Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 23 Eylül 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

İslam YAŞAR

Eski Ramazan hazları



‘Ah, nerde o eski Ramazanlar?..’

Esef hissiyle söylenen bir hasret ifadesi bu tabir.

Yeniye esef, eskiye hasret...

Biraz da insanın, hâline duyduğu esef ve mazisine beslediği hasret hissi saklı tabirin mânâsında. Esef eden de insan, esef edilen hâller, hareketler ve hadiseler de insanın eseri.

Eskiye hasret bir yana, yeniye her şeyiyle esef etmek insaf değil elbette.

Ama hiç haklılık payı yok mu?

Olduğu muhakkak.

Zîra, olmasa söylenmez.

***

Yeni ve eski...

Her an değişen zaman için ne kadar da sığ sıfatlar bunlar.

Hâssaten Ramazan gibi uhrevî vechesi ihata edilemeyen ve ancak onda yaşanan mânevî hâllerle, fiilî hareketlerle değerlendirilen zamanlar için asla kullanılmamalı.

Çünkü Ramazan eskimez. O zamanın alâim-i semasıdır. Her gelişinde hissedilip yaşandığı mekânı, ancak rahmetin inzal olduğu zamanlarda tecellî eden gökkuşağı insicamıyla sarar ve değişmeden yenilenen âhengini her an her yerde hissettirir.

Yeni veya eski sıfatları, insanların zihinlerinde şekillenen telakkilerdir.

Hâl-i hazırda idrak edilen Ramazanın, ibadet cihetiyle olduğu kadar mânâ ve mahiyet itibariyle de ilk emredildiği zamanlardan buyana yaşanan ramazanlardan hiçbir farkı yok.

Fark sadece içtimaî hayata aksedişinde.

Son yıllarda Ramazan vesilesiyle taşınan hâller ve yapılan hareketler, zahiren eski ramazanlarda yaşananlardan çok daha cazip, teferruâtlı, çeşitli, renkli ve âhenkli.

Lâkin bir şey eksik.

İnsan.

***

İnsansız bir Ramazan.

Bu tâbirden murad edilen mânâ elbette insanın olmadığı bir Ramazan değil, insanın kendisini bulmadığı; zahmetini, meşakkatini çekmediği için hazzını hissetmediği hâl ve hareketlerdir.

Eskiden Ramazanlar her hâli ile canlı idi. İbadetinin olduğu kadar âdâbının ve teâmüllerinin de her yerinde insanın kendisi vardı. Her hareketi bizzat kendisi tasarlar, kendisi yapardı.

Ramazan bir uhrevî hazlar mevsimi olduğu için, yaptığı hareketlerde o zamanın hazzını, ruh ve beden gibi maddî, mânevî bütün lâtifeleri ile birlikte hissetmek isterdi. Bunun yanında, aynı hazzı din kardeşi addettiği başka insanlara da hissettirmeye çalıştığından herkes her hareketine hususî bir itina gösterir ve sanat hassasiyetiyle yapmaya çalışırdı.

Onun için de farklı olurdu.

Meselâ, eskiden evlerde aylar öncesinden başlardı Ramazan hazırlıkları. Evin beyi mevsimin şartlarına göre aldığı her malzemeyi hususan Ramazanı nazara alarak seçerdi.

Evin hanımı gelen mutfak malzemelerinden en iyilerini Ramazan erzakı olarak ayırır ve onları günlük ihtiyaçlar için kullanmazdı. Fevkalâde bir hâl zuhur edip de kullansa bile en kısa zamanda yerini doldururdu.

Sahur ve iftar yemeklerini hazırlarken kendisini, oruç tutmakla mükellef olan, olmayan bütün aile efradının karnını doyurmak kadar onlara Ramazanı sevdirmekle de mükellef bildiğinden ‘yemeklere sevgi tozu katmayı’ ihmal etmezdi.

Bunları yaparken sadece yiyeceklerin, içeceklerin çeşitli ve lezzetli olmasına çalışmaz; hâllerine, hareketlerine, tavırlarına da Ramazana has bir nezaket ve letafet verirdi.

Aynı hassasiyeti evde iftar davetleri verildiği günlerde de gösterir, misafirlerine, davetin Ramazana has olduğunu hissettirmek için bütün maharetini sergilerdi. Mutfakta ona yardım eden yardımcılar olsa da her yemeğe elini değmeye çalışırdı.

Ramazanla gelen uhrevî hava bütün havaliyi sardığı ve mü’minlerin ruh dünyalarını kendine göre şekillendirdiği için aile fertlerinin yanı sıra davete icabet edenler de onlara Ramazana has hâllerle mukabele ederlerdi.

Yaşanan yer kulübe de olsa, konak veya köşk de olsa pek bir şey fark etmezdi. Herkes, ailesinin durumuna göre kendi imkânları nisbetinde Ramazana hazırlık yapardı. Bu maksatla, kadın erkek, genç ihtiyar, çoluk çocuk herkes Ramazan ayı boyunca oruçlu olmanın verdiği takatsizliğe aldırmadan gider, gelir, çalışır, didinir ve Ramazana kendinden bir şeyler vermeye çalışırdı.

Bundan da apayrı bir haz alırdı.

Evlerde yaşanan bu Ramazan hassasiyeti ayniyle cemiyete ve çevreye de aksederdi. İnsanlar gibi yaşanan mahâl de hususî bir itina ile Ramazan’a hazırlanırdı.

Farklı bir heyecanla temizlenirdi sokaklar, caddeler, meydanlar. Camileri ışıklandıranlardan, mahyaları yapıp yakanlara varıncaya kadar herkes, işini Ramazan’a has bir hevesle yapmaya çalışırdı.

Yaptığı işin Ramazanla, kandille, ibadetle, tâatle bir ilgisi olmayan insanlar bile ramazanlarda her zamankinden farklı geçerlerdi işlerinin başına. Her zaman aynı şeyleri yapsalar da Ramazanda çalışmaktan ayrı bir haz alırlardı.

Böylece insanlar gibi mekânlar da Ramazanın hazzını yaşardı.

***

Zamanla medya dadandı bu hazza.

Ve gönlü ihtizaza getiren hazlar azaldı.

Önce Ramazan sayfaları ile gazeteler girdi insanların dünyasına.

Günlük hayata fazla müdahil olmayan gazeteler insanların Ramazana ayırdıkları zamanı fazla işgal etmediğinden yazıları, şiirleri, resimleri, veciz sözleri ve benzeri bilgileri ile Ramazanla insanı kaynaştırdı.

Ardından radyolar; Kur’ân tilaveti, Hadis açıklamaları, sohbetler, şiirler, ilahiler ve fasıllardan müteşekkil hususi yayınlar yaparak Ramazana gösterilen umumi ilgiden pay almaya çalıştılar.

Radyolar, seslerinin duyulduğu yerlerde insanların zihnini meşgul etseler de iş yapmasına fazla mani olmadığından insanlar hem işleriyle meşgul olup hem radyo dinlemeyi kazanç addettiler.

Bu yüzden radyolar insanların Ramazan boyunca bazen sahura kadar süren sohbetlere gitme, canlı olarak icra edilen musıki fasıllarını dinleme, aşık atışmalarına, şiir yarışmalarına katılma isteklerine ket vurdu ve insanların ekseriyetinin sıradan dinleyiciler hâline gelmesine sebep oldu.

Bu hâl, televizyonlar odaların baş köşelerine kurulana kadar devam etti.

Televizyon, siyah beyaz ekranlarda tek kanalın yayın yapıldığı zamanlarda da müessirdi ama ekranlar renklenip kanallar çoğaldıktan sonra insanı büsbütün esir aldı. Eski Ramazan hazlarına duyulan hasret bile insan idrakini bu esaretten kurtaramadı. Hatta pek çok kanal Ramazan programları yapmaya başladıktan sonra bu gönüllü mahkûmiyet nerdeyse müebbet hâle geldi.

Şimdi insanların ekseriyeti zarûrî ihtiyaçlarının dışındaki zamanlarını ekranların başında geçirmekte. Ancak fiilen iştirak edildiği takdirde hissedilebilen Ramazan hazzını bile ekranlardaki yayın akışından almaya çalışıyorlar.

Bu sebeple artık kalabalık davetlilerin katıldığı ve büyük otellerin salonlarında verilen mükellef ziyafetler bir yana, yakın akraba iftarları bile lokantalarda verilmeye başlandı.

Bunlara bir de sadece ihtiyaç sahipleri için kurulduğu halde, muhtaç olanlardan veya yolda kalanlardan ziyade işi gücü olmayan meraklıların işine yarayan iftar çadırları eklenince ev iftarları unutulmaya yüz tuttu.

Haber avına çıkan muhabirler, omuzlarında ağır kameralar, ellerinde koca mikrofonlarla oralarda cirit atmaya başlayınca Ramazan hazzı oralarda yaşanan çığırtkanlıklara inhisar edildi.

İnsanlar bir düğmeye basılarak yakılan cami ışıklarını, birkaç saat içinde kuruluveren mahyaları, kuklaları, karagöz hacivatları ekrandan seyrediyor, her biri bir sanat eseri olan ve zamanın değerini, vaktin durumunu ihsas ederken eğlendiren Ramazan manilerini oradan dinliyorlar.

Evlerdeki mütevazı iftar sofraları bile televizyonların karşısına kurulur oldu. Çocuklar artık pencerelerde heyecanla iftar topunun atılmasını veya minarelerden ezan sedalarının yükselmesini beklemiyor.

Radyolardan, televizyonlardan çıkan ezan sesi ile açılıyor iftarlar. Oralarda yapılan sohbetler, okunan ilahiler, çalınan sazlar dinlendiğinden sofraların başındaki zamanlar suskun geçiyor.

Sonra hocaların bağıra çağıra yaptıkları yemek duâlarına içlerinden âmin diyerek kendilerini, Ramazanda bir gün daha idrak edilmiş addediliyor. Bunların hepsi hissen insanların hoşuna gidiyor.

Ama ruhu ihtizaza getirmeye yetmiyor.

***

Hâl böyle olunca, geriye bir tek şey kalıyor:

Ramazanlara tekrar insan canlılığı kazandırmak... Eskiyi, yeni içinde ihya edip zamanı kaynaştırmak suretiyle sağlanabilecek olan bu harekete de evlerden başlamak gerekiyor.

O hâlde aile büyükleri hemen harekete geçmeli. Bütün hane halkının katıldığı bir istişare toplantısı yapılarak mesele müzakere edilmeli; yaşına, sıfatına bakılmadan herkesin fikri sorulmalı, söyledikleri dikkatle dinlenilmeli.

Elbette evlerdeki teknik cihazları tamamen kapatmak gibi uygulanma şansı olmayan zorlayıcı teklifler ortaya atılmamalı ama onların tesirini azaltıp insanların müessiriyetini arttırmanın yolları aranmalı. Meselâ, haftanın bazı günlerinde evdeki radyo, televizyon, bilgisayar gibi hane mahremiyetine yabancı unsurlar taşıyan bütün cihazlar kapatılmalı ve o Ramazan akşamında aile münhasıran kendi ile hemhâl olmalı.

Ailenin herhangi bir ferdi, o akşama has bir sohbet hazırlamalı, diğerleri sükûnet içinde konuşulanları dinlemeli, yeri geldiğinde fikirlerini beyan ederek sohbete iştirak etmeli.

İftar sofrasının başına geçildiğinde çocuklar pencerelerde ezanın okunmasını beklerken bir aile büyüğü ‘Asıl mal sahibi olan Allah’ın istediği fiyatın’ fikir bölümünü dillendirmeli.

İftarla birlikte herkes ‘Bismillah’ zikri ile yemeğe başlamalı. Yemeğin sonunda ailenin bir ferdi ellerini Allah’a açıp gönlünden geçen dilekleri hasbî olarak söyleyip fiyatın şükür safhasını icra etmeli, diğerleri de bu duâya yürekten ‘Âmin’ demeli.

Üst üste olmamak kaydıyla bütün aile fertleri bu Ramazan işleyişine kendilerince katkıda bulundukları takdirde herkes yapacağı işe hazırlanırken gösterdiği hassasiyet nisbetinde yaptığı işin hazzını hissedecektir.

Ruhu ihtizaza getiren bu uhrevî hazlar, sadece o gün yapan şahsa ve yaşayan aileye münhasır kalmayacak; onların tavır, hâl ve hareketleri ile çevrelerine de yansıyarak cemiyete emsâl olacak ve çok geçmeden eski ramazan hazlarına duyulan hasret bitecektir.

Ama bunun için bu âdetin bir ailede başlaması gerekir.

İsterseniz bu gün uygulayın ve o örnek aile siz olun.

23.09.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Yazıları

  (16.09.2007) - Zamanın, Ramazan farkı

  (09.09.2007) - Said Nursî ve Isparta

  (02.09.2007) - Said Nursî’nin vatan-ı aslîsinde

  (26.08.2007) - ‘Risâle-i Nur bu vatana hakimdir’ (2)

  (19.08.2007) - ‘Risâle-i Nur bu vatana hakimdir’ (1)

  (12.08.2007) - Her sonun bir de sonrası vardır

  (05.08.2007) - Çam Dağına çıkarken

  (29.07.2007) - Saraya değişilmeyen çardak

  (22.07.2007) - İki âlimin portresi

  (15.07.2007) - Asırları saran eserler

 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri