Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 08 Kasım 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Saadet Bayri FİDAN

Yeniden demeliyiz



Bir yerlere gizlemeliyim kendimi.

Kimsenin geçmediği sokaklardan geçmeliyim. Yeni sokakları keşfe çıkmalıyım.

Ya da en tenhasını bulmalıyım caddelerin.

Kimsenin oynamadığı parklarda oturmalı.

Kimsenin bilmediği yerlerde dalmalıyım uzaklara.

Arada gülmeliyim…

Kendi kendime konuşmalıyım.

Arkamdan bakan olsa da, beni tanımadıklarını bilmek rahatlatmalı beni.

Yani ilk defa kimseyi düşünmeden, kendim olmalıyım.

Artık uyurken hayal kurmak var, yeni yepyeni.

Kâbuslardan can havliyle gerçeğe dönmek istemiyorum.

Her telefon çalışında yüreğim ağzıma gelmemeli.

Her zil çalışında pencerelere gizlenmemeliyim.

Hayatın içine karışmalı gezmeli, koşmalı, yürümeliyim.

Yani nefes alırken mutlu olmalı, verirken rahatlamalıyım.

Eylül geldi, yaz bitti, kış gelecek telâşelerim olmamalı.

Yağmurlar yağdığında hüzünler içimi doldurmamalı.

Her mevsim, her değişim mutlu etmeli beni olduğum yerde.

Yapraklara bakıp umutlanmalıyım. Bir daha gelecekler diye neşelenmeliyim.

Yani artık değişen ve giden hiçbir şey benden bir şeyler alıp gitmemeli.

Hayata dört elle sarılmalıyım tıpkı ağaçlar gibi; yani her şeyimi kaybederken öylece beklemeliyim.

Mevsimler değişmeli, yağmurlar yağmalı, arada güneş çıkmalı ve ben her değişimde aynı asilliğimle ayakta durmalıyım.

Mevsimini beklemeliyim, yeniden çiçek açıp meyve vereceğim günün hayali yaşatmalı beni de.

Kendimi değil, geçmişimdeki beni saklamalıyım satırların arasına.

Bana ait ama başkalarının olduğu karelerde silinmeli hafızamdan.

Hiçbir şiir, hiçbir satır, hiçbir melodi beni hüzünlendirmemeli.

Hiçbir göz incitmemeli bakışlarımı.

Sadece kendim için yaşamalıyım.

Bu dünya herkesin olduğu kadar bana da ait.

Bak şu gök, şu yer, şu deniz, şu toprak, şu bahçe, her şeyde benim de hakkım var.

Kendimi saklamak neden dört duvar ardına?

Neden yasaklamak her şeyi gözlerime?

Ben de çıkmalıyım benim olan meydanlara.

Ben de bir taşın üzerine oturup, saatlerce kalmalıyım.

Yağmur yağınca koşmamalıyım. Yavaş yürümeli, yağmurun ıslatmasını beklemeliyim. “İnsanlar ne der?” düşüncesi terk etmeli artık beni.

Herkes terk etti diye sessizlik olduysa çok da önemli değil.

Sessizlikte yankılanan sesler doldurmalı içimi.

Araba sesleri gelmeli arada kulağıma.

Bir çocuk, koşarak salıncaklara gitmeli, dünyadaki en mutlu insanı görmenin mutluluğunu yaşayarak bakmalıyım ona.

Yani yaşamı izlemeli, ellerimle dokunmalı, her anda hissetmeliyim.

Ve bunun için hiçbir şey beklememeliyim.

Her sabah uyanmış olmak yetmeli bana mutlu olmak için.

08.11.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Oval Ofis’te ne oldu?



Oval Ofis’te ne oldu? Masada kim ne aldı, tartışması hâlâ devam ediyor. Erdoğan’ın Washington’a gitmesi yerine Bush’un Türkiye’ye gelmesini daha münasip gören MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli görüşme sonuçlarıyla alakalı ‘dağ fare doğurdu’ buyurmuş. Aslında, Türkiye’nin taleplerinin çıtası açısından söylediği pek de yabana atılamaz. Kuzey Irak’a müdahale için bir mutabakata varmak istiyorduk; onun ötesinde ortak bir operasyon da umuyorduk. Bunların hiçbirisi olmadı. Hepsi ötelendi. 8 askerin teslimi de Türkiye’nin havasını aldı ve Türk heyeti Washington’a ‘kurulmuş bir zemberek’ gibi gitmedi.

Dolayısıyla Türk taleplerini asgarî oranda karşılamak daha kolay oldu. Bunun sonucunda, Amerikalılar rahatladı, Türkiye de rahatladı ve Kuzey Irak’taki partiler de geniş bir nefes aldı. Kuzey Irak üzerinden saldırıların tekerrür etmemesi için teknik ve askeri bir mekanizma kuruldu ve bu mekanizma çalışırsa Türkiye’nin müdahalesine gerek kalmayacak.

Alınan tedbirler Türkiye’nin müdahalesine ihtiyaç bırakmayacak tedbirler. Alınan tedbirlerle Türkiye’nin muhtemel müdahalesinin önü kesildi. Gerekçeleri savuşturuldu. Yani Kuzey Irak üzerinden misillemeyi gerektiren PKK saldırıları artık yapılmayacak. Türkiye’ye sıcak ve canlı istihbarat bilgilerinin ve uydu fotoğraflarının temini ve bunun taahhüdü onu gösteriyor. ABD’nin kontrolü dışında PKK’lılar Türk sınırlarına saldırmayı planlarlarsa bunu ifa etmeye fırsatları olmayacak. Zira sınırdaki hareketlilik alınan tedbirler ve üçlü mekanizma sayesinde derhal Tük makamlarına iletilecek. Böylece PKK’nın Kuzey Irak’taki en azından Türkiye’ye yönelik hareket serbestisi kısıtlanmış olacak.

Sadece Kerkük meselesinden dolayı yeni bir gerilim olursa belki Barzani yeniden kanlı örgütün ellerini serbest bırakabilir. Bunun dışında Osman Öcalan’ın da haber verdiği gibi örgüt artık Kuzey Irak yerine galiba İran topraklarına yönelecek. Zira ABD ile işbirliğinin kapsamı ve zemini de bunu gerektiriyor. Kuzey Irak’taki hareket serbestisi kısıtlanan örgüt İran toprakları üzerinden hem Türkiye, hem de İran’a saldırılar düzenleyebilir. En azından teorik olarak böyle. Oval Ofis’te istihbarat alışverişi dışında yeni bir unsur yok. Diğer talepler ancak yeni al-ver pazarlıkları çerçevesinde gerçekleşebilir.

Sözgelimi kimi yazarların da ifade ettiği gibi, şayet Bush yönetimi İran’a saldırmak ister ve Türkiye’yi de yanına çekmek isterse PKK konusunda daha fazla şeyler yapabilir. Sözgelimi bazı liderlerini Türkiye’ye teslim edebilir. Bununla birlikte, Oval Ofis’te İran’ın görüşülmediği söylenebilir. Bu yönde hiçbir sızıntı olmadı. İran da zaten yakın bir zamanda Amerikan saldırısı beklemiyor. Böyle bir ihtimal varid olsa İran belki de ortalığın karışmasını ve Türkiye’nin Kuzey Irak’a girmesini arzulayabilir.

***

PKK’nın manevrası ve Türk askerlerini teslimi aslında yeni tezkereyi fiilen etkisiz hale getirmiştir. Bununla birlikte, Türkiye’nin hiç mi siyasi kazancı olmamıştır? Askerî baskı ve sınırdaki gerginliğin birçok yan tesiri olmuştur. Bu tesirlerden birisi Kürtleri Kerkük’teki eferandum konusunda belki daha endişeli ve çekimser hale getirmiş olmasıdır. İkinci olarak, Türk askeri baskısı Kürtleri biraz daha Irak’ın bütünlüğüne yapıştırdı. Iraklıların bundan dolayı Türkiye’ye minnet borçları var. Sınırda onca gürültü patırtının olması aynı zamanda Ermeni tasarısını da vurmuştur. Dolayısıyla askerî baskısının birçok görünmez neticesi olmuştur. Bush sınır ötesi operasyon için ‘faraziye’ ifadesini kullanmıştır. ABD büyük çaplı bir operasyonu çıkarlarına aykırı buluyor. Bundan dolayı PKK’nın Kuzey Irak üzerindeki saldırısı konusunda gafil avlanmıştır. Kesinlikle onayı ile olmamıştır. Bundan dolayı bu tarz saldırılarının tekerrürünü önleyecek mekanizmanın teşekkülüne olur vermiştir. Rice da Kuzey Irak’ın istikrarını baltalayacak operasyonlara karşı olduklarını Oval Ofis görüşmesinin akabinde bir kez daha teyid etmiştir.

***

ABD’nin PKK’yı Türkiye, Irak ve ABD’nin düşmanı ilan etmesine gelince; daha önce Rice da benzerlerini söylemişti. Bu itibarla, ileri bir unsur yok. Bununla birlikte Milliyet’te Can Dündar’ın ABD’nin PKK düşmanlığıyla ilgili gerçek yaklaşımını deşifre eden kayıtları ibrazı (6/11/2007) gerçekten de ABD’nin riyakârlığını bir kez daha göz önüne sermiştir. Onun ötesinde aynı gün Vatan’da yayınlanan PKK unsurlarıyla Barzani’nin adamlarının teslim-tesellüm fotoğrafı da ‘PKK unsurları bölgemizde barınmıyor ve bizimle de alakası yok’ iddialarını temelden çürütmüştür. Demek ki dirsek temasları var. Ayrıca DTP vekillerinin 8 askerin salıverilmesi işleminde hazır bulunmaları ve onlar aracılığıyla mesaj verilmek istenmesi, meseleyi siyasi ranta dönüştürme çabası PKK-DTP ilişkilerini ispatlayan bir görüntü olmuştur ve genel kurmayın önceki ve Cemil Çiçek’in müahhar yorumlarına haklılık kazandıran bir enstantane olmuştur.

Abdulmelik Fırat’ın da ifade ettiği gibi PKK-DTP ilişkileri tâbi, metbu, uydu, amir ilişkisi gibi görünüyor. Kesinlikle bu ilişkilerde DTP edilgen ve siyasî tutsak görüntüsü veriyor. Son meşhed de bunun ispatı olmuştur. Böylece, DTP, PKK uydusu görüntüsü vererek siyasî olarak inithar etmiştir. Oval Ofis’ten yansıyan görüntüler bunlardı...

08.11.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Kurtarıcı sohbetler



Emekli komutanların terörle ilgili olarak yaptıkları değerlendirmelerden biri şu: “Askerin işi teröristle mücadele etmektir. Terörle mücadele ise sadece askerin işi değildir, herkesi ilgilendiren çok daha kapsamlı bir konudur.”

Teröristle mücadeleden kastedilen anlam, eline silâh alıp dağa çıkan ve devletin güvenlik kuvvetleriyle karşı karşıya gelen kişileri öldürmek veya sağ olarak ele geçirip cezalandırmak.

Terörle mücadele ise, kişileri terörist olmaya yönlendiren ortamın izalesini; şartların iyileştirilmesini; haksızlıklara son verilmesini; hayatın bütün alanlarında halka insanca yaşama imkânı verecek hizmetlerin âdil ve eşit bir şekilde götürülmesini; temel hak ve hürriyetlerin tam ve eksiksiz bir şekilde sağlanmasını... öngören çok geniş ve kapsamlı bir stratejiyi gerektiriyor.

Bataklık ancak bunlar yapılırsa kurutulabilir.

Aksi halde, sadece öldürerek veya hapse atarak problem çözülmez. Nitekim çeyrek asırdır, hattâ cumhuriyetin başından itibaren cereyan eden olaylar hesaba katılırsa 80 yılı aşkın süredir yaşanan tecrübeler bunu açıkça gösteriyor.

Öte yandan, teröristlerle mücadelenin başarısını “kelle sayısı” ile ölçen bir anlayışın tasvibi kesinlikle mümkün değil. İdeal olan—şartların elverdiği ölçüde—teröristi sağ ele geçirmek olmalı. Yargılama, ceza ve infaz süreçleri de insanî ve hukukî kriterlere uygun bir zemine oturtulmalı. Terörist de olsa, cezalandırma ve infazda adaletli olunmalı.

12 Eylül sonrasında Diyarbakır cezaevinde yaşanan ve dilden dile dolaşan vahşet tablolarının, terör sorununu bugünlere taşıyan en önemli etkenlerden biri olduğu asla unutulmamalı.

Terörist dahi olsa, yakalanıp yargılandıktan ve kanunun öngördüğü cezaya çarptırıldıktan sonra kişi, artık devletin adaletine emanettir.

Bu adaletle bağdaşmayan hukuk ve insanlık dışı muameleler, cezaevlerini daha da bilenmiş ve hınçlanmış teröristlerin yuvası haline getirir.

Kaldı ki, infaz sisteminin asıl amacı cezalandırmaktan öte, ıslah olmalı. Kim olursa olsun, hangi suçu işlerse işlesin, kişinin tekrar kazanılmasını hedefleyen programlar uygulanmalı.

İnsanî muamele ve usulünce yapılmış ahlâkî telkinler, en umulmadık kişilerin bile kazanılmasını sağlayabilir. Risale-i Nur talebelerinin asılsız suçlamalarla atıldıkları hapishanelerdeki manevî hizmetleriyle en azılı mahkûmların dahi ıslahına vesile olmaları, bu noktada dikkate alınması gereken son derece önemli bir örnek.

Yine bu bağlamda, gençleri ırkçı ve inkârcı ideolojilerin olumsuz etkilerinden koruyup kurtarmak da baskıyla değil, ancak ikna ile olur.

Ve Bediüzzaman’ın hayatında bunun da son derece ilginç bir örneği var. Bu örnekte, hamiyetli bir Kürt talebesine Türkler hakkındaki kanaatini soran Said Nursî, ondan, “Ben Müslüman bir Türkü, fâsık bir kardeşime tercih ediyorum” cevabı aldığını; ama bir zaman sonra, kendisi esarette iken İstanbul’a giden aynı talebenin bazı ırkçı muallimlerin tesirinde kalarak “Şimdi gayet fâsık, hattâ dinsiz de olsa bir Kürdü salih bir Türke tercih ediyorum” der hale geldiğini anlattıktan sonra, onu birkaç sohbette kurtardığını ifade ediyor. (Emirdağ, s. 439-40)

Bugün de böyle kurtarıcı sohbetlere operasyonlardan çok daha fazla ihtiyaç var, değil mi?

08.11.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Türkiye'nin istidadı



Santral ülke Türkiye, kavşakların geçiş hızında ve çarpışmaların hasar tespitinde zorlandığı bir süreci yaşıyor. Gerek Atlantik ötesi gelip “komşuluk müdahalesi” yapacak kadar işgal gücünü normalleştirmeye çalışan ABD, gerek buna kısmen seyirci Avrupalı dostlar ve gerekse Ortadoğu’da kaynayan fitne kazanı, Türkiye’yi birinci derecede etkiliyor.

Bu bölgede cirit atan uluslar arası istihbarat örgütleri, kullandıkları ahlak dışı metodlar, işgalin kanlı eli, petrol kaynakları ve yeniden şekillendirilme çabası içinde oldukları bölge haritası emelleri bir araya gelince, içinden çıkılmaz bir hal alıyor.

Ayrıca Türkiye’nin demokratikleşme sürecinde yaşadığı gelgitler, statükonun direnişi, rejimin her uzlaşma kapısını kitleyişi ve iç barışın hakim olamamsı da işin içine girince, ortaya daha da karmaşık bir manzara çıkıyor.

Buna terörün ağır etkisi, ekonomiyi tahrip eden gücü ve topluma nefret aşılayan ve çatışmayı körükleyen etnik tuzaklardan beslenen büyük oyunlarda binince, Türkiye’de sağduyu zemini zorlanıyor.

Askerin siyaseti yönetme hevesi, iç politikanın demokratik tabanını yeterince koruyamaması ve siyasetin tecrübeli kuşakları bertaraf eden ve şirket disiplini içinde tekbaşlı hükümet başı ile yürüyen sessiz orkestrası, müzakerenin demokrasi katmanlarınında güncel boğulmalara kaymasına sebebiyet veriyor.

Kuzey Irak üzerinden PKK’yı besleyen ve Kürt-Türk-Acem-Arap hattında Suriye’yi, İran’ı, Irak’ı ve Türkiye’yi birbirine düşürüp, bunların etki dalgasını genişletme gayretleri ise daha sinsice ülkemize kadar sirayet ediyor.

Yukarıda çizdiğimiz tablo vakıa olsa da, karamsar olmadan çareyi konuşmak, ümitle tedbir almak ve İslâm dünyasının vicdanını terennüm eden siyasi bir iradeyi beraberce teşekkül ettirmek, herkesin ortak sorumluluğudur.

Daha çok sükunet, sebat ve iradeli bir ufkun oyunları bozacak demokratik açılımlara ve bölge halklarını rahatlatacak şuurlu müzakerelere ağırlık vermesi gerekir. Acilen siyasî kararlar, arkasından ilmi heyetlerle İslâm dünyası içinde kardeşlik ve birbirini anlama konferansları ile kanaat önderlerini, cemaatleri ve etkin sivil oluşumları bir araya getirecek ikinci bir mekanizmanın kurulması icap eder.

İslâm Birliğinin fikri alt yapısını ulema ve umera beraberce mütalaa ederse, halkların kabulü ve birbirine ısınması kolaylaşır. Sıcak mesajları dokuyacak medya yapılanması ve İslâmi mesajı kardeşlik kültürü içinde ırk ve ülke temelli hükümetlerin tahakküm kıskacından kurtarıp, İslâm kardeşliğine yönlendirmeleri gerekir.

Öncelikle ülkemizi ilgilendiren, bizi saran ve taciz ateşleri ile terör ihanetinin bizi can evimizden vurduğu bir dönemin bütün sıcaklığıyla, çareyi imani ve ilmi zeminde arama mecburiyeti var. O zaman dış politikamızın savrulduğu gündemlerin dışına çıkarız.

Bunun için; Orta Asya, Ortadoğu ve balkanların staratejik merkezi konumunda olan Türkiye’nin lokomotif gücünü idrak edip, makul merkez olma sorumluluğunu fark etmesi ve ona göre stratejilerini geliştirmesi gerekir. Öncelikle, ulus-devlet bağnazlığından ve rejim dayatmasından sıyrılması şart.

Ayrıca;

1- Her gerginlikten bir fırsat çıkarma yerine demokratik duruşunu ve demokrasi eksenli gelişmesini sürdürmesi gerekir.

2- Müşfik devlet felsefesini hayata taşıması için ciddi programlar üzerinde çalışmalı.

3- İtibarlı siyasetin ve ilkeli politikaların hakim olması ve vatandaşa güven vermesinin sağlanmalı.

4- Şahıs ve lider merkezli hissî kararlar ve siyasi oy kaygıları yerine Türkiye’nin kurumsal vizyonu ve liderliği ağabeylik rolünü almalı.

5- Herşeyden önce insanî yönetim, idarî ve siyasi yönetimin önüne geçmeli.

Evet, Türkiye zoru başaracak istidatta ve niteliktedir. Halkın sessiz duası buna dönüktür. Cumhuriyetin 84. yılında demokratikleşme kararlılığı, sıkıntılı gidişi müspetleştirecektir.

08.11.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

301 ve diğerleri



AB Komisyonu’nun açıkladığı ve bir anlamda “Türkiye’nin fotoğrafı” kabul edilen “2007 Türkiye İlerleme Raporu”nda öne çıkan ‘ikâz’lardan biri de TCK 301. Madde ile ilgili yapılan değerlendirmeler oldu. AB’nin Türkiye konusunda açıkladığı rapor, Türk medyasından çok Avrupa ve dünya medyasının ilgisini çekti, o da ayrı bir konu...

Raporda öne çıkan başlıkların bir kısmını şöyle özetlemek mümkün:

* Güneydoğu’ya yönelik geniş kapsamlı bir strateji oluşturulmadı.

* Türkiye ve Irak yönetimi, Kuzey Irak’tan gelen saldırılar karşısında diyalog içinde olmalı.

* Ordudan gelen açıklamalara ve siyasî sürece müdahale çabalarına rağmen, anayasal kriz demokratik sürecin üstünlüğünü teyid etti.

* Türkiye 2008 yılında reformlara hız vermeli.

* Şiddet içermeyen görüşler için açılan dâvâlar ve verilen cezalar endişe kaynağı.

* 301. Maddenin ilgili AB standartlarıyla uyumlu hale getirilmesi gerekiyor.

* TCK’nın 215., 216., 217., 220. ve 288. maddeleri için de aynı durum geçerli.

* Türkiye ile üyelik müzakereleri sürmeli. AB, müzakerelerin devamı konusundaki taahhütlerini yerine getirmeli ve teknik şartlar yerine getirildikçe başlıklar açılmalı.

* Müzakerelerin paylaşılan hedefi, tüm üyelerin de onayladığı gibi üyeliktir.

* Parlamenterlere ve kamu görevlilerine sağlanan geniş çaplı dokunulmazlık sınırlandırılmalı.

* Türkiye, Gümrük Birliği anlaşmasından kaynaklanan Ek Protokolü imzalamasına rağmen deniz ve hava limanlarını Kıbrıs Cumhuriyeti’ne (Rum kesimi) açmadı.

* Siyasi partiler kanunundaki olumlu değişikliklere rağmen yüzde 10’luk seçim barajı hâlâ devam ediyor.

* Yapısal zayıflıkları gidermek amacıyla hazırlanan kapsamlı reform programını uygulaması halinde orta vadede AB içindeki rekabetçi baskı ve pazar güçleriyle başa çıkabilir.

* Büyüme sağlamlığını sürdürdü.

* Özelleştirmenin hızı yavaşladı.

Açıklanan raporla da görüldü ki, TCK 301. ve benzeri maddeler (215., 216., 217., 220. ve 288.) Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği yolunda ciddî engel olmaya devam ediyor. Tabiî ki engeller sadece bunlar değil. Ancak Türkiye’yi ‘idare edenler’in bilhassa 301. madde konusundaki ısrarını anlamak mümkün değil. Üstelik bu anlamsız ısrar, konuştuğu/şiir okuduğu için mahkûm olan bir başbakanın iktidarı zamanında yaşanıyor.

Ne kadar savunulsa da, neticede 301. Maddenin değişeceği anlaşılıyor. O zaman görülecek ki; Türkiye bir maddenin düzeltilmesi/iyileştirilmesiyle yıkılmayacak, bölünmeyecek. Peki bugün bu yanlışta ısrar edenler o gün ne diyecek? “Boşuna itiraz etmişiz, Türkiye daha iyi noktalara geldi” mi diyecekler? Dün, “Kürt yok, kart-kurt sesi var” diyenlerin bugünki itiraflarını dinliyoruz. Benzer itirafları 301 ve benzeri maddeler hakkında duymak istemiyoruz.

Lütfen, yanlışı savunmaktan vazgeçilsin, Türkiye’nin önü ve ufku açılsın!

08.11.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

İhtiyaçlara cevap vermek



Ebû Hazim, büyük bir İslâm âlimiydi. “Hakkın hatırı âlîdir. Hiçbir hatıra fedâ edilmez” kabilinden karşısındaki en yüksek makamdaki biri de olsa ilmin izzetini daima başlar üstünde tutar, gözünü budaktan, sözünü dudaktan esirgemezdi.

Birgün Emevî halifelerinden Süleyman bin Abdülmelik ona bir kısım sorular sordu. Ebû Hazim eğmeden bükmeden cevaplar verdi. Halifenin hoşuna gitmişti bu. “Ey Ebû Hazim, yanımızda bulunsan da, biz senden faydalansak, sen de bizden” dedi.

Halife, ilim adamına olan sevgisini dile getirmişti bu sözleriyle. Ona bağışlar yağdıracaktı.

Çoğu insan için böylesi fırsatlar kaçırılmaz; yöneticiye yakın olmak bulunmaz, cazip bir fırsattır. Fakat gönlünü dünyaya kaptırmayan, ilmini çıkarına âlet etmeyen bu büyük âlim “Böyle birşey yapmaktan Allah’a sığınırım” diye karşılık vermişti.

“Niçin?” dedi Halife.

“Korkarım ki bu bana dünya ve ahiret sıkıntısı çektirir.”

Böylesi faziletli âlim çok az bulunurdu. Çok mennun oldu tavırlarından halife Süleyman bin Abdülmelik. Gönlü tok, gerçekleri çekinmeden söyleyebilen Ebû Hazim’e iltifat ve ikramlarda bulunmak istedi ve “İhtiyaçlarını söyle de karşılayalım” dedi.

Verdiği cevap sarsmıştı Halifeyi. “İhtiyacım, Cehennemden kurtulup Cennete girmek. Gücünüz yeter mi buna?”

“Yetmez.”

“En büyük, en önemli ihtiyacım bu benim. Yapamayacağına göre başka ne ihtiyacım olabilir?”

İhtiyaçları sonsuz insanın. Sadece Cehennemden kurtulup Cennete girme değil şüphesiz. İğneden ipliğe varıncaya kadar sonsuz ihtiyaçları var. Hayatı veren Allah olduğu gibi onu sayısız rızıkla devam ettiren de O. İnsanlar ve diğer yaratıklar ise sadece birer sebep. İnsana düşen de sebepleri elinde tutan, herşey emri ve izniyle hallolan Allah’a yönelmek, sebeplerin acizlik ve zayıflığını düşünüp herşeyi sonsuz kudret sahibi olan Allah’tan beklemek. Onun vermediğini kimse veremez, Onun verdiğini de kimse engelleyemez.

Tevekkülün gereği olarak sebeplere sarılmadan öte onlara alabildiğine önem ve değer veren, âdetâ herşeyi onlardan bekleyen insan Tevhid sırrına ters hareket ettiğinin farkında mıdır acaba? Akıldan, merhametten, şuurdan yoksun sebeplerin bizi tanıyıp imdadımıza koşması imkânsız. Sebep akıllı ve şuurlu bile olsa Allah onun kalbine o duyguyu vermezse bize nasıl elini uzatabilir?

Demek ayakkabımızın bağı da olsa herşeyi, sebepleri elinde tutan Allah’tan isteyeceğiz ki, onları bize musahhar ettirsin, istihdam ettirsin.

08.11.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Meşveret üyesinin vazifesi sonuç almak mı?



Fikir alışverişi ve yardımı, danışma, görüşlerini paylaşma, başkalarının fikirlerine saygı, katılım olan meşveret; sünnet,—Bediüzzaman’a göre bu zamanda farz derecesinde—bir ibadet ve cihaddır. Her ibadetin olduğu gibi, istişarenin de bir takım prensipleri vardır. Meşveretin verimli geçmesi, sonucun hayırlı olması, bu düsturların bilinmesi, benimsenmesi ve uygulanmasına bağlı.

- Meseleleri halletmenin, problemleri çözmenin, sıkıntıları atlatmanın en emin ve en keskin yolu istişaredir. Farz-ı muhâl, meşveret sonunda beklenen netice alınmasa bile, yine istişare, yine istişare…

- Meşverette Allah rızası gözetilir. Yoksa, kendi arzuları ve fikirlerini kabul ettirme değil… Dolayısıyla problemleri çözme, meselelere çare bulmada O’nun emir ve yasakları çerçevesinde hareket etmeli.

- Hakkında kesin hüküm (âyet ve hadis) olan meseleler meşveret edilemez. Ancak, tatbikat ile tercihler meşveret edilir.

- Meşverette esas alınacak ölçü ve mihenk, İslâmın temel kaynakları Kur’ân ve Sünnet-i Seniyyedir. Subjektif değil, bilgiye, belgeye dayalı objektif ölçüler esas alınmalı.

- İstişare, fikrî bir yardımlaşma ve dayanışmadır. Feyiz ve bereket meşverette ortaya çıkar. Öyle ise, peşin hükümlerle meşverete girmemeli.

- Hissî, indî, nefsî davranmamalı. Meşverette esas olan, akıl, kalp, vicdan, hüsn-ü zan, hüsn-ü niyettir. İnat, garaz, tarafgirlik, gıybet, rekabet, düşmanlık, intikam gibi olumsuz duygulara yer verilmemeli.

- Meşverette tam bir fikir ve vicdan hürriyeti hâkim olmalı; şahısların değil, Kur’ân ve Sünnet’in etkisinde kalmalı. (Yalnız, fikirlerin başkalarıyla örtüşmesi ayrı bir şeydir, meseleleri müzakere ve mütalaa etmeden onların arzuları istikametinde parmak kaldırmak başka bir şeydir.)

- İstibdat, tahakküm, fikir ve düşünceleri baskı altına almak, meşveretin ruhuna zıttır. O takdirde meşveretin anlamı kalmaz. Özellikle yöneticiler daha hassas davranmalı.

- Hakperestliğin gereği, doğruluğuna inanılan düşünceleri kesin bir kararlılıkla müdafaa etmektir.

- Meşverette şahısların değil, hakkın hatırını yüksek tutmalı. Şahıslar kırılacak, üzülecek diye gerçekleri söylemekten çekinmemeli. Zira, meşveret, daha iyiyi, daha güzeli, daha doğru yolu bulmanın çalışmasıdır, yoksa başkalarının üzülmemesini sağlayan bir tedavi seansı değildir.

- Meşveret üyeleri hangi yönde rey kullanırsa kullansın; oy çokluğuyla alınan kararlar esastır ve herkesi bağlar.

- Alınan kararlar veya üyelerin aleyhinde konuşmak katiyen caiz değildir. (Burada içe bakış metodunu kullanmalı, yani empati yapmalı. Sizin çoğunlukla birlikte verdiğiniz kararları başkalarının eleştirmesini, itiraz etmesini ister misiniz?)

- Meşveretin aldığı kararların aksine davranışlarda bulunmak ve kararların başarısızlığı için bir takım girişimlerde bulunmak, meşveretin ruhunu anlamamak, hatta ihanettir.

- Kararların uygulanması ve başarı; aksi görüş beyan edenlerin (velev ki doğru olsun!) isteklerinde değil; tevekkül, azim ve sebattadır. Başarısızlık kararlarda değil, uygulama hataları ve ihmallerdedir.

- Uhud Harbi öncesinde yapılan istişarede, düşmanı dışarıda karşılama kararı ve mağlubiyet neticesinde Peygamberimizin (asm) davranışı muhteşem bir örnektir. O, meşveret üyelerinin çoğunluğu aksi görüşte olduğu, hatta rüyasını gördüğü halde, meşveretin kararını uygulamış, başarı için çalışmıştır. Sonuçta da, kimseyi suçlamamış, bilakis herkesi tesellî etmiştir.

- Allah rızasını aramak için meşveret ile O’nun yolunda mücâdele edenler; maddî bir karşılık, ücret veya mânevî dünyevî makam, mevki, övgü beklememeli.

- Meşveret bir cihad ise, ehl-i hizmetin vazifesi, Allah yolunda mücahede etmek, yani, çalışmaktır. Meşveret üyesinin vazifesi, meşveret kurallarına uyarak Allah’ın rızasını gözetmektir. Netice almak, başarmak, Cenâb-ı Hakkın işidir, takdiridir.

“Peygambere düşen, ancak tebliğ etmekten ibaret”1 ise, meşveret eden; nasıl başarı bekleyebilir?

Dipnot: 1-Kur’an, Nur, 54.

08.11.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Müstakbel irtica itirafları



Uzun yıllardır bazı üst yönetim merkezlerinden hemen her vesileyle ilân edilen önemli bir husus şudur:

"Türkiye'nin karşı karşıya olduğu iki öncelikli tehdit meselesi var. Bunlardan biri irtica, diğeri ise bölücülüktür."

Bu mânâdaki açıklamaların ne derece doğru ve isabetli olduğu elbette ki tartışılır.

Ancak, bize göre artık tartışılması dahi abes hale gelen bir nokta var; o da şudur: Yıllardır var olduğu kabul edilen irtica ve bölücülükle ilgili yapılan tanım ve teşhisler hatalı, tedâvi yöntemleri ise, büsbütün yanlış, hatta sakattır bile denilebilir.

Bunun böyle olduğunu, resmiyetten uzaklaşan ve sâlim kafayla düşünmeye başlayan birçok şahsın itirafvâri açıklamalarından da biliyoruz. (Geçen hafta büyük yankı uyandıran Emekli Org. Aytaç Yalman'ın Milliyet'te çıkan açıklamalarını hatırlayınız.)

İşte meselâ bir tehdit unusuru olarak sıklıkla ifade edilen "etnik terör ve bölücülük" ile ilgili itiraflardan bazı nümuneler:

* "Biz yıllardır mâsum Kürtler ile câni teröristleri tam olarak birbirinden ayıramadık. Teröristlere gereken dersi verelim derken, bölgedeki mâsum halka da büyük zarar ve sıkıntı verdik. Zaman zaman teröristlerin sırf aile efradından veya akrabası olduğu için, bazı vatandaşlara ceza verdik. Bazı köyleri haksız yere boşalttık; güvenlik riskiyle boşalttığımız köylerde ise, vatandaşı mağdur duruma düşürdük. Köylülere sadece 'Gidin buradan' dedik; ama nereye ve nasıl gideceğinin tedbirini almadık, gereken yardımlarda bulunmadık."

* "Kürtlerin, anadilini konuşmak, şarkısını–türküsünü söylemek veya kültürünü yaşamak gibi mâsum sosyal taleplerini bile biz 'yıkıcı faaliyet' şeklinde görmüş ve öyle değerlendirmişiz."

* "Dağda yürürken çıkan 'kart–kurt" seslerinden hareketle, onlara 'Dağ Türkleri' demişiz, kimliklerini yok farz etmiş, hatta zaman zaman inkâr etmişiz."

Bu meyandaki liste daha da uzatılabilir. Lâkin, bugünkü asıl konumuz daha başka: Türkiye'nin çoğu zaman "birinci öncelikli tehdit"i olan İRTİCA.

Duymak istediklerimiz

Evet, yukarıda sıraladığımız itirafların benzerlerini, tam yüz yıldır gündemden hiç düşürülmeyen "irtica" konusunda da duymak istiyoruz.

Bugün değilse yarın, öbür gün...

İnşaallah, ömrümüz ve tâlihimiz varsa, gün gelecek "irtica" meselesi hakkında meselâ şu meâldeki itirafları görmek, duymak şansına sahip oluruz:

* "Samimî dindarlar ile dinî duyguları istismar edenleri yıllarca birbirine karıştırıp durduk. Sayısızca mâsumun günahına girdik."

* "Haksız yere "din"e irtica, dindara mürteci damgasını vurduk. Halkımızın ekseriyetini üzdük, mâsum duygularını rencide ettik."

* "Laikliği dinsizlik mânâsında anladık; İslâma hizmeti gericilik, yobazlık şeklinde algıladık. Hizmet edenlerin ise, bir kısmını astık, bir kısmını da sürgüne yolladık, mahkemelere sevk ettik, hapishanelerde, zindanlarda süründürdük."

* "Türban diye diye, aslında başörtüsüne ve genel olarak tesettürlü giyime hep karşı geldik; bunun için yasaklar koyduk, iş ve eğitim haklarını ellerinden aldık, böylelikle sayısız insanı mağdur ettik."

* "Ülkemizde, dindar kimselere başka ülkelerde dahi hiç görülmedik sıkıntılar yaşattık, gayr–ı müslimler kadar olsun onlara hoşgörü ve müsamaha ile bakmadık. İçimizdeki azınlıklardan daha fazla İslâm dinine yabanî ve lâkayt bir vaziyette durduk."

* "Dindar kimseleri hep tehlikeli gördük, bu yüzden onlara potansiyel suçlu muamelesi yaptık, en mâsumâne isteklerini dahi 'irticaî faaliyetler' cümlesinden gördük."

* "Başlangıçta yüzümüzü Batı'ya, Avrupa'ya çevirdik. Her şeylerini taklit ile ithal etti. Hatta, bir ara AB yanlısı bile olduk. Fakat, dindarlar da AB üyeliğine taraftar olunca, bu kez tavır değiştirdik ve 1959'da başlatılmış olan bu sürece taş koymaya çalıştık."

* "Nihayet, aklımız başımıza geldi. Hatamızı anladık. Müslüman halkımızdan özür dileriz."

GÜNÜN TARİHİ 8 Kasım 1973

Usta şâirin "Hamd û Senâ"sı

Çağımızın büyük şairlerinden Faruk Nafiz Çamlıbel'in vefatı.

Daha evvel değişik vesilelerle biyografisinden ve eserlerinden bahsettiğimiz Çamlıbel'in hayatını derinden etkileyen iki önemli eseri var: Bunlardan biri Anadolu seyahatine dair "Han Duvarları", diğeri ise Yassıada'daki işkenceli hayatına dair "Zindan Duvarları"dır.

Aynı zamanda "dindar demokrat" bir siyasetçi olan Çamlıbel'in vefatının yıldönümü vesilesiyle, onun büyük bir vecd içinde kaleme almış olduğu "Hamd û Senâ" isimli şiirini sizlere takdim ediyoruz.

Ne var ki mevcûd ise âlemde, güzel, doğru, iyi;

Arayan fikri, bulan rûhu, seven sevgiliyi

Bize bahşetmiş olan Hazret-i Rahmân'a şükür.

O büyük Rabb'e şükürler ki, ayak bastığımız

Yeri halketti, barınsın diyerek varlığımız;

Ve yer üstünde hayâlin cereyânınca uzun,

O büyük Rab ki, ışıklar yakıyor göklerde,

Lûtfunun feyzini, görsün diye insan yerde;

En büyük nîmete hamd, en küçük ihsâna şükür.

O büyük Rab ki, ufuklar boyu nîmetlerini,

Hüsn ü an, reng ü füsun, aşk ü cünûn mahşerini

Gayrı kâfi görerek sevdiği biz kullarına

Şimdiden vâdediyor başka bir âlem yarına;

Mâ-i Tesnîm'e şükür, Ravza-i Rıdvân'a şükür.

O ki, sedâsına yandıkça bütün mahlûkat,

Arş-ı Alâ'da Ezel kasrına çıkmış yedi kat,

Geriyor hüsn-i ilâhîsine atlas perde...

En güzel vuslatı tattırmak için mahşerde

Bize, gündüz gece, zehrettiği hicrâna şükür.

08.11.2007

E-Posta: [email protected]




Raşit YÜCEL

İnönü



Geçen yüzyılın önemli isimlerinden biri de hiç şüphesiz İsmet İnönü idi.

Her fani gibi o da dünyasını değiştirdi.

Mustafa Kemal’den sonra “ikinci adam” olarak tarihteki yerini aldı.

Askerî hayatından sonra siyasî hayatı oldukça uzun ve macerâlı idi.

İkinci cumhurbaşkanlığı döneminde paraların üzerine kendi resmini bastırması, zaman zaman Mustafa Kemal ile olan kırgınlıklarıyla İsmet İnönü’nün son demlerine kadar siyasî hayatıyla ilgili bir çok hatırası vardır.

Siyasî hayatımızın önemli isimlerinden biri de Osman Bölükbaşı’dır. Birgün, merhum Erdal İnönü’yle birlikte bulunduğu uçakta, Erdal İnönü tarlada çalışan işçileri görür. Çocukluğun verdiği masumluk ile:

“Osman amca, bozuk paralarından ver de işçilere atayım” der.

Bölükbaşı, uçakta bulunan İsmet İnönü’yü göstererek, şaka yolu ile:

“Oğlum, bırak şu bozuk paraları. Babanı atalım da şu millet kurtulsun” der.

Tabiî gülüşmelerle bu tatlı anı tarihe geçmiş olur.

Erdal İnönü, babasının aksine mutedil, ağırbaşlı yapısı ile biliniyordu.

1992 yılından sonraki başbakan yardımcılığında ve dışişleri bakanlığı dönemlerinde dengeli bir idarecilik sergiledi. Yıllarca yasaklı sayılan Risâle-i Nurlar, o dönemde devlet kütüphaneleri-ne devlet eliyle satın alındı.

Hanımı Sevinç İnönü’nün Yasin okutması ise İsmet İnönü’ye rağmen ailede hâlâ dinî duyguların var olduğunu gösterdi.

Demek ki insan toptancı olmamalı. İnsanların her hali kötü değildir. Bunu da unutmamalı.

08.11.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Çocuklarımız geleceğimizdir



Ahmet Bey:

*“Kimileri çocukların camiye getirilmelerinden rahatsız oluyor, doğru bulmuyorlar. Oysa çocuklarımızı camiye götürmeyip nereye götüreceğiz? Evimizden sonra götürebileceğimiz tek mekân camiimiz. Gerçekten, bir yaş sınırı var mıdır? Varsa nedir? Gerekçeleri nelerdir?”

Evlatlarımız geleceğimizdir, dünyamızdır, ahiretimizdir, her şeyimizdir. Onların terbiyesi yüz akımız, onların hatası hatamızdır. Onların iyiliği iyilimiz, kötülüğü kötülüğümüzdür. Çocuklarımızı duâ çemberimize alırız. Duâ ve ibadeti öğretiriz. Duâ ve ibadet yaptığımız mekânlara götürürüz. Onlarla bizim aramızda bir iletişim köprüsü kuruldu mu, bizi ne yaş sınırı tutar, ne kural tutar, ne şart tutar.

Kur’ân, peygamberlerin, soylarının ve zürriyetlerinin istikameti ile ilgili endişelerini Allah’a arz edip medet isteyen duâlarıyla doludur:

“Hani İbrahim şöyle duâ etmişti: ‘Ya Rabbi! Bu Mekke şehrini emin kıl. Beni ve evlâtlarımı putlara tapmaktan koru! Ey Rabbimiz! Beni ve benim neslimden olanları namazda devamlı kıl.”1

“Hani İmran’ın hanımı: ‘Ey Rabbim! Ben karnımdaki çocuğu dünya meşguliyetlerinden uzak bir kul olarak Senin ibadetine adadım. Bunu benden kabul buyur! Ben ona Meryem adını verdim. Onun ve neslinin kovulmuş şeytanın şerrinden korunması için Sana sığındım.’”2

Soyumuz nesl-i cediddendir. Çok kutlu bir bahar çağı onları bekliyor. Biz onları mabetlerimize ısındırmak ve dinî değerlerimizi sevdirmekle mükellefiz. Bunun değeri hiç şüphesiz tartışılamaz.

Fakat onun, başkalarını rahatsız etmeyecek biçimde mabedimize giriş çıkışını sağlamak üzere tedbirini almanın, böyle tartışmaların hızını keseceği açıktır. Meselâ varsa camide bir odanın böyle nesl-i cedide tahsis edilmesi mümkündür. Veya çocuğumuzun namaz esnasında yanımızdan uzaklaşmamasını sağlamak mümkün olabilir.

***

Hüseyin Bey:

*“Mehir farz mıdır, sünnet midir?”

Kur’ân, “Evlendiğiniz kadınlara mehirlerini gönül hoşluğu ile verin”3 buyurur. Bir diğer âyette: “Kadınların nikâhına, halinize uygun bir mehir karşılığında talip olmanız size helâl kılındı”4 buyurur.

Görülüyor ki Kur’ân, mehri kadının özlük hakkı olarak görüyor ve teşvik ediyor.

Mehir, Kur’ân’ın teşviki olan bir meseledir ve farzdır. Mehir miktarı erkeğin haline uygun, kızın da rızasına uygun olacak biçimde kız tarafınca belirlenir. Nikâh esnasında belirlenmemiş olursa nikâh yine geçerlidir. Fakat bu durumda erkek otomatik olarak kıza mehr-i misil vermeye borçlanmış olur. Mehr-i misil rayiç mehirdir. Yani eşinin dengi olan kızların evlenme mehri ne ise, erkek onu eşine ödemeye borçlanır.

Erkek bu borcunu kızın da rızası çerçevesinde belirli bir süre içinde ödemeyi taahhüt eder ve taahhüt ettiği zaman geldiğinde eşinin mehrini öder. Eğer ödeme için belirli bir zaman dilimi tayin edilmemişse, bu durumda erkek boşanma esnasında kadının mehrini derhal ödemekle yükümlü olur. Boşanma olmadığında ise mehrin ödeme zamanı ölünceye kadar geniş tutulabilir. Fakat eğer, erkek karısına mehir ödemeden ölürse, kadın bağışlamadığı ve hakkını helâl etmediği sürece, mahşere borçlu gitmiş olur.

Dipnotlar:

1- İbrahim Sûresi: 35, 40

2- Âl-i İmran Sûresi: 35, 36

3- Nisa Sûresi: 4

4- Nisa Sûresi: 24

08.11.2007

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

AB ihmali...



Ankara’nın sınırötesi operasyona odaklandığı ve hükûmetin dış politikayı ABD’ye endekslediği esnada açıklanan Türkiye’nin AB İlerleme Raporu, ABD ile AB arasındaki farkı ortaya koymakta.

“Stratejik müttefik” dediği Türkiye’ye, âdeta şantaj yaparcasına, kaçırılan sekiz askeri silâhlı peşmergerle Kuzey Irak’ın “istihbarat başkanı” ve “içişleri bakanı” aracılığıyla terörist başının fotoğrafları gölgesinde tutanakla teslim edip, terör örgütünün propagandasına fırsat verdiren ABD, hâlâ Ankara’yı oyalama peşinde.

Buna karşılık AB, baştan beri PKK’yi “terör örgütü” görüyor. İçindeki onca saptırmaya mukabil, ABD’nin Irak işgalini ve İsrail’in Filistin’deki zulmünü haksız buluyor. İran’ın nükleer enerji üretimine karşı çıkmıyor.

Ne var ki, ABD ve uluslararası şebeke, AB’yi rahat bırakmıyor. Yahudi lobileri, AB’yi de ABD gibi küresel güç ve sermayenin kontrolüne sokmak için sürekli ajitasyonda bulunuyor.

Bu bakımdan Türkiye’nin, vatandaşlarını korumasını anlayışla karşıladıklarını belirten AB Komisyonunun genişlemeden sorumlu üyesi Olli Rehn’in, Türkiye’nin Irak’ın merkezî hükûmetiyle birlikte hareket etmesini istemesi oldukça önemli.

Çünkü bu perspektif, Irak’ın toprak bütünlüğünü ve Türkiye’nin bin yıllık inanç, tarih ve kültürü paylaştığı komşularıyla işbirliğini esas alıyor...

* * *

Ne var ki, Bush’un “PKK düşmanımızdır” sözünü manşete çıkaran medya, AB’den gelen bu “olumlu” beyânın üzerinde durmuyor. Oysa AB’nin bu tespiti, Avrupa’daki bütün çarpıtmalara karşılık, akl-ı selimin öngürüsünü öneriyor.

Özellikle, daha İçişleri Bakanı iken, Fransa’daki Müslümanlara karşı tahriki başlatan, okullarda başörtüsünü yasaklatan Selânikli Yahudi Fransız Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin, eski İngiltere Başbakanı Blair’den boşalan “Bush’un finosu makamı”nı alacağı söylentilerinin yayıldığı bir sırada, Rehn’in bu ifâdeleri, AB’nin hâlâ yanlışa gelmediğini gösteriyor...

Gerçek şu ki, Türkiye’nin vizyonuyla ABD’nin menfaatleri birbirine uymuyor.

Yüzbinlerce sivile ilâveten en son aralarında çocukların ve milletvekillerinin de bulunduğu doksan sivilin öldürüldüğü Afganistan’daki ve bir milyon insanın katledildiği Irak’taki ABD çıkar savaşıyla, Ankara’nın bölgedeki barış ve kardeşlik inisiyatifi tamamen birbirine zıt.

ABD, tıpkı İngiltere gibi, Türkiye’yi de AB içinde bir “truva atı” konumuna sokmak emelinde. Bunun için AB içindeki “AB ve Türkiye karşıtları”, Bush yönetiminin 11 Eylül olayları bahanesiyle başlattığı “terörle mücadele” perdesinde Müslümanları töhmet altına bırakıp kıskaca almaya zorluyor.

AKP hükûmetinin “Leyla Şahin dâvâsı”nda Türkiye’de başörtüsünü gerginlik sebebi ve laikliğe aykırı saymasıyla şaşırtılan AİHM’nin garip kararında olduğu gibi, topyekün Müslümanları “tehlikeli” ve “terör potansiyeli” gören Yahudi lobisinin Amerikan yönetimine enjekte ettiği zihniyet, ne yazık ki zaman zaman AB içinde de etkili oluyor.

AB’nin demokrasiyi, insan hak ve hürriyetlerini önceleyen, vatandaşlarının inançlarını yaşaması ve dinî özgürlükleri rahatça kullanılmasıyla eğitim hakkını belirleyen temel değerlerine rağmen...

* * *

İlerleme Raporuna göre, Türkiye’de reformlar duraklamış. Ankara’nın 301’e indirgeyip inad ettiği insan haklarında hâlâ ciddî eksiklikler var. Darbelere gerekçe edilen meşhur “iç hizmet kanunu” ve MGK yasaları hâlâ yeterince değiştirilmemiş. Askerî harcamalar sivil denetime tabi değil...

AB Türkiye’nin başta Kopenhag siyasî kriterleri olmak üzere demokratikleşmede daha ileri gidilmesi ve reform sürecine hız verilmesini istiyor.

Doğrusu, Avrupa Komisyonu’nun bu taleplerinde haklılık payı var. AKP hükûmeti son iki yıldır ciddî bir reforma imza atmış değil.

Çıkarılan bazı uyum yasaları da büyük ölçüde budanarak, âdeta şekilde bırakıldı. Sonuçta, uygulamada hâlâ insan hakları ihlâlleri devam ediyor. Sırf düşüncesinden dolayı gazeteci ve yazarlar yargılanıyor. Siyasetin demokratikleşmesi için siyasî partiler ve seçim kanunları çıkarılmış değil...

Bütün bunlara rağmen, AB’nin iki başlıkta müzâkere sürecini açmasının sembolik değeri var. Ve özellikle Rehn’in Türkiye’yi onaylayan ifâdeleri oldukça önemli...

Ankara, AB’den zaman zaman gelen menfî sapmaların, AB’den değil, “AB içindeki ABD’ciler”den geldiğini bilmeli. Sarkzy ve Merkel gibilerin AB’yi temsil etmediğini görmeli; AB’nin demokrasi ve insan hakları üzerine inşa edilen temel esaslarına bakmalı...

Hükûmet, uluslararası zeminde AB’nin bu olumlu bakışını değerlendirmeli. ABD’nin emr-i vakilerle bölgeye yönelik kargaşa ve kaos getiren karıştırıcı projelerine karşı, AB’nin demokrasi, barış ve özgürlükler projesini esas almalı.

ABD’ye yoğunlaşırken AB’yi ihmal etmemeli...

08.11.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri