Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 03 Kasım 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


M. Ali KAYA

GELECEĞİ PLANLAMAK VE KADER



Kadere iman, imanın erkânındandır. Yani “Her şey Cenâb-ı Hakkın takdiri iledir”, “Yaş kuru ne varsa hepsi yazılmıştır” (En’am, 6:59), “Biz her şeyi kaderle takdir ettik” (Kamer, 54:49; Furkan, 25:2) âyetleri Allah’ın her şeyi yaratmadan önce plan ve program olarak takdir ettiğini göstermektedir. Plansız ve programsız hiçbir iş gerçekleşmeyeceğine göre Allah’ın da her şeyi plan ve program ile önceden takdir ettiği ap açıktır. Ağaçların programını çekirdeğinde ve insanın planını genlerinde yazıp muhafaza eden Allah, her şeyin kaderini tayin ettiğini isbat etmektedir.

Her mühendis binasını yapmadan önce planını çizer, her okul ve eğitim sistemi önce planlamasını yapar. Elbette Allah da önce her şeyin kaderini yazmış, sonra bu kader programı üzerinde takdirini yürütmektedir. Her şeyin plan ve programının önceden yapılmasına “kader” diyoruz. Bu kaderi programın işlemesine ve yerine gelmesine “kaza” adını veriyoruz. Yüce Allah’ın kazasını değiştirmesine de “atâ” kanunu diyoruz. (Mesnevî-i Nuriye, 175) Allah dilediği zaman kuluna merhametinden ve duâsı neticesi affından dolayı kazayı değiştirir. Kaza da kaderi değiştirir. Böylece Allah’ın “Fâil-i Muhtar” olup dilediğini, dilediği şekilde değiştirdiği anlaşılır. Çünkü “Allah dilediğini siler ve değiştirir, dilediğini de sabit tutar” (Ra’d Sûresi, 13:39) Peygamberimiz (asm) “Sadaka belâyı defeder” (Camiü’s-Sağir, 1: 44) buyurur. Yani “Belâ ve musibet takdir edilmiş iken sadaka önüne çıkar ve bunu değiştirir” demektir.

Kader, gayb ilmidir. “Gaybı ise ancak Allah bilir.” (Neml, 27:65) Hiç kimse, gelecekle ilgili olarak “Kaderim budur” diyemez. Kaderin kullanım şekli geçmiş olan olaylardadır, geleceğe biz teklif noktasından bakarız. Allah bize neyi teklif etmiş ve bizi ne ile mükellef kılmış ise vazifemiz onu yapmaktır. Allah’ı yargılamak değildir. Bundan dolayı biz aklımızla tedbir alarak, Allah’ın emirleri doğrultusunda hareket etmekle mükellefiz, neticeyi Allah’a havale ederiz. Sonuçta Allah’a güveniriz. İşte buna da “tevekkül” denir.

Öncelikle “Her şeyin yaratıcısı Allah’tır” (En’am, 6:102; Ra’d, 13:16; Zümer, 39: 62; Mü’min, 40:62) Dolayısıyla iradeyi de, hidayeti de, rızkı da, eceli de yaratan Allah’tır. Bu hususta ihtilâf yoktur. Ancak, bunların tasarrufu, insanın iradesine mi tabidir yoksa bu da Allah’ın iradesi ile mi olmaktadır? O zaman insanın sorumluluğu ne ölçüdedir? Bilinmesi gereken husus budur.

İrade, insanın hür olması demektir. İnsan, fiillerinin yaratıcısı değildir; ancak yaptığı işlerinde hürdür. Allah insanı hür yaratmıştır. Biz buna “cüz’î irade” diyoruz. Hürriyet olmazsa sorumluluk olmaz. O zaman cebren yapmış, o fiili yapmaya zorlanmış oluruz. Bu durumda da sorumluluk olmaz. Allah bilir, bilgilendirir, ama zorlamaz. Zorlamak zulümdür. Allah zulümden münezzehtir. Allah’ın “küllî irade”si vardır. “Allah dilemedikçe siz isteyemezsiniz.” (Tekvir, 81: 29) Ancak Allah’ın küllî iradesi, insanın cüz’î iradesine göre tasarruf eder. Yani kul ne isterse Allah onu yaratır. İsteyen kuldur, yaratan Allah’tır. Ancak Allah, hayırdan razı, şerden razı değildir. Bunu da kullarına bildirmiştir. Kul Allah’ın razı olmadığı işleri yüce Allah’tan ister ve öfkesini celb eder, razı olacağı amelleri ister rızasını celb eder. Allah’ı razı edenler Cennete girer, öfkesini çekenler ise azabı ve Cehennemi hak ederler. Bundan dolayıdır ki “Hidayet ve cennet fazl-ı İlâhî iledir, cehennem ise cezâ-yı ameldir” Hiç kimse hak etmeden cehenneme girmez. Hidayet ve Cennet ise Allah’ın yaratması, emretmesi ve fazlı ve rahmeti iledir. Bunun için hiç kimse ameli ile cenneti kazanamaz. İnsan sadece hayrı ve iyiyi ister. Yaratan Allah’tır.

Rızk, insanın faydalandığı her şeydir. Sadece yiyecek ve giyeceğe mahsus değildir. Allah, hayatı verdiği gibi hayat için lâzım olan her şeyi de veriyor. Çünkü hayatın sebebi rızktır. Allah “Müsebbibü’l-Esbâb”, yani sebepleri yaratandır. Bir şeyi takdir ettiği zaman sebebini de takdir etmiştir. Bunun için rızk, Allah’ın takdiri iledir. Biz buna nasip diyoruz. Yüce Allah, rızkı takdir ettiği gibi rızkın sebeplerini de takdir etmiştir. Rızkın sebebi de çalışmak, gayret ve kuvvettir. Birisine rızkı vereceği zaman bu sebepler tahtında verir. Bunun için Allah, bir şeyi vermek istediği zaman önce o işin sevgisini verir, sonra gayret verir. Sonra onun için çalıştırır. Sevgi, gayret ve çalışmayı takdir etmemiş ise, o zaman o işi de takdir etmemiş demektir. Bunun içindir ki, tembel, fakir olur. Çalışan başarılı olur. Çalışma başarının, tembellik de mahrumiyetin sebebidir. Bundan dolayıdır ki “Sebeplere sarılmak peygamberlerin sünnetidir.” Sebeplere yapıştıktan sonra neticeyi Allah’tan beklemek, vermezse, mahrum ederse sabretmek ve neticeyi Allah’tan bilmek tevekküldür.

Her şeyi yaratan Allah’ın, eceli takdir etmemesi düşünülemez. Zira bunu yapmadığı takdirde her şey birbirine karışır. Kimin, ne zaman, nasıl ve kimden doğacağı; nerede, ne zaman ve nasıl öleceği hep takdir-i İlâhî iledir. (Yunus, 10: 49; Münafıkun, 63: 11) Maktul de eceli ile ölmüş olur. Allah, sebepsiz ölüm yaratmamıştır. O da onun ölüm sebebidir. Katilin sorumluluğu da Allah’ın yasakladığı bir fiile teşebbüsten ve Allah’a asi olmasındandır. Ölümü yaratan ise Allah’tır.

Geleceği planlamak, insan akıl ve iradesinin gereğidir. Allah insanı hür yaratarak geleceği planlama ve iradesini kullanma yetkisini insana vermiştir. Bu, Allah’ın işine karışma ve kadere karşı gelme anlamını taşımaz. Bilâkis Allah’ın insan fıtratına yüklediği bir sorumluluk gereği ve Allah’ın isimlerine sarılmanın sonucudur. Çünkü yüce Allah “Mukaddir”dir, her şeyi takdir eder. “Munazzım”dır, her şeyi tanzim eder ve düzenler. “Müdebbir”dir, her şeyin tedbirini önceden alır. “Hasîb”dir, her şeyi sayar, her şeyin hesabını tutar, sayısını bilir. İmam-ı Gazâlî “Kader, yüce Allah’ın planıdır” demiştir.

İnsan da Cenâb-ı Hakkın esmâsına yapışmakla “tevfîk-i İlâhîye uygun” davranmış olur. O zaman da Allah’ın tevfîkine/yardımına mazhar olur. Bundan dolayıdır ki geleceği planlamak kadere karşı çıkmak değil, kadere uygun hareket etmek demektir. Bunun için geleceği planlayan ve bu planı hayata geçirmek için Allah’tan yardım isteyen kimse, Allah’ın yardımına mazhar olarak çalışmalarında muvaffak olur.

03.11.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Anarşi ve terörün barınamadığı atmosfer



Eğer biz İslâm ahlâkının, iman hakikatlerinin güzelliklerini, mükemmelliklerini hâl ve hareketlerimizle göstersek neler olurdu dersiniz?

O zaman diğer dinlerin tâbileri grup grup İslâma girer, hatta dünyanın bazı kıt’a ve devletleri bile İslâmla müşerref olurlardı.1

Bediüzzaman 1911 yılında Şam Emevî Camii’nde yüzü aşkın âlimin de içinde bulunduğu büyük bir kalabalığa verdiği hutbede bu gerçeğe dikkat çekmişti.

İslâm yaşandığında gıptayla bakılacak bir atmosfer ortaya çıkar. İslâmın barış ve huzur dolu iklimi her tarafı sarar. Güzellikler dört bir yana yayılır. Dünyada dahi bir nevî Cennet hayatı yaşanır.

İslâm hakkında olumsuz kanaat ve düşünceleri yıkmanın en kestirme ve güçlü yolu budur.

Böyle bir atmosferde anarşi ve terör vücut bulmaz. Çünkü kaynak bulamaz, barınamaz. Onun için anarşi ve terörün en etkili çâresi İslâmı yaşamaktır.

Bediüzzaman bu gerçeğe eserlerinde özellikle parmak basar, “Hakiki bir Müslüman, samimi bir mü’min, hiçbir zaman anarşiye ve bozgunculuğa taraftar olmaz. Dinin şiddetle menettiği şey, fitne ve anarşidir”2 der.

Demek oluyor ki, kişiler gerçek anlamda dindarlaştıkça anarşiden uzak kalırlar. Kalmak zorundalar.

Bediüzzaman der ki:

“Şimdi bu zamanda en büyük tehlike olan zındıka ve dinsizlik ve anarşilik ve maddiyunluğa karşı yalnız ve yalnız tek bir çare var. O da Kur’ân hakikatlerine sarılmaktır. Yoksa koca Çin’i, az bir zamanda komünistliğe çeviren musibet-i beşeriye; siyasî, maddî kuvvetler ile susmaz. Yalnız onu susturan hakikat-i Kur’âniyedir.”3

Nur Talebelerinin hizmetlerinin esasını teşkil eden îman hizmetinin önemli bir maksadı da anarşiye set çekmektir. Bunu da şu ifadelerle anlatır Bediüzzaman:

“Biz Nur Talebeleri hem idareye, hem âsâyişe, hem vatan ve milletin saadetine çalışıyoruz. Karşımızdaki dinsiz, anarşist ve millet ve vatan düşmanlarıdır. Hükümet için bize ilişmek değil, tam yardım ve himaye etmek lâzımdır.”4

Eğer hükümetlerin bir gâyesi de anarşi ve terörle mücadele etmek ise—ki öyledir—anarşiyi kökünden kazıyabilecek bu hakikatlere destek olmalı, kuvvet vermelidir.

Dipnotlar:

1- Hutbe-i Şamiye, s. 30. 2- Tarihçe-i Hayat, s. 566. 3- Emirdağ Lahikası, 2:297. 4- Şuâlar, s. 443.

03.11.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Öfkemizi tanıyalım



Bekir Solak: “Ben öfkeme hep yenik düşmüş, bu yüzden ciddi zararlar görmüş ve her zaman büyük pişmanlıklar içinde yaşayan aciz kullardanım. Bu sinir ve öfke için neler yapmak gerekir?”

Kişinin kendini tanıması Allah’ın hususî bir lütfudur. Çünkü nefis kendini tanımak ve acziyetinin farkına varmak istemiyor. Öyleyse siz kendi hastalığınızı keşfetmiş ve çaresi yolunda ehemmiyetli adımlar atmış bahtiyar kullardansınız. Anlaşılıyor ki, Allah size öfkenizi fark ettirmiş; bir adım ötesinde olan öfkenizi yenmeniz hususunda da Allah’ın yardımı inşallah size gelecektir. Ümidinizi kaybetmeyin ve olumlu adımlarınızı eksik etmeyin.

Önce öfkeyi tanıyalım: Öfke kuvve-i gadabiyedendir, yani fıtrattandandır. Öfkeyi yok etmek mümkün değil, fıtrî de değildir. Esas olan, öfkeyi olması gereken yöne kanalize etmek, öfkeyi doğru yerde kullanmaktır. Yani öfkeyi mecâzî olarak değil, yani dünyevî endişeyle değil; hakiki olarak, yani uhrevî endişeyle kullanmaktır. Meselâ vatan savunmasında öfke şecaat olarak lâzımdır. Yoksa vatanı, milleti, hakkı, hukuku, doğruyu, iyiyi savunmak mümkün olmazdı. Fakat Müslümanlar arası ilişkilerde öfke değil, gazap değil, rıfk ve teennî, yani yumuşak huyluluk lâzımdır.

Düşmanlara karşı birer şahin kesilen ve canı pahasına gözünü kapayıp düşman üstüne atılan ashab-ı kiram, halk arasına döndüklerinde yumuşak huylu birer rıfk ve nezaket meleği olup çıkarlardı.

Bediüzzaman Hazretlerine göre, öfkenin üç mertebesi vardır: İfrat, tefrit ve vasat mertebeleri. Dinimiz bizi ifrat ve tefritten uzaklaştırıyor; öfkenin vasat halini ise yaşamamızı emrediyor.

Öfkenin ifrat hâli tehevvürdür; Müslümanlar arası ilişkilerde ileri derece saldırganlık, maddî mânevî hiçbir şeyden korkmayıp yakıp yıkmak, her tarafı kırıp dökmek, öfkeyle kalkıp zararla oturmak halidir. Bütün istibdatlar, tahakkümler, baskılar, şiddetler, zulümler, haksızlıklar, kavgalar, cinayetler bu mertebeden çıkıyor. Bu mertebede öfkeyi kullanmak helâl değildir, yasaklanmıştır.

Bir gün bir bedevî geldi ve sırf görgü noksanlığı nedeniyle Peygamber Efendimizin (asm) mescidine idrarını yapıverdi. Bunu gören sahabeler derhal kızdılar ve öfkeyle adamın üzerine yürüyeceklerken, Peygamber Efendimiz (asm) uyardı:

“Onu bırakın! İdrarının üstüne bir kova su dökün! Siz kolaylaştırıcı olarak gönderildiniz. Zorlaştırıcı olarak gönderilmediniz.”1

Peygamber Efendimiz (asm), mübarek huzuruna gelip:

“Ya Resulallah! Bana bir tavsiyede bulun” diyen gazap ehli bir adama tavsiye olarak:

“Kızma!” buyurmuş; arzusunu birkaç kez tekrarlayan adama yine birkaç kez: “Kızma!” buyurarak Müslümanlar arasında ve halkla beşeri ilişkilerimizde öfkeyi kullanmamamız gerektiğini, bunun yerine salim aklı ve sıhhatli düşünceyi kullanmamız ve yumuşak huylu olmamız gerektiğini bildirmiştir.2

Öfkenin tefrit hâli cebanettir. İnsan bu halde, adeta evham külçesi gibidir; korkulmayan şeylerden dahi korkar.

Öfkenin vasat hali ise şecaat ve kahramanlıktır. Şecaat ve kahramanlık mertebesinde insan, din hakkı için, Allah hakkı için, vatan hakkı için, hak ve hukuk için canını verir. Meşrû olmayan ve hak olmayan kavgalara, sürtüşmelere, tartışmalara, dâvâlara karışmaz.3

Müslümanlar arasında öfkesini yutanları, tutanları, öfkesine hâkim olanları Cenâb-ı Allah övüyor:

“O takva sahipleri bollukta ve darlıkta verenler, öfkesini tutanlar ve insanların kusurlarını affedenlerdir. Allah iyilik edenleri sever.”4

Peygamber Efendimiz de (asm) muhtelif hadislerinde buyurur ki: “Pehlivan, güreşte hasmını yenen kimse değildir; asıl pehlivan öfke zamanında öfkesini yenendir.”5 “Kendisine öfkelenildiği halde yumuşak davranana Allah’ın sevgisi vacip olur.”6 “Öfkelenme! Çünkü öfke yıkıcıdır!”7 “Öfkelenme! Öfkelenmezsen Cenneti hak edersin!”8

İfrat derecede öfkelendiğimizde, yani her hangi bir Müslüman’a öfke duyduğumuzda neler yapmamız gerektiği konusunda Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur:

“Öfkelendiğinizde ‘Eûzü Billâh’ (Allah’a sığınırım) derseniz, öfkeniz gider.”9

“Ayakta iken öfkelenirseniz oturun. Öfke geçmezse uzanıp yatın!”10

“Öfkelendiğiniz zaman susunuz!”11

“Öfke şeytandandır. Şeytan da ateşten yaratılmıştır. Su ateşi söndürür. Öfkelendiğiniz zaman abdest alınız.”12

“Öfkenin ve ağız kavgasının ilacı iki rekât namazdır.”13

Dipnotlar:

1- Riyazu’s-Salihin, 634 2- Riyazü’s-Salihin, 637 3- İşaratü’l-İcaz, s. 29 4- Al-i İmran Suresi: 134 5- Riyazu’s-Salihin, 645 6- Camiü’s-Sağir, 4/3834 7- Camiü’s-Sağir, 3/3867 8- Camiü’s-Sağir, 3/3868 9- Camiü’s-Sağir, 1/425 10- Camiü’s-Sağir, 1/424 11- Camiü’s-Sağir, 3/2662 12- Camiü’s-Sağir, 3/2796 13- Camiü’s-Sağir, 2/1801

03.11.2007

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

İdarecilerin Bediüzzaman'la alâkadarlığı



Son yüz yıllık tarihimize damgasını vuran Üstad Bediüzzaman'a dost görünmek, eserleri olan Risâle–i Nur'a sahip çıkmak, öyle her babayiğidin yapacağı işlerden değildir.

Bazı hükümetler döneminde ve özellikle firavunlaşmış bazı frenkmeşreplerin nazarında terörden bile daha tehlikeli, daha sakıncalı bulunan Risâle–i Nur hareketini savunmak, yahut sahiplenmek için, elbette ki yürek ister, cesaret ister.

En başta bu vatan ve milletin mukadderatıyla alâkadar olan ve beşerin iki dünya saadetini temine çalışan Risâle–i Nur'la, herşeye rağmen ciddî, samimî şekilde alâkadar olan, dostça yaklaşan siyasiler ve hükümetin bazı erkânları olmuştur. Bunun bâriz misâllerine Cumhuriyetten evvel olduğu gibi, Cumhuriyet döneminde (bilhassa 1950'den sonra) de rastlamaktayız.

Bazı siyasiler ve hatta hükümet başkanı olan bazı liderler çıkmışlar, Risâle–i Nur'u sahiplenmişler ve Üstad Bediüzzaman'la olan dostluklarını açıkça deklare etmişlerdir.

Ayrıca, ülkenin gündemindeki hayatî meselelere dair Bediüzzaman Said Nursî'nin fikirlerini hatırlatmışlar, hatta referans göstermişlerdir.

Bizim asıl hayret ettiğimiz husus ise, ekseriyetinin dindar olduğu ifade edilen bugünkü iktidar mensuplarının, ortada onca ilgili gündem maddesi olmasına rağmen, onların Risâle–i Nur ve Said Nursî hakkındaki sükûtu, sessizliği, ilgisizliği, bîganeliğidir.

Neden acaba?

Neden, meselâ hayatî meselelerin konuşulduğu, ehemmiyetle müzakere edildiği Meclis oturumlarında bir yürekli vekil çıkıp da Said Nursî'den fikir aktarmaya, Risâle–i Nur'dan çare tekliflerini sunmaya çalışmaz?

İşte bu noktayı, bir türlü aklımız, havsalamız almıyor. Evet, neden?

Hani, seçim zamanı da değildir ki, bir istismar endişesi taşınsın...

Ülke sıkıntılı bir süreçten geçiyor, bölge ülkeleriyle ciddî sıkıntılarımız var, bir yandan da kardeşlik muhabbetinin yerine husumet ateşi yakılıyor, komşularla, eski müttefiklerle karşı karşıya gelme ihtimalinden bahsediliyor, vesaire...

Ama, bütün bunların üstesinden gelecek, huzur, asayiş ve barışı temin etmede en tesirli rolü oynayacak olan Risâle–i Nur'dan reçetelerden hiç bahsedilmiyor.

Evet, bir kez daha neden, niçin?

Şimdi, bugünkü siyasilerin ve hükümet erkânının Risâle–i Nur'la münasebetini sorgulayarak daha iyi anlayabilmek için, özellikle tarihimizin son yüz yıllık kesitlerine kısaca bir nazar gezdirelim.

Dileriz ki, bugüne yarayacak ve geçmişi bugünle kıyaslayarak muhakeme yürütecek bazı bilgi ve donelere ulaşma şansını, imkânını sağlamış oluruz.

İstibdatla pençeleşme

Bundan tamıtamına 100 sene önce, yani 1907 yılı Kasım ayında Bitlis'ten İstanbul'a seyahat eden Bediüzzaman Molla Said Efendi, Dersaadet'e gelir gelmez, dönemin "hafif istibdat" hükümetiyle pençeleşti.

Osmanlı tahtında otuz yıldır padişahlık yapan Sultan II. Abdulhamid oturuyordu.

Sultanın etrafını yağcılar, dalkavuklar, müdahaneciler, buluttan nem kapanlar sarmış, mütemadiyen korku pompalıyor ve ortalığı evham bulutlarıyla karartmaya çalışıyorlardı.

Mutlakıyet rejimi, olanca kuvvetiyle hükümfermâ idi.

Şefkatli padişah Abdulhamid ise, korku ile ümit, merhamet ile gazap, hizmet ile hezimet arasında gidip gelerek, saltanatının son yıllarını yaşıyordu.

İşte bu ve benzeri sebeplerle, zamanın hükümeti, İstanbul'da istibdat perdesini yırtarak meydana atılan Bediüzzaman Hazretlerini anlayamadılar.

Daha doğrusu yanlış anladılar, hatta maksadının tam aksi yönünde anladılar. Bazı nâdanlar ise, zaten öyle anlamak istediler.

Neticede, o zâtın "maarife dair" tekliflerini ve "Medresetüzzehrâ eğitim projesini" anlamak, gereğini yapmak yerine, onu gözetim altında cezalandırmayı tercih ettiler. "Tehlikelidir" diyerek, önce Yıldız Mahkemesine sevk ettiler, ardından "Delidir" damgasını vurarak Toptaşı Tımarhanesine attılar.

Evet, Üstad Bediüzzaman, "hafif istibdad"a yaslanmış olan Mutlakıyet devri sona erinceye kadar, böyle musibetten musibete sürüklendi.

Sonra, hürriyet ilân edildi ve Meşrûtî idareye geçildi.

İlimde/fikirde, en önde

Bu yeni dönemin (1908) başlarında, ilim ve medrese camiasının parlayan yıldızı olarak ön safa geçen ve meydanlarda nutuk irad eden Bediüzzaman, hürriyet ve meşrûtiyete sadâkatla bağlı olanlar tarafından hararetle alkışlandı.

Artık, meşrûtiyet bir güneş gibi doğmuştu, ortalığı aydınlatıyor ve herkesi, her tarafı ısıtıyordu.

Fakat ne yazık ki, bu güneşten hoşlanmayan yarasa tabiatlı bazı herifler, başlarına da hamiyet maskesini geçirerek çok fenâ işler yapmaya başladılar.

Şebekeyi ele geçirmeye çalışan bu şebekler, önce fikrî muhaliflerini fâili meçhûl cinayetlerle bertaraf etmeye başladılar. Ancak, bununla da yetinmeyip bir iç isyan kumpasını (31 Mart) hazırladılar. Saf askerleri ve bir kısım muhakemesiz dindarları oyuna getirerek, ortalığı kan gölüne çevirdiler.

Böylelikle, geçmişi de aratan yeni ve çok daha şiddetli bir istibdat rejiminin kurulmasına sebebiyet verdiler.

Müstebitler, bu esnada Said Nursî'nin de hayatına kast ettiler ve onu idamla yargıladılar. Fakat, o İlâhî inayetle kurtuldu.

Daha sonra, haricî tehlike doğdu. Devletin, milletin başına Birinci Cihan Savaşı açıldı. Bediüzzaman da, devrin müstebit İttihatçı hükümetinin yanında haricî tehlikeyi defetmek için canla, başla çalıştı. (Başkumandan, yani padişah vekili Enver Paşanın arzu ve teklifiyle, Bediüzzaman bir Milis Alayı kurdu ve Fahrî Miralay rütbesiyle bu silâhlı birliğin başına geçti.)

Savaş ortamında, cephede bir de eser telif etti, Üstad Bediüzzaman.

Çatışmada esir düştü, iki buçuk yıl kadar süren esaret hayatı sonrasında İstanbul'a geldi.

En büyük arzularından biri, harp esnasında telif etmiş olduğu İşarâtü'l–İ'câz isimli eserini tabetmek idi.

İşte, onun bu arzusunu tahakkuk ettirmek için lâzım olan en büyük destek, o dönemin en popüler ve terfi itibariyle en tepede olan Enver Paşadan geldi.

Bir "yadigâr–ı harb" olarak görülen bu eserin bütün kâğıt masrafını şahsî kesesinden karşılayan Enver Paşa, ayrıca Üstad Bediüzzaman'ın "Ordu–yu Hümâyun" temsilcisi olarak Darü'l–Hikmeti'l–İslâmiye'de âzâ sıfatıyla vazifelendirilmesini istedi.

Enver Paşa, bu her iki konuda da ciddî ve samimî davrandı.

Üstad Bediüzzaman da, onun bu husustaki davranışlarından memnun oldu ve bu iki şahsiyet ölünceye kadar da birbiriyle dost kaldılar.

Kolağası Niyazi Bey, Sadrâzam Said Halim Paşa ve Enver Paşa gibi Meşrûtiyet döneminde tanınmış bazı şahsiyetlere dostluğu bulunan Bediüzzaman Said Nursî'nin, Cumhuriyet dönemindeki yakın dostlarının kim/kimler olduğunu ve aralarında nasıl bir münasebetin tesis edildiğini, Nursî'nin vefatından sonraki bazı siyasilerin ise, Risâle–i Nur'a olan dostâne alâkadarlıklarının nasıl bir seyir takip ettiğini de bilmekte fayda var.

Bu hususları da, inşaallah bir sonraki yazıda ele almaya çalışalım.

03.11.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Bediüzzaman’a göre istişarenin hükmü ve gücü



Fikir hürriyeti, düşüncelerini açıklama özgürlüğü, meşveret/danışma, başkalarının görüşlerine saygı duyma ve değer verme; imanın/İslâmın güzelliklerinden, özelliklerindendir.

“Ve işlerde onlarla istişare et”1, “Onların aralarındaki işleri, istişare iledir”2 âyetleriyle meşveretle ilgili hadîsleri yorumlayan Bediüzzaman’a göre meşveret bir emirdir.3 Yani, farzdır.

Müslümanların toplum hayatındaki mutluluklarının anahtarı meşveret-i şer’iye/şeriat dairesindeki istişaredir. Bundandır ki, İslâmiyet, insanlığı aklın meşveretine havâle eder.4 Eskiden bir filozof; pek çok sahada söz sahibi idi. Bir kral veya padişah, bir şeyh, bir lider; pekçok işi görüyor ve götürüyordu. En azından, işler, onun şahsında yürütülüyordu. Ancak;

- Zaman, cemaat zamanıdır.5

- Artık işleri, şahıslar, kişiler değil; meclisler/parlamentolar, şûralar, şahs-ı manevîler yürütüyor. Zira, cemaat ruhunu temsil ederler.6

Meşveretin özellik ve güzelliklerini gelince;

- Meşveret, meşrûtiyetin/hürriyetin/cumhuriyetin en mühim esasıdır.7 İnsanlığın vardığı veya varmak istediği hakikî cumhuriyet ki, adâlet, meşveret ve inhisâr-ı kuvvetten ibâretir.8 Kuvvetin kanunla sınırlanması, gücün hukukun, kanunun elinde olması.

Dinî mesele ve ibadetlerde de cemaat önemli. Peygamberimiz’in (asm) cephede dahi olsa cemaatle namaz kılması,9 cemaatin (çok sesliliğin, meşveretin, topluluğun, çeşitli görüş sahiplerinin), birlik ve beraberliğin ehemmiyetini de vurgular. Buna binâen Bediüzzaman, ibadetin, cemaat ile daha faziletli, bereketli, feyizli olduğuna işaret eder.10 Zaten meşveret, ferdlerden oluşan cemaatten çıkan şahs-ı mânevîdir.11

- Ve meşveret her şeyde hükümfermâdır (geçerlidir).12

- Meşveret mutluluk sebebidir.13

- Meşveretin hüküm sürdüğü yerde, şüphelerin hükümleri (ve yeri) olmaz; bâtıl/yanlış hak sûretini giymekle fikirleri aldatamaz.14

- Şeriatin usûlüne göre yapılan meşveret, baskı ve tahakkümün belâsından kurtarır.15

- Bundandır ki, en kötü veya en basit meşveret hey’etleri, en iyi şahıslardan veya müstebitlerden/diktatörlerden kat be kat daha iyidir. Çünkü, meşveret, şeriattan bir parmak ayrılsa, padişahlık—şahsiyetçilik ve ferdîlik—yüz arşın ayrılır.16 Çünkü, meseleleri, olayları ferdler iki göz, iki kulak, bir akıl ile görür, işitir ve değerlendirir. Meşveret ise (hey’et sayısınca), on akıl, yirmi göz ile görür, kulakla işitir, on akılla değerlendirir. Çünkü, ferdler, dış tesirlere karşı daha az dayanıklıdırlar.17 Dolayısıyla;

- Cemaatte olan kuvvet, fertte yoktur.18

- Ferd, dâhî de olsa, cemaatin şahs-ı mânevîsine karşı sivrisinek kadar kalır.19

- Şahıs ne kadar güçlü ve dâhî de olsa şahs-ı mânevîye (bireylerden oluşan güce, cemaate, gruba) karşı mağlup düşebilir.20

- Asırlar, zaman tarih vasıtasıyla;21 ferdler biribirleriyle meşveret ettiği gibi, taifeler, kıtalar dahi meşveret etmeli.22 Özellikle, Asya kıtasının ve istikbâlinin keşşâfı ve anahtarı şûrâdır.23

İstişare, aynı zamanda birlik ve beraberliğin iksiridir. Kenetleşmeyi netice verir. Bunun yanında korku ile riyayı ortadan kaldırır, sevgiyi ihyâ, düşmanlığı ifnâ eder. Zira, içerisinde dayanışma bulunan bir cemaat, durgunlukları harekete geçirir. İçerisinde hasetleşme bulunan bir cemaat ise, hareketleri durdurur. Cemaatte gerçek birlik olmazsa, büyüdükçe küçülür.24

İhfâ, havf (gizlemek ve korku) riyâdandır. Farzda riyâ yoktur. İstişare, açıklığı, şeffaflığı ve birliği gerektirir. Bu zamanın en büyük farz vazîfesi, ittihad-ı İslâmdır (Müslümanların birliğidir). Bu ittihadın meşrebi muhabbettir. Düşmanlık ise, cehalet ve zaruret ve nifakadır.25

Sonsöz: Asya’nın, İslâm âleminin tali, taht ve bahtının anahtarı meşverettir.26

Dipnotlar:

1-Kur’ân, Al-i İmrân, 159.; 2-Age., Şura, 38.; 3-Tarihçe-i Hayat, s. 88.; 4-Muhâkemât, s. 34.; 5-Mesnevî-i Nuriye, s. 87.; 6-Sünuhat, s. 51.; 7-Divân-ı Harb-i Örfî, s. 69.; 8-Emirdağ Lahikası, s. 65.; 9-Emirdağ Lahikası, s. 2 c., s. 218.; 10-Muhakemat, s. 51.; 11-Kastamonu Lâhikası, s. 102.; 12-Muhakemât, 20.; 13-Münâzârât, s. 47.;15-Muhâkemât, s. 32-33.; 16-Divan-ı Harb-i Örfî, s. 59.; 17-Münâzârât, s. 40.; 18-Sünühât, 50.; 19-İşaratü’ül-İ’caz, s. 162.; 20-Sünühat, s. 52.; 21-Emirdağ Lahikası, s. 2 c., s. 120.; 22-Hutbe-i Şâmiye, s. 65.; 23-Hutbe-i Şamiye, s. 94-95.; 24-Hutbe-i Şâmiye, 66.; 25-Hutbe-i Şamiye, s. 10-131.; 26-Divân-ı Harb-i Örfî, s. 55

03.11.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

İki İnönü ve Said Nursî



İsmet İnönü gerek Millî Şef olarak iktidarı elinde tuttuğu tek parti devrinde, gerek 1950-60 arasındaki ilk muhalefet döneminde, gerek 27 Mayıs ihtilâlini izleyen kısa süreli başbakanlığında, gerekse ondan sonra vefatına kadar bir daha iktidar yüzü göremediği ikinci muhalefet sürecinde bir hedefinin peşini hiç bırakmadı:

Bediüzzaman Said Nursî ve Nurculuk.

50 öncesi Said Nursî’yi ve talebelerini mahkemeden mahkemeye, hapisten hapise, sürgünden sürgüne dolaştıran amansız tazyiklerde onun takip ve talimatlarının önemli payı vardı.

50 sonrasında Menderes’i sıkıştırmak için her fırsatta Bediüzzaman’a hücum eden, özellikle Said Nursî’nin vefatına birkaç ay kala çıktığı gezileri Meclis kürsüsünde diline dolayıp memleketin bir numaralı sorunu haline getirerek muhalefet malzemesi yapan kişi de İsmet Paşaydı.

27 Mayıs sayesinde başbakanlık koltuğuna oturduğunda solcularla ilgili MİT raporları önüne getirilince, “Bana bunları değil, Nurcuların dosyalarını getirin. Millî Emniyet’in birinci görevi Nurcuları takip etmektir” diyen de İnönü idi.

Aynı İnönü, 1965 seçimi öncesinde seçim meydanlarında “Nurcuları koruyup kolluyor. Said Nursî’nin halifesi mi olacak?” diye sorduğu Demirel’e “Nurcu olmadığını açıklasın” baskısı yapmakta da hiç tereddüt etmemişti.

Bu kampanyanın ardından sandıkta aldığı sonuç onun açısından yine tam bir hezimetti ve bu neticeyi “Beni Nurcular yıktı” diyerek yorumlayan Millî Şefin, ondan sonra 1973’teki vefatına kadar Said Nursî ve Nurculuk bahsini ağzına aldığı hiç duyulmadı.

Aradan yaklaşık yirmi sene geçti. Ve siyaset sahnesinde boy gösteren bir başka İnönü, Millî Şefin oğlu Erdal İnönü, ısrarlı talepler üzerine SHP’nin başına geçti ve 1991 seçiminin ardından Demirel’in kurduğu DYP-SHP koalisyon hükümetinde başbakan yardımcısı oldu.

Bu hükümetin en ilginç icraatlarından biri ise, Kültür Bakanlığına bağlı devlet kütüphanelerine Risale-i Nur Külliyatının da konulması ve bu durumun, “Said Nursî Hakkari kütüphanesinde sizi bekliyor” mesajıyla hazırlanan gazete ilânları ve afişlerle kamuoyuna duyurulmasıydı.

DYP-SHP koalisyonu, Türk siyasetinde iki ana damarı oluşturan ve başından beri amansız bir mücadele veregelen iki siyasî akımın, ülkeyi 12 Eylül cenderesinden çıkarıp demokratikleşmenin yolunu açmayı öngören bir programda uzlaşarak birlikte hükümet kurmaları suretiyle, siyasî iklimin yumuşamasına katkı sağlamıştı.

Aynı hükümetin, CHP ve ona endeksli devlet zihniyetince yıllarca yasaklanan, baskı altında tutulan ve ambargo uygulanan muhalif yazarlarla birlikte Said Nursî’nin eserlerini de özgürlüğüne kavuşturup kucaklaması ise, bu katkıyı çok daha anlamlı kılıp derinleştiren bir karardı.

Eğer o iklim ve atmosfer korunabilse ve zenginleştirilerek sürdürülebilse idi, bugün Türkiye her bakımdan çok daha iyi bir noktada olurdu.

Kişiliğiyle ve iç dünyasının tezahürleriyle babasından çok annesi Mevhibe Hanımın izlerini yansıtan ve vefatından hemen sonra eşinin okuttuğu Yasin-i Şerifin refakatinde son yolculuğuna çıkan Erdal İnönü’yü berzah âlemine uğurlarken bu önemli anekdotu kayda geçirmezsek, hakkın hatırına hürmetsizlik etmiş oluruz.

03.11.2007

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

“Hodserâne hareket yok...”



Meclis’te en küçük grubu olan partinin “büyük kongresi”nde, otuz bin insanın katlinden sorumlu Marksist terör örgütü başı “Kürt önderi” olarak nitelendirilmiş. Bununla da kalınmamış, Türkiye’de 23 bölge parlamentosunun kurulması ve her bölgenin özerk olarak yapısını teşkilinden bahsedilmiş.

Doğrusu bu durum, karşılıklı tahrikle bu ülkede Türklerle Kürtleri birbirinden koparmanın, Ortadoğu’da “arz-ı mev’ud” üzerinde ikinci bir İsrail ihdasıyla İslâm dünyasının kalbine nifak hançerini saplanmanın apaçık delili.

Bunun içindir ki, âyetin tefsirindeki “teârüf ve teâvün” düsturuyla insanların millet millet, taife taife, kabile kabile yaratılmasının birbirlerindeki içtimaî hayata ait münâsebetleri bilmeleri, yekdiğerini tanımaları ve birbirlerine muavenet etmeleri esası oldukça ehemmiyetlidir. (Hucûrat Sûresi, 13)

Âyetin tefsiriyle Bediüzzaman, aynı Allah’a, aynı Peygambere, aynı Kitaba inanan, kıbleleri, vatanları, bayrakları bir olan vatandaşların, ne denli güçlü bir kardeşlik ve muhabbetle birlik ve bütünlük içinde olduklarını belirtir. (Mektûbat, 310-311)

Bundandır ki, bu mânevî bağlara karşı, tıpkı Osmanlının son devrinde olduğu gibi, “ırkçılık” fikriyle yoğun bir biçimde “kavimcilik” ve “kabileciliğe” dayalı “ayrılık” tezi işlenmiş. Bugün de terör örgütü aracılığıyla ecnebilerin himâyesinde yapılan bozguncu propagandanın amacı bu.

Böylece Bediüzzaman’ın, “dessas Avrupa zâlimleri, fikr-i milliyeti İslâm içinde menfî bir surette uyandırıyorlar; tâ ki parçalayıp onları yutsunlar” tesbiti bir defa daha hadiselerin nezdinde tezâhür ediyor...

“TÜRK VE KÜRT TAM BİRLEŞMİŞ

İSLÂMÎ VE DİNÎ BİR MİLLİYET”

Görünen o ki, dün başta Rum ve Ermeni olarak pek çok ırkçı ve ayrılıkçı “kulübü” türeterek perişan bir halde ecnebilere yem ve âlet edenler bugün de devrede...

En garibi de bu kez fitnenin, bin yıldır Türklerle birlikte cihad etmiş “cihad arkadaşı” ve “hâmiyet-i İslâmiye ile Türklerle tam birleşip İslâmî ve dinî bir milliyet teşkil eden Kürtler” üzerinden yapılması. (Âsâr-ı Bediiyye, 434)

Gerçekten Bediüzzaman’ın daha geçen asrın başlarında, “âdem-i merkeziyet” düşüncesine destek veren Prens Sabahattin Beye verdiği ve “hayat ittihaddadır” cümlesiyle başlayan cevabı, günümüzde de canlılığını koruyor.

Bediüzzaman, “adem-i merkeziyet”le ayrılıkçı zihniyetin etnik ve diğer farklılıkları istismar ederek, “tevsîi mezuniyet (geniş özerklik)” paravanında “muhtariyet” maskesiyle Osmanlılık ve meşrutiyet perdesini yırtacağını ikaz eder. Bu “muhtariyet” saplantısının peşinden “bağımsızlık” hevesiyle, millette “keşmekeş bir mücadele”yi netice vereceğini haber verir.

Bundandır ki, “Osmanlı yıkılıyor, bari Kürdistanı kuralım” diyenlere, “Hayır, Osmanlıyı ihya edelim” diye mukabele eder.

Zira Bediüzzaman’a göre, “meyl-i iftirak (ayrılık meyli) öyle bir zenb-i azim (büyük günâh)” ki, hürriyetin bahşettiği bütün iyiliği ve umumî menfaati hiçe indirir.

Çünkü bu saplantı, ırklara göre siyasî kulüpler ve kavimlere göre partilere kapı açacağından “ittihad-ı millî” denilen millî birlik ve bütünlüğü bozar. Ve Bediüzzaman’ın ifâdesiyle “onüç asır evvel ölmüş asabiyet-i cahîliyeyi (ırkçılığı) ihya ile fitneyi îkaz eder (uyandırır.) Asyanın mahall-i saadetimiz olan semây-ı müstakbeldeki (gelecekteki) cinânı (cenneti) cehenneme çevirir.”

Oysa başta Türkler ve Kürtler ve bu vatanda yaşayan bütün unsurlar, kısacası Bediüzzaman’ın tâbiriyle “bu vatan evlâdları”, “tevhid”le, birlik ve bütünlükle mükelleftirler. Herkese kâfi gelen ittihadı tesis edecek muhabbet-i millîye ile vazifelidirler. (age., 450-451)

“TÜRK MİLLETİ İSLÂMİYETİN

BAYRAKTARLIĞINI YAPMIŞTIR

Bediüzzaman, bu tesbitlerini Cumhuriyet döneminde de açıkça belirler. “Dinden tecrid edilen maarif”le nesillerin tarihten ve mânevî dinamiklerden ilgisinin kesildiği, din yerine “milliyetçiliğin” ikame edilerek mukaddeslerin feda edildiği yeni rejimde de buna dikkat çeker. “Aksülamel”le karşılıklı “Türkçü-ırkçı tâlim” ve öğretimin devlet politikasıyla dayatıldığı dönemde de bu Kur’ânî temel esasları belirler.

Şeyh Said hâdisesinde, kıyama dâvet eden mektuba karşı red cevabı gönderir.

“Türk milleti asırlardan beri İslâmiyetin bayraktarlığını yapmıştır. Çok veliler yetiştirmiş ve şehitler vermiştir. Çok veliler yetiştirmiş ve şehidler vermiştir. Böyle bir milletin torunlarına kılıç çekilmez. Biz Müslümanız, onlarla kardeşiz; kardeşi kardeşle çarpıştırmayız. Bu şer’an caiz değildir” ifâdesi, bunun en bâriz bir örneği…

Bediüzzaman’ın, Şeyh Said’e, “Teşebbüsünüzden vazgeçiniz, yoksa akim kalır; birkaç cani yüzünden binlerce mâsum kadın ve erkek telef olabilir” uyarının ardından, çözüm için yaptığı bu tesbit bugün için de geçerli:

“Dahilde kılıç kullanılmaz, bu zamanda yegâne kurtuluş çâremiz, Kur’ân ve iman hakîkatleriyle, tenvir ve irşad etmektir.” (Necmeddin Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursî, 268-269)

Seksen küsur senelik hayatında Kur’ân tefsiri Risâle-i Nur’la bu tenvir ve irşad vazifesini yapan Bediüzzaman, “Asya’da uyanan akvamın (kavimlerin), fikr-i milliyete sarılıp aynen Avrupa’yı her cihette taklid”le telkin edilen kavmiyetçilik illetinin Müslümanlar aleyhinde kullanılacağını daha o zamandan uyarır.

“Altıyüz sene değil, belki Abbasiler zamanından beri bin senedir Kur’ân-ı hâkimin bayraktarı olarak bütün cihâna karşı meydan okuyup Kur’ân-ı ilân eden ve milliyetini Kur’ân’a ve İslâmiyete kal’a yapan” Türk milletine, “bu vatan milleti” dediği Müslim - gayr-ı Müslim bütün vatandaşlara Batının “münâfıkâne desîselerine” karşı uyanık olmayı ders verir...

“KÜRDLÜK DÂVÂSI PEK MÂNÂSIZ BİR İDDİADIR”

Bediüzzaman’ın, Paris’te Şerif Paşa ile Ermeni Heyet-i Murahhasası Reisi Boğos Nubar Paşa arasında akdedilen “Kürdistan ve Ermenistan hakkındaki i’tilâf”a şiddetle karşı çıkması, mevcut problemler için derslerle doludur.

“Dinî an’anesine sadakati gâye-i hayat bilmiş olan Kürtlerin”, henüz beşyüzbine yakın şehidlerinin kanı kurumadan, Ermeniler tarafından şişlere geçirilen yetimlerinin, gözleri oyulan ihtiyarlarlının hâtıralarını teessürle anarken, İslâmiyetin zararına tarihî ve hayatî düşmanlarıyla işbirliğine gidemeyeceklerini bildirir. (İkdam, 7 Mart 1920)

Ecnebi oyunlarıyla Şarkî Anadolu’daki iftirak emelinin, Kürtleri Osmanlı ve İslâm câmiasından ayırmak olduğunu, Kürtleri bir “millet-i tabie” haline getirip yabancıların sömürgesi ve esâreti altına sokacağını belirtir.

“Bunu aklı başında hiçbir Kürd taraftar değildir. Kürdlük dâvâsı pek mânâsız bir iddiadır” çıkışıyla, İslâmiyetin “kavmiyet dâvâsını men’ ettiğini, herhangi bir ırkın diğer bir İslâm milleti aleyhine olarak menfî surette “milliyetçilik” damarını uyandırmasını kabul etmediğini izâh eder. (Sebil-ür Reşad, 17 Mart 1920)

Kürtlerin kimseyi kendilerine “vekil-i müdafî’ (savunma avukatı)” olarak kabul etmediklerini; ve ayrılıkçıların “bir - iki kulüpte toplanan beş on kişiden ibâret” olduğunu açıkça yazar. (Âsâr-ı Bediiyye, 519-521)

Bu tesbit, kullanılan terör örgütü ve destekçisi çok küçük bir gruba mukabil, bölgenin bütününün birlik ve beraberlik taraftarı olmasıyla bugün de sabittir...

Keza “İstanbul’da bulunan Kürdlere edilen telkinat” başlıklı makalesinde, “cehâlet, fakirlik ve keşmekeş”le ayrılık hareketlerine karşı, “Türkler bizim aklımız, biz onların kuvveti… Mecmuumuz (tümümüz) bir iyi insan oluruz. Hodserâne (dik başlılıkla serkeşçesine kimseyi dinlememezlik) yapmayacağız. Başka unsurlara (ırklara) ders-i ibret vereceğiz. İyi evlâd böyle olur” beyânı, ırkçı ayrılıkçı kuruntuları kökünden keser. (Âsâr-ı Bediiyye, 452-453)

Belli ki dünden bugüne Deccal gibi tek bir gözü taşıyan dinden mahrum felsefenin, “başkasını yutmakla beslenen unsuriyet (ırkçılık)” akımını Müslümanlar arasına yayan “ikinci Avrupa” anlamındaki menhus zihniyetle yaptırılan “hodserâne” hareketin hedefi, milletin mânevî birliğini tahriptir.

Peki bunun şimdiye kadar kime ne faydası oldu? Zâlim ve gaddar ecnebi istilâcıların İslâm dünyasına zulüm ve tahakkümlerinden başka…

03.11.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Az iş, çok lâf



“Çok iş, az laf” üretmek lâzım gelirken, çeşitli sebeplerle bunun tam tersini yapıyoruz. Bilhassa siyasetçilerimiz ve Türkiye’yi ‘idare edenler’ söz söyleme ve vaadlerde bulunma noktasında en önde gidiyorlar. Ancak sıra, verilen bu sözleri yerine getirme ve icraata gelince ‘bir arpa boyu yol’ aldığımız anlaşılıyor.

Geçmişten gelen bu hastalığımız, bugün de sürüp gidiyor. Aslında Türkiye’nin ‘dert’leri de bellidir, bu ‘dert’lerin çareleri de bellidir. İhtilâf, bunların hangisinin öncelikli olduğu noktasında düğümleniyor. Bir kısım ‘uzman’lar, önce maddî kalkınmayı temin etmek gerekir derken, bir kısmı da bunu yeterli görmeyip ‘önce kalplere hükmetmek gerekir’ diyor.

Siyasetçilerin yerine getiremediği vaadlerde bulunması da Türkiye şartlarında maalesef ‘alışkanlık’ haline gelmiş durumda. Vaadleri dinleyen vatandaş, bunun gerçekleştirilip gerçekleştirilemeyeceğini büyük ölçüde tahmin ediyor. Ancak gerçekleşmeyeceğini bildiği vaadleri dile getirenlere gereği kadar tepki de göstermiyor. Bir bakıma bunu, ‘siyasetin cilvesi’ kabul ediyor. Vatandaştan da tepki görmeyen siyasetçi, yanlışta ısrarını sürdürüyor ve inandırıcılığını kaybetmek pahasına vaadlerini sıralıyor.

Bütün bu ‘az iş, çok lâf’ üretmenin sonunda ise kaybeden Türkiye oluyor. Sadece son bir yıl içerisinde dile getirilen vaadlere bir göz atsak, bu sözlerin pek çoğunun yerine getirilmediğini görürüz. Daha müşahhas hâle getirelim: Son iki aydır, yeni bir anayasa hazırlığı ile ilgili açıklamalar, beyanlar, sözler, vaadler dinliyoruz. Ne yazık ki bu sözler ve vaadler bugün itibarıyla fiiliyâta çıkmış değil. Elbette, anayasa gibi bir konuda adım atmak kolay değil. Nihayetinde kabul edilip ilân edildiği günden bu yana eleştirilen ve bir an önce değişmesi gerektiği ifade edilen bir anayasa söz konusu. Hele hele Türkiye gibi ‘öküzün altında buzağı arayanı çok olan’ bir ülkede faydalı işler yapmak kolay değil. Bütün bunlara rağmen, verilen sözlerin tutulması ve engellere rağmen müsbet adımların atılması gerekir.

TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu, tesbitinde haklı. Kuzu, “Anayasalar, telâşsız bir ortamda hazırlanmalıdır. Bu, Türkiye için çok zor. Cumhuriyet tarihi kayıtlarına bakıyorum, bu memlekette telâşsız zaman bulmak imkânsız. Cumhuriyet tarihinin yüzde 60’ında olağanüstü haller yaşanmıştır. Anayasa, katılımcı olmalı, oy birliğiyle hazırlanması için imkânlar oluşturulmalı. Ayrıntıya inmemeli, yönetmelik gibi olmamalıdır. Anayasalar, ülkelerin gelişmişlik düzeyine göre kısalıyor” demiş. (AA, 2 Kasım 2007)

“Cumhuriyet tarihinin yüzde 60’ında olağanüstü haller yaşanmıştır” ifadesi tek başına araştırılmaya, incelenmeye lâyık değil midir? Türkiye nasıl idare edilmiş ki, tarihinin yüzde ellisinden fazlası ‘olağanüstü haller’le geçmiş? Böyle bir idarenin ‘muâsır medeniyet yolu’nda hızlı adımlarla ilerlemesi mümkün mü?

Doğru yolda hızla ilerleyebilmek için önce ‘olağanüstü hâl’lerden kurtulup, ‘olağan/normal hâl’lere geçmemiz gerekecek. Bunun yolu da daha fazla demokrasiden geçse gerek...

03.11.2007

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

AB ne oldu?



Avrupa Birliği Komisyonu, Türkiye hakkındaki “İlerleme Raporu”nu önümüzdeki Salı ya da Çarşamba günü açıklayacak.

İki haftadır Cumartesi günleri yazdığımız yazılarda “Yeni anayasa ne oldu?” ve “301 ne oldu?” diye sormuştuk. Hem yeni anayasa, hem de TCK’nin 301. maddesi ile ilgili çalışmalarda şu anda terörle mücadele birinci gündem olduğu için veya “başka gerekçeler”le yavaşlama, hatta “rölanti” halinde olduğunu söylemiştik.

Bugün ise, Türkiye için “demokrasi projesi” olan Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilgili ilişkilerindeki gelinen noktayı aktarırken, “AB ne oldu?” diye sorup cevabını aramaya çalışalım.

* * *

Avrupa Birliği Komisyonu,1998’den beri Türkiye için yıllık İlerleme Raporu yayınlıyor. Rapor üyelik yolundaki aday ülkenin bir yıl boyunca başardıklarının ve başaramadıklarının fotoğrafını çekiyor. Rapor, siyasî kriterlerde yapılan ve yapılamayanları, meseleleri ve müzakere başlıkları konularında Türkiye’nin ne kadar AB mevzuatına uyum sağladığını kayda geçiriyor.

Bu yıl onuncusu yayınlanacak olan raporun önemli bölümleri Avrupa’daki bazı gazetelerde yazıldıktan sonra Türk medyasında yer almaya başladı. 82 sayfa olduğu belirtilen raporda, Türkiye’deki yeni anayasa süreci, imtiyazlı ortaklık, 301. madde ve laiklik konuları başta olmak üzere AB ve Türkiye ilişkilerindeki “hassas noktalar”a dikkat çekileceği görülüyor.

Raporda verilen ana mesajın “2007’de siyasî reformlar konusunda kısıtlı ilerleme sağlandığı” olacağı vurgulanıyor. Daha fazla adım beklenen alanların başını ise ifade özgürlüğü, dinî özgürlükler, azınlık hakları ve askerin sivil hayattaki rolü oluşturacağı, ifade özgürlüğü alanında özellikle 301. maddenin değiştirilmemiş olmasının net bir şekilde eleştirileceğinin de altı çiziliyor.

İlerleme raporunda olacağı söylenen bazı başlıkları sıralamak gerekirse…

“Cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında yaşanan anayasa krizini başarıyla aştı. Sonucun bu şekilde çıkmış olması demokratik sürecin önceliğini göstermesi bakımından önemlidir. Son 50 yıl içerisinde darbelere imza atan Türk ordusu Türkiye’de demokratik süreci etkilemeye çalışmaktan vazgeçmelidir. Sorumluluk alanı dışında kalan konularda pozisyon almaktadır. Ordu tam sivil kontrolü altına girmeli… 2007’de siyasî reformlar konusunda kısıtlı ilerleme sağlandı. Din ve ifade özgürlüğü ile ilgili yasalar AB’nin beklentilerini karşılanmadan uzak…”

Temel hak ve özgürlükler alanında geçen yılki raporda gündeme getirilen unsurlarla bu yıl yayınlanacak rapor arasında çok büyük bir fark olmadığı görülüyor. Hatırlatmak gerekirse, 2006 İlerleme Raporu’nun, kendisinden önceki sekizinci İlerleme Raporu’na kıyasla farklı bir içeriğinin bulunmadığı ortada duruyor. Bu da birkaç yıldır ilerleme raporlarında dikkat çekilen konuların hükümet tarafından gündeme getirilmediğini gösteriyor.

* * *

Bütün bunlara rağmen, AB kaynakları, raporda Türkiye’nin AB yolunda cesaretlendireceğini, kimi kesimlerce zaten bozulduğu söylenen Türkiye-AB ilişkilerini “zedelememek” için çalışılacağını vurguluyorlar. Komisyonun Türkiye’nin AB yolundan çıkartılmaması için çalıştığı söyleniyor. Avrupa Komisyonu’nun Genişlemeden sorumlu üyesi Olli Rehn, Türkiye hakkındaki “ilerleme raporunun adil ve dengeli olacağı”nı ifade etmesi de bunu açıkça ortaya koyuyor.

AB projesinin temel hedefinin insanların arzuladığı barış ve huzur içinde özgürce yaşamak, belli standartlara insanları taşımak; hem refah açısından, hem de insan hak ve özgürlükleri açısından insanları barış ve huzur içinde yaşatmak olduğuna göre, Türkiye’nin öncelikle özgürlükleri kısıtlayan maddelerden kurtulması gerekiyor. Bunun yanında hükümetin de böyle bir ortamda dahi bu projeyi geri plâna itmeden, süreci hızlandırmak için gerekli reformları yapması gerekli…

AB-Türkiye ilişkilerindeki zaman zaman aksayan ilişkilerde Ali Babacan’ın hem Dışişleri Bakanı hem de başmüzakereci olması da rol oynuyor. Türkiye’nin etrafında bu kadar sorun varken, Dışişleri Bakanının yoğun gündemi olacağından AB konusuna-bugünlerde olduğu gibi-yeteri kadar yoğunlaşamayacaktır. Bu yüzden “başmüzakereci” olarak başka bir ismin atanması doğru olanıdır.

* * *

Bütün bunlardan sonra şunu söyleyebiliriz; AB’nin oluşumu, Avrupa’nın güvenliğini, ekonomik refahını, demokrasi ve insan hakları gibi değerleri sağlamak olduğuna göre, gerek Türkiye ve gerekse de AB’nin birbirine ihtiyacı vardır. Bu yüzden Türkiye demokratikleşme projesi olan AB’den vazgeçemeyeceği gibi, AB’nin de bu gerekçelerle Türkiye’yi dışlaması mümkün değildir. Ama Türkiye’nin vakit kaybetmemesi içinde bu çalışmalara hız vermesi gereklidir. İçte ve dıştaki “AB karşıtları”nın eline koz vermemek adına, Türkiye’nin AB yolculuğuna devam etmesi lâzım.

Daha fazla özgürlük, daha fazla demokrasi için Türkiye AB konusunu ihmal etmemelidir…

03.11.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

“Condi”



Ünlü ABD’li siyahî yönetmen Spike Lee’nin belgesel filminde ırkçı beyazlar tarafından saldırıya uğrayan bir kilisede dört kız çocuğun hayatını kaybedişi anlatılır.

Bu kilise John Rice’nin vaaz verdiği yer olarak bilinir.

1963’te yaşanan bu acı olay, bombalamadan ancak 39 yıl sonra yakalandı ve bunlar dört kişiden oluşan Ku Klux Klan üyeleriydi. Bunlar Birmingham 16. caddedeki Baptist Kilisesi’nin temeline ondokuz dinamit lokumu yerleştirmiş… 9 yaşındaki siyahi küçük kız bu olaya bir Pazar ayininde şahit olur. “Bağışlayan sevgi” seromonisinden hemen sonra bombalar patlar o küçük kızın dört arkadaşı bu patlamalarda ölür.

Küçük kız, 1954’te doğduğunda Güney Amerika’da Alabama’da işte böylesine ırkçı bir kazanın içinde bulmuştu kendini.

Küçük siyahî kız o günden sonra şunu iyi öğrenmişti; bundan sonra “beyazlardan iki kat daha fazla çalışıp, başarılı olacak”tı…

10 yaşına geldiğinde ailesiyle Washington’u gezdiğinde o gözlerini dışardan gördüğü Beyaz Saray’ın kapısına çoktan dikmişti.

15 yaşına geldiğinde birinci ve yedinci sınıfları atlayarak üniversiteye girer. Beş yıl sonra Denver Üniversitesinden sonra “Siyaset Bilimi” üzerine lisansını alır. Bir sonraki yıl ise Notre Dame Üniversitesi’nde mastırını, daha sonraki yıllarda ise Denver Üniversitesi Uluslar arası İlişkiler Lisans Üstü Eğitim Biriminden de doktorasını alır.

26 yaşına geldiğinde Stanford Üniversitesi Güvenlik ve Silâh Kontrolü Merkezinde profesör olur. Ondaki bu azim yahut “inat” ne denirse densin ana dili gibi Rusça’yı, çeşitli derecede Almanca, Fransızca ve İspanyolca dillerini bilmesine en büyük etkendi. Önceleri “Demokrat” bir çizgi yakalamıştı. Ancak babasının ölümünden sonra “muhafazakâr” çizgiye kayar ve “Cumhuriyetçi” olur.

O artık “muhalif kimlik”ten arınıp, sistemin bir parçası oluverdi. Tıpkı “Tom Amca’nın kulübesindeki sadık hizmetçi “Chole” teyze gibi.

Medyada görünürlük, ekonomiyi yönlendirme gibi kriterleri göz önünde tutan Forbes Dergisi onu dünyanın en güçlü kadınlarından biri saydı. Üstelik iki yıl üst üste. 1993’te en genç, ilk kadın ve ilk siyahi dekanı oldu.

34 yaşına bastığında ilk siyahî Ulusal Güvenlik Konseyi Danışmanı’dır.

Kimden bahsettiğimi tahmin ettiniz.

Ankara’da temaslarını sürdüren Condolezza Rice’den…

Adını İtalyanca “Con dolcezza”dan ve “tatlılıkla” anlamına gelen müzik teriminden alan Rice, altı ay boyunca Kudüs’te Baptist Kilisesi’nde ücretsiz piyano çalmak suretiyle annesinin müzisyenliğini, babasının da “dindarlığı”nı birleştirdi. Bu yüzden “Tanrı’yla konuştuğunu söyleyen” George W. Bush ailesi ile kolay ilişki kurabilmişti...

Rice’ın Bush’la öylesine çok ortak yönleri vardı… Hatta Rice’ın koordinatörlüğünde seçim boyunca 8 kişilik bir grup kurdular ve adına da “Ateş Tanrısı” adını verdiler.

Ünlü müzisyenlerle piyano çalabilecek kadar yetenekli olan Rice, diplomasideki gücünü akademik alanda iyi bir eğitim almış olmasına dayandırıyor.

Bush’a yakınlığı ona politikada ikbal yolunu açtı ve şimdi Amerika’daki şahinlerin de neredeyse sözcüsü konumunda.

Hatta, Bush’tan sonra, ilk siyahî başkan olacağı da Amerikan kamuoyunun konuştuğu konuların başında geliyor.

Büyükannesi pamuk işçisi olan “Condi”nin beyaz efendilerine çok sadık olduğu Afganistan ve Irak işgalinde ortaya çıktı. Efendileri onu kirli bir mendil gibi fırlatıp çöpe atıncaya kadar Rice bu “sadakatini” ömür boyu sürdürecek gibi.

Ama merak ediyorum:

Acaba “Condi” Alabama’da siyah-beyaz ayrımın en yoğun yaşandığı yerlerden, siyahların otobüslerin arkasında kendilerine ayrılan bölümde zorunlu yolculuk yaptığı günleri unuttu mu?… Çeşmeleri bile ayrıydı. Tren istasyonları, hatta umumî tuvaletleri bile…

Şimdi aynı sefaleti “şahin”lerin başını çektiği Amerika işgal ettiği ülkelere çektiriyor.

03.11.2007

E-Posta: [email protected]




S. Bahattin YAŞAR

Her insanın tenkid edilebilecek bir tarafı mutlaka vardır



Hatasız kul olmaz

Kabul etmek gerekir ki, insanın olduğu yerde hatalar da mümkündür. İnsanları hatasız kabul etmek ve ona uygun davranışlar geliştirmek pek de sağlıklı değildir. “Hatasız kul olmaz” sözü yaşanan bir gerçeğe işaret etmektedir. İnsanlar arası ilişkilerde bu ölçünün dikkate alınması, daha sağlıklı ve sağlam ilişkiler geliştirilmesinde oldukça önem arz edecektir.

İnsanların her birinin güçlü tarafları var olduğu gibi, yine insanların her birinin zayıf tarafları da vardır. Böyle bir ölçüyle yapılacak yaklaşımlar daha sağlıklı sonuçlara ulaşılmasını netice verecektir.

İnsanlar arası ilişkilerde zaman zaman yaşanan hayal kırıklıklarının, şaşkınlıkların, hatta düşmanlıkların altında insanları yanlış değerlendirme algısı bulunmaktadır.

Hüsn-ü zan; adem-i itimat

İnsanlarla ilişkilerimizde çoğu kez ölçüyü kaçırmaktayız.

Ölçüsü kaçmış muhabbet de, ölçüsü kaçmış düşmanlık da neticede insanlar arası ilişkilerde vahim sonuçlar doğuruyor.

Burada ölçü, dostluğun da düşmanlığın da bir seviyesinin belirlenmesidir. Bugün dost olunan bir insanla öyle ilişkiler içerisinde ol ki, mümkündür ki bu kişi yarın senin düşmanın olabilir; yine bu gün düşmanın olan bir insana karşı, öyle ölçülü ilişkiler içerisinde ol ki, yarın bu kişi senin dostun olabilir.

Oysa insan, içinin ısındığı, elektriğinin uyuştuğu ve iyi ilişkiler içerisinde olduğu ve birkaç da doğru davranışlarına şahit olduğu insanlara karşı hemen, ‘adem-i itimat’ kaidesini unutuveriyor.

Yani her zaman insana karşı mutlak güven diye bir kaidenin olmadığını, açık bir güvensizlik kapısının bulunduğunu göz ardı etmemek gerekir. Yani buna içinde ‘acaba’ bulunan bir hüsn-ü zan demek daha doğrudur. Onun için de özellikle çok sevdiğimiz insanlarla, yakın akrabalarla olan ticarî ilişkilerin sonucunda çoğu kez hayal kırıklıkları dikkat çekiyor. Ölçüsü kaçmış muhabbetler, ‘açık kapı bırakılmamış’ güvenler beraberinde sarsıcı tokatları da taşıyor. Dolayısıyla bir zamanlar aşırı sevgi beslenen insanlara karşı, başka bir zaman aşırı tenkidler gerçekleştiriliyor.

Onun için insanlar arası ilişkilerde yine peygamberî ölçüyü, hüsn-ü zan adem-i itimatı hayatımıza taşımak zorundayız.

Dostlarla olan alış verişlerin kuralı:

Eşeğini sağlam kazığa bağlamak

Yıllar önce çok yakın dost, bir alış verişimizde borç ödeme planı için senet imzalattığında önce biraz şaşırmıştım. “Böyle dostluk olur mu?” diye iç konuşmalar bile yapmıştım. Ama sonra yaşanan pek çok yakın akraba alış verişlerindeki ortaya çıkmış sonuçlarda gördük ki, her işin bir kuralı olduğu gibi, ticarette de, ticaretin kuralını işletmek oldukça sağlıklı ve sünnete uygun bir tarz.

Onun için, kimsenin ne diyeceğine bakmadan, ‘adem-i itimadı’ dikkate alarak, özellikle de alış verişlerde şer’î kural neyi gerektiriyorsa, onun şartlarını yerine getirmeyi, yani alış-verişi; borç ve alacağı senet altına alma gibi adımları rahatlıkla atmak gerekmektedir. Bu tavır dostluğun ve kardeşliğin zedelenmemesi için oldukça gereklidir.

Ayrıca aramızda bir alış-veriş olmamış, kendisiyle bir yolculuğumuz olmamış, birbirini yeterince tanıyacak ilişkiler bulunmamış bir insan hakkında, menfî veya müsbet yorum yapmak, sağlıklı bir sonuç içermeyecektir. Dolayısıyla böyle bir insanla müsbet veya menfî sonuçlar taşıyacak adımlar atmak isabetli olmayacaktır.

Adem-i itimadın yaşı yoktur

Yakından tanımadığımız, ama hakkında abartılmış olarak bolca övgüler duyduğumuz, bundan dolayı da hüsn-ü zan ettiğimiz pek çok insan, biraz yakından tanındığında, o kişiyle biraz insânî ilişkiler içerisine girildiğinde, onun hakkında haddi aşan bir hüsn-ü zan taşındığından, o kişideki küçücük hatalar bile gözümüzde çok büyük bir hata imiş gibi algılanmaya ve değerlendirilmeye başlanmaktadır. Hatta sâir insanlara tanıdığımız toleransı o insan için kullanmayız. Belki de başkaları için normal kabul ettiğimiz davranışları onun için anormal kabul ederiz. Bu durum aslında o kişiye ciddî anlamda yük yüklemek olmaktadır. Evet, belki konumu güzel, seçkin ve olgun davranışlar gerektiriyordur, ancak bunu göremediğimizde de, karşılaştığımız şeyin bir insânî hal olduğunu hatırlamak ve ona göre adım atmak gerekmektedir.

İnsan her yaşta hata yapabilir

Yaşla birlikte insanın bir takım davranışlarında olgunluk, tutarlılık, samimiyet, dürüstlük gibi sonuçlar daha çok beklenmektedir. Ancak bu her zaman böyle değildir. Genç yaşlarda olgun davranışlar görülebileceği gibi, ileri yaşlarda da yaşına uygun düşmeyen davranışlar görülebilir.

Orta yaşların üstüne çıkmış insanlarda bile zaman zaman hırs, kin, dargınlık, küskünlük, yalan, faiz gibi dinimizin de yasakladığı bazı çirkin tavırlarla karşılaşmak mümkündür. Bu aslında bizim arzu etmediğimiz, görmek istemediğimiz tutumlardır, ancak bizim arzumuz, davranışın olmamasına sebep değildir. Böyle durumlarda da yapmamız gereken kişi hakkındaki bu olumsuzluğu yaymak değil, onu bir şekilde tamir etmek/etmeye çalışmak olmalıdır.

Netice itibariyle, hüsn-ü zan adem-i itimadın her yaşta dikkate alınması ve her işin kuralına uygun yapılması; hem dinin, hem de o işin bir gereği olarak dikkate alınmalıdır.

Bu kaide dikkate alınmadan atılmış adımlar sonucu oluşmuş mağduriyetlerde de faturayı sadece muhataba yazmak değil, en az onun kadar bu durumun oluşmasında etken olan kişinin kendisine de yazması, bir hakkaniyet yansıması olacaktır. Yani başa gelen musibetlerde kaderin bir hissesi olduğu gibi, mağdur olan kişinin de şer’î kuralı dikkate almaması sonucu bir menfî katkısı söz konusu olabilir.

Evet, tekrar edelim ki, her insanın alkışlanabilecek bir tarafı mutlaka var olduğu gibi; yine her insanın tenkid edilecek bir tarafı da mutlaka vardır. Ama biz hayatı yaşarken mutlu olmak ve mutlu etmek için insanların daha çok ‘alkışlanabilecek’ taraflarına bakmalı ve onları büyütmeliyiz.

03.11.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri