Kafasına estiği gibi evden kaçar olmuştu.

Baba Yusuf durumu geç de olsa fark etmiş... Artık evden kaçan kızını bar ve diskolarda arayıp buluyor ve eve getiriyordu.

Ayşe bir Pazar gecesi yine gezmeye gideceğini söyleyince babasıyla tartıştı. Zaten alkollü olan baba Yusuf, kızıyla kavga edince, içkinin etkisiyle kızına vurmaya ve onu elleriyle boğmaya başladı… Artık geri dönüş yoktu baba için… Kızının ruhu, iki elin arasından uçup gidiyor. Bir güvercin misali…

Gürültüye uyanan abla kardeşinin cesedini görünce ağlama krizi geçiri- yor… Halasına çektiği cep telefonu mesajıyla korkunç olay bu şekilde açığa çıkıyor.

Tutuklanan baba verdiği ifadede şöyle feryat ediyor:

“Ayşe televizyonda gördüğü renkli hayata özendi. Kızımın kötü yola düşmesini engellemek isterken katil oldum. Durumum tüm babalara ders olsun.”

Tüm babalara bu olay ibret olurken, acaba rezil programları ekrana getirenler “ders” alıyor mu?

Acaba yarın, öbür-gün kendi kızları da tıpkı “Ayşe” gibi bar veya diskolarda gezerek şöhrete giden adımları mı atacak. Hem de ne pahasına olursa olsun!

Medyanın sunduğu “lüks hayat” özentisi bir hayatı daha kararttı.

Acaba sırada hangi “Ayşe” var?

27.09.2007

E-Posta: [email protected]




Mehmet KAPLAN

Barkot okuyucu!



Barkot okuyan cihazı hayatımda ilk defa İstanbul’da bir eczahaneden ilaç alırken görmüştüm.

Hani şu:

Kasiyer kızlarımızın elinden düşmeyen cihaz var ya işte o cihaz…

Bu barkot okuyucuyu; eczacı, ilacın üzerindeki fiyat kupürüne tutunca, cihaz ilacın kaç lira olduğunu:

“Cırrrrrrrrt” diye bilivermişti !

Şaşırıp kalmıştım…

***

Sonraki yıllarda şaşkınlığım daha da arttı.

Bir gün:

Çanakkale’mize yeni açılan bir hipermarkette herkes gibi ben de alış-veriş yaptım…

Tavaf yapar gibi rafların etrafında dönüp durduğumuz bu mağazadan aldıklarımı ödemek için kuyruğa girdim.

O anda metabolizmam bozuldu sanki!

Allak-bullak oldum…

Hayat felsefem tepe-taklak olmuştu!

Satın almayı düşündüğüm her şeyi orada öylece bırakıp kendimi dışarı atmak istedim.

Çünkü hemen ön sıradaki hanımefendinin aldığı her şeyi kasiyer kızımız daha barkot okuyucuya tutar tutmaz bu cihaz hepsini tanıyor ve “şaaaaaaak” diye bilgisayarın camına yansıtıyordu…

Turpu tanıyordu.

Kiviyi tanıyordu!..

Bisküvilerin kaç kuruş olduğunu biliyordu…

Ekmekleri tanımış; deterjan ve tavuk etlerini kuruşu kuruşuna gözler önüne serivermişti.

Hiçbir şey; ama hiçbir şey bu avuç içi kadar olan cihazın gözünden kaçmıyordu.

***

Hayatım o anda bir sinema şeridi gibi gözümünönünden geçmişti!..

Ben ne yapıyordum böyle?..

Hayatımı niye bu kadar ucuz yaşamıştım?!

Buna hakkım var mıydı?

Bir insan olarak ben neciydim? Nereden geliyordum? Nereye gidecektim?!

Bu avuç içi kadar cihaz her şeyi tanıdığı gibi bir gün benim de yedi şeceremi bilgisayar ekranına yansıtacak bir kayıt cihazı önüme konulsa ben ne yapacaktım.

***

O gün-bu gündür; kimsenin dedi-kodusunu yapamam.

Bir gram bile haksızlık yapmamaya özen gösteririm!

Yapılan bir haksızlığa ise asla razı gelemem…

Çünkü:

Barkot okuyucu var!..

Bir gün benim de barkotum okunacak.

27.09.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Uçak mescidinde Medine’ye



(Umre günlüğü- 5)

“Seyyar mescit” uçakta ikindi namazı kılıyoruz. Seyyar dershane, okul, mescit, ev fonksiyonlarında bir uçak yolculuğu.

Bütün ikramlar kalbe, ruha, gidilecek mukaddes mekânlara uygun programlanmış.

Kur’ân meâlinde tarama yaparken, fikrî yolculuk kısa sohbetler ve bölünmeler dışında devam etti. İftar paketinin kapalı şekilde önümüzde ezanı beklediğimiz anda, iftara hazırlanan midenin emir bekleyen psikolojisine girmeye de fazla fırsat oluşmadı.

Dikkatim Bakara Sûresi 177. âyete odaklanmayı başardı. İndekste “Kur’ân’ın özeti sayılan âyet” olarak geçiyor:

“İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl iyilik, o kimsenin yaptığıdır ki, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır. (Allah’ın rızasını gözeterek) yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve kölelere sevdiği maldan harcar, namaz kılar, zekât verir. Antlaşma yaptığı zaman sözlerini yerine getirir. Sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreder. İşte doğru olanlar, bu vasıfları taşıyanlardır. Muttakiler ancak onlardır.”

İftar açıyoruz. (18:40) Hızlıca, takdim edilen menüden besleniyoruz, şükür. Midenin bile fizyolojik ihtiyacına rağmen, yemekle fazla meşgul olmadığını fark ediyorum.

Mütevazı ve doyurucu bir ikramdı. Ardından uçağın “mescidi”ne gidiyorum. Çoğu yolcu iftar “sofrası”nda hâlâ.

Suudlu kabin amiri Abdullah imamlığa geçiyor. Arkasında iki kişi cemaat oluyoruz. Suudi hassasiyetin vaktinde namaz kılma alışkanlığına bir daha şahit olduk.

Beraberce ifa ettiğimiz namazın, hafif sallanmalarla gökyüzünde olduğunuzu hissettiren psikolojisi, imamın feyizli hali ile perçinleniyordu. Tam da Medine civarında Medine’ye inmeye hazırlanırken…

Abdullah, “Mağrip halas” dedikten sonra, sünnet kılma teşebbüsümüze “seferî” diyerek noktayı koydu. Tekrar “mağrip halas, işa Medine” diyor. Böylece yatsının Medine’de kılınmasını da hatırlatıyor. Namaz konusunda çok hassaslar. Huşu ile kılışı ayrı bir hususiyetti.

Medine Muhammed Abdülaziz Havaalanına (19:05) iniyoruz. 40 derece sıcaklık olduğunu hostes duyuruyor.

40 derece üstü sıcaklıklara aşina biri olarak, doğrusu o denli bunaltıcı bir ısı hissetmedim.

Buna mukabil insan sıcaklığına, ensar ruhuna ve rahat iklime geldiğimizi hemen hissettim. Taksi ile otele doğru yol aldığımız İsmail Ağabeyimizle birlikte ilâhî söylemekten de geri durmadık.

Her şeyden önemlisi, teravihe yetişmiştik.

27.09.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Milletin ‘baskı’cılara cevabı



Tam da ‘mahalle baskısı’ tartışmalarının sürdüğü günlerde yeni bir kamuoyu araştırmasının sonucu açıklandı. Odak Araştırma Şirketi tarafından yapılan “Etik Algılar Araştırması”nın neticeleri değişik şekillerde yorumlanabilir. Ancak araştırmanın dikkat çeken noktası, Türkiye’de yaşayanları; dini (tabiî ki İslâmı) hayatlarına “yön veren temel ahlâk kuralları” içerisinde birinci sırada ‘etkili’ görüyor olmasıdır.

Bunca tahribat, dünyevîleşme ve ‘bozulma’ya rağmen; insanların hâlâ dine/İslâma sahip çıkması, onu temel ahlâk kuralları içerisinde birinci sıraya koyması Türkiye’yi ‘idare edenler’in çok dikkat etmesi gereken bir durumdur. Tabiî ki böyle bir araştırma ilk defa yapılmıyor. Geçmiş tarihlerde yapılan benzer araştırmalarda da ‘din’in pek çok hadisede insanların tercihini belirlediği gerçeği ortaya çıkmıştı. Ne var ki, milletin ortaya koyduğu bu beyan, bu talep; çoğu zaman Türkiye’yi ‘idare edenler’ce görmezden geliniyor. Ülkemizde yaşanan tıkanma ve sıkıntıların temelinde de bu inkâr, bu görmeme, bu ‘millete rağmen’ anlayış yatmıyor mu?

Araştırmayı kısaca şöyle özetlemek mümkün: Araştırmaya katılanlardan, “Yön veren temel ahlâk kuralları”nı 100 puan üzerinden değerlendirmeleri istenmiş. “Din” 47.32 puan, “kanun” 21.87 puan, “gelenek ve töreler” 11.83 puan, “evrensel değerler” 10.22 puan, “ideoloji ve siyasal görüşler” ise 8.76 puan almış. (Milliyet, 26 Eylül 2007)

“26 şehirde 1674 kişiyle yapılan araştırma Türkiye’yi ne kadar yansıtır?” diye kimse kendini ‘kandırmayı’ düşünmesin. Şartlarına uygun yapılan bu ölçekte bir araştırma, doğruya yakın sonuçlar ortaya koyar. Zeten benzer araştırmalardan da hep böyle neticeler çıkmıyor mu? Gerek başörtüsü ve gerekse başka konularda yapılan hemen her araştırmadan; Türkiye’de ‘din’in, ‘İslâm’ın belirleyici olduğu neticesi çıkıyor. Bu sebepledir ki, Türkiye’de ‘iş’ görmek isteyen, milletin bu değerleriyle barışmalı, kaynaşmalı ve milleti ‘yabancı’ görmemeli...

Araştırmada ortaya çıkan başka neticeler de var ve bu neticeler de elbette ayrıca tahlil edilmeli. ‘Yalan’ın revaç bulduğu bir ortamda, insanların yine de ‘doğru’lardan yana tavır alması hayra alâmet sayılmalı. ‘Fal baktırmak’ gibi ‘din’in tasvip etmediği ‘yanlış’ların devam ediyor olması, milletin ‘din’ noktasındaki zaafını hatırlatıyor.

Araştırmaya katılanların yüzde 66’sı faiz almanın, yüzde 65.3’ü faiz vermenin ‘haram’ olduğunu belirtmiş. ‘Doğru’ların teyid edilmesine rağmen, ‘faiz sistemi’nin ‘gül gibi’ devam ediyor olması neyin işareti? Milletin değer yargılarını tahrip eden ‘kalıp’çıların bu bozulmada payı yok mu?

Ülkemizde; ‘din’in hayata yön verdiği gerçeğini unutarak ‘politika’ üreten herkes, kaybetmeyi en baştan kabul etmiş demektir. Araştırmanın sonuçları, bizce bunu hatırlatıyor...

27.09.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Ağır vebal



Türkiye 1980’li yılları 12 Eylül’e kurban verdi. Darbe rejimini sivil görüntüyle devam ettiren parti, 1983 seçiminde cuntanın icazetiyle önü açılıp sekiz yıl boyunca iktidar olan ANAP’tı.

ANAP’ın kurucusu ve lideri Özal, ihtilâlin başı Evren’den sonra Çankaya’ya çıkınca, başbakanken yapamadığı demokratik açılımlara yöneldi. Bu çerçevede, TCK’nın senelerce çok can yakmış olan 141, 142 ve 163. maddelerinin kalkmasına önayak oldu. Ardından sivil bir anayasa projesini gündeme getirmeye hazırlandı, ama nasip olmadı, zira ömrü vefa etmedi.

1990’lı yılların başları, Türkiye’nin 12 Eylül rejiminden kurtulma ve özgürleşme hasretini kuvvetle hissettiği, resmî tabuları yoğun bir şekilde tartıştığı ve demokrasinin önünü açma sancıları çektiği son derece ilginç bir dönemdi.

1991 seçiminden sonra kurulan DYP-SHP koalisyonu bu beklentileri karşılama noktasında uygun ve elverişli bir hükümet formülüydü.

Kırk sene birbiriyle mücadele etmiş, ama 12 Eylül darbesinden aynı şekilde beraberce zarar görmüş iki köklü siyasî akımı temsil eden bu partiler, demokrasi ve özgürlükleri öne çıkaran bir programla yola çıktılar. Ama Özal’ın vefatı üzerine Demirel’in Çankaya’ya çıkması, ardından SHP kanadının peş peşe lider değişikliklerine sahne olması, programın kararlı bir şekilde uygulanmasını engelledi.

Bir taraftan toplumdaki özgürlük talebi, diğer taraftan iktidarın bu talebi karşılayamaması ve bunun da etkisiyle politika arenasında oluşan boşluk, en fazla çoktandır sistemli bir çalışma yürütmekte olan millî görüş hareketine yaradı.

Ve bu hareket önce 1994 yerel seçimiyle belediyelerde ve ardından 1995 genel seçimiyle parlamentoda iktidar olma şansını yakaladı.

Ama bu durum, demokrasiye nihayet alışmaya başlayan ve bunu çok önemli açılımlarla da ortaya koyma noktasına gelmiş kesimlerde “laiklik hassasiyeti”nin depreşmesine yol açtı.

Din adına siyaset iddiasının iktidar olması, demokratik gelişmelerin nisbeten teskin etmiş ve küllendirmiş gibi göründüğü “irtica ve din devleti” korkularını yeniden harekete geçirdi.

Gerçi bu korkuların hiçbir şekilde aslı ve esası yok. Ama toplumu tanımayan ve ülke gerçeklerinden kopuk kesimlerin, kökü çok eskilere ve derinlere dayanan bu vehim ve korkuları, Türkiye’de oluşan demokratik iklime zarar verdi.

90’lı yılların başında serbest tartışma ortamının filizlenmeye ve demokrasinin kök salmaya başladığı bir Türkiye’den, 1997 ve sonrasında 28 Şubat Türkiye’sine sürüklenmemizin altında yatan çok önemli sebeplerden biri bu durum.

Sonuçta din adına siyasetin bu derece güçlenmesi, demokratik gelişme sürecine çok büyük zararlar verdi. Laiklik endişeleriyle demokrasinin geri plana itilmesine sebep oldu. Cumhuriyet elitlerinin açılım arayışlarını sabote ederken, demokrat çizgi ve gelenekten gelenlerin dahi kimyasını bozdu. Ve netice olarak, dayatmacı statükonun ömrünü biraz daha uzattı...

Din adına siyaset iddiası öyle bir belâ ki, senelerce o iddianın takipçisi olduktan sonra bunun yanlış olduğunu fark edip çizgi değiştirdiklerini söyleyenlerin de hâlâ peşini bırakmıyor.

Son gelişmeler bu gerçeği ibretli bir şekilde bir defa daha teyid ederek gözler önüne seriyor.

27.09.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

‘İkinci fetretin Mevlânâsı’



İnkişaf dergisinin yayıncısı olan Kâmil Şenocak, son devir ulema ve meşayihinden Ali Haydar Efendi’nin hayatını kitaplaştırmış. İyi de etmiş. Hazretin hayatıyla alâkalı bazı küçük risalelere rastlasam da hakkında bu hacimde bir eser yayınlanmamıştı. Büyük zatların hayatlarının mutlaka belgelendirilmesi gerekir. Talebe ve üzerinde hukuku bulunanlar için bu bir borç ve yükümlülüktür.

Esasında Ali Haydar Efendi, Süleyman Hilmi Tunahan hazretlerine de benziyor. İkisinin de ortak yönleri, farklı iki Nakşibendi kolunun başında olmalarıdır. Ali Haydar Efendi, İsmet Efendi Tekkesinin yolunu devam ettirmiş ve bu damar İsmail Ağa ile birlikte sürgün vermiş ve devam etmiştir. Süleyman Efendi’nin hizmet yolu ve ekolü de bilahare Kemal Kaçar’ın himmetiyle bugünlere gelmiştir. Ali Haydar Efendi ile Süleyman Hilmi Tunahan hazretleri arasındaki benzerliklerden birisi, ikisinin de Nakşibendi sâdâtından olması ve onun ötesinde geleneksel dinî yapıyı ve anlayışı titizlikle muhafaza etme gayretleridir. İkisinin mümeyyez vasfı da budur. Bu anlamda iki ekol ve tekke de muhafazakârdır. Onun da ötesinde birbirlerine benzeyen yönlerden birisi de satırdan ziyade sadra önem vermeleri ve hayatlarında telifata himmet etmemeleridir.

Hem Haydar Efendi hem Süleyman Efendi esasında Nakşibendiliğin Halidiyye koluna mensupturlar ve kendi ekol ve tekkelerini Halidiliğin mirası üzerine inşâ etmişlerdir. Bu anlamda Kâmil Şenocak, Ali Haydar Efendi’nin İsmail Ağa’da zuhuru ve inkişafını tecdidine bir nişane olarak telakki eder. Gerçekten de Ebu’l Hasan en Nedevi’nin de ‘Maza Hasire’l Alemü Biinhitati’l Müslimin’ kitabında ifade ettiği gibi, Halid-i Bağdadi İslâm’ın güneşlerinden birisidir ve hususiyle onüçüncü yüzyılın manevi güneşi ve müceddididir. Ounüçüncü asır da aslında iki yüzyıllık fetret döneminin ilk ayağındaki tecdidi temsil etmektedir. O dilimde Halid-i Bağdadi, binlerce alim ve amil meşayih bağlısıyla birlikte Panislavizmin ve Rusların İslâm dünyasına yönelik akımlarını ve savletlerini karşılamaya çalışmıştır. Bu hayasız akınların ve akımların önünü kesmeye çalışmış ve önlerinde set olmuştur... Esasında Gazali ile Mevlânâ bağlamında ele alacak ve mukayese edecek olursak Halid-i Bağdadi son ve ikinci fetret döneminin birinci asrının ve ayağının müceddididir ve bu itibarla Gazali’yi andırmaktadır. Gazali’nin kademi üzerinedir. Elbette Mevlânâ gibi bir takım şiir diliyle yazdığı hikmet dilimleri varsa da bununla birlikte, Gazali’nin Tûs’dan koparak Bağdat’a revan olması ve İhyâ’sını Şam’da yazması ve yapması gibi Halid-i Bağdadi de evliyalar şehri oarak bilinen Şam’a hicret etmek durumunda kalmış ve ahiri ömrünü burada tamamlamıştır. İnkişafı da burada olmuştur. Ve geride binlerce mürid ve taraftar bırakmıştır. Onlar da gelecek asrın tecdidinin ayaklarını ve zeminini kurmuşlardır. İskenderpaşa, ismail Ağa da bunlar arasındadır.

***

Gazali’den sonra ortaçağın fetretinin ikinci devresinde Anadolu’da Mevlânâ hazretleri inkişaf etmiştir. Dolayısıyla Gazali’ye teakub eden Mevlânâ Celaleddin Rumî hazretleridir. Dolayısıyla yedinci yüzyılın simetrisinden ve zaviyesinden yani dürbünüyle günümüze baktığımızda ikinci ve son fetret döneminin ikinci diliminde de bir Mevlânâ teşerrüf etmesi gerekiyordu? Bu itibarla, ikinci fetret döneminin Gazali’si olan Halid-i Bağdadi’nin halefi aranıyor.

‘Men yüceddidi leha dineha’ ibaresindeki ‘men’ birden fazla müceddidin varlığına imkân tanısa da fetret devirlerinin mücedditleri ulû’l azm peygamberlerin kademi üzerine olmaktadır. Herhalde bu cihetle ve itibarla tecdidin tarifini de iyi yapmak gerkiyor. Yoksa dinin ihyâsında herkes kendi kararınca çalışıyor ve nisbeten neticeler de alıyor. Herkes behre ve pay sahibi olabilirse de asrın temsilcisi kimdir? Buna cevap verebilmek için tecdidin mahiyetini iyi kavramamız gerekiyor. İnşâcı ve ihyacı büyük mücedditler kırılma devirlerinde veya fetret devirlerinde veya mekânlarında zuhura geliyorlar. Kırılma mekânı mücedditlerinin en büyüklerinden birisi İmam Rabbani hazretleridir. Kırılma dönemi mücedditleri arasında Gazali, Mevlânâ ve Halidi Bağdadi gibilerini görüyoruz. Dolayısıyla tecdit çok yönlü ve çok boyutlu olsa da vasfında yenileyicilik var. Yenileyicilik sadece dinî duyguları veya çoşkuyu canlandırmak mıdır? Böyle olsa bile bunun muhtevası olmalıdır.

Tecdit, geçmişi aynı suretiyle ihyâ etmek değil bunların üzerinde çağın tereddütlerine cevap vermek ve bu bağlamda güçlü bir karşı akım meydana getirmektir. Gerçekten Ebu’l Hasan el Eş’ari ile birlikte Mutezile akımı munkariz olmuştur. Gazali’nin oluşturduğu akım ve vakum ile birlikte de felsefe tâunu ortadan kalkmıştır. Asrın fikri hastalıklarını tedavi etmek de tecdidin sahalarından birisini teşkil eder. Tecdit sadece geçmiş sureti ihya etmek değil asrın ruhunu da temsil etmek ve bu ruhu geçmişin birikimine katmak ve ikisini mezcetmektir. Geçmişi olduğu gibi muhafaza etmek ve aynıyla yaşatmak tecdit değil muhafazakârlıktır. Kadimin kalıcısıyla yeninin lâzımını buluşturmak tecdidin asıl alanını teşkil eder. Tecdit, muhafazakârlık üzerine zaman ilavesidir. Sabit ile değişkeni interaktif bir şekilde buluşturabilmektir.

***

Herkesin tecditte bir payı olabilir ama işin nirengi noktasını da iyi yakalamak gerekiyor. Bununla birlikte, asrın Mevlânâ’sı veya Mevlânâ’ları Halid-i Bağdadi’nin manevi varisleridir. Mağfur ve merhum Ali Haydar Efendi dost ve ahbablarına ‘Mevlânâ’ diye hitap edermiş. Ve Bediüzzaman’la ve Alvarlı Mehmet Efe ve niceleriyle muarefe ve dostlukları da yüce, gani gönüllü ve garazdan ve ivazdan uzak olduklarını ve İslâm ahlakıyla bezeli olduklarını gösterir. Bu hâlleri ‘el garazu maraz’ sırrından ne kadar uzak olduklarını gösterir. Şenocak’ın anlattığı Alvarlı Efe hazretleri ile Ali Haydar Efendi dostluğu aslında bütün alimler için emsâl tablosudur. Bu tabloya bir örnek de Şems-i Bitlisi ile Hacı Hasan Şirvani’nin dostluğu gösterilebilir. Bu dostluğu müridlerin kıskançlığı ve çekememezliği neredeyse kopma noktasına ve kesintiye uğratmak üzeredir. Şeyhler mana alemine dalmışken müridler kıskançlık aleminde birbirlerini yerler. Aralarına müridan girer. Mevlânâ ile Şem-i Tebrizi ayrılıklarında olduğu gibi Hacı Hasan Şirvani müridlerin huzurda senlik ve benlik kavgasının hicabının altında ezilerek ve eriyerek diyarı terketme kararı alır ama Şems-i Bitlisi bu arzunun önünü keser ve ‘Nereye gidiyorsak birlikte gideceğiz. Anca beraber kanca beraber’ der. Müridanın kıskançlığı hayırlara vesile olur da ‘merecalbahreyni yeltakiyan’ sırrı zuhur eder ve bu olayın akabinde zikir ve sohbet meclislerini birleştirirler. Onunla da kalmazlar ikisi de bir Ramazan ayında onbir gün arayla hakka yürürler . Ve bu onbir günlük ara da mana aleminde, Osmanağa Camii ile Alemdar Camii arasındaki 11 adımlık boy farkıyla da remzedilmiştir. Müridlerin ayırmaya çalıştığı mana erlerini hak buluşturmuştur (Şems-i Bitlisi, M. Kemal Gündoğdu ve Azmi Gündoğdu, Türkiye Diyanet Vakfı, S 68...).

Alvarlı ile Ali Haydar Efendi’nin müridleri ise böyle bir hâlden uzak ve beri imiş. Bendeler ve müridler kıskançlıklarıyla mana erlerinin arasına girmese ne iyi olur... Son devirlerde de Sadreddin Hoca ile Ahmet Davudoğlu’nun dostlukları da bazı böyle dost kisvesindeki düşmanlar tarafından bulandırılmıştır ve fasit taraftarların kurbanı olmuştur.

Netice olarak, Tecdit, Mevlânâ’nın dediği gibi her asırda yeni bir şey söyleyebilmektir. O manalar da Kur’ân ve sünnet ışığında o asrın goncası olmalıdır. Bazen tecdidi bütün dini gayret ve faaliyetlerin toplamı ve muhassalası da sayabiliriz. Bu taktirde, tecdidin sahası genel, temsilcisi de şahs-ı manevi olmuş olur.

27.09.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Cemaat veya gruplaşmanın manevî boyutları



Cihanşumûl/evrensel bir din olan İslâmiyet; bireyi öne çıkarmakla birlikte; aynı zamanda sosyal hayatı ve dolayısıyla cemaatleşmeyi de hayatlandırır. Ferd, âile, cemiyet, hattâ milletlerarası münâsebet, sorumluluk ve âdâb-ı muaşeret dediğimiz görgü kurallarını da, Kur’ân ve Sünnet-i Seniyye ile detaylarına kadar ortaya koyar.

İmân şartları, bütün mü’minleri aynı inanç ve temel fikir etrafında toplar. Kur’ân, mü’minleri “Kurşunla kaynatılmış binalar”1 olarak vasıflandırarak “cemaat” olgusuna; toplumdan/toplumculuktan daha derin, daha geniş, mânâlar yükler. “Cemaatteki ferdin, bir cesedin organı gibi” olduğuna dikkat çeken Hz. Peygamber (asm) “Allah’ın ipine hepiniz sımsıkı yapışın”2 âyetindeki “Allah’ın ipi” tâbirini “cemaat” olarak yorumlamış ve “cemaate sarılın” emrini vermiştir.3

Yine, daha önce semâvî kitap verilenlerin ayrılığa düşüp parçalandıklarını, kendi ümmetinden de tefrikaya düşecekler olacağını; “Cemaate sarılanlar dışındakilerin ateşte olacaklarını” haber vererek; cemaatleşmenin önemini vurgular.4 Keza, “Size cemaat halinde bulunmanızı tavsiye eder; ayrılıp dağılmaktan şiddetle kaçınmanızı isterim. Zîrâ, şeytan, yalnız başına yaşayan insana yakın olup beraber bulunan iki kişiden daha uzaktır. Kim Cennetin tâ ortasında yaşamayı isterse toplu halde bulunmaya baksın; Allah’ın yardım ve inâyeti cemaatle beraberdir”; “Müslüman Cemaatinden bir karış da olsa ayrılan kimse, boynundaki İslâm bağını çözmüş demektir”; “Cemaatten ayrılmayınız. Şunu bilin ki, sürüden ayrılan koyunu kurt kapar!”5

İslâm şartları/ibâdetler ise; cemaatleşmeyi pratiğe geçirir. İlâhî fermanın tertip sırasının ilk sûresi Fâtiha, ilk iki âyette inananları ulûhiyet ve rubûbiyet (ilâhlık ve her şeyi terbiye etme) ekseninde yoğurduktan sonra; Onun karşısındaki durumlarını vurgular:

“Ancak Sana ibâdet ederiz, ancak Senden yardım dileriz.”

Bu bize, ibâdetlerin “cemaat” hâlinde olmasının fazîletini hatırlatırken; sosyal hayattaki konumumuzun da “cemaat” hâlinde olmasını ihtar ediyor olmalıdır. Sosyal statüsü, makamı, hayat standardı ne olursa olsun; ister padişah, ister dilenci, namaz herkesi aynı safta bir araya getirir, kaynaştırır, kenetleştirir.

Tek başına namaz kılarken bile, en az kırk sefer okuduğumuz Fatiha’da, “E’budu” (Ben ibâdet ederim) değil, “Na’budu” (Biz ibâdet ederiz) tâbiri de mânidardır. Bu, toplanmayı ve cemaatleşmeyi gerektirir.

Bediüzzaman, bu anlayışı, “Her şey Allah’ı tesbih eder, zikreder” âyetlerinden de hareketle daha ileri seviyede yorumlayarak, yeryüzünün bir mescid hükmünde olduğunu söyler. Doğudan batıya kadar namaz kılmak için dizilmiş olan bütün Müslümanların aynı düşünce, aynı şuûr etrafında halkalandıklarını belirtir. Cemaate, diğer bütün varlıkları da katar.6

Cuma, bayram ve cenâze namazları cemaatleşmeyi gerektirmektedir. Ve yine Hac meselesinde de, herkes eşit olarak ve birlikte Allah’ın evinin ziyaret edilmesi ve Onun prensiplerine uyulması istenir.

Oruç, insanların toplum hayatında önemli bir yardımlaşma ve kaynaşma işlevi görür. Oruç tutan, aç kalmanın ne demek olduğunu anlar ve diğer insanlara yardım eder.7 Yine İslâm şartlarının en mühim erkânlarından olan zekât (namazı emreden âyetlerle birlikte sık sık tekrarlanır), sosyal dayanışmayı ve kaynaşmayı gerektirir.

“Ben tok olduktan sonra başkası açlıktan ölse bana ne!” gibi dehşetli bir anlayışı “zekâtın farziyeti”; “Sen çalış ben yiyeyim!” felsefesini “faiz yasağı” kökünden keser. Bu, düşünce ve uygulama hem ferd, hem özel cemaatler, hem de insanlığın mutluluğuna hizmet eder.8

Ekipleşmenin, cemaatleşmenin sosyal hayatın bir gereği olduğunu izâh etmeye çalıştık. Bir sonraki yazımızda, cemaatlerin/sivil örgütlerin özelliklerine kısaca gözatalım.

Dipnotlar: 1-Kur’ân, Saf, 4.; 2-Agk, Âl-i İmrân, 103.; 3-Taberî, IV, 30-31.; 4-Kurtubî, 1V, s. 160.; 5-Tirmizî, Fiten, 7.; Age, 78; Ebû Dâvûd, Salat, 46.; 6-Mesnevî-i Nûriye, s. 63.; 7-Mektûbât, s. 387.; 8-Age, s. 265.

TAZİYE: Muhterem Hakkı Morgül’ün eşi, merhum Ceylan Çalışkan ağabeyin kayınvalidesi, Avni ve Haydar Morgül’ün anneleri, Ömer Morgül’ün anneannesi, salihat-ı nisvandan Duriye Morgül’e Cenâb-ı Hak’tan rahmet ve mağfiret, yakınlarına sabr-ı cemil niyaz ederim.

27.09.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Teknolojiye hücûm



İİstanbul'da yeni açılan bir teknoloji marketinde büyük izdiham yaşandı. Reklâm–tanıtım–promosyon maksadıyla açılış gününe (veya belirli gün ve saatlere) mahsus uygulanan indirimli fiyatlardan yararlanmak isteyen müşteriler, markete hücum etti ve saatler öncesinden gelip birbiriyle sıra kapma yarışına girişti.

Bu arada, ezilme tehlikesi geçirenlere ve tekme–tokat biribirine girişenlere de rastlandı.

Böylelikle, halkımız teknoloji ürünlerine sahip olmanın yanı sıra "tekmeloji" sahasında da yeni bir merhale kazanmış oldu.

İşte size çağdaşlaşmanın bir başka veçhesi.

Markette ilk yarım saat içinde mal bulabilen müşteri kazançlı çıktı; ama, en büyük kazanç, yine de market sahiplerine ait.

İzdihamdan her ne kadar cam–çerçeveleri kırılmış olsa bile, yine de iyi reklâm yaptılar.

Öyleymiş ya, "Reklâmın iyisi–kötüsü olmaz"mış...

Varsın, müşterinin yüzde biri gelip de mal bulamasın, yahut bulduğunu alamasın.

Biz bu gidişle, teknolojide değil belki ama, tekmelojide kesinlikle dünya birincisi dahi olabiliriz.

Oyun mu, rekabet mi?

Teknolojik ürünler satan marketlerde özellikle son zamanlarda yaşanan gelişmeler, tüketicileri rahatsız ettiği gibi, bazı tüketici kuruluşlarını da harekete geçirdi.

Zira, düzenlenen birtakım kampanya ve ilânlar vasıtasıyla, tüketici önemli ölçüde yanıltılıyor, adeta oyuna getiriliyor.

Marketler, bir taraftan birbiriyle rekabete giriyorlar. Bu gayet normal bir durumdur. Kalitenin ucuza mal edilmesini sağlıyor.

Fakat, bunun da bir usûl ve âdabı vardır.

Müşterinin iki ayağını bir pabuca sığdırırcasına dar zamanda ve ürünlerin çok sınırlı sayıda tutulması, buna mukabil, yapılan ilân ve reklâmlarda hayalî şişirmelere gidilmesi, ticarî ahlâkın şirazeden çıkmasını netice veriyor.

Aynı şekilde, güven ve itibar kaybına yol açıyor.

Müşteriyi saatler öncesinden harekete geçiren ve kilometrelerce öteden ayağına getirten mağazalar, şayet gelen müşterilerin sadece yüzde onuna, yahut onda birine ancak hitap ediyorsa, bunda ticarî dürüstlüğün zaafa uğratıldığını göstermiş olurlar.

Bakalım, işin takipçisi olacaklarını açıklayan tüketici dernekleri, giderek kronikleşen bu düzensizliğin, bu başıbozukluğun önüne geçebilecek mi?

Temaşa

Venüs, yahut Zühre Yıldızı

Yaz aylarında, bilhassa köy yerinde bulunduğumuz zamanlarda, hemen her akşam dışarı çıkar ve gökyüzünü seyre dalarız. Bundan da harikulâde zevk alır, haz duyarız.

Hele hele, 12–13 Ağustos gecelerindeki seyirlerin hazzına doyulmaz. O gece, "meteor yağmuru" denilen yıldız kaymalarının haddi hesabı olmaz.

Ayrı bir zevk haline getirdiğimiz bu alışkanlığı, başka mevsimlerde de devam ettirmeye çalışıyoruz.

Özellikle de açık havalarda...

Şu mübârek Ramazan ayında müşahademiz bir manzarayı, burada sizlerle de paylaşmak istiyoruz.

* * *

Yazın batı ufkunda seyrettiğimiz parlak bir yıldızı, şimdi sahur vakdinde doğu ufkunda heybet ve ürperti ile temâşâ ediyoruz.

Bu yıldızı, aynı parlaklığıyla sabah şafak sökünceye kadar da seyretmek mümkün.

Gökyüzünde, en parlak yıldız şeklinde duran bu gök cismini sizlerin de seyretmesini tavsiye ederiz.

Kandilli rasathanesine de sorup teyid ettirdik ki, aslında bu bir yıldız değil, "Venüs gezegeni"dir.

Bazı benzerlikleri itibariyle "Dünya ile kardeş gezegen" olarak da tarif edilen Venüs, Asya ve Şark literatüründe farklı isimlerle de yâd ediliyor.

Bu isimlerden "Zühre Yıldızı" en meşhûr olanıdır.

Venüs, ayrıca halk arasında Çoban Yıldızı, Sabah Yıldızı, Seher Yıldızı diye de isimlendirilmektedir.

Dünyaya çok yakın olup, Dünya ile Güneş arasında yer alan Zühre Yıldızı, bazı mevsimlerde akşam üzeri gurub vaktinden hemen sonra batı yönünde görünürken, bu mevsimde ise gece yarısından sonra doğu ufkunda zuhûr ile arz–ı endâm ediyor.

* * *

Tekrâren tavsiye ederiz, sahura veyahut sabah namazına kalktığınızda, başınızını şöyle gökyüzüne çevirin, doğu ufkuna doğru bakın ve neredeyse "yarım ay" kadar parlaklık veren bu muhteşem İlâhî san'atı huzur ve huşû içinde temaşâ edin.

GÜNÜN TARİHİ 27 Eylül 1919

Bozkır'da isyan üstüne isyan

Konya ve çevresinde "Birinci Bozkır İsyanı" patlak verdi.

Millî Mücadelenin ilk yıllarında, Konya vilayet merkezi ile çevresinde üç–dört defa kanlı isyan hadisesi yaşandı.

27 Eylül'de (1919) başlayıp 4 Ekim'de sona eren Birinci Bozkır İsyanı ile 20 Ekim–4 Kasım tarihleri arasındaki İkinci Bozkır İsyanı, Bozkırlı Zeynelabidin isimli şahıs tarafından organize edildi.

Bu şahıs, Konya Valisi Cemal Beyden cesaret alıyordu; İstanbul hükümetinin atadığı Cemal Bey ise, İngiliz işgal kuvvetlerine dayanarak Millî Kuvvetlere karşı tavır takınıyordu.

İsyan hareketinin büyümesi, harekete karşı koyanların öldürülmesi ve Beyşehir'den gönderilen süvari kuvvetlerinin de esir edilmesi üzerine harekete geçen Ankara'daki Heyet–i Temsiliye, isyanı bastırmak üzere Albay Re'fet (Bele) Beyi vazifelendirdi.

Müdafaa–i Hukuk Cemiyetini teşkil etmek üzere Konya'ya gelen, halkı ve askerî kuvvetleri organize eden Re'fet Bey, isyancıların gözünü korkuttu.

Bu arada, Vali Cemal Bey şehri terk ederek İstanbul'a kaçmış, onun yerine Hoca Vehbi Efendi vekalet etmekteydi.

Millî Kuvvetler kaşısında geri çekilen ve bir müddet sükûnet içinde kalan isyancılar, 20 Ekim'de tekrar harekete geçtiler. Ancak, yine muvaffak olamayıp mağlup düştüler.

Adana'ya kadar âsileri takip eden Yarbay Arif Bey, onları tesirsiz hale getirmeye muvaffak oldu.

Bir yıl sonra

Konya'da bir yıl kadar sonra yeni bir isyan daha vuku buldu.

Bu kez Delibaş Mehmed isimli şahsın başını çektiği bu isyanı, yine Miralay Re'fet Beyin komutasındaki Millî Kuvvetler bastırdı.

1920 Kasım ayı sonlarına kadar devam eden bu son ayaklanmada, Demirci Mehmed Efe ile Yarbay Osman Beyin de pek mühim hizmetleri oldu.

27.09.2007

E-Posta: [email protected]




Raşit YÜCEL

Hayatımızda Ramazan



Ramazan bütün hayatımıza hâkim oldu.

Gündüzü oruç, akşamı iftar, gecesi terâvih, imsak vaktinden önce ise sahuru ile Ramazan yirmi dört saatimizi kapsamış durumda.

Bu güzelliğin bir sel gibi akıp gittiğinin farkındayız.

Ramazan ayının neredeyse yarısına geldik.

Nasıl geldik?

Nasıl geçiyor?

Şu televizyon kanallarına, şu radyo istasyonlarına, şu gazetelere bir bakın.

Aman Allah’ım.

Ne güzel, ne kadar sevindirici bir hadisedir.

Okunan Kur’ânlar, dinî sohbetler, ilâhiler... Ramazan ile ilgili söylenmeyen söz neredeyse kalmıyor.

Bu, semâvât ehlini, yerdeki canlı-cansız varlıkları bile sevince garkediyor.

“Müslüman Türkiye”

Evet, buram buram İslâmiyet kokan bir ülke. Ne kadar şükretsek azdır.

Abur cubur herşeyi her canımızın istediği zaman yiyorduk. Bazan Besmele bile aklımıza gelmiyordu. Oysa bu nimetler ne kadar kıymetli imiş, onu anladık.

Sonra fakir fukara aklımıza geldi.

Komşularımızı hatırladık.

Aç mı? Susuz mu? Hasta mı?

Ramazan ayı gerçekten sultan olduğunu görmeyenlere bile gösterdi.

O sultan herkesi himayesine aldı.

Sigara tiryakileri, meyhaneviler müptelâ oldukları bu illeten uzak kaldılar.

Ve Ramazan her tarafı gül-gülistan etti.

Hayatın her tarafına hâkim oldu. İyi ki geldin, çok bunalmıştık.

27.09.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

İbadet için aile ihmal edilir mi?



İstanbul’dan Ahmet Bey:

*“Eşim bir süreden beri eşini ve evini ihmal etmeye başladı. Hanımlarla kendi aralarında görevler alıyorlar; gece 03.30’dan sonra okuma yapmak için birbirlerini uyandırıyorlar. Sabaha kadar uyanık geçiriyor. Sabahleyin çocuklarımız okula gidecekler, anne olarak onları okula hazırlayıp yollaması gerekirken, bunu yapmıyor, bana bırakıyor. Ben zaten işe koşturuyorum. Bu her gün böyle. Bunu kendisiyle tartışırken, bana, ikinci bir eş al diyor. Bu benim ibadet hayatım diyor. Böyle bir şey olabilir mi? Bunun bir ölçüsü sınırı yok mu? İbadet için ailevi görevler ihmal edilir mi?”

Hemen belirtelim: Bu, Ramazan ayına mahsus bir durum ise, karşılıklı paylaşım ile katlanılabilir gibi gözüküyor. Ama genel bir durum ise, söyleyeceklerimiz var.

Mü’min; eviyle, barkıyla, çoluğuyla, çocuğuyla, işiyle, eşiyle, hizmetiyle, ibadetiyle, sevdikleriyle, yakınlarıyla “çekirdek bir hayat” yaşamaktadır. Bu hayat, ebediyette filiz, Cennette çiçek açmaya hazır; dünyayı Cennete çevirmeye ehil; sorumluluk ve hizmet üstlenmekte fedakâr; fedakârlıkta rahmetin ve lütfun zevkine ermiş; rahmet ve lütufta ebediyet ve beka müjdesine ulaşmış bir çekirdekten ibarettir.

Hizmet yurdundayız. Ücret peşinde olamayız. Sorumluluk mevsimindeyiz. Rehavet içinde bulunamayız. Allah için yaşamak mevkiindeyiz. Başkası adına adım atamayız. İman dâvâsındayız. Başka bir gaye için nefes alamayız. Yolumuzun ötesinde ebediyet var. Fenaya gönül veremeyiz.

Hayatımız bir bütün. Hayatımız, sorumluluklarımızın kuşatması altında. Ayrı ayrı, çeşit çeşit sorumluluklar! Ne birinden geçebiliriz. Ne ötekisini ihmal edebiliriz. Peygamber Efendimiz (asm) bunun için hepimizi her zaman “çoban” ilân ediyor. Buyuruyor ki: “Hepiniz, çobansınız. Ve hepiniz elinizin altında bulunanlardan sorumlusunuz. Devlet başkanı çobandır ve vatandaşından sorumludur. Erkek, aile fertlerine karşı çobandır ve onlardan sorumludur. Kadın, kocasının evine ve çocuklarına karşı çobandır ve ondan sorumludur. Hizmetkâr, hizmet ettiği makamın malına ve değerlerine karşı çoban hükmündedir. Ve onlardan sorumludur. Dikkat ediniz; hepiniz çobansınız ve hepiniz idareniz altındakilerden sorumlusunuz.”1

İbadet hayatımızı zenginleştirmek, bunun için farzları yaptıktan sonra, geceler boyu nafilelerle meşgul olmak, okumak, taat ve ezkârını artırmak takdire şayan. Fakat bunu evimiz ile aile fertlerimiz ile eşimiz ile çocuklarımız ile bağlarımızı kopararak değil, barış içinde ve onları ihmal etmeden yerine getirmeyi özel bir maharet bilmeliyiz. Ne erkek için, ne kadın için, aile bağlarını koparmak marifet değildir, takva değildir, tavsiye edilen bir yol değildir. Çünkü hem erkeğin, hem de kadının, gerek birbirlerine karşı, gerekse çocuklarına karşı, hangi sebeple olursa olsun, sorumluluklarını ve görevlerini göz ardı etmesi, başta kendileri üzerinde olmak üzere, aile bireyleri üzerinde sosyal, psikolojik, ahlâkî, onarılmaz yaralar açabilir. Evin ne kadınının, ne erkeğinin, gerek birbirlerini, gerekse çocuklarını ihmal ederek makbul bir ibadet yapabileceklerini düşünmeleri doğru değildir. Çünkü gerek baba, evi ve eşi üzerindeki aşkıyla, himmetiyle ve himayesiyle; gerek anne, eşine karşı sıcak ilgisiyle, sevgisiyle ve çocuklarına karşı sıcak şefkatiyle eşinin, çocuklarının ve bir bütün olarak aile bireylerinin manevî hayatlarında, yerleri doldurulamayacak derecede vazgeçilmez öneme sahiptirler. Bedîüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle kadın, kocasının en kalbî ebediyet arkadaşı2, çocuklarının da en birinci üstadı ve en tesirli muallimidir.3 Keza koca da karısının sevgide, aşkta, şevkte, gamda ve kederde en değerli hayat arkadaşıdır!4 Peygamber Efendimiz (asm) geceleyin ibadete kalkacağı zaman Hazret-i Âişe validemizden izin ister, “Müsaaden var mı ya Âişe; Rabbime ibadet edeyim” buyururdu.

Ramazan ayına mahsus olarak insanların ibadet hayatlarında bir miktar ifrat etmelerini bu aya hürmeten affedilebilir görmek mümkün gibi gözüküyor. Fakat Kur’ân’a sorarsanız, eşlerin Ramazan gecelerinde de birbirlerini ihmâl etmemeleri gerekir: “Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmanız size helâl kılındı. Onlar, size örtüdürler, siz de onlara örtüsünüz.”5

Netice olarak, vahiy kaynaklarımız bize gösteriyor ki, evine, eşine ve aile bireylerine karşı sorumluluğu olanların, yani anne ve baba olanların, hizmet ile ailevî sorumlulukları arasında denge kurmaları şarttır. İman hizmetinde veya ibadet hayatında yoğunluk yaşayan erkeğin, bunun için eşini ihmal etmesi helâl olmadığı gibi, aynı şekilde ibadet hayatında yoğunluk yaşayan kadının da, beyini ihmal etmesi helâl değildir. Erkek içinde bulunduğu yoğunluğu eşiyle paylaşmalı, eşinin duâ ve desteğini almalı, evinin maddî-manevî sevk ve idaresinde bir aksamanın olmayacağından emin olmalı, bununla beraber eşinin istek ve ihtiyaçlarına cevap verebilmelidir. Keza kadın da, ibadet hayatını beyi ile paylaşmalı, beyinin rızasını, duâ ve desteğini almalı, fakat bunun için beyinin istek ve ihtiyaçlarını göz ardı etmemelidir.

İbadet hayatını “aile barışı” içinde sürdürmenin, takvaya takva katacağı; hizmette şevk ve heyecanı, evde feyiz ve bereketi, ailede huzur ve mutluluğu artıracağı unutulmamalıdır.

Dipnotlar: 1- R. Sâlihîn, 283, 300 2- İşârâtü’l-İ’câz, s. 196 3- Lem’alar, s. 260 4- Sözler, s. 591 5- Bakara Suresi: 187

27.09.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri