Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 31 Ekim 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Saadet Bayri FİDAN

İnsan her zaman unutmaz



Unutamadığınız acılarınız vardır.

Üzerinden yıllar geçse de, unutamayacağınız yaşanmışlıklardır bunlar.

Sizin dışınızda gerçekleşen, sizin hiçbir dahliniz olmadan yürüyüp giden olaylar.

Seneler her şeyi silip gitmiş gibi gözükse de, içiniz acır her hatırlayışınızda…

Seneler sadece başkalarının hafızasından siler geçmişi. Yaşayan siz olunca bir türlü söküp atamazsınız bu acıyı hafızanızın sayfasından.

Bu öyle bir kırılmışlık, öyle bir parçalanmışlıktır ki yapıştırmak isterken keser, düzeltmek isterken kanar.

Yapacak hiçbir şey yoktur, eliniz bağlı, diliniz mühürlüdür sanki.

Ve bu anlarda hep sığındığınıza sığınmışsınızdır, zira O’ndan başka kimse bu acıyı dindiremez bilirsiniz.

Sonra elleriniz her vakit kalkar, duâda kalır. Canınızı acıtanı anlatır durursunuz; her şeyi bilen ve görene.

Sebep olanı, O’na havale edersiniz.

Sizin hiçbir gücünüz yoktur, acizsinizdir kendini güçlü zannedenin yanında.

Kuvvetiniz yoktur, zalimin karşısında.

Ancak O’na olan güven, O’nun “Boynuzsuz koyunun hakkını boynuzlu koyundan alacak olması” içinizi rahatlatır.

Taşlar üzerinde de uyusanız, kuş tüyü yataklarda gibi rahat olursunuz.

Beklemek en zor imtihandır bu anlarda.

Unutulur…

Yaratıcı acele etmez bekler. Bizim gibi öfke hâkim değildir işlerinde, yakıp yıkmaz her şeyi bir anda.

***

Bize zarar verenler yanılır; sanırlar ki ânında görecekler yaptıklarının karşılığını.

Sanırlar ki, hemen çıkacak hatalarının tokadı.

Oysa sabır bize verilen bir nimettir, kullanabilsek doğru zamanda, doğru yerde.

Kimse yaptıklarının karşılığını almadan gitmez bu dünyadan.

İmtihan dünyası olan bu meydanda, elbet yaptıklarımızın, yaşanmışlıklarımızın hesabı sorulacaktır.

Zalim zulmünde, mazlûm zilletinde kalıp göçse de bu dünyadan, yine de beklemek gerekir, zira bilinir ki zalimin cezasını vermeye bu dünya kifayet etmemiştir.

Onu ancak ahiret temizler.

Ama insan görmek ister, canını acıtanın canının acımasını, onu yıpratanın aynı şekilde yıpranmasını.

Ve zaman ilerler, devran geçer, herkes yaptığıyla kalır sanır.

Ve insan bir gün hiç ummadığı bir olayla karşılaşır.

En yakınında görür, bir evlât, bir eş, bir kardeş çıkarır yaptığını karşısına.

Neden böyle oldu diyemez bile.

Vicdan, en büyük hesap sorucudur.

Gecelerce uyutmaz sizi..

Hâlâ ölmemişse içinizde, yaptığınız gözlerinizin önüne gelip, gider.

Siz bile kendinizi affedemezken, başkasından beklemek ne kadar zordur.

***

Böyle durumlarınız varsa yıpratmayın kendinizi…

Lütfen sahibimize güvenip ona havale edin halinizi. Ve hep tekrarlayın şikâyetinizi.

Bazen çok iyi geliyor.

Onun her şeyi gördüğünü bilmek, kudretinin büyüklüğünü, helâl etmediğiniz müddetçe hakkınızın bâkî kaldığını bilmek bile içinizi rahatlatır.

Tabiî günün birinde affederseniz, bu da sizin büyüklüğünüzdür.

Keşke hepimiz affedecek kadar büyük bir ruha sahip olsak.

31.10.2007

E-Posta: [email protected]




Sami CEBECİ

İnat hissi veya hakta sebat



Her bir ferdi, sâir hayvanâtın bir nev’î hükmünde olan ve mahlûkâtın en şereflisi olarak yaratılan insanın, çok kompleks, fakat intizamlı bir yapısı vardır.

Olumlu veya olumsuz yüzlerce duygularla donatılan ve onlarla imtihandan geçirilen beşerin, duyguları arasında inat hissinin de ayrı bir yeri vardır. Diğer duygular gibi hem müsbete, hem menfîye kullanılabilen inat hissi, kontrol altına alınarak olumlu yönde kullanılması icap eder. Zâten insana verilen bütün manevî cihazlar, ebedî hayatın kazanılmasına vesile olması için verilmiş. Eğer âhiret unutularak ebedî dünyada kalacakmış gibi bütün duygular nefsin ve dünyanın hesabına kullanılırsa, ahlâken düşmeye, rezâlet ve çirkinliğe sebep olur. Üstad’ın dediği gibi bu duyguların hafifi dünyaya, şiddetlisi uhrevî vazifelere sarf edilse yüksek ahlâklara kaynaklık ettiği gibi, hikmet ve hakikate uygun olarak iki cihan saadetine vesile olur. Fıtratımızda var olan bu duyguları söküp atamayacağımıza ve fıtratımızı değiştiremeyeceğimize göre, bunların mecrâlarını değiştirerek, hayırlı şeylere çevirip, olumlu yönde kullanmak doğru olanıdır. Zîrâ, dünyayı sevmemek, adâvet ve inat etmemek, gelecek endişesi içinde olmamak fıtraten mümkün değildir. Onların yönü değiştirilip hayırlı işlerde kullanılması, dünya ve âhiret mutluluğunu kazandırır.

Bediüzzaman’ın verdiği misâldeki inat ne kadar yerindedir: “Hem meselâ: Şiddetli bir inat ile; ehemmiyetsiz, zâil, fânî umurlara karşı hissiyâtını sarf eder. Bakar ki, bir dakika inada değmeyen bir şeye, bir sene inat ediyor. Hem zararlı, zehirli bir şeye inat namına sebât eder. Bakar ki, bu kuvvetli his böyle şeyler için verilmemiş. Onu onlara sarf etmek, hikmet ve hakikate münâfidir. O şiddetli inadı, o lüzumsuz umûr-u zâileye vermeyip, âlî ve bâki olan hakâik-ı imaniyeye ve esâsât-ı İslâmiyeye ve hidemât-ı uhreviyeye sarf eder. O haslet-i rezîle olan inad-ı mecâzi, güzel ve âlî bir haslet olan hakikî inada, yani hakta şiddetli sebâta inkılâb eder.” (Mektûbât, s. 34)

Kur’ân’ın mahlûk olmayıp, Allah’ın kelâm sıfatının tecellîsi olduğunda ısrar eden ve bu yüzden hapse atılıp direnen Ahmet ibn-i Hanbel’in veya en dehşetli kumandanlara karşı başını eğmeyip “Eğer başımdaki saçlarım adedince başlarım olsa, her gün biri kesilse, hakikat-ı Kur’âniyeye fedâ olan bu başı zındıkaya eğmem ve bu hizmet-i imaniye ve Kur’âniyeden vazgeçmem ve geçemem” diyen Bediüzzaman’ın inadı, tam bir hakta sebât örneğiydi.

Basit sebepler yüzünden bir akrabasına, komşusuna veya dâvâ arkadaşına küsüp, barışmamak için inat etmek, o hissin, nefis ve enâniyet hesabına kullanımıdır. Ya da, bâtıl bir fikri veya kendince doğru sandığı bir kanaati topluma dayatmak ve elinde güç varsa zorlamak da, inat hissinin bozulmuş ve veriliş amacından sapmış şeklidir.

Nefis, insana, namazı terk veya tehir ettiriyorsa, özellikle sabah namazına kalkmama cihetinde direniyorsa, işte inat hissi orada kullanılmalı ve nefsin istediğinin tam tersi yapılmalıdır. Nefis, insana “Bu akşam önemli bir maç var, derse gitme” diyorsa gidilmelidir. Kur’ân ve Cevşen okumakta üşeniyorsa, inadına sistemli bir tarzda okunmalıdır. Hizmet esnasında ayakları geri geri gidiyor ve kaçmaya çalışıyorsa, hizmette ileri sürülmelidir. Hayır hasenatta ve hizmete maddî olarak sahip çıkmada cimrilik yapıyorsa, inadına hayırda ve bağışta cömert olunmalıdır. Risâle okumada hep başkasına tavsiyede bulunuyor, kendisi ihmalkâr davranıyorsa, belli bir plân dâhilinde ona okutulmalıdır. Hâsılı, nefis ne diyor veya neden kaçıyorsa onun tersi yapılmalı ve inat hissi orada kullanılmalıdır ki, onun tuzağına düşülmesin ve ebedî saâdet kazanılabilsin.

Risâle okuma kampanyası çerçevesinde, muayyen aralıklarla sayfa sayısını arttıran ve ayda bin sayfa okumayı nefsine kabul ettirdiğini söyleyen bir kardeşe soruldu: “Hedefine ulaşabildin mi?” O dedi: “Evet, ulaştım. Önceleri nefsime çok zor geldi. Fakat, şimdi günde kırk ile elli sayfa arasında okuyorum. Külliyâtın tamamının bitmesine iki kitap kaldı. Kur’ân, Cevşen ve sâir okumalarımı da sürdürüyorum. Plân olursa, her şeye vakit yetiyor.” İşte, inat hissinin hakta sebâtta ve doğru tarzda kullanılmasının güzel bir örneği.

Prensipli yaşamak ve dâvâ adamı olmak isteyenler, bu örneği dikkate alsalar, inat hissini tam yerinde kullanmış olurlar.

31.10.2007

E-Posta: [email protected]




Hüseyin EREN

Siz özgürsünüz; sizi seviyorum



Kalıplar kırıldı, duvarlar yıkıldı; köprüler atıldı, köprüler kuruldu… Sınırlar genişledi, sinirler genleşti… Alabildiğine ufuk, görebildiğine genişlik… Sınırsızlığın ve sinirsizliğin sınırı; sevgi ve saygı…

Önce sabırla, anlayışla dinlemek ve anlamak… Yargılamada acele etmemek; anladığını, anlayışını hislerini karıştırmadan karşı tarafa net bir şekilde ifade etmek… Olmak istediği gibi görmek değil, olduğu gibi kabullenmek; kendini kabul ettirmek için de fazla zorlamamak… Keskin virajları hızlı değil, yavaşlayarak geçmek; kırmadan kırılmadan, yıkmadan yıkılmadan…

Bir sabah uyandığında doğdu ve gün boyunca büyüyerek gelişti bu düşünceler…

Artık kimseyi üzerinde taşımak istemiyor, kimseyi de üzerinde taşıtmak istemiyor… Herkese yakın herkesten uzak olmak, herkesin düşüncesini dinlemek kimin ne düşündüğünü dert etmemek, herkesle bağı olmak kimseyle bağlantısı olmamak… Bazen en önde, bazen en arkada, bazen ortada bazen yanlarda ama hep yan yana yürümek… Sevgiyle uzattığı el boş mu kaldı; saygıyla güle güle diyebilmek… Derdi ve korkusu; uzatılan eli terslemek…

Özündeki özgürlüğü keşfetti, kimsenin özgürlüğünü de kısmak istemiyor… Hanın iki kapısı açık; gelmek kadar gitmek de kolay… Yolu sevmekten geçen; hoş gelir, hoş görür, hoş gider bu handan…

Her şey geçici bir süreçse, her şeyi şimdi terk edebilme esnekliğe sahip olmak; özgürlüğün özü… Yunus yürekle hayata haykırmak; “Biz dünyadan gider olduk, kalanlara selâm olsun.”

Karamsarlığa kapılıp hayata küsmek değil, hayatın tadını bulmak ve tadında bırakabilmeyi göze alabilmek bu… Bulunduğun yer asıl yer değil, gittiğin yer de asıl yer olmayacak; yel misâli savrulup gideceksin… Biriktirdiğin güneş rengi yapraklara yazdığın sevgiler; hayatın solmayan renkleri olacak…

Her şey varlıkla yokluk arasında gidip geliyorsa, ikisinin arasında koşup yorulma; sevgide dur, saygıyı say… Dert çekmektense sevgi çek, sevgi ver… Verenin üstünlüğünü düşünerek ver… Her şeyden evvel sevgiyi sev, onu sevmedikçe hiçbir şeyi sevemezsin…

Ölçüsüz sevgi bir nev’î tutsaklık, dengelenmiş sevgiyse özgürlük… Meyve geçici, ağaç ise devamlıdır; meyveyi koparırken ağacı köküyle beraber görüyorsan, gelecekte yeni meyveler tadacağını bilirsin… Bilmiyorsan her meyvenin gidişinde ağlarsın; sevgin seni zehir eder…

Ağacın meyveleri aynı köktendir, fakat hepsi ayrı ve özgürdür… Sevgi ağacına anlayış ellerle sıkı sıkı tutunuyorsanız sırtınız sağlamdır, değilseniz düşer, başınızı da kalbinizi de kırabilirsiniz…

Özgürlüğünüzü zedelemeyin; giden üzüntüler gelecek müjdelerin habercisidir. Düşünce duvarlarınızı yıkın, kalbi iki kapılı hana çevirin; siz özgürsünüz, sizi seviyorum.

31.10.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

5 Kasım'a doğru



PKK ve sınırötesi operasyon eksenli gelişmelerde kilit tarih, Başbakan Erdoğan’ın Beyaz Saray’da Bush’la görüşeceği 5 Kasım oldu.

Herkes o günü ve o görüşmeyi bekliyor.

“Başbakanın ABD’den dönüşünü beklemek zorundayız” diyen Genelkurmay Başkanı dahil

Erdoğan bu görüşmeyi ve tarihini ilk kez, 7 Ekim’de Gabar Dağındaki saldırıda 13 askerimizin şehit edildiği hadise üzerine açıklamıştı.

Ve o günün sıcak ortamında, sorunun çözümünü bir ay sonra yapılacak görüşmelere havale ediyor gibi algılanan bu açıklama eleştirilmişti.

Sonrasında bilinen gelişmeler oldu. Anayasa hazırlıklarını rölantiye aldığını duyuran hükümet, Kuzey Irak’a asker gönderilmesini öngören sınırötesi operasyon tezkeresini Meclisten geçirdi.

Ardından Hakkari-Dağlıca baskını ve 12 yeni şehit haberi geldi; tezkerenin uygulanması, sınırötesi operasyona geçilmesi tartışması başladı.

Bazılarının “Kandil hemen vurulsun, sadece PKK değil, Barzanî de hedef alınsın, bölgede yine OHAL’e dönülsün” talepleri var, ama görünen o ki, “devlet” bunlara pek itibar etmiyor.

Genelkurmay Başkanının “Devlet bütündür” diyerek tezkerede mutabık olduklarını ve süreci birlikte götürdüklerini söylemesi de buna işaret.

Gerçi yine Büyükanıt’ın “Barzani’ye son defa şu mesaj verilmeli: Ya komşumuz olacaksın, ya hedefimiz” diye yazan Ertuğrul Özkök’ü arayarak “Teşhis budur” demesi bir miktar kafaları karıştırdı.

Çünkü tezkerede, muhtemel bir operasyonun hedefinin PKK ile sınırlı olduğu ifade edilmekte.

Öte yandan, Dağlıca olayı için televizyonlara hükümetin talebi ve RTÜK’ün kararı ile getirilip Danıştay’ca kaldırılan yayın yasağının arkasında askerin yer aldığı da öne sürülmekte.

Bunlar istisna sayılıp gözardı edilerek süreç değerlendirilirse, devlet genel olarak dolduruşa gelmeyen, kademeler halinde takip edilecek bir stratejiye dayalı, olayın diğer ilgili muhataplarını istenen tarzda adım atmaya zorlamayı öngören, diplomasiyi bunun için kullanmaya çalışan, tezkereyi bu çerçevede bir caydırıcı koz olarak elinde tutan, buna ilâveten ekonomik ambargo silâhını devreye sokan, içeride ve dışarıda kamuoyu oluşturup muhtemel gelişmelere hazırlamayı esas alan bir politika uyguluyor gibi.

Son MGK toplantısında tavsiye edilen ekonomik ambargo kararını da Kuzey Irak’la sınırlı tutan ve Habur’u kapatırken Suriye sınırında Akçakale kapısını devreye sokan nüanslar var.

Kısaca, görünen o ki, her detayı ince elenip sık dokunarak tayin edilen ve yine aynı titizlikle uygulanan çok boyutlu bir siyaset yürütülüyor.

En azından ortaya çıkan görüntü o yönde.

Ancak olayın birinci derecedeki diğer muhatapları olan ABD, Bağdat ve Kuzey Irak yönetimleri için aynı şeyi söylemek mümkün değil.

Yine Türkiye’nin sıkıntısını ciddîye almayan; keskin manevralarla gün gün, hattâ saat saat değişen; arada bir “Galiba bu defa tamam” dedirten, ama hemen ardından “Yok, yine eski tas, eski hamam” diye isyan ettiren çelişkili, sorumsuz ve oyalamaya dönük tavırlar sergileniyor.

Yoksa asıl hedef, Türkiye’yi “son çare” olarak telâffuz ettiği sınırötesi harekâta mecbur ederken, bunu yine yaptırmamak suretiyle içeride ve dışarıda iyiden iyiye köşeye sıkıştırmak mı?

31.10.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Uyum



Kevin Costner devlet protokolünde yerini aldı.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün yanı sıra, Başbakan R. Tayyip Erdoğan’la da bir dizi “temaslarda”—pardon—görüşmelerde bulundu. Costner, filmdeki “maço” tavrından çok, mütevazılığı ile ön plana çıktı. Son günlerde konuşulan “Atatürk” projesi ile Başbakan da ilgilenmiş olacak ki, ünlü aktöre oynayıp oynamayacağını sormuş. Cevabı ise, “Şu an inceliyorum” olmuş. Peki, Costner Atatürk rolü için uygun biri mi? Yani ünlü bir oyuncu da olsa, o kişinin özelliklerini üstünde taşıması gerekiyor. Boy, pos, endam… Yani, fizikî uyum önemli. Aktör Costner’in boyu: 1.90’ın üzerinde… Atatürk: 1.68… (Kültür Bakanlığı sitesi… Prof. Dr. Fevzi Ercan’ın yazısı) Costner’in yüz şekli üçgen… Atatürk’ün yüz şeklinde, elmacık kemikleri öne çıkmış, beş köşeden oluşuyor. Costner’in ses yapısı: naif… Atatürk’ün ise: ince. Costner iri yarı ve şişman bir vücut yapısına sahip… Atatürk’ün vücut yapısı kısa ve zayıf.... Benzemek bir yana, yanından bile geçmiyor. Dolayısıyla bir “casting” sorunu var. Tıpkı, Cumhuriyet filmindeki Rutkay Aziz gibi. Aziz bu filmde esmer, kalın sesli ve uzun boylu bir Atatürk’ü canlandırmıştı. Altın sarısı saç rengi ise iğreti durmuştu filmde. Esasen İsmet İnönü’yü oynayan Savaş Dinçel bile o role uygun biri değildi.

* Kanal 1, Cumhuriyet filmini Cumhuriyet Bayramı akşamı ekrana getirdi. 3,5 saatlik dev bütçeyle çekilmiş bir filmdi. Peki Cumhuriyet filmi o gece niçin izlenmedi? Merak edip listeye baktım: Rating listesinde “Arka Sokaklar” (Kanal D) açık farkla önde yerini almış. Acaba halkımızın bu filmi tercih etmemesinin altında yatan sebep, Cumhuriyet filminin sonlarında “Türkçe ezan” okunduğu sahne olabilir mi?

31.10.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Kaz Dağları'ndan Senoz Vadisi'ne



İç âlemiyle barışık olmayan, ‘iç huzur’a kavuşamamış bir insanın; çevresiyle, dünya ile ve nihayet kâinat ile barışık olması mümkün mü?

İnsanlık, ilim ve teknolojiyle ekonomik anlamda hızla ilerlerken; ‘bindiği dalı kesen kişi’ durumuna düşmüştür. Dünya ülkeleri; fakirlik ve terör gibi devasa dertlerle boğuşurken bir yandan da ‘çevre problemleri’ şeklinde özetlenen problemlerle boğuşuyor. “Küresel ısınma”nın insanlığa vereceği zararı hangi teknoloji ile telâfi edebileceğiz?

Aslında ‘çevre’ problemlerinin çözümü de, insanlığın fıtrata ve yaradılışına uygun yaşamasındadır. Çevre problemlerinin devâsâ hal almasının temelinde, dünyada/kâinatta beraber yaşadığımız mahlûklara saygı duymamamız yatıyor. Bunun yanında ‘israf’ın da en büyük ‘çevre’ problemlerinden biri olduğunu unutmayalım. ‘Sınırlı’ olan kaynaklar israf edilmese, belki de bütün insanlığın ihtiyacı karşılanabilir.

Son günlerde Çanakkale/Balıkesir illerinde bulunan Kaz Dağları’nda devam eden maden arama çalışmaları sebebiyle çevrenin tahrip edildiğiyle ilgili haberler duyuyoruz. Çevreciler, çalışmalara itiraz ederken, “Türkiye’yi idare edenler” de bu çalışmaların gerekli olduğu ve yer altındaki madenlerin çıkarılmasının ‘şart’ olduğunu söylüyorlar.

Bu ve benzeri tartışmalar sadece Kaz Dağları için yapılmıyor. Geçmişte pek çok yerde yapılan benzer çalışmalar için itiraz edenler de oldu, destekleyenler de. Meselâ, benzer tartışmalar Rize’nin Çayeli ilçesinde bulunan “Senoz Vadisi” için de yapılıyor. Senoz Vadisi’nde yapılan ‘tünel tipi HES projeleri’ne de çevreciler ve bölge halkının bir kısmı itiraz ediyor. Ancak konu, henüz gazete manşetlerine taşınmadı. Oysa Senoz Vadisi’nde yapılan çevre katliâmı da, en az Kaz Dağları’ndaki kadar var. [Kaz Dağlarını gazetelerde yer alan haber ve fotoğraflardan gördük. Senoz Vadisi’ni ise—memleketimiz olması sebebiyle—bizzat gördük. Çalışmaları yapan mühendislerle de görüştük. Çok sayıda ağaç kesildiği ve yapılan yollarla çevrenin tahrip edildiği gözle görülüyor. Projelerin çevreye ve bölgeye vereceği ‘teknik’ zarar da uzmanlarca ayrıca ifade ediliyor.]

Peki, bu işlerin bir ‘orta yolu’ yok mudur? Yani, o projelere imza atanlar ‘çevre’yi hiç düşünmezler mi? Ya da ‘madenler toprak altında kalsın, sular boşa mı aksın?’ diyenlere ne demeli?

Elbette sular da boşa akmasın, madenler de toprak altında kalmasın. Temelde; insanın dünyayı paylaştığı diğer canlılarla uyumlu bir şekilde nasıl yaşayacağının ortaya konulması lâzım. Hem de bu işlerin bir öncelik sırası olmalı. Yani, eldeki bütün imkânlar, en uygun şekilde değerlendirildi de sıra “Kaz Dağları”ndaki madenlere ya da “Senoz Vadisi”nde akan derelere/ ırmaklara/ sulara mı geldi? Buralardan kazanılacak ‘para’ ile; kaybedilecek ‘çevre değerleri’nin bir muhasebesi, bir kıyaslaması, ciddî bir hesabı yapıldı mı?

Çevre konusundaki tartışmalarda yanlış bir kanaat daha oluşmuş: Sanki ‘çevre’ konusu ‘sol’culara ihale edilmiş gibi bir anlayış var. Tam aksine, hakikî çevreciler; İslâmın emir ve yasaklarına riâyet edenler olmalıdır. Çünkü ‘çevre’yi düşünmek, bir anlamda ‘insan ve hayvan hakkı’nı düşünmek demektir. “Yaş ağaca balta vuran el olmaz” anlayışı, ya da “Kıyametin kopacağını bilseniz ve elinizde bir fidan olsa onu toprağa dikiniz” anlayışı İslâmın insanlığa verdiği dersler arasında değil mi? Peki, bu düşüncede olan bir insan, nasıl olur da ‘çevreci’ sayılmaz?

İnsanı, ağacı, madenleri ve bütün mahlûkatı bir Yaratıcı yarattığına göre; dünyayı, kâinatı beraber paylaşmak durumundayız. “İnsan olarak dünyanın sahibi benim” anlayışı, kökten yanlış bir anlayıştır. Dolayısı ile ‘çevre’mize zarar verme lüksümüz de yoktur.

Kaz Dağlarını da, Senoz Vadisi’ni de maddî menfaatler için heba etmeyelim. Unutmayalım ki, yanlış bir anlayışla; ‘en ucuz’ gördüğümüz ‘su’ ve ‘hava’yı para ile temin etme imkânımız yok. Gün gelip, ‘bir nefes sıhhat’e dünyayı değişmek durumunda kalmayalım...

31.10.2007

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Ankara dikkat etmeli



Ankara âdeta teröre kilitlendi. Başta yeni anayasa taslağı olmak üzere diğer bütün gündemler talî duruma düşürülüp sanki gündem dışına itilmiş...

Yeni anayasa ile birlikte Türkiye’nin AB uyum yasalarının uygulanması ve diğer demokratikleşme çalışmaları hep terörle mücadele kararının sonrasına bırakılmış.

Meclis’te başlayan bütçe görüşmeleri ve ekonomide uzun zamandır sözü edilen tedbirler dahi terörün gölgesinde bir nev'î sürüncemede. Su kesintilerinden sonra başlayan elektrik kesintilerinin akıbetini sorgulayan da yok...

Yarın Amerikan Dışişleri Bakanı Condollezze Rice Ankara’ya geliyor. İstanbul’da Irak’a komşu ülkelerin toplantısı var. Ve ardından yeniden ABD’ye gidecek olan Başbakan Erdoğan konuyu son kez Bush’la görüşecek...

Bizzat Erdoğan’ın ifâdesiyle Türkiye’nin teröre karşı alacağı tavır, bir bakıma Erdoğan’ın Bush’la yapacağı bu görüşmeye odaklanmış.

Ancak Ankara’da kimse bundan elle tutulur bir netice beklemiyor havası hâkim. Şırnak ve Gabar’dan şehit cenazeleri Anadolu’ya gelmeye devam ederken, ağababası ABD’ye güvenen Barzani’nin ikide bir Türkiye’yi tehdit etmesi, bunun göstergesi.

Türkiye’nin Kuzey Irak’a girmesini “tehdit,” “işgal” ve “savaş ilânı” olarak göreceklerini her fırsatta söyleyen Barzani, bir tek teröristi teslim etmeyeceğini tekrarlıyor. ABD’nin dört yıldır Irak’ı işgal edip bir milyon insanı katlettiğine en ufak bir atıfta bulunmayan Barzani’nin bu durumu, Washington’un Türkiye’yi tahrik taktiği olarak âdeta sırıtıyor...

* * *

Amerikan Dışişleri Bakanı Sözcüsü, her ne kadar Türkiye ile birlikte çalışmak istediklerini söyleyip hükümetin geçen yıl imzaladığı “Ortak Vizyon Belgesi”nin hayata geçirilmesini hatırlatsa da artık kimse buna kanmıyor. Zira ABD’nin Kıbrıs meselesi ve Ermeni tasarısındaki politikaları ortada...

Uluslararası Atom Enerjisi Başkanı Muhammed El Baradey, İran’da nükleer silâh bulunmadığını açıkça ilân etti. İran’ı suçlamanın bir felâkete yol açacağını uyardı. Böylece neoconların bir uydurması daha resmen deşifre edildi.

Irak’ın işgali de, “kimyasal silâhlar bulunduğu” iddiasıyla yapılmıştı. Çok geçmeden bu yalan, bizzat Amerikan Dışişleri Bakanı tarafından dünyaya duyuruldu.

Amerikan yönetimi bugün de Bush’un yardımcısı Cheney’in başkanlığında Ortadoğu’da ve İslâm dünyasında bir Sünnî-Şiî çatışmasını plânlıyor.

İran - Irak ekseninde başlatılan bu fitneye, Lübnan’dan Suudî Arabistan’a, Körfez ülkelerinden Pakistan’a ve Orta Asya ülkelerine kadar, bütün Ortadoğu ve Asya’yı bu felâketin içine sürüklemek istiyor.

Aslında, ABD’nin etnik ve mezhebî farklılıkları alevlendirerek, kargaşa ve kaos üretip çatışma ve iç savaşlarla ülkeleri kontrol altına alma stratejisi, Kissinger’den bu yana bütün dünyada devam ediyor.

Kavmiyetçilik kavgası ve mezhepçilikle, bugün Asya ve Ortadoğu’nun yanı sıra Balkanlarda, Kafkasya’da, Afrika’daki karışıklık ve kargaşa üzerindeki çatışmalar sürdürülüyor.

Sudan’da, Suriye’de, Pakistan’da, Afganistan’da, Ürdün’de, İran’da ve Irak’ta olduğu gibi, etnik ve mezhebî ırkçılık üzerine meydana getirilen iç savaşla İslâm ülkelerini kan gölüne çeviren katliâmlar bunun sonucu...

Açıkçası, Bediüzzaman’ın İsrailoğulları hakkındaki yüzlerce âyetin tefsiriyle, “her çeşit fesat komitelerine karışan ve her nev'î ihtilâle parmak karıştıran” Yahudi ifsat şebekelerinin, kaos projeleri, “demokrasi ve özgürleştirme” gibi mâsum maskeler altında insanlığa dayatılıyor. (Sözler, 366)

* * *

ABD’nin dünden bugüne darbelerle, suikastler, cinayetler ve soykırımlarla dolu tarihi bunun ispatı

Bunu içindir ki Amerikalılarla yapılan görüşmelerde, işgalci ve istilâcı zihniyetin, “bir iki düşman askeri bulunmak bahanesiyle bombalarla milyonlarca masumun kanını heder ettiği” hususu hiçbir zaman unutulmamalı...

Hiçbir adalet kuralına, insanlık seciyesine, hak ve hukuka sığmayan, yalan ve aldatıcı propagandalarla, egemenlik ve çıkar hesapları uğruna “gaddarâne acip zulümler” işlendiği akıldan çıkarılmamalı. (Kastamonu Lâhikası, 160-161)

Siyaset netice alma san'atıdır. Ankara, dikkat etmeli. Bölgenin can damarı ve sınırın iki yanında yüz binlerce insanın geçim vesilesi Habur sınır kapısını kapatmak ve Irak’a ekonomik ambargo uygulamak gibi, sonuçsuz yapay “yaptırımlar” yerine, ABD’yi terör örgütünün himayesinden vazgeçirmeli.

Washington’un bu hususta Bağdat’a tam yetki vermesi sağlanmalı. “Ortak Vizyon Belgesi” dahil, işgal güçlerine her türlü lojistik ve mühimmat desteği temin eden, savaş uçaklarının havalanıp Afganistan ve Irak üzerine sortiler yaptığı hava ve deniz limanlarını tahsis eden “ABD’ye destek hamûlesi”ni iptal etmeyi gündeme getirmeli...

Aksi halde Başbakan’ın “rest” çekip, “stratejik müttefikimiz dahil dostlarımız teröre destek veriyorlar” çıkışı, ortada kalır; hiçbir anlamı kalmaz...

Rice ve Bush’la görüşmesinden de bir şey çıkmaz...

31.10.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Osmanlı'yı öğrenmek



Osmanlı, altı yüz yıllık saltanatında, yer küreye hep merhamet döşedi. Tohumlar attı. Batının içlerine, Avrupa’nın göbeğine kadar gitti. İslâmı götürdü. Oralarda, adalet ve şefkat dininin idare ve tanzimini ortaya koydu.

Tasnifinden bile uzun süre mahrum kaldığımız Osmanlı arşivleri, mahzun ve tetkike muhtaç evrak hazineleri olarak önümüzde duruyor hâlâ. Yabancı araştırmacıların, kendi tarihi çapsızlıklarına ve köksüzlüklerine değer katma adına ve tarihi kendince yorumlama veya tahrif için yaptığı inceleme, maalesef bizim ilim dünyamız tarafından yeterince yapılmıyor.

Dünün vakanüvislerinin günümüze emanet ettikleri olaylar, ibretli vak’alar, ışık rehber değerinde tahliller, günümüz için örnek olma özelliğini koruyor.

Tarih perspektifini günümüze projektör olarak yansıtacak bir derinliğin ve anlaşılabilir yalınlığın aktüel sonuçlarına henüz ulaştığımızı söyleyemeyiz. Tarih hafızası, bugünün arka planını doğru tesbit etmekten mahrum olduğunu söylemek, üzücü de olsa, bir gerçek.

Osmanlı haritasında nakşolunan miras, kalıcı kılınan şuur otantiği ve inanç arkeolojisi dimdik eserler olarak, uyarıcı nitelikte. Keşfedilmeyi bekliyor.

Mescitten camiye, medreseden külliyeye, çeşmeden vakfiyeye kadar imanın tezahürü, insanlığın alâmeti ve toplumun nişanesi ne kadar figür, temsil ve tarihi doku gerektiren eğitici kültür köprüleri varsa, hepsini inşa etmiştir.

Bırakınız o inşayı ve diriliş ruhunu devam ettirmeyi, onu anlayacak, yeterince inceleyecek ve geleceğe taşıyacak bir ufkun mahzenine inip, hafıza kayıtlarını tezekkür etmekten ve ibret vesikalarını kuşağımıza taşımaktan bile aciziz.

Tarih, bir milletin medeniyet kavşağında ve yönelişler haritasında en belirleyici yön levhasıdır. Kritik dönemlerin, geleceğe ışık tutan pusulasıdır. Dünün akredite edilmiş berrak niyetlerinin tezahürü olan tarihimiz, bir fetih ve ülkü ansiklopedisidir.

Kendini arşivlemiş, yeryüzüne abidelerle dokumuş ve san’at eserleri ile işlemiştir. Bunları okuyacak göz, anlayacak bakış ve önümüze koyup okutacak, tarih sevecenliğine sahip müdrik aydınlara ihtiyaç vardır.

Osmanlı’nın çöküşü üzerine bina edilmiş reaksiyoner ve tarihle kavgalı bir rejimin yerle bir ettiği iman ve zafer eksenli ecdat yadigârını tekrar insanımıza kazandırmak, bölge coğrafyasında barışa vesile kılacak ve kayıtların, arşivlerin tazeliğini muhafaza ederek ihtilaf meselelerde çözüm odağına yerleştirmek, kendini ilme adamış objektif tarihçiler ve insaflı akıl dürbünleri ile mümkündür.

Bugün, dünün yed-i emanetinde olursa, yanlışını tashih, doğrusunu takviye ve yeni projeksiyonlarını teşkil etme imkânı bulabilir. Bakış derinliği, tarihî arka plan zenginliği ve onu algılayacak bir gözlemle mümkün olur.

Anlayış ve sevgiyi merkeze koyan, kuşattığı topraklarda gönüller üzerine İslâmı fethin öncü feneri yapan bir ecdat, bugün insafın gözünde körleşmiş bir bağnazlıkla ve gerilikle itham edilmektedir.

Akla dâvet çıkarmaktan uzak ve bugünün netameli duruşlarına şaşkınlık kazandıran tarih yergisi ve geçmişi kötüleme hastalığı, ya da övgü kompleksinin derinliksiz hamaseti, ikisi de günümüzün ilim ve felsefe inşasına sağlıklı katkı yapamamaktadır.

Bunları irdeleyecek, yeni yaklaşımlar katacak, dünün olumlularını teşvik edecek, hatalarını da telâfi edecek bir perspektif ve öngörü zemini yakalanabilirse, elbette önümüz daha aydınlık, geleceğimiz daha dengeli ve istikametli bir güzergâha girecektir.

Yalpalamalar ve başkasına benzeme tereddütleri ile niteliksizliğin yol açtığı sosyal ve siyasî yaraların ve yetersizliklerin temelinde, bu zafiyetin çürük temelleri yatmaktadır.

Hazineden habersiz, harabe zannettiği mekân üzerine bir kulübe yapan adam gibi, tarih hazinesinden ve büyük mirasından habersiz, şeklî ve zahirî görüntülerle hakikatin üstü örtülü ortamında, geçici gündemlerle meşgul olmak, benzer bir tuhaflıktan başka bir şey değildir.

“Hazain-i malikte ne viraneler var” dedirten kaynaklara ulaşmak zamanı şimdi. Onların niyet ve tasavvuruna dikkat kesilme ve idrak etme zamanı şimdi. Aksi halde önümüzü göremeyiz. Kör döğüşün ve toplumsal çatışmaların kısırlaşan sonuçlarının sebebi burada yattığını iddia edersek, mübalâğa etmemiş oluruz.

Osmanlı, Ortadoğu, Orta Asya ve Balkanları içine alacak muazzam bir barış projesinin mimarıdır. Yükseliş döneminin ve ihtimam isteyen niyet ve hassasiyetlerinin ruhu bunu başarmıştır.

Osmanlı’dan ders alma zamanı.

31.10.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Anarşiye karşı Bediüzzaman



Anarşi, hiçbir kayıt altına girmeme, sınır ve otorite tanımama, serserilik ve başıboşluk mânâlarına gelir. Anarşide meşrû düzene karşı çıkma, kargaşa ve yıkıcılığı meslek edinme vardır. Terör de bunun can ve mal kaybına götürecek derecedeki fiilî şeklidir.

Bediüzzaman’a göre anarşi, sosyal hayatı düzene sokan rabıtaları ve kanunları bir bir kesip atmakta, nizamı bozup bozgunculuk ve ihtilâle sebep olmaktadır.1 Yine ona göre, “Anarşi hiçbir hak tanımaz. İnsanlık seciyelerini ve medeniyet eserlerini canavar hayvanlar seviyesine indirir.”2

18. ve 19. yüzyıllarda Avrupa ve Amerika’da boy gösteren, bugün de dünyanın en büyük problemi haline gelen anarşi, ne yazık ki ülkemizi de uğraştırmakta, âcil çözüm bekleyen meselelerin başında yerini almaktadır.

Bediüzzaman, daha 1909’lu yıllarda Osmanlı’da anarşizme kapı açabilecek bazı dengesiz davranışları sezmiş, hareketleri dinle sınırlı olan Müslümanların başıboşluğa ve anarşiye kayamayacaklarına dikkat çekmişti.3

Bediüzzaman aynı yıllarda Divan-ı Harb-i Örfî’de yaptığı müdafaasında anarşiye zemin olabilecek istibdadın da üzerinde durmuş, kuvvetin kanunda olması gerektiğini, aksi halde istibdadın dört bir yana dağılacağını, komitecilikle de tam şiddetleneceğini söylemişti.4 Başka bir zaman da kuvvet kànunda olmadığında şahsa geçeceğini, o zaman da istibdadın keyfîleşeceğini belirtmişti.5

Değişik dönemleri yaşama fırsatı bulan Bediüzzaman, 20. yüzyılın ikinci çeyreğinde anarşik bir atmosferin doğmaya başladığını görmüş, ilgililerin dikkatlerini çekmişti. O günlerde sosyal hayatı idare eden en önemli esaslardan ikisi olan hürmet ve merhamet son derece sarsılmıştı. Zülkarneyn’in seddinin tahribiyle Ye’cüc ve Me’cücün dünyayı fesada vermesi gibi Kur’ân seddi sarsılmaya, Ye’cüc ve Me’cücden daha müthiş bir şekilde ahlâkta ve hayatta karanlıklı bir anarşilik ve zulümlü bir dinsizlik fesada ve ifsada başlamıştı.6

Buna âhirzamanın dehşetli hadiselerinin sebep olduğu anarşiyi de kattığımızda tehlikenin boyutları daha da genişler.

Rivayetlerden âhirzamanda gelen büyük Deccalle, İslâm Deccalı Süfyan’ın da yaptıkları tahribatlarla anarşizmi meyve verecek bir atmosfer meydana gelir. Büyük Deccal, şeytanın baştan çıkartmasıyla Îsevîliğin hükümlerini kaldırıp Hıristiyanların sosyal hayatlarını idare eden bağları bozup anarşiye, Ye’cüc ve Me’cüce zemin hazırlar. Süfyan da İslâmın bir kısım ebedî ahkâmını nefis ve şeytanın desiseleriyle kaldırmaya çalışarak toplumdaki maddî ve mânevî bağları koparır. Serkeş, sarhoş ve sersem nefisleri başıboş bırakarak hürmet ve merhamet gibi nurânî zincirleri çözer. Kokuşmuş hevesât bataklığında birbirlerine saldırmak için zoraki bir serbestlik ve bütünüyle istibdat olan bir hürriyet vermekle dehşetli bir anarşistliğe meydan açar. O vakit insanlar, ancak gâyet şiddetli bir istibdatla kontrol altına alınabilirler.7

Yarın da inşaallah konuya devam edelim.

Dipnotlar:

1- İşârâtü’l-İ’caz, s. 215.

2- Tarihçe-i Hayat, s. 566.

3- Âsâr-ı Bedîiye, s. 386.

4- Divan-ı Harb-i Örfî, s. 47.

5- Emirdağ Lâhikası, 2:386.

6- Kastamonu Lâhikası, s. 111.

7- Şuâlar, s. 512.

31.10.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

İstişâre nedir?



Çok sesliliği, çok görüşü ihtivâ eden meşveret, Müslümanların idâre, eğitim sistemi, hattâ ferd, âile ve cemiyet yapısında önemli yer işgal eder ve etmesi gereken bir fonksiyon icrâ eder. İslâm kültürü, ahlâkı ve terbiyesini alan bir mü’min, hayatının her safhasında, “meşveret”i esas alır ve almalı. Çünkü, İslâmın ana prensiplerindendir; âyet, hâdis ve Asr-ı Saadet’teki uygulamalarla sâbit bir hükümdür.

Şivar, meşvûre, meşvere, meşûre, kelimeleriyle ifâde edilen meşveret, “Danışıp işâret, yâni rey, görüş almak” demektir. Toplantı, meşveret yapan hey’ete “şûrâ” denir. Meşveret, birçok İslâm âlimince sünnet kabul edile gelmiştir.

Muâmelâtta, ferdî ve sosyal hayata dayalı bazı hükümler zaman, mekân ve şahıslara göre değişir. “Zamanın değişmesiyle ahkâm tahavvül eder” sözü, bu hakikati ifade eder. Kanaatimizce, “Ve işlerde onlarla istişâre et”1, “Onların aralarındaki işleri, istişâre iledir”2 âyetlerine dayanan Bediüzzaman’a göre meşveret, bu zamanda farz derecesinde bir vazifedir. Zira, zamanımızda hak ve hürriyetler, ilim ve alt dalları, meslekler, meşreplerin fevkalâde inkişaf etmesi, özünde katılım ve paylaşımı barındırdığındandır.

Öte yandan, kâinatın Hâlıkı, insanın yaratılışını anlatırken, meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım”3 diyerek onların düşüncelerini sorar. Elbette, Samed (hiçbir şeye muhtaç olmayan, her şeyin ona muhtaç olduğu) Âlim-i Mutlak’ın, meleklerle olan bu muhavereyi bildirmesinin en birinci sebeplerinden birisi meşveretin önemini anlatmaktır.

Peygamberimiz (asm), istişareyi emreden âyet-i kerimeye muhatap olduğu zaman, “Biliniz ki, Allah ve Resûlü müşâvereden herhalde müstağnîdirler. (Yâni, meşveret etmeye muhtaç değiller.) Allahu Teâlâ bunu benim ümmetime bir rahmet kıldı. Onlardan her kim istişare ederse, rüşdden, (olgunlaşma, akıldan) mahrum olmaz. Her kim de terk ederse hatadan kurtulmaz. İstişare eden bir kavim, herhalde işlerinin en doğrusuna muvaffak olur. İstişare eden pişman olmaz.” “İşlerde istihâre edenler, yani Allah’dan hayır dileyerek rızâsına muvafık hareket edenler zarar etmezler. İstişâre edenler de işin sonunda pişman olmazlar. İdâre-i maîşetinde isrâf etmeyip i’tidâl yolunu iltizâm edenler de fakr u zarurete düşmezler”4 buyurmuştur.

Peygamberimiz (asm), istişarenin içtimâî hayata getireceği huzur ve saadeti ifade için, “İdarecileriniz hayırlılarınızdan, zenginleriniz de cömertlerinizden olur ve işleriniz de aranızda istişare ile yürürse, yerin üstü sizin için yerin altından daha hayırlıdır” buyurur.

Peygamberimizin (asm), hakkında âyet, hüküm bulunmayan meselelerde ashâbıyla meşveret etmesi, insanların, uzmanların görüşlerine, fikirlerine ne derece önem verildiğini ve verilmesi gerektiğini fiilen gösterir.

Dipnotlar:

1- Âl-i İmran Sûresi: 159; 2- Şûrâ Sûresi: 38; 3- Bakara Sûresi: 30.; 4- Keşfü’l-Hafâ, 2/185.

31.10.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Hamaset ve aklın kontrolü



Hissiyat ve hamaset, her tarafta kol geziyor, bugünlerde.

Hissî ve hamasî nutukların arenasında, alkış tufanları kopuyor.

Alkış fırtınasının en büyüğü ise, "sınır ötesi harekât" nâralarından sonra koptuğu gözlemleniyor.

Bu tür nâraların yükselmediği yerlerde, siz istediğiniz kadar mantıklı konuşun, istediğiniz kadar itidalli olmaktan, akıllı davranmak gerektiğinden dem vurun, kolay kolay alkış alamazsınız.

Hatta, bir ihtimal "Yuh! Korkak!" yaftasına dahi maruz kalabilirsiniz.

Gelinen bu nokta, hiç de övünülecek bir realite değil; belki bu, âzamî derecede dikkatli olmayı gerektiren bir tehlikeli gerçeğin teessürlü, teessüflü ifadesidir.

* * *

Bereket versin ki, herşeye rağmen yine de aklı, mantığı ön planda tutanlar, serinkanlı olmayı, temkinli davranmayı öğütleyenler vardır.

Üstelik, sayıları da az değil, bu kesimden insanların.

Ne var ki, bunların âkılâne söz ve öğütleri, yüksek volümlü hamasî nutukların gümbürtüsü sayesinde yeterince duyulmuyor, dolayısıyla anlaşılamıyor.

Onun için, ne yapıp etmeli, kitlelerin dikkatini bu akıl sahiplerinin söylediklerine çekmeli.

Zira, ülkenin menfaati de burda, milletin selâmeti de...

* * *

Hissiyat, hamaset, elbetteki herkese ve her millete lâzım.

Lâkin bunlar, mutlak sûrette aklın elinde ve mantığın kontrolünde olmalı.

Kontrolden çıkan bir hissiyat, aklı dışlayan bir hamaset, bir gün mutlaka döner ve sahibine zarar vermeye başlar.

Öfkeyle kalkanın zararla oturduğunu, atalarımız da bize öğütlüyor.

Hasıl olan zarar ziyan, kişinin sadece kendisiyle, yani şahsî hayatıyla sınırlı kalması başka, bunun daha geniş daireyi ve başkasının hayatını etkilemesi ise, daha başkadır.

Öfke ve hiddet eseri yapılan bir hareketin meydana getireceği muvakkat zarar ziyanın ötesinde, bu tür davranışların kitlesel bir harekete dönüşmesi halinde, bu işin ayrıca kalıcı günahlara ve ağır vebâllere sebebiyet vereceği de unutulmasın.

Zira, kitlevî harekete dönüşen kontrolsüz bir hiddetin, zalimin, câninin yanı sıra, mâsumlara ve bîçarelere de zarar vereceği muhakkaktır.

Mâsumlara zarar verecek, onların hukukunu çiğnetecek bir zâlimane harekete ise, aklı başında hiçbir Müslüman tarafdar olamaz; böyle bir şeye razı dahi olamaz.

Zira, zulme rıza ve taraftarlık dahi, bir nevi zulümdür.

* * *

Bir Müslümanın her zaman ve her yerde iyilik yapmaya, hayır hasenat işlemeye kuvveti, kudreti yetmeyebilir. Ama, hiç olmazsa günaha girmemek, vebâl altında kalmamak gibi bir ihtiyar ve iradesi var.

İşte, mü'min kişi bu iradesini akıldan, mantıktan yana koymalı, vicdandan yana kullanmalı.

Bu sâyede, hem hissiyatı kontrol altına almış olur; hem de muhtemel günâhlara, vebâllere karşı kendini muhafaza etmiş olur.

GÜNÜN TARİHİ 31 Ekim 1923

Dokuz yıllık seferberlik

Dokuz yılı aşkın bir süredir yaşanan "umumî seferberlik" halinin kaldırılması kararı alındı.

Birinci Dünya Savaşının Avrupa kıtasını etkisi altına almaya başlaması üzerine, Osmanlı Devleti de tayakkuz haline geçti ve 2 Ağustos 1914'te törenle "umumî seferberlik" ilân edildi.

Birinci Dünya Savaşını İstiklâl Harbinin takip etmesi sebebiyle, seferberlik halinin de sürüp gitmesini gerektirdi.

Nihayet, Ankara'da kurulan hükümetin yeni Türk devletine dönüşmesi ve yeni devletin şeklinin "Cumhuriyet" olacağının ilân edilmesi, seferberlik halinin de artık sona erdirilmesi gerektiğini gösteriyordu.

Nitekim öyle oldu. Cumhuriyetin ilânından iki gün sonra toplanan Millet Meclisi, dokuz yıldır süregelen seferberlik halinin kaldırılmasına karar verdi.

* * *

Birinci Dünya Savaşı sebebiyle, Rusya, İngiltere, Fransa, Almanya, Avusturya, Sırbistan, Bulgaristan gibi müdahil diğer ülkelerde de seferberlik ilân edilmişti.

Ancak, bu olağanüstü hal, onlarda kısa sürmüş ve harbin bitmesiyle de sona ermişti.

Buna göre, seferberlikle birlikte sıkıyönetim halinin en uzun süreli olarak uygulandığı yegâne ülke Osmanlı ve onun devamı mahiyetindeki Türkiye oldu.

31.10.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Şehitlerimize Yasin-i Şerifler...



* Manisa/Alaşehir’den bayan okuyucularımız:

“Şehitlerimizi rahmetlerle anıyoruz ve kederli ailelerine sabırlar diliyoruz. Biz burada arkadaşlarımız arasında aziz şehitlerimizin ruhuna Yasin-i Şerif okuma kampanyası başlattık. Bu kampanyayı gazetemiz aracılığıyla herkese duyurabilir misiniz? Diğer Müslümanlar da bu kampanyaya katılsınlar ve şehitlerimize rahmetler yağsın istiyoruz. Allah, ülkemizin dirlik ve birliğini bozmasın. Bozmak isteyenlere fırsat vermesin. Âmin.”

Muhterem okuyucularımızın duâsına içten âmin diyoruz. Ve Yasin-i Şerif okuma kampanyası başlatmalarını tebrik ediyor ve bu köşeden duyuruyoruz. Herkes kendi bölgesinde, kendi beldesinde Yasin-i Şerifler okuyup duâ yaparak şehitlerimizi rahmet sağanağına tutabilir. Örnek bir sevap, feyiz ve rahmet kampanyası. Müslümanlara yakışan bir dayanışma ve yardımlaşma örneği. Bir, birlik, beraberlik ve kardeşlik örneği. Allah niyetlerini, duâlarını, niyazlarını, okuyuşlarını, amellerini, say ve gayretlerini kabul eylesin. Âmin.

Allah, ülkemizi ve âlem-i İslâmı her türlü dış ve şer güçlerin terör belâsı başta olmak üzere oyunlarından, tezgâhlarından, fitnelerinden, bozgunculuklarından, bölücü ve parçalayıcı tahriklerinden, kirli emellerinden, tuzaklarından, aç gözlü tasallutlarından korusun. Âmin.

Ülkemiz zor günlerden geçiyor. Birlik ve beraberlik ruhunu, kardeşlik ruhunu Laz’ıyla, Çerkez’iyle, Kürt’üyle, Türk’üyle milletçe yaşamaya büyük ihtiyacımız var. Bizler, bin seneden fazla birlikte yaşamışız ve kardeş olmuşuz. Tarihin derinliklerinden gelen kardeşlik hatıramız var. Her şey bir yana, Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, her birimizin inancımız bir, dinimiz bir, Peygamberimiz bir, Kitabımız bir, kıblemiz bir, vatanımız bir, devletimiz bir, memleketimiz bir, köyümüz bir. Bu birlik bağlarının yüksek hatırı var. Kâinatın nabzını tutacak ve küreleri birbirine bağlayacak derecede manevî zincirlerden olan bu birlik bağları, sevgiyi ve kardeşliği zorunlu kılıyor. Ayrılmayı, bölünmeyi, parçalanmayı, kin tutmayı, adaveti ve düşmanlığı doğuran sebepler ise örümcek ağlarından farksızdır. Örümcek ağlarını, bu çok kıymetli birlik bağlarına tercih ederek, düşmanlığı sürdürmek, adaveti körüklemek ve bölücü teröre destek vermediği halde, sırf o memleketten diye bir takım insanımızı tedirgin edecek davranışlara girmek ve malına canına zarar vermek ise, her şey bir yana bu birlik bağlarına hürmetsizlik olur.1

Milletçe ayaktayız. Milletçe tepkiliyiz. Milletçe huzursuzuz. Fakat tepkilerimizi gösterirken, ölçülerimiz olmalı. Tepkilerimizi başkalarına zarar vererek, kırıp dökerek tepki terörüne dönüştürmek doğru değil! Bursa’da olduğu gibi, tepki adına, Mardinli diye vatandaşın marketi yağmalanırsa, haklı dâvâmızda haksız konuma düşeriz. Böyle tepki olmaz. Diğer yandan, abartılı tepkilerimizle provokatörlerin ekmeğine yağ süreceğimizi de unutmamalıyız. Böyle provokatörlere açık kapı bırakırcasına toplumsal şuurumuzu kaybetmememiz gerekir.

Mehmetçiğimize duâ edelim; millî bütünlüğümüzü bozmayalım; terörden kurtulma kararlılığımızı birlik ve beraberlik ruhu içinde gösterelim; yeter! Birlik ve beraberliğimiz, kardeşlik ruhumuz, her türlü terörü yok etmeye yeter!

Evet; Yasin-i Şerifler okuyarak şehitlerimizin aziz ruhlarına ithaf edelim, kederli ailelerine sabr-ı cemiller niyaz edelim, milletimizin ve âlem-i İslâmın birlik ve bütünlük içinde olmasına, kardeşlik ruhu içinde olmasına duâ edelim, İslâmın ve Müslümanların sıkıntılarının bitmesini, acılarının ve gözyaşlarının dinmesini, düşman emellerine âlet olmamalarını dileyelim, yükselmelerini dileyelim, kardeş olmalarını, kardeş kalmalarını dileyelim, Mehmetçiğimize sabır ve metanet, güç ve kudret dileyelim. Duâlarımız içine bütün bunları alalım.

Ayrıca şanlı tarihimizde binlerce, yüz binlerce, milyonlarca şehitlerimizin olduğunu unutmayalım. Bütün şehitlerimizi duâlarımızdan esirgemeyelim.

Unutmayalım, bir Yasin-i Şerif’in feyzi ve bereketi, rahmeti ve sekineti, sevabı ve manevî değeri, eğer bağışlarsak böyle belirli sayıda şehide değil; bütün şehitlere yeter, bütün âlem-i berzahtaki ehl-i İslâm’a yeter. Bölünerek değil, bilgisayarın elektronik kopyalama sisteminde olduğu gibi, bağışladığımız oranda, aslıyla eş değerde kopyalanarak, katlanarak her birine ikram edilir. Ve o nispette de bize sevap ve feyiz olarak geri döner.

Böyle bir yoğun sevap ve feyizden hissemiz olmasını isteriz elbet. Öyleyse, buyurun; hiç olmazsa birer Yasin-i Şerif okuyalım. Şehitlerimize ithaf edelim. Ülkemizin ve âlem-i İslâmın sıkıntılarının dinmesi için duâlar edelim.

Rabb-i Zülcelâl dualarımızı, niyazlarımızı, amellerimizi, niyetlerimizi makbul saysın. Âmin.

Dipnotlar:

1- Mektubat, (Yeni) s. 445

31.10.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

İsrail’in uzun kolu ve PKK



El Ahram Weekly yazarlarından Galal Nassar ‘Divide and rule’ başlıklı yazısında bütün belânın kökünün Henry Kissinger’in ‘The US should do everything within its means to ensure that Israel remained the strongest force in the region’ tezinde yattığını söylüyor. Yani bölgede İsrail’in nitelikli üstünlüğünü ne pahasına olursa olsun sağlama ve sürdürme... Bunun önündeki her engel kurban edilmelidir.

Yazar Nassar bunun için 1960’lı yıllarda ikisi de Yahudi ve aynı zamanda ikisi de eski güvenlik danışmanı olan (birisi Demokratları diğeri de Cumhuriyetçileri idare ediyordu) Zbigniew Brzezinski ile Kissinger’in bölgeyi küçük devletçiklere bölmek maksadıyla hesaplar yaptıklarını ve bunu teşvik ettiklerini yazmaktadır. Bu bağlamda, Kürtçülük meselesi Barzanilerle birlikte güncellik kazanmıştır. Maalesef önüne gelen de Kürtleri kışkırtmış ve onları devletleri yok diye kompleksli bir topluluk haline getirmeye çalışmıştır. Halbuki mesele çok basittir: “Neden tek Arap milleti 22 millete bölündü ise aynı sebepten dolayı Kürtlere de bir devlet hakkı verilmemiştir...” Dolayısıyla aslında Kürt devletinin mânâsı ayrılıktan değil, bölgesel bütünleşmekten yani 22 Arap ülkesinin ve bölgenin yeniden tek ve bir yapıda olmasından geçiyor. Belki biraz dolambaçlı oldu ama hakikat budur.

Kürtçülük, Kürtlerin kendilerine ve bölgeye yabancılaşmasıdır. Diğer ırkçılık çeşitleri de aynen böyledir. Churchilyan düzeni yeniden genişletmek ve pekiştirmek isteyen Amerikalılar, Churchill’in ellemediği iki tabuyu da kurcalamışlardır. Birincisi, Kürt meselesi, diğeri de Şiî-Sünnî meselesidir. ABD Barzani, Talabani ve PKK üzerinden Kürt meselesini kaşırken buna mukabil Zerkavi üzerinden ve işbirlikçi Şiilerle 13 yüzyıl öncesinin kavgalarını yeniden diriltmiştir. Birisi üzerinden eski hastalıklardan olan Şuubistan’ı diğeri üzerinden de Taifistan’ı ihya etmek istemiştir. Zira yeni Churchillyan düzenin bu iki illete ve hastalığa ihtiyacı vardır. Maalesef kimi Kürtler ve Şiiler, ‘birinci Churchill düzeninden pay sahibi olamadık bari Bush’un ortaya attığı ikinci Churchill düzeninde pay sahibi olalım’ havasındalar. Ama Churchill’in kurduğunu Bush yıkıyor hiç farkında değiller. Galal Nassar yine Amerikan yönetiminin dokunulmazlık verdiği yeni gizli Bush veya Haçlı Ordusu Blackwater’ın Irak’ta irtikâp ettiği katliâmlarla bölünmeyi temine çalıştığını yazmaktadır (Divide and Rule adlı Galal Nassar’ın yazısına bakılabilir).

***

Bu bağlamda, bazı taze ve aktüel haberlerle konuyu zenginleştirmek gerekiyor. Bir eli Kuzey Irak’ta olan İsrail’in kolu Darfur’a kadar uzanmaktadır. Filistinli mültecilerin vatanlarına dönüşlerine kat’î bir biçimde hayır diyen İsrail Arap ülkelerini ve Sudan’ı zorda bırakmak için Darfurlu mültecileri ilticaya teşvik etmiştir. İsrail basını sürekli bu gibi haberlerle doludur. Mısır’ın zorla Darfurlu mültecileri İsrail sınırından tekrar Sudan’a iade ettiğini yazmaktadır. Tam da bu sırada Sudan yönetimi alarm çanlarını çalarak Darfur’un bölünmesi halinde İsrail’in Nil’in kaynaklarını ele geçireceğini ve Mısır ve Sudan’ı susuz ve mahrum bırakabileceğini söylemiştir. Sudan’da güneyli ayrılıkçılarla masaya oturduktan sonra teşkil edilen geçici iki başlı yönetim çatırdamaya başlamıştır. Hiçbir yerde çift başlı yönetim muvaffak olamaz. Akibeti ya teklik ya da bölünmedir.

Hasan Turabi ile Beşir arasındaki ayrılığın hikâyesi de buna racidir. Hatta Batı’da bile tek parti iki başlı olarak yönetilememektedir. Sözgelimi Schröder’in Başbakan olduğu ve başka bir partilinin de parti başkanı olduğu düzen yürümemiştir. Ne kadar medeni olursa olsun böyle yönetimler yürümez.

Bundan dolayı Bediüzzaman kendisi Kürt olduğu halde adem-i merkeziyetçi (merkezisizleştirme) arayışlara sıcak bakmamıştır. Bu anlamda, Reşid Rıza gibi adem-i merkeziyet taraftarlarından ayrılır. Kuzey Irak’taki Kürt yönetimi de böyledir. Bu tarz ikili yapıların devam etmesine imkân yoktur. Barzani ayrılığın bütün altyapısını hazırlıyor ve Türkiye için de benzeri bir çözüm teklifinde bulunuyor. Bu çıkmaz bir yoldur. Kürtlerin Türklere ve bölgeye yabancılaşmaları ve buna bedel ve paralel ABD gibi yabancılarla dost olmaları ilk başlarda lehte gibi görünse de aleyhlerindedir ve zinhar çıkmaz bir sokaktır. Bütün bunların arkasında yabancıların emelleri vardır. Gerek Granspen gerekse John Abizaid’in dediği gibi ABD’nin bölgesel vizyonu şudur: Petrol musluklarını açık tut, kelepir tut ve İsrail’e dost ol. Onların vizyonuna göre bu yolda herkes ve herşey onların aleti mesabesindedir, araçtır.

***

İsrail’in nasıl Sudan’da eli varsa keza Barzani ve Talabani (sözgelimi 1963’teki Paris günlerinden beri Şimon Peres’le tanışmaktadır) üzerinde de eli kolu vardır. Muttaki ve Said Celili gibi İranlı yetkililerin de dediği gibi PKK’nın destekçileri arasında ABD ve İsrail de vardır. Graham Fuller zaten PKK-ABD münasebetlerini faş etmiştir.

İsrail’in kolu Pakistan’a kadar uzanmaktadır.. ‘Doğu’nun kızı ‘diyerekten onu Pakistan’a pazarlayanlar ve Ziya ul Hak’ın üzerine salanlar da kimi Amerikalı Yahudi senatörlerdi. AFP’nin haberine göre İsrail’in uzun kolu Ziya ul Hak döneminde Hindistan’ın Jamnager üssünden Kahuta nükleer reaktörünü vurmaya çalışmış. 1981 yılında Irak’ın nükleer reaktörünü vurduktan bir iki yıl sonra 1983-84 yılında İsrail bu defa da Pakistan’ın nükleer reaktörünü gözüne kestirmiş ve bombalamayı planlamış. Bu durumda Pakistan’ın misillemesinden korkan Hindistanlı yetkililer Pakistan’ı baskın saldırı konusunda uyarmışlar (Dawn gazetesi, 29/10/2007)..

Hiç şüphesiz kiralık silâh haline gelen PKK gibi örgütler de onun uzun kollarından başka bir şey değildir. İlke gittiğinde geride araç kalır.

31.10.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri